37. Bölüm

Kaburgasından Sökülerek Alınan Nabza Yemin

ORENDA
orenda

 

 

 

Duygusal olarak beni yıpratan bir bölüm, keyfimi yerine getirin hadi. Yıldız parladıysa keyifli okumalar😘

 

 

 

 

 

 

Veronica, Şifanın kelimeleriyle yüzünde tutmak için çaba harcadığı gülümsemeyi daha fazla sabitleyemedi.

 

Barbarosun kollarındayken, ondan çalabildiği şeyler kısıtlıydı. Sadece karmaşa olduğu ve düzene sokmak için hepsinin çabalaması gerektiğini fısıldamıştı.

 

"Zor bir sürece giriyoruz minik tırtılım ama bize de kolayı yakışmazdı değil mi?"

 

Şifa çocuk gibi omuzlarını silkmekle yetindi. Bazı şeyleri bilmek, kabullenmek anlamına gelmiyordu.

 

Buldukları bu kısıtlı zamanda biraz daha konuştular. Şifanın korktuğunun aksine Veronica ışık saçıyordu. Dayanamadığı bir anda tekrar özür dilerken buldu kendini. Ama Veronica ona hayatının iyiliğini yaptığını söyleyip şaşkınlık içinde bırakmıştı. Bir yalanın içinde savrulmaktansa, gerçeği göğüsleyecek kadar güçlüydü Veronica. Ve Barbarosun mecburiyetlerini bilecek kadar çok şey yaşamıştı Şifayı büyüttüğü süreçte.

 

Gözlerinin içine baka baka Şifaya, onu korumak için dünyanın geri kalanını yok edebilecek olduğunu söylemişti. İster bencillik görülsün, ister zalimlik. Veronica için Şifa tam da böyle bir noktadaydı.

 

Şifa boynuna sıkı sıkı sarılıp, sürekli onu çok sevdiğini söylemişti. Zaten duygusaldı, ağlamak için hiç sebebe ihtiyacı yokken Veronicanın sınırsız sevgisi gözlerini taşırmıştı. Neyse ki kızılı dikkat dağıtmada çok iyiydi. Alparslan'ın şu anı görmesi için iki ayakkabısında vazgeçebileceğini söyleyip, yaşlı gözlerle gülümsetmişti onu.

 

Veronica'yla vedalaştıktan uzunca bir süre daha şirkette kaldı. Duhan yanına gelip, bu gece yurt dışına çıkacağını söyleyip kendinin de gitmesi gerektiğini fısıldamıştı. Şifaya sarılmış, alnına üç öpücük bırakmış, kısa sürede döneceklerini söylemişti. Şifa bu kadar kısa sürede hepsinin dağılışını anlayamıyordu. Veronicanın dediği gibi bir karmaşa vardı ama sırf tedirgin olmasın diye hepsi olağan bir durum gibi davranıyordu. Pek konuşamadı, soru sormadı. Sadece Veronicaya sarıldığı gibi sıkı sıkı sarıldı.

 

Duhan'ın verdiği haberle, onun için hazırlanan araca binip nereye gittiğini bilmediği bir yolculuk başladı.

 

Üç saati aşan bir yolculuk sonrasında oldukça sakin bir iskeleye geldiler. Burada ne aradıklarını anlamamıştı Şifa. Onun korunmasında görevli adamlar ise tek kelime etmemek için yemin etmiş gibilerdi. Araçtan indiğinde ona doğru gelen Alparslan ile içi bir nebze ferahladı. Ama bu da anlık bir rahatlıktı. Alparslan'dan ona sızan gerginlik ve sıkıntılı hisler yüzüne konmak isteyen tebessümü alıp götürmüştü.

 

Alparslan Şifaya kollarını dolayıp, saçlarına bir kaç öpücük bıraktı.

 

"Çelik Vatoz yaklaştı perim. Seni almaya geliyorlar."

 

Şifa duyduklarıyla bir anda algılayamadı. Bu kadar çabuk mu? Ona hazırlanma payı bırakmadan mı gidecekti? Daha Şahini, Hakanı, Barbarosu hatta Umayı görmemişti. Zamanın ne getireceği belirsizken bir kere daha sarılmak istemesi çok normal değil miydi? Ama çok da düşünmeye gerek yoktu aslında. Duhan odadan çıkarken Şifa "gitmeden görür müyüm seni?" demişti. Alamadığı cevabın nedenini şimdi anlıyordu.

 

Duhan veda içeren hiç bir şeyin içinde olamazdı. Eskiden anlamıyordu ama şimdi sebebini biliyordu. En son vedası kardeşine olan bir adama da 'Hoşçakal' denilemiyormuş demek ki.

 

"Hiç bir şey almadım, çok erken!"

 

Daha ben bu olanları kafamda bir yere oturtamadım demedi. Sana veda etmeye hazır değilim, zaman ver bana demek istedi ama dudakları açılmadı. Birbirlerine karışan duyguları o kadar aynıydı ki Şifanın hissettiği her şey Alparslanın içinde can çekişiyordu.

 

"Ben... Ben hazır değilim... Hemen mi?"

 

Alparslan dudaklarının birbirine sıkı sıkı bastırıp, başını bir kez öne doğru eğdi. Şifanın kızarmaya başlamış yüzünü avuçlarının içine aldı.

 

"Vatoz, Türk sularına çok yakın bir konumdayken seni almak istiyor. Seni emanet edeceğim adam benim için bir ağabey, bir kardeş. Ondan çekinme, Kerim de zaten seni rahat hissettirmek için her şeyi yapar. Kısa sürede karmaşayı rayına sokacağım. Şifam..."

 

Alparslan alnını Şifanın alnına yaslayıp, iç çekti. Denizin kokusunu bile örten, bebek kokusunu soludu.

 

"Senden ayrı kalmak ölüm gibi. Sana yemin ederim kemiğimden etimi sıyırsalar böyle zorlanmam. Ama mevzu sensen her şeye de dayanırım. Senden de bunu istiyorum perim. Seni sabit bir noktada bırakmamak içimi rahatlatıyor. En azından ben kafamdaki sorular için cevap ararken, güvende olduğuna sadece böyle emin olurum."

 

Şifa bileklerini elleriyle kavrayıp, avuç içine doğru çevirdi yüzünü. Alparslan'ın sıcak avcuna dudağını bastırırken, gözünden bir damla yaş kayıp. Alparslanın derisini dağlandı.

 

"Aklın bende kalmasın. İnanılmaz bir fırsat veriyorsun hem bana. Arkadaşın vatozu kurcalamama izin verir dimi?"

 

Gözlerini açtığında zoraki gülümsemesi Alparslanın da aynı sahtelikte bir tebessümle dudaklarını kıvırmasını sağladı. Halbuki birbirlerinin her hissine hakim iki kişiydi onlar. Böyle yalanlardan medet dilenmek ne kadar da komik hatırlayamayacak kadar şu anda asılı kalmışlardı.

 

"Çocuğu gibi sever vatozu. Belki çocuğuyla oyun oynayacak bir abla o kadar da kızdırmaz onu."

 

Şifanın burnunun ucuna dudağını değdirip çekti.

 

" Senin için gerekli olan her şey Zuhur tarafından temin edildi. Günlükler izolasyon kurallarına göre yerleşti. Senden sonra benimde gitmem lazım."

 

Ayrılık fikri kalbinde sancıyordu. Zaman sorsa, cevap veremeyeceğini biliyordu üstelik.

Oda kollarını beline dolayarak başını göğsüne yaslamakla teselli etti kalbini.

 

"Çabuk dön, beni uzun süre sensiz bırakma."

 

Alparslan çenesini, kafasının üstüne yaslayıp iç çekti.

 

"Benim kuzeyim sensin peri. Merak etme tüm pusulalar seni gösterir bende. Çok bekletmemek için elimden geleni yapacağım. Uzun süre nefessiz yaşanır mı? E ben de bir senin soluğunda buluyorum oksijeni."

 

Şifa ne kadar kendini sıksa da engelleyemiyordu yanan gözlerinden sızan yaşları. Burnunu çekti.

 

"Konuş böyle sen! Ben de özlemden delireyim."

 

Sürat teknesinin kıyıya yaklaşan sesiyle bakışları o yöne döndü ikisinin de. Şifa eliyle çaktırmadığını sanarak yaşlarını siliyordu. Alparslan, ellerini tutup üzerlerine öpücükler bıraktı. Kavuştum dediği yerde ayrılmak onun için çok daha zordu. Yıllarını özlemekle geçiren bir adam için huzuru bulmuşken, tadını almışken tekrar hasretle sınanmak hiç kolay olmayacaktı.

 

Ama güçlü ve dik durması gereken biri varsa da bu Alparslan olmalıydı.

 

"Hadi perim, bekletmeyelim."

 

Şifa sessizce adama uydu. Ağzını açsa hıçkıra hıçkıra ağlamaktan korktu.

 

Tekne onları kıyıdan fazlasıyla uzaklaştırmıştı. Belli bir noktaya geldiğinde tekneyi kullanan kaptan kulaklıktan biriyle iletişim kurdu ve tekneyi durdurdu. Alparslan adamla göz göze geldiğinde zamanın geldiğini anlamış oldu. Kollarında rüzgardan korumak için, içine katar gibi sardığı kızın boynunu derin derin soludu. Defalarca öptü. Gece karanlığın içinde tek aydınlık teknenin ışığıydı. Loşlukta onu içine çeken bir çift orman yeşiline baktı öylece.

 

"Seni ölecek kadar, ölsem bile senin adını duyup dirilecek kadar seviyorum. Benim yönüm, doğacak günüm, umudum sensin. Kendine dikkat et. Sana gelene kadar çok iyi bak. Sonra nasıl olsa ben ilgilenirim bebeğimle." 1

 

"Nerede olursan ol bul beni Alparslan. Ben çok özlerim seni, özledikçe üzülürüm. Ama sen hissedersin zaten kalbinde. O yüzden çok erken gel."

 

Alparslan mahremine çok önem veren bir adamdı ama şu an öpmese ölecek gibiydi. Sırtını kaptana dönüp Şifayı bedeniyle sakladı ve dudaklarına yapıştı. Şefkatle, özlemle ve büyük bir aşkla sevdi dudaklarını. Çarpan nabzını kendi nabzına katarak, aldığı soluğa uyarak dakikalarca ayrılmadı Şifa'dan. Denizde oluşan dalgalanmayla anca kendine gelip uzaklaştı.

Simsiyah onikslerini yeşilin en nadide tonuna buladı.

 

Kaptanın "Hızlı olmalıyız" uyarısıyla dalgalanmanın şiddetli olduğu kısma baktılar. Çelik Vatoz'un yüzeye yaklaştığı suların oluşturduğu girdap görüntüsü gecenin karanlığında bile anlaşılıyordu.

 

Tekne ışıklarını dalgalanmaya yönlendirdi.

Suyun yüzeyinde görünmeye başlayan parlak çelik görüntü, sular sakinleşince gecenin karanlığında daha çok dikkat çekmeye başladı. Üst tarafında bir bölme kayarak geriye doğru açıldı. Zuhur ellerini iki yana koyarak kendini yüzeye çekmişti. Giydiği siyah kıyafetler ve oldukça esmer teni teknenin yansıttığı loş ışıkta kaybolmasına neden oluyordu. Orda olduğunu kanıtlayan tek emare parlak gözleriydi.

 

Zuhurun ardından bir kişinin daha kendini yukarı iterek çıktığını gördü Şifa. Yüzünü kaplayan maske vardı. Zuhur kadar olmasa da iri bir adamdı. İkisinin Vatozun üzerinde dimdik duruşları ve ayaklarını kaplayan sular denizin üzerinde duruyorlarmış gibi bir görüntü sağlıyordu.

 

"Emanetini bizzat almaya geldim Kurt. Sözünü unutma! Gerçi ben unutturmam ya."

 

Maske yüzünden boğuk çıkan sesinden Şifa adamın genç mi yaşlı mı olduğuna karar veremedi. Verilmiş sözden bahsettiğine göre Alparslan'ın telefonda görüştüğü kişi olduğunu düşündü. Kardeş sayacak kadar Alparslanla bağları güçlü bu adamı merak etmeden duramıyordu.

 

"Geleceğini biliyordum zaten. Sen, senden başka kimsenin işine güvenmezsin. Haksız mıyım kardeşim?"

 

Adam başındaki maskeyi çekip, çıkardı. Dağılmış saçlarını eliyle bir kez de o dağıttı. Şifa net göremiyordu. Teknenin burnunda dikiliyor olsalarda vatozun sırtıyla aralarında mesafe vardı.

 

"Bunu sana öğretirken çok eğlendim zamanında. Çok haklısın kardeşim. Şimdi Güneş için bu kadar önemli olan genç hanımı misafir edelim."

 

Adam kendine döndüğünde ve yürümeye devam ettiğinde gerçekten deniz üzerinde yürüyor gibiydi. Su beline yakın bir konuma yaklaştığında Alparslan teknenin burnundan aşağı bıraktı kendini. Şifa gözleri iri iri baktı.

 

"Biraz ıslanacağız bebeğim."

 

Şifaya uzanıp, çektiğinde Şifanın ayakları sert bir zemine değdi ama göğsüne kadar suyun içindeydi de. Kısık bir çığlık fırladı dudaklarından. Alparslan'ın dudakları kıvrıldı.

 

"Soğuk biraz."

 

Sonra elini sıkıca kavrayıp, Şifayı bekleyenlere doğru küçük adımlarla yürümeye başladı. Şifa görmeden, bastığı yer yüzünden tedirgin ilerliyordu. Yürüdükçe su seviyesinin aşağı inmesi, vatozun üst kısmındaki yükseltiden kaynaklıydı.

 

Onları bekleyen iki adamın karşılarında durduklarında adamın yüzünü net görebildi. Otuzlu yaşlarının ortasında gibiydi. Sinek kaydı tıraşlı yüzü, çok olmasa da esmer suratı netleşmişti. Kaşını da kesen bir faça izi vardı sol şakağına doğru. Alparslana dik dik bakarken dudaklarının kıvrılmasıyla Şifayı büyük bir şoka uğrattı. Yüzü o kadar keskin bir sertliği sırf gülümsedi diye nasıl böyle kırardı.

 

"Ulan kurt! Ne işler açtın başıma?"

 

Alparslan elini bırakıp ona uzanan adama sarılmış, sırtına sert sayılacak bir kaç vuruş sağlamıştı.

 

"Biraz etrafı ısıtacağım. Sende kıymetimi bil, en değerlimi bir sana bırakıyorum. Karıma çok iyi bak Kerim."

 

Geriye çekilen adam kollarını kavramaya devam ediyordu. Alparlsanın karım demesiyle kaşlarını kaldırmıştı.

 

"Başım gözüm üstüne kardeşim. Yengem olmuş, haber vermiyorsun. Çeyrek takacaktım oğlum."

 

Alparslan bir kahkaha attı.

 

"Güneşin amacına bir çeyrek... Pintinin tekisin."

 

Alparslan yanlarında merakla onları izleyen Şifaya baktı. Yüzü sevgiyle yumuşadı.

 

"Vatoza çok hayran, az göz atsa sıkıntı çıkarmazsın değil mi?"

 

Kerim bu sefer kaşları kalkmış bir halde Şifaya baktı.

 

"Hayran olacak kadar anlıyor mu yenge bizim elemandan?"

 

Şifanın gülümsemesini saklayan suratına ters, Alparslan sırıtmıştı.

 

"2021 Gürcü Hırsızlığına siber destek sağlayan ekipteydi. İş arkadaşın sayılır."

 

Kerim'in yüzü şimdi gerçek bir şaşkınlıkla açıldı. Şifaya merakla bakışını, belirgin bir saygıda kaplamıştı.

 

"Vay anam vay..."

 

Şifanın gülümseyen yüzüne biraz daha bakıp Alparslana çevirdi yüzünü.

 

"Güneş amacına, çok fazla sorumluluk yüklüyor. İyi korumak şart."

 

Alparslan biraz evvel gülümseyen o değilmiş gibi bir sertlikle Kerime baktı.

 

"O yüzden sana getirdim ya. Dünya yansa, onun teni ısınmasın Kerim."

 

Kerim elini uzatıp, Alparlsanın sıkıca kavramasını beklerken aynı netlikle karşılık verdi.

 

"Senden başkası alamaz Kurt! Senden başkasını yollayıp, savaş çıkarma."

 

'Eyvallah' diye başını salladı Alparslan. Kerimden bir adım uzaklaşıp, Şifaya baktı. Elini kavradığı kadının parmaklarını biraz daha sıkıp gevşetti.

 

"Ben gelene kadar günlükleri çözersen bir hafta kölen olacağım."

 

Şifanın yüzünde kırık bir tebessüm vardı. Ağlama isteğini saklama çabası olduğu o kadar belliydi ki.

 

"Teşviksiz işe karşısın ha Alparslan."

 

Alparslan tek gözünü kırpıp, şakağına güçlü bir öpücük bıraktı.

 

"Motivasyonunu zirveye taşıyorum peri, paspas edersin şimdi sen beni."

 

Şifa kollarını vücuduna dolayıp, sımsıkı sarıldı. Alparlsanın ona sarılan kollarıyla derin bir soluk çekti içine.

 

"Asla acımayacağım. Hoşçakal benim kurdum."

 

"Allaha Emanet Ol güzel orman perim."

 

Alparslan geriye çekilip, tekneye doğru yürürken Zuhur ve Kerime bir baş selamı verdi sadece. Alparslan'ın kendini bir anda tekneye çekişiyle gözünden kayan yaşı parmağının ucuyla sildi. Biraz önce sarılmayla unuttuğu ıslak soğukluk, zemheri bir ayazla iliklerini donduracak kadar üşüttü onu.

 

Şifa Vatozdan içeri geçmesini sağlayacak kapağa ulaşmak için Zuhurun uzattığı kolundan destek aldı. Geniş kapağın ağzında dururken , onu dikkatle izleyen Alparslana bir kez daha baktı. Dudakları kıpırdadı. Kerim ve Zuhurun desteğiyle çelik merdivenlerden içeri doğru indiğinde Alparslan hâlâ gözlerini çekmemişti.

 

Şifanın dudaklarından aldığı 'bul beni' cümlesi yüzündeki gülümsemeyi öylece asılı bıraktı. Alparslan, Şifa'yı her zaman bulurdu. Bu hayatta sırt yaslanacak nadir adamlardan biri olan dostu bir asker selamıyla vatoza girmiş ve kapak emir gelene kadar açılmamak üzere kapanmıştı. Tekne tekrar çalışıp hızla kıyıya doğru yol alırken Alparslan dalgalanan sulardan gözünü bir an bile ayıramadı.

 

Şifa içten içe ürkse bile yüzüne zırhını geçirdi ve olabildiğince ifadesiz tutmaya çalıştı. Gözleri oldukça geniş bir alanda dolaştı. İçerisi tahminlerinin aksine oldukça kalabalık göründü ona. İki kişinin bir yüzeyi kaplayan yaklaşık yüze yakın ekrana bakarak ellerindeki tableletlere kelemle bir şeyler yazdığını, iki kişinin kurulmuş masa düzeneğinde raflı bir bölmede yer alan bir sürü bilgisayarı koordine ettiğini gördü. Kapalı bir panelin ardından da insan sesleri geliyordu. Kimse kafasını kaldırıp ona bakmamıştı.

 

Kerim'in iki elini alkış çalar gibi güçle bir birine vurmasıyla sıçradı.

 

"Evet kızlar! Herkes buraya baksın. Misafir getirdim size."

 

Tok sesiyle herkes odaklandığı işten başını kaldırıp, direkt onlara bakmıştı. Seslerin geldiği noktadan da iki kişi çıktı. Biri orta yaşlarda uzun bir adamdı. Dikkat çeken ilk şey boynuna dövülmüş bayraktı ama. Diğerinin yaşı daha genç duruyordu. Tüm gözlerin onda sabitlenmesi rahatsızca kıpırdamasına neden oldu.

 

"Bahsettiğim misafiri iyi ağırlıyoruz gençler. İsmi Şifa, kıymetli bir kardeşimizin eşi."

 

Kerim bu kez Şifaya döndü.

 

"Burası da benim ekibim."

 

Şifa ağır ağır başını sallarken boynunda bayrak dövmesi olan adam yaklaşıp, elini uzattı.

 

"Hoşgeldiniz. Yüzbaşı Yavuz Kara."

 

Şifa uzanıp elini sıktı.

 

"Şifa Seçkin..."

 

Babasından kalan soyadını söylemek gelmişti içinden. Kerim, Alparslanın ismini vermemişti. Ama namı bir şekilde duyuluyordu. Belki buda saklanması gereken bir durumdur diye Cihandar demekten özellikle kaçındı. Bu kez yanındaki daha genç olan tanışma maksatlı elini uzattı.

 

"Teğmen Poyraz Hanzade."

 

Şifa başıyla onaylayarak memnun olduğunu fısıldadı. İstemsiz bu soyadının Türkiye'nin en zenginler listesine giren Hanzadelerle bir ilgisinin olup olmadığını düşündü. Karşısındaki adamın dudağı kıvrıldı. Ne düşündüğünü anlamış gibi bakıyordu ona.

 

Sonra bilgisayar başındaki iki kişi yaklaştı.

Birinin yaşı diğerlerine göre daha büyük görünüyordu. Boyu da 1.80 kadardı.

 

"Kıdemli Başçavuş Haydar Taşkıran."

 

Şifa eline uzanan adamın diğerlerine göre en sıcak tavırla gülümsemesini, minik bir tebessümle karşılık verdi.

 

"Bende Üsteğmen Seymen Hasırcı. Hoşgeldiniz."

 

"Memnun oldum ve teşekkür ederim."

 

Vatoza girdiğinde ilk gördüğü, ekranların karşısındaki iki kişiye baktı. Biri nezaketle gülümsüyordu ama diğeri duvar gibi bir ifadeyle bakıyordu Şifaya.

Genç olan kendine doğru yürüyüp, elini uzattı.

 

"Astsubay Ali Özkaleli. Keskin nişancı ve olimpiyat şampiyonu."

 

Şifa özellikle verilen detayla tebessümünü büyüttü.

 

"Çok memnun oldum."

 

"Şov yapma oğlum. Anladık, artık. En keskin nişancı sensin."

 

Adının Yavuz olduğunu öğrendiği adam göğsünde birleştirdiği kollarıyla gerçekten dev gibiydi. Kaşları da çatılmış, ona sırıtarak bakan adamı gözleriyle azarlıyordu.

 

"Belki unutmuşsunuzdur diye dedim abi. Hatırlatmakta fayda var."

 

Şifa, iletişimlerini nedensizce çok eğlendirici buldu. En sona kalan ve gerçekten bir ölünün gözleri kadar soğuk bakan adama çevirdi yüzünü. O anda biri yanına yaklaştı.

 

"Yenge... Yani Şifa... Şifa yenge, adsız abim pek sevmez konuşmayı. Yüzbaşı kendisi. Az iletişim kursa binbaşı da olur da sosyal bir insan değil. Ters ters bakıyor diye gerilme, bana da öldürecek gibi bakıyor genelde."

 

Adının Seymen olduğunu hatırladığı ve aralarında en genç görünen adama baktı. Açıklaması sonrası kaşları havaya kalkmıştı. Son kez adsız dediği yüzbaşıyla göz göze geldi. "Tanıştığımıza memnun oldum" diye mırıldandı. Aldığı tek tepki açılıp kapanan göz kapaklarıydı.

 

"Evet yeterince kaynaştığımıza göre, Şifa kalacağın yeri göstereyim. Senin emanetler karında, en alt bölmede muhafaza edilecek. Okyanusa açılalım, sende o arada vatozu gezersin. Burda kaldığın sürece vatoz evin, unutma lütfen."

 

Kabullenmişlikle olur diye mırıldandı.

Şifa orda olduğunu bile unuttuğu Zuhurun yön göstermesiyle yürüdü. Kalacağı yeri görmek için bir alt kata inmeleri gerekmişti. Şifa boyutu hakkında zerre fikri olmadığı vatozun aslında ne kadar büyük olduğunu yeni yeni fark ediyordu.

 

Kerim sağ tarafta küçük bir hazneye elini okuttuğunda içe çekilip sola kayan kapıyla bir adım geriledi. Asla orada olduğunu gören bir göz anlayamazdı. İçeri geçtiğinde kendi için ayarlanan oda olduğunu gördü. Bir yatak, iki kapaklı dolap, bir masa ve üzerinde bilgisayar vardı. Oda da duş için buzlu camdan oluşan kare bir bölme daha ayarlanmıştı. Yaşanılanabilir, küçük bir alandı. Zaten Şifa da çok fazla bir beklenti içinde değildi.

 

"Buraya tıkılıp kalma, ana bölmeye çık. Hiç birinden rahatsız hissetme lütfen. Hepsi canı gibi korur seni, asla emanete ihanet etmez. Poyraz ve Seymen daha genç. Sana arkadaşlığı bizden daha iyi yaparlar gibi. Yemekleri Yavuzla, Seymene yıkarız genelde. Bize katılmak istersen sakın çekinme. Yeni tanıştık ama kıymetin çok büyük bizim için. Ortadoğu'nun kurdunu hepsi biliyor aslında. Çok bahsetme taraftarı değilim, Güneş hakkında bilgileri yok Şifa."

 

Şifa üstü kapalı uyarıyı aldı.

 

"Merak etme, bahsetmeyeceğim. Ama günlükler yada benim varlığımı sorgulamazlar mı?"

 

"Ben sorgulama yok dersem sorgulamazlar. Bu konuda da rahat ol. Onlar, bilmeleri gerekenden fazlasını görmez, duymazlar. Eğitimleri tam da bunun üzerine aldılar."

 

Şifa dudaklarını birbirine kıstırıp ağırca başını salladı. Sormak istediğini sorsa fazla mı olur karar veremiyordu. Bunu anlayan Kerim gözlerini açıp kapattı.

 

"Ben orduda görevliyim ve aynı zamanda Güneşin hizmetindeyim. Kurtla geçirilmiş, uzun bir eğitim sürecim de oldu. Birbirimizi tanıdığımızda o on altı ben yirmi iki yaşındaydım. Akla zarar, çok cevval bir gençti. Eğitim sürecindeki başarısı da hepimizi darma duman etti."

 

Kerim o günleri hatırlamış gibi dudakları keyifle kıvrıldı.

 

"İlk bıyıkları bile çıkmamış çocukla beni ekip mi yapıyorsunuz diye maraza çıkardım ama dedim ya başka bir şey senin koca. Sonradan gelip hepimize nal toplattı."

 

Şifa, Alparslandan böyle saygıyla bahsedilmesi ne bayılıyordu. Adamın içten içe hayranlık içeren sözleri yüzünü güldürdü.

 

"Genelde Alparslan için böyle konuşulmaz. Çok mutlu oldum."

 

Kerim güçlü bir kahkaha attı. Yanlarında nefes aldığı bile belli olmayan Zuhurun da neredeyse dudağı kıvrılmıştı.

 

"İt geçtiği her yeri yakıp, yıktığı için Birliği çok zora soktu zamanında. Ama hiç kimse inkar etmez Alparslanın gücünü. Birliği ayakta tutup, güçlendiren ekonomik imkanlar Alparslanın sayesinde. Doğu'da, Güneşin böyle rahat hareket etmesi kurdun marifeti. Yüzüne ölsem söylemem ama Doğunun tarikatları hiç bir dönemde bu kadar iletişime açık olmadı. Adam başlarına dünyayı yıkar diye seslerini çıkaramıyorlar."

 

Şifa, kısık bir kıkırtı çıkardı. Kerim de daha rahatlamış halini görünce keyiflendi.

 

"Görüyorsun değil mi Zuhur? Genç bir hanımı güldürme becerilerim çok iyi. Oklava yutmuş gibi durmak yerine arada şu kıza sempatik bir gülümseme yolla. Gerilip durmasın yanında."

 

Şifa kimsenin Zuhurla böyle konuştuğunu duymamıştı. Şaşkınlıkla kaşları kalktı.

 

"Siz... Tanışıyorsunuz sanırım."

 

Kerim yine sırıttı.

 

"Tanışmaz mıyız? Ağabeyim olur kendisi. İhtiyar ve suratsız olduğu için mümkün gelmeyebilir tabi kulağa.

 

Zuhur hâlâ mimiksizdi ama cümle kurmaya sonunda karar vermişti.

 

"Sadece on dört ay küçüksün, eğitiminde annem değil babam söz sahibi olmalıydı."

 

Kerim şeker çalmış bir çocuğun neşesiyle bakıyordu karşısındaki adama. Şifa bunun üzerine düşünmemişti ama kardeş olduklarını da kesinlikle anlamamıştı.

 

"Bu sevgi dolu sıfatın içimi ürpertiyor ağabey."

 

Zuhur yine sessizce durmaya devam etti. Ama gözleri gerçekten bir yargıç kadar keskindi.

 

Kerim sırıtan ifadesini bozmadan Şifaya göz kırptı.

 

"Uzun zaman olmuştu onunla bir araya gelemedim. Sayenizde biraz takılırız, sinir ederim artık kara kuzuyu."

 

Bir tıslama duyulduğunda Şifa, Zuhura tedirgince baktı. Sonra tekrar Kerime döndü.

 

"Kara kuzu çok da uygun olmadı sanki. Kara bir panter desek doğru olmaz mı?"

 

"Bu onun egosunu okşar. Kuzu iyidir, severim kuzuları."

 

Şifa dudaklarını ısırarak gülmesini bastırdı. Otuzlu yaşlarının ortasında olan bir adama göre fazlasıyla haylaz biriydi. İlk gördüğünde hakkında asla böyle düşünmesine imkan yoktu. Ama samimi yaklaşımı içindeki gerilimi hafifletiyordu.

 

"Nereye gidiyoruz?"

 

"Senin için gelenleri merak etmiyor musun? Düzenek çok iyi, kurcalamama izin vermedi senin panter. Senden başkası girmeyecekmiş. O yüzden hazırlanma bölmen de hemen yanında olacak. Arınma Kozan vatozun karnında. Sen burda olduğun sürece hiç kimse vatozun bu kısmına girmeyecek endişelenme. Ama öncesinde üzerini değiş, daha fazla ıslak kalma. Biz bekleriz kapıda seni. Hazırlanan bavulda neye ihtiyacın varsa bulacaksın."

 

Şifa başını sallayarak onayladı. Odasından çıktıklarında Şifa, Kerim'in yaptığı gibi elini haznede okutup, kapının kapanmasını bekledi. Sonra da yatak kenarına bırakılmış büyük bavuldan kıyafet çıkarıp, değişti.

 

Tekrar odadan çıktığında onu bekliyorlardı. Adamın yol göstermesiyle yine daire bir kapak açıldı ve dar merdivenlerden aşağı inildi.

 

"Aslında biraz dinlenseydin iyi olurdu. Odana geri çıkmak ister misin?"

 

Şifa başını iki yana salladı.

 

"Şimdi girmek istiyorum. Zaten burada olduğum süreçte onların yanında olurum."

 

"Sen bilirsin" diyen adam dar bir koridorda Şifayı ilerletti. Bahsettiği hazırlanma bölmesinde Şifa, Umut'ta giydiği gibi koruyucu bir giysi giymiş ekstra olarak oksijen tüpüyle solunum desteği sağlanmıştı. Zuhur'un Umut'ta yaptığı gibi bir güvenlik taramasından geçmediği dikkatinden kaçmadı. Vatozda tereddüt edilecek hiç bir şeye yer yoktu demek ki.

 

Zuhur onu belirlenen bölgede beklerken, Kerim kendi kanadına çıktı. Şifa hazırlanıp, çözmesi gereken bilmecenin yanına girdi.

 

Küçük bir alanda cam masanın içerisine günlükler yerleştirilmişti. Şifa'nın isteği üzerine Prag'dan alınıp getirilen kilim de tam karşısına asılmıştı. Her bir parçanın önünde uzun uzun durup kilimi inceledi. Aralarındaki bağı bir türlü bulamıyordu. Dokuzuncu parçadaki ceduceusun aynısı dokunmuştu kilime. Her detay aynı görünüyordu. Ama bir şifre varsa dümdüz eliflerden nasıl cümle haline getireceğini anlayamıyordu.

 

Günleri sürekli günlükleri inceleyerek, Kerim'in boş olduğu zamanlarda sohbet ederek, az da olsa Zuhur'la iletişim kurarak geçiyordu.

 

İlk bir kaç gün çok rahat hissedemese de vatozdaki herkes rahat etmesi için emek harcıyordu. Kimseyle iletişim kurmayan adsız yüzbaşı diye seslendikleri adam bile sırf Şifa için bir masanın etrafında oturup, yemek yemelerine eşlik ediyordu. Bunu Kerim söylemişti. Şu zamana kadar ayak üstü atıştırarak yemek yeme dışında, işinden pek başını kaldırmadığından bahsetmişti. Deniz altındaki gözleri olmayı adsız üstlenmişti ve sürekli etrafı tarama göreviyle ekranların başındaydı.

 

Kerim'in bahsettiği gibi Seymen ve Ali daha samimi davranıyordu. Ama Şifa asla huzursuz hissettirecek bir bakış yada ima sezmemişti davranışlarında. Gerçi Alparslan onu Kerime emanet ediyorsa zerre şüphesi de yok demekti. Hepsi hayatlarını vatanları uğruna askıya almış kişilerdi. Eğitimlerinden, zararsız diye bahsettikleri görevlerinden bahsederken gözlerinin için parlıyordu hepsinin.

 

Şifaya karşı hoş bir saygı ve samimi bir sevgi de oluşmaya başlamıştı aralarında. Evin küçük kızına gösterilecek özeni gösteriyorlardı. Onlar için yemek hazırlama görevini üstlenip, güzel bir masa kurduğunda Yavuz evlat edinebileceğini söylemişti. En son ne zaman çorba içtiklerini yada pilavı lapa olmadan yediklerini konuşup, kahkaha atmışlardı. Şifa önündeki yemeği uzun uzun izleyen tek kişinin adsız olduğunu görmüştü. Hoşuna gitmedi diye düşünürken ilk kez onunla iletişim kurmuş, biraz daha alıp alamayacağını sormuştu.

 

Vatozdaki onuncu gününde yüzeye çıkmaları gerektiğinde Vatozdan Yavuz ve Kerim çıkmıştı sadece. Dönüşte de laf arası bahsedilen Şifanın, Türk kahvesi isteği gerçekleştirilmişti. Çay bardaklarında ilk kez kahve ikram etse de çok keyif almıştı. Seymenin telveyi yemesiyle dalga bile geçmişlerdi.

 

Şifa mutsuz değildi ama endişeliydi.

Vatoz'a girdiğinden beri kimseyle iletişimi olmamıştı. Kerim'e sorduğunda da hep aynı cevabı alıyordu.

 

"Kötü bir durum olsa haber gelir!"

 

Kötü bir şeyin olmayışı yetmiyordu işte. Sesini duymak istiyordu. Neler yaşadıklarını bilmek istiyordu. Çok özlüyordu yuvasını. Gece gündüz kavramı da yoktu burada. Sürekli denizin dibinde nerelere gidiliyor kestiremiyordu. Çok daraldığı bir zamanda adsızın çağrısıyla göze girip, okyanusu izleme hakkı kazanmıştı. Saatlerce okyanusun dibinde ilerleyişlerini öylece takip etmişti. Gördüğü görüntüyle istemsiz biraz daha yaklaştı.

 

"Goblin köpek balığı..."

 

Adsızdan nadir kelimeler duyardı. Adam gerçekten sevmiyordu konuşmayı. Şaşkın şaşkın gördüğü manzaraya bakarken bu kez adsıza çevirdi yüzünü.

 

"Biz nerdeyiz ki şimdi?"

 

Adsız ekranına baktı.

 

"13°28' Kuzey enlemi ve 144°47' Doğu boylamı civarında. Guam Adasının altı. Mariana çukuruna yakınız."

 

Şifa iri iri açılmış gözlerle baktı adsıza. Bu şaşkın hali adamı eğlendirmiş gibiydi. Yüzü aynı duvar ifadesini bozmadı ama gözlerinden eğlendiğine dair bir bakışın kaydığına Şifa yemin ederdi.

 

Günler bir şekilde geçiyordu. Çoğunlukla zamanını günlüklerin yanında, bin farklı kombinasyonu bir araya getirerek, mantıklı bir anlatım yakalama çabasıyla tüketiyordu.

 

Günün değişimini saatler olmasa takip edemeyecek hale gelmişti. Günlükler için milyonlarca ihtimal oluşturmuş, her seferinde hüsranla sonuçlanmıştı. En son ki denemesinde çok emindi üstelik. Kilimdeki grileri açıktan koyuya doğru numaralandırmış, elifleri de aynı renkler olarak ayrıştırıp aynı numaralarla değerlendirmişti. Yirmi dokuz renge ayrıştırdığında Türkçe bir şifre olduğuna emin olup çok sevinmişti. Ama verilen numaralar sıralı eliflere göre yerleştirildiğinde asla anlamlı bir cümle çıkmıyordu. Aynı işlemi koyudan açığa doğru tekrar sıralamış, yine eli boşa çıkmıştı.

 

Şifre içinde şifre vardır belki diye ortaya çıkan harflerde oluşabilecek tüm kelimeleri oluşturmaya çalışsa bile akla yatkın kelimeler oluşmuyordu.

 

Delirmenin eşiğinde geçen bir ay dayanılmaz olmaya başlamıştı artık. Buradaki insanlar nasıl akıl sağlıklarını koruyorlardı. Genel ihtiyaçlar bile kargo niteliği taşıyan küçük denizaltılarla karşılanıyordu. Karaya çıkmadan daha ne kadar böyle yaşayabilirdi bilmiyordu. Birinin artık Kerim'e ulaşıp onu geri götürmesi için yalvaracak hale gelmişti.

 

Günlüklerde de elinde hiç bir şey yoktu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın sonuçsuz kalıyordu. Ona bu kadar güvenmekle hata yapmışlardı. Şifa şu zamana kadar haberi bile olmadığı bir dünyada, kimsenin çözemediği günlükleri nasıl çözecekti sanki?

 

Bazen sinir boşalmaları yaşıyor, bütün gün odasından çıkmıyordu. Saatlerce ağlıyor, akıl sağlığını koruyamayacak hale geliyordu. Tek teselli eden şey kalbinde silik bir şekilde atan o ikinci nabızdı. Bazense her şeyin bir hayal olduğunu düşünüyordu. Onu gerçeği unutturmayan o silik nabız, aşık olduğu adamın varlığını deli gibi haykırıyordu.

 

Kışın hakim olduğu zamanlardaydılar. Şifa odasında yarı uyku yarı uyanık bir hâl içerisindeyken midesinde oldukça şiddetli bir acı, onu yattığı yerden fırlattı. Ne olduğunu anlayamamıştı. Vurgun yemiş gibi bir his ona çarpmıştı.

 

Acı kademe kademe hafifler gibi oldu.

 

Doğrulup, vücudunu dinlerken eli boynunu kavrayarak sıktı. Kalbinde çok güçlü bir atış ve sıkıntı peydah olmuştu. Alnından boynuna doğru kayan terleri hissediyordu. Kendini sürünerek kapıya doğru çekmeye çalıştı. Nefesi kontrolsüz ve çok sıktı. Burnundan alamadığı nefes yüzünden ağzı sürekli açılıp kapanıyordu.

 

Bedeni biraz rahatlar gibi olduğunda zorla yukarı çekti kendini ve kapının açılmasını sağladı. Dik durabilmek için inanılmaz bir güç harcıyordu. Yavaş yavaş bedenini gasp eden ağrı çekildi. Derin bir nefesle doldurdu ciğerlerini. Tam rahatladım dediği anda bir şey oldu!

 

Dilinin dönmeyeceği, kalbini sancılandıran bir şey. Bir his, bir kasvet, yok olmak gibi çaresiz sızı...

 

Tir tir titreyen ince parmaklar iki göğsünün ortasına gitti. Yumruk olması için zorladığı eli üç kere üst üste vurdu. Bulunduğu kısma 'kendine gel' der gibi bir baskıyla tırnaklarını geçirdi.

 

Ayakları harekete geçti, hızını kesmeden koşmaya başladı. Ağlamıyordu ama hıçkırıyordu istemsizce. Bir aydır pek de yaklaşmadığı, vatozun beyni olarak adlandırılan bölmeye ulaşma çabasıyla tutuna tutuna ilerledi.

 

Kapı açıldığında ve karşısında ona bakan adamı gördüğünde yığılacak gibiydi. Kerim'in kaşları çatılmış, bakışıyla alnından akan teri koluyla sildi.

 

"Bir... Bir şey oluyor!"

 

Devam etmek istiyordu aslında ama ölüyordu galiba. Dilini susturacak bir acı saplandı boğazına. Ağzının içindeki dil şişmeye başladı sanki.

 

Zuhurun mimik oynamayan yüzünde belki de ilk kez o zaman kaş çatışı belirdi. Kızın elleri bilinçsizce tenine saplanmış gibiydi.

 

"Ne oluyor, iyi misin?"

 

Şifa hırıltılı soluklarını hızlandırmaya çalıştı. Kerim ve Zuhur aynı anda atılıp, yığılmak üzere olan bedenini yakaladılar.

 

"Git... Gitmem... Gitmem lazım!"

 

Sesi boğuluyor gibi çıkmıştı. Ayakları uyuşmaya başladı. His kaybı gibi bir duyguydu. Ayakları yavaş yavaş terk ediyordu onu.

 

"Arınmaya! Kerim arınmaya götürmem lazım hemen!"

 

Zuhur gücü tükenen bedeni bir anda kucaklayıp arınmaya yetiştirmek istedi. Kızın kanı çekilen suratı korkutuyordu adamı. Şifa'yı sedyeye uzandırıp ellerine eldiven geçirdi. Gözlerini sımsıkı kapadıktan sonra tüm kıyafetlerini çıkardı ve kör duyularını kullanarak Şifayı hazneye yatırdı. Hazne mavi ışını yayıp bedenini kaybettiğinde yandaki bilgisayarda Şifa'ya dair tüm bedensel fonksiyonlar belirmeye başlamıştı. Nabzı çok hızlıydı. Yetişkin bir insanda olmaması gereken bir hızdı bu.

 

Ona öğretildiği gibi hazırladığı ilacı cam haznenin baş kısmındaki bir bölmeye enjekte etti. Tekrar Şifanın nabzını kontrol ettiğinde hiç bir düzelmenin olmadığını gördüğünde o da artık sakinliğini koruyamıyordu. Hızla arınma odasından çıkıp Kerim'in telaşla onu beklediği kısma yürüdü.

 

"Ne oluyor? Neyi var?"

 

"Acil durum! Duhan'a ulaş kız iyi değil."

 

"Onun için uğraşıyorum şu an. Ama ne oldu birden, hiç bir şeyi yoktu!"

 

"Konuşma Kerim! Duhan'a ulaş koordinat versin Votoz'u götürmen lazım. Kız ölüyor!"

 

Kerim ne yapacağını bilemedi. Karşısında ki abisi bile olsa güvenemezdi. Alparslan olmadan kızı kimseye teslim edemezdi. Üstelik bildirim yapmadan Vatoz'u yörüngesi dışında hareket ettiremezdi.

 

"Bunu yapamam! Alparslan'dan haber gelmedi!"

 

Zuhur delirmiş gibi adamın üstüne atladı. Attığı yumruk kaşına gelmiş ve açılmasına neden olmuştu.

 

"Seni öldürürüm. Gözümü bile kırpmadan öldürürüm. Benim korumamdayken bu kıza bir şey olursa derini bu çok sevdiğin sulardan toplarlar. Duhan'a ulaş!"

 

Kerim ne yapacağına karar veremese de Şifa'nın ölüm riskini alamazdı. Koşarak arınma odasına gitti. Kızın durumunu kontrol edip emin olmalıydı.

 

Zuhur'un bahsettiği gibi vücuduna ait hiç bir veri normal değildi. Nabız çok hızlıydı. Kan akışı da oldukça farklıydı. Bu olanların aksine beden ısısı düşüktü ve düşmeye devam ediyordu. Acele etmezlerse gerçekten ölecekti.

 

Tekrar kendi kanalına geldiğinde ona verilen Birliğe özel telefonla Duhan'a ulaşmaya çalıştı. Birleşik Krallıkta Man Ada'sının altında, oldukça derin bir alandaydılar. Duhan'a ulaşmak için yüzeye biraz daha yakın olmaları gerekiyordu. Bir kural ihlali daha yaparak onaysız yüzeye yaklaştı. Bir kaç denemeden sonra açılan telefonla yerinden fırladı.

 

"Acil durum! Almanız lazım!"

 

"Ne oluyor?"

 

Kerim iletişimin kısıtlı süresinde tekrar bağıran bir sesle "Acil kızı yüzeye çıkarmam lazım, ölüyor!" diyebildi.

 

Vatozda işlerin bir anda karışmasının yanı sıra karada durum daha vahimdi. Duhan nereye yetişeceğini bilemediği bir karmaşanın içine düşmüştü. Her şeyin fazla iyi gittiği bir zamanda öyle bir şey olmuştu ki delirme eşiğinde dolaşıyordu.

 

Şifadan gelen haber ise daha büyük bir felaketin fitilini ateşledi.

 

Kerime verdiği telefona koordinatları yollayıp harekete geçti. Veronica'yı çağırması gerekiyordu. Barbaros gittiğinden beri ses çıkarmamıştı. Son olan büyük yangınla Gökay Turandan Barbarosa ulaşması için talepte bulunmuş ama anında red yemişti.

Hakan ve Şahin'e de ulaşıp İsveç'e çekmeliydi hepsini. Ama aklı Şifa'ya ne olduğuyla o kadar doluydu ki hangi adımı önce atacağına karar veremiyordu.

 

Şifanın ani gelişen durumu tek bir şeyin işaretiydi. Bu Duhanın dik durmasını engelleyen, içine korkudan ateşler salan büyük bir felaketti.2

 

Kerimden gelen haberle, Gökay Turana ulaşdı. Hızlı harekat planıyla İsveç'te Şifa için hazır olan kliniğe bilgi geçti. Şifa'yı alacak ekibi ayarlayıp onları yönlendirme görevini üstlendi. Vatozun yüzeye çıkacağı yere ulaşmaya çalışırken Veronica, Hakan ve Şahin'e 'acil kod!' uyarısı çekip yola çıkmalarını söyledi.

 

Her şey iyi giderken bir anda tepe taklak olmuşlardı. Alparslan baş kaldıran tarikatlarda tekrar söz sahibi olana kadar dolaşmıştı. İsyan için birleşenleri pişman etmek ister gibi mühimmatlarını ateşe vermiş ve Kudüste gayri resmi bir toplantıda Ortadoğu'da söz sahibi tarikat liderlerine uyarılarını yapmıştı. Limanlarda çıkan karmaşa yüzünden Ortadoğu'daki bir çok şehirde dolaşsa da kısa sürede Cezayire geçmişti.

 

Cezayir'deki sorunu Alparslan tamamen düzeltmişti. Yeni bir lojistik sağlamış, tüm karışıklığı yoluna sokmuştu. Son aşama olarak karışıklığı meydana getirenlerin peşine düşmüştü. Silah sevkiyatında yaşanılan aksiliği düzeltmek için gemiyle yola çıkıp Baltık Denizi'ne geldiğinde ne olduğunu bile anlamamışlardı. Gemi batırılmış ve gemide görev alan kimse batan gemiden çıkmamıştı. Alparslan'a ulaşamıyorlardı. Tek bir iz yoktu. Üç gün sonra gemi çalışanlarından elli bir adam alınlarında bulunan tek bir mermi iziyle kıyıya vurmuştu. Deniz onları farklı farklı sahillere sürüklese bile adamların kimlik tesbitinden sonra kendi mürettabatları olduklarından emin olmuşlardı. Umay ayrı koldan Duhan ayrı koldan ortalığı ayağa kaldırmış deli gibi Alparslan'a ulaşmaya çalışıyorlardı. Ne ölüsü ne dirisi bulunamadıkça üst liderleri de durumdan haberdar edilmiş ve acil toplantı düzenlenmişti.

 

Şimdi Kerim'in haberiyle Şifa'nın kötü olan durumu her şeyi daha da berbat hale sokmuştu.

 

Kerim'den altı saat önce haber almıştı ve hala ses çıkmamıştı. Kendilerine çok uzak bir yerde olmamaları için dua ediyordu. Gökay Turan'ın emriyle hazır bulunan helikopter içerisindeki doktorlarla hızlı hareket etmelerini sağlayacaktı. Vatoz'un da güvenliği korunmalıydı. Bu nedenle kıyıya yaklaşmadan belirlenen bir bölgeden almaları gerekiyordu.

 

Duhan telefona gelen tam koordinat bilgileriyle helikopter pilotuna ulaştı ve iniş yapacakları bölge sisteme girildi.

 

Helikopter havalanıp yaklaşık kırk dakika sonra belirlenen koordinata ulaştı. Şifa için hazırlanan sedye sarkıtılarak Şifanın helikoptere transferi sağlanacaktı.

 

Çok beklemelerine gerek kalmadan denizde girdap oluşmaya başlamıştı. Kısa sürede Vatoz'un çelik parlaklığı ortaya çıktı. Yassı yüzey tüm hatlarıyla görünecek kadar deniz yüzeyine çıktı. Açılan panelden, Zuhur'un kendini yukarı çekip dizlerini kırarak panele doğru eğildiğini ve simsiyah bir örtüyle sarılmış Şifayı yukarı çektiğini gördü. Kerim'in desteğiyle Şifa sarkıtılan sedyeye sabitleniyordu. Duhan dehşetle baktı Şifanın yüzüne. Bir ölü kadar renksizdi. Helikopterin güçlü sesi bile Şifanın kağıt beyazlığındaki suratını görünce susmuş gibi duyulmaz oldu.

 

Şifa helikoptere çekildiği sırada Zuhur için sarkıtılan ipten merdivene Kerim asılarak çıkmaya başladı. Açık panelin başında ona bakan Yavuz'a bağırarak seslendi.

 

"Dönene kadar emir komuta sende!"

 

Yavuzdan bir cevap beklememişti bile. Alparslana bir söz vermişti. Gelip ondan alana kadar Şifayı yalnız bırakması mümkün değildi.

 

Helikoptere yerleştirilen sedye sonrasında Şifaya serum bağlanıp, oksijen desteği sağlanmıştı. Doktorlar oldukça hızlı hareket ediyorlardı. Yaşam fonksiyonlarını stabil tutmak için ellerinden gelen çabayı gösteriyordu küçük ekip.

 

Duhan gözlerini Şifadan ayırmıyordu. Ama minicik de kalsa mantığı hâlâ bir yerlerde sabitti.

 

"Neler oldu anlat!"

 

Zuhur Duhanın sorusuna netlikle cevap verdi.

 

"Ne olduğu konusunda bir fikrim yok. Kötüleşti, arınma odasına götürdüm. Kalp atışı çok hızlıydı, seviyeyi normalleştiremedim. Kerim'e sana ulaşmasını söyledim. Yaklaşık sekiz saattir böyle."

 

"Kerim neden burda?"

 

Duhan soruyu Zuhura sorsa da gözleri Kerim'in üzerindeydi.

 

"Ona istersen ben cevap vereyim. Emanet benim emanetim. Alparslan'a, o olmazsa kimseye vermeyeceğimi söylemiştim, bilgin vardır mutlaka. O hergeleye de ulaşamadığıma göre gelene kadar kızın yanındayım. Anlatabildim mi?"

 

Duhan sıkıntıyla iki elini yüzüne sürdü. Şifa bu haldeyken Alparslan burada değildi. Üstelik küçük kızına ne olduğunu bile bilmiyordu.

 

"Alparslan yok Kerim!"

 

Kerim boş bir bakış attı.

 

"Ne demek yok?"

 

Duhanın darma dağınık hali işte o zaman dikkatini çekti. Adam günlerdir uyumamış gibi görünüyordu. Yorgunluğu her halinden belliydi.

 

"Baltık'ta kaybettik. Bize ait bir geminin teslimatında başında olmak istedi. Gemideki herkesi öldürmüşler. Alparslan'a dair bir tek iz yok, kim aldı bilmiyoruz. Umay komutan dünyanın her yerinde onu arıyor. Diğer üs liderleri de İsveç'te toplandı. Gökay Turan hariç hiç biri Şifa'nın durumundan haberdar değil. Öğrendiklerinde iyice sarpa saracak her şey. Maden projesi patladı, kardeşlerden birini öldürdüler. Onunla ilgilenmek zorundayken Alparslanın haberini aldık."1

 

Kerim, Şifa'ya gösterdiği sevimli yüzünün aksine oldukça sert bir şekilde bakıyordu Duhan'a. Bu hali işte Zuhur'un kardeşi olduğunu kanıtlar nitelikteydi.

 

"Kaç gündür kayıp Alparslan? Ne demek kardeşlerden biri öldürüldü?"

 

"Altı gündür haber alamıyoruz. Atilla Saruhanlının oğlu öldürüldü. Neden böyle bir şey yapıldı sebebini bilmiyoruz. Mezardan örnek alındı. Timur peşine düşecek ama aynı anda iki saldırı var. Sebepsiz olamaz!"

 

Kerim maden projesinden çok haberdar değildi. Bu konuda yorum yapacak bilgisi yoktu. O şu an altı gündür kayıp olan Alparslanın derdindeydi.

 

"Altı gündür haber alamıyorsun ama bana bunu söyleme gereksinimi duymadın mı Duhan?"

 

"Kerim kendine gel! Kim var karşında unutmuşsun sen. Sana verilen görev Şifa'yı saklamaktı, gerisi bizim sorumluluğumuzda."

 

"Orada duracaksın Duhan. Alparslan, abimden sonraki tek ailem! Onu bulacağımı biliyorsun."

 

"Umay komutan bile bulamazken mi?"

 

"O yerin üstünü ararken ben altını karışlarım yine de bulurum. Barbaros nerde? Onun mutlaka haberi vardır."

 

"Ulaşamıyoruz! Gittiğinden beri haber yok ondan."1

 

Kavgaları uzayacakken pilotun uyarısıyla inişe geçtiler. Kısa sürede kliniğe taşınan Şifa, üst düzey bir ayrışmadan geçti.

 

Duhan köşeye sıkışmıştı ve saatler geçerken bir tane hayırlı haber alamıyordu ne Alparslan'dan ne de Şifa'dan. Doktorlar sadece bir kere vücut fonksiyonlarını normale indirgemeye çalıştıklarını söylemişler daha da bilgi vermemişlerdi.

 

Saatler sonra kliniğe Veronica, Umay, Hakan ve Şahin geldi. Veronica darmadağın bir haldeydi.

 

"Neyi var Duhan? Ne oldu ona?"

 

Hıçkırıklarının arasından kelimeler zar zor çıkmıştı. Şahin kollarının arasına sarıp kadına destek olurken bakışlarını Duhan'dan ayırmadı.

 

Hakan, Ahi Saruhanlının ölüm haberiyle beraber, neler olduğunu çözmek için deli bir arayışa girmişti. İlk raporlarda Ahi Saruhanlı ve Suhan Yıldıray cesetlerinin DNA sonuçları Gökay Turan'ın, Alparslanı arayışını sekteye uğratmıştı. Ülkeye dönen adam Mardin'e gitmiş, maden projesi için yetkiyi Birlik için çok önemli bir adama bırakmıştı. Daha sonra Alparslan arayışını hızlandırmak için Tayland üssüne geçmişti.1

 

Şimdi Duhandan gelen haberle hepsi en hızlı şekilde İsveç'e geçiş yapmışlardı.

 

"Ne oluyor Duhan? Şifa için acil çağrı aldık!"

 

Hakana yorgun bir bakış attı Duhan. Şifa'nın durumunu bildiği kadarıyla anlattı. Hakan, Şahin hatta Umay bile ellerinin ulaştığı her yere haber salmış oldular. Duyulan her hangi bir fısıltı anında kulaklarına gelsin diye dünyanın her yerine bilgi gönderildi. Maden projesini yöneten ama tamamlayamayan adamın oğlu, o madeni birliğe getiren adamın kızıyla beraber öldürülmüştü. Aynı gün Orta doğunun kurdu kaybolmuş, kaybın bir hafta sonrasında Güneşin amacı ölüm eşiğine gelmişti.

 

 

 

 

 

Günler bir bilinmezliğin içinde akıyordu. Veronica bir an bile ayrılmamıştı klinikten. Duhan kısa süreli ayrılsa da mutlaka geri dönüyordu. Şifanın değişmeyen durumu, aklını oynattıracaktı ona. Bir camın ardından gördüğü bedende zerre yaşam belirtisi yoktu.

 

Veronicanın on dakika ayrılıp, geri döndüğü zamanda Duhan dağılmış saçlarını daha da dağıtarak bir kez daha Barbarosa ulaşma amacıyla acil çağrı telefonunun başındaydı.

 

O sırada Şifa'yı tuttukları odadan üç doktor çıktı. Veronica doktorları gördüğünde koridor başından hızla koşarak yanlarına ulaştı.

 

"Ne oldu? Uyandı mı? İyi mi?"

 

Paniği somut bir hâl almış, sesini duyan herkese ulaşmıştı.

 

"Durumunu kontrol altına alamıyoruz ama uyandı. Nabzını normale çekemiyoruz. Sürekli sayıklıyor, bilinci açık ama bize tepki vermiyor. Alparslan isminden başka bir şey çıkmıyor ağzından."

 

Duhan kaşları çatık, doktorun açıklamasına mana vermeye çalışıyordu.

 

"Nasıl uyandı, durumunda iyileşme yoksa nasıl uyandı?"

 

"İnanın buna cevap vermeyi çok isterdim. Prag'dan gelen raporlar sonucunda beyin dalgalarına ulaşıp sorunun kaynağına inemiyoruz. Vücutsal fonksiyonlarını da normal bir insan üzerinden kıyaslayarak yönetmeye çalışmak doğru sonuçlara taşımıyor bizi."

 

"Ne olacak peki şimdi?"

 

"Gebelik başlangıcından itibaren tekrar üzerinden geçeceğiz tüm verilerin. Bileşenler sonrasında elde edilen veriler tekrar incelenecek. Neyin onu bu hale getirdiğini bulmak için bir ipucu arayacağız. Kalp atışları bu seviyedeyken yaşıyor olması bile mucize."

 

Veronicanın gözlerinden son cümleyle yaşlar döküldü.

 

"Ben... Ben onu görebilir miyim? Lütfen onu görmem lazım benim."

 

Doktor dudaklarını bastırıp, onaylar gibi başını salladı.

 

"Sizi hazırlasınlar ama çok kalmayın."

 

Görevliler Veronica'yı steril bir halde Şifa'nın yattığı yere götürdüler. Etraftaki makinelerin seslerinden daha ürkütücü bir şey varsa oda Şifa'nın kısık bir sesle 'Alparslan' diye inleyişiydi.

 

Veronica gözlerinden akan yaşları durdurmaya çalışıkça artıyordu. Uzanıp elini tutacakken zarar veririm korkusuyla geri çekildi.

 

"Bebeğim, ben geldim. Şifa lütfen iyileş! Şifa beni duyuyor musun?"

 

Şifa Veronica'nın sesiyle başını ona doğru çevirmişti. Gözlerini araladığında Veronica ağzından çıkacak çığlığı eliyle kapattı. Yemyeşil irisleri neredeyse kaybolacak kadar şeffaflaşmıştı. Yüzünün kanı çekilmiş ölü kadar solgun görünüyordu. Hırıltıyla 'Veronica' diyebildi Şifa. Ne kadar acı çektiğini Veronica içinde hissetti. Maskenin sakladığı dudaklarından bir hıçkırık daha kaçtı.

 

"Buradayım bebeğim. Geldim, hepimiz buradayız. İyi olacaksın, çözeceğiz küçük bebeğim. Asla sana bir şey olmasına izin vermem ben."

 

Şifa rengini yitirmiş irislerini çekmiyordu Veronicadan.

 

"Aldılar onu..."

 

Şifanın dudaklarından çıkan iki kelimeyle Veronica kaşlarını çattı. Duhan Alparslan'ın durumundan haberinin olmadığını söylemişti. O zaman bu kız kimden bahsediyordu?

 

"Şifa, kimi aldılar? Neyden bahsediyorsun?"

 

Zorla elini iki göğsünün ortasına taşıdı. Bedeninde korkunç bir acı vardı ama ağlayacak, çığlık atacak zerre kadar derman yoktu. Bedeninden daha büyük acıyı ise kaburgasının altında, kalbinin tam ortasında yaşıyordu. Alparslan'ın 'Buldum Seni!' dediği günden beri göğsünde atan nabzı kaybetmişti Şifa.

 

Alparslan'la onu bir birine bağlayan o kalın zincir kopmuş, Şifa darmadağın olmuştu.

 

"Gitti! Aldılar onu benden!"

 

Yine aynı kelimeleri fısıldıyordu dudakları. Veronica'yı çok büyük bir korku sarmıştı. Şifa bunu biliyorsa hissettiği için miydi? Alparslan öldüğü için mi 'aldılar, gitti' diye sayıklıyordu.

 

Kapılar kayarak açıldığında Duhanın da kendi gibi hazırlanıp, içeri girdiğini gördü. Duhan, Şifaya yaklaşmıştı.

 

"Yavrum, uyandın mı? Benim güzel kızım çok korktum."

 

Cümleler dilinden döküldüğünde Şifa zorlanarak yine gözlerini araladı. Gördüğü gözler Veronica gibi Duhan'ı da dehşete düşürmüştü.

 

"Dayı, aldılar onu benden!"

 

Yine aynı kelimelerle bir an renksiz gözlerini Duhan'dan ayırmadı. O anda Veronica'nın hıçkırmasına neden olacak bir şey daha oldu.

 

Şifa'nın rengini kaybeden gözlerinden göz yaşı yerine bir damla kan süzüldü şakağına aşağı. Sonra burnu ve kulak deliğinden akan kanla Duhan kükremeyi andıran bir bağırtı kopardı.1

 

Yaralı bir hayvanın çağrısı gibi doktorlara sesleniyor, kapıyı açmaya çalışıyordu. Veronica artık sessiz değil bağıra çağıra ağlıyor, yalvarıyor, yardım etsinler diye ortalığı inletiyordu.

 

İçeri giren doktorlar Şifanın değerlerini kontrol edip, sedyeye aldılar. Asansöre bindirdiklerinde ve onların gelemeyeceği bir kata çıkarılacağını söylediklerinde geride elleri kolları bağlı iki kişi bırakmışlardı.

 

Biri annesinin yokluğunu aratmamak için canını verecek kadın, diğeri onu da kaybederse yok olacak adam...

 

Saatler ilerledikçe Prag'da görev alan profesörler de gelmiş ve çıkamadıkları o kata hızla giriş yapmışlardı. Şifa'ya canıyla bağlı dört kişi ve Umay sabırla bekliyorlardı. Bir haber için ölecek hale gelmişlerdi artık.

 

Prag'da Şifa'nın beynine girişi kaybettiklerini söyleyen profesör, asansörden inip onlara doğru yürürken hepsi ayaklanmıştı. Veronica korkuyla ağzından çıkacak kelimeleri beklerken kalbi deli gibi çarpıyordu.

 

"Size ne söylemem gerektiğini bilmiyorum. Uyanış başlamış, vücut buna karşı direniyor ama çok güçlü, bedeni kaldıramıyor. Organlar hızla iflas etmeye başladı. Beyin onlardan ne istiyorsa bulamıyoruz ve organlar istenileni karşılayamadıkça güç kaybediyorlar. Elimizden geleni yapıyoruz ama buna ne kadar dayanır bilemiyoruz."

 

Veronica ayakları titrese de karşısına dikilebildi profesörün.

 

"Ne demek ne kadar dayanır? Ne demek kaldıramıyor? Ölüyor mu? Benim kızım ölüyor mu?"

 

Veronica adamın yakasına yapıştığında kimse adamı elinden alamıyordu. Hakan belinden sarılıp geri çekmeye çalıştığında çığlıkları ve tehditleri yeri göğü inletiyordu.

 

Duhan duyduklarıyla kalakaldı. Anlamak istemiyordu bunu. Nasıl olurdu böyle bir şey? O tüm kayıplarını vermişti, daha çok kaybetmeyecekti hani? Dua'ya ne derdi? Kızını koruyacağına dair yemin etmişken onun yüzünden ölecek miydi? Ona yaşlanamadığı bir hayat verip ölüp gidecek miydi? Duhan yeterince bedel ödememiş miydi yani? Bir hiç uğruna canının yarısından, ailesinden, kardeşi bildiği adamdan boşuna mı olmuştu? Oğlu yoktu orta da kızı da mı gidecekti?1

 

Duhan çöktüğü yerde öylece karşıya bakıp içindeki kaosu dinliyordu. Neden yaşamıştı o zaman bu kadar acıyı? O dünya üzerinde sahipsiz kalmış her canlı için sahip olduklarından vazgeçmişken kimsesiz bir hiç mi olacaktı?

 

Onu korumak için ömrünü adadığı yavrusu, herkesin nimet saydığı ama Duhanın lanet kabul ettiği bir şey bırakmıştı. Yaralansa hızla iyileşiyordu. O zaman Şifa gidince nasıl ölecekti? Alparslan yoktu! Oğlu kabul edip, büyüttüğü adam yoktu. Şimdi de Duadan kalan son parçası bırakıyordu Duhanı.

 

Lanetiyle onu öylece bırakıp gidiyordu. Ölüm en çok Duhanın hakkıyken bir o kalıyordu geride. Hep zaten bir o kalıyordu.

 

Kafası!

 

Kafası koparsa ölürdü değil mi? Başsız bir beden nasıl yaşayacaktı ki, kafası koparsa ölürdü? Bu güne kadar bunu neden hiç düşünmemişti acaba? Küçük kızı giderse duramazdı artık bu dünyada. Bir yolunu bulup giderdi yanlarına. Kızsalar da istemeseler de giderdi yanlarına. Dua kıyamazdı zaten ona, affederdi. Tekrar geride kalamazdı. Hayır böyle yaşayamazdı! Bunu bir kez daha sırtlayacak mecal kalmamıştı Duhanın canında.

 

Yine bir hareketlilik oldu ama kalkıp bakmaya dermanı yoktu. Uzak bir yerlerden 'kalbi durdu' diye bir şeyler geldi kulağına ama yine bakmadı oraya.

 

Veronica'nın çığlıkları, Hakan'ın bağrışlarını kör gözlerle izledi. Şahin de onun gibi bir köşeye çökmüş, öylece bakıyordu.

 

Gitmişti küçük mucizeleri. Herkes gitmişti. Duhan yine geride kalmıştı. Ama yine bir planı vardı . Sonuçta kafası kopan bir beden yaşayamazdı. Sonrasına sonra bakacaktı, Dua affederdi. Merhametliydi kardeşi onu affeder, yalnız bırakmazdı. Şimdi hemen gitmesi lazımdı. Şifa gibi gitmesi lazımdı.

 

Hiç pes etmemişti. Ama şimdi tam zamanıydı...

 

 

**********

 

 

 

 

 

Aşağıda böylesi bir karmaşa yaşanırken duran kalbi tekrar attırmaya çalışan doktorlar güçten düşecek hale gelmişlerdi. Organlar bir bir iflas ediyor, bedeni hayatta tutacak tüm fonksiyonlar yitiriliyordu.

 

Yıllardır emek verilen her şey ellerinden kayıp gidiyordu. Tüm meslek hayatlarını adadıkları amacı kaybetme korkusu bir kıskaç gibi sarmıştı etraflarını. Yapabilecekleri hiç bir şey kalmadığında geriye çekildiler. Dört özel yetiştirilmiş profesör yitip giden tüm umutlara baktılar.

 

Ama yaratıcının başka planları olduğunu asla unutmamak gerek. İnanç ne kadar güçlüyse tevekkül de o kadar kıymetli oluyordu işte. Öldüm dediğin yerden can veren bir kudret var!

 

Duran kalpten tekrar atmaya başlayan ritim donmuş bakışların çözülmesini sağladı. Gözlerini aralayıp olduğu gibi tavana dikilmiş bakışlar dördünün de bir anlık soluklarını tutmasına neden olmuştu. Gözlerinden, kulaklarından ve burnundan akan kanlı damlalar kurumuş, yüzünün bir parçası gibi tenine yapışmıştı Şifanın.

 

Odayı dolduran kalp atışıyla dört profesör küçük adımlarla başına toplandı. Öylece tavana sabitlenmiş, bir çift göz soluklarını kesti.

 

Alparslan'ın cennetten kopup gözlerine sığındığını iddia ettiği yeşiller artık çok farklıydı. Göz bebeğinin siyahını artık toprağın kahvesi çerçevelemişti. Açıktan koyuya doğru mavi ve yeşil arasında sıkışıp kalan bir renk, irisi doldurmuştu. Ama en dikkat çekeni ise irise serpilmiş, gök yüzünden kopup gelen bir avuç yıldızdı...

 

 

 

 

 

ŞİFA

 

Ben Şifa...

 

Ailesinden tek yadigarı adı olan Şifa...

 

Umut için annesinin rahminde oya gibi işlenen Şifa...

 

Yirmi üç yıl kuru bir ağaçken bir adamın varlığıyla dallarında çiçekler açan Şifa...

 

Bana baharı getiren adamı aldılar benden!

Onun varlığıyla var olduğunu bilmediğim duygularım canlanmıştı, kökünden kopardılar...

 

Kalbimin en derininde, çok gizli bir yerinde hissettiğim kalp atışlarını durdurdular!

 

Beni cehennemin yedinci katında, en kaynar kazanlarda kavurdular!

 

Bu satırları yazan kadına ve benim hikayemi satır satır okuyan her bakışa, şimdi tamda şu anda bir yemin bırakıyorum.

 

Bana yaşatılan bu acının misliyle fazlasını iade etmeden son soluğumu vermeyeceğim.

 

Yerler ve gökler şahit olsun yeminime!

Bedenimde bir bebek gibi büyüttüğüm Devâmı, beni kör kuyulara hapsedenlerin üzerine zehir edip salmadan kalbimin son ritmini kaybetmeyeceğim... 6

 

 

Bölüm : 16.01.2025 23:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
ORENDA / ŞİFA / Kaburgasından Sökülerek Alınan Nabza Yemin
ORENDA
ŞİFA

34.42k Okunma

5.07k Oy

0 Takip
47
Bölümlü Kitap
Feda Edilmiş Hayatların MucizesiÇaresiz Bir Acıyla Sınanmış KoruyucuUmut İçin Serpilen KüllerHarabeler ve HazinelerKatrana Bulanan KabuslarSır Sarmalın Boğulan YaralarKalbe Çarpan Sözsüz KelimelerKanatlara Vurulan PrangalarDudaklara Hapsedilen DualarCerehatı Boşaltılmamış AnılarAvuçları Kan Kokan KadınDurgun Sulara Atılan Minik TaşlarGayya Kuyusunda Kısılan RuhlarÇınarın Sakladığı Balta İzleriSaç Tellerinden Parmak Uçlarına Akan ÖzlemKilidini Arayan SandıklarBuza Teslim Olan KorDişlerinden Damlayan Kanın KıyametiGökkuşağının Renklerine Kuşanan TenKurumuş Dallarda Açan Kiraz ÇiçekleriYıkım Zannedilen ZaferlerIşığın Lütfuyla Zırhlanan BedenlerAf Diye Kıvranan GünahlarKöz Kızılıyla Perçinlenen HasretA-bı Hayat ile Taçlanan VuslatÇığlıkların Ardından Gelen FısıltılarDışardan Vurulan Kilitİlmek İlmek İşlenen GeçmişSabırla Dövülen Umutla Bekleyen EmanetZamanın İçinde Kaybolmuş AşkOluk Oluk Kanayan NinniUmulmayan Taşların Açtığı YaralarKara Yılanın Koynundaki SırArafta Sürüklenen ZevahirVolkanın Doğurduğu Ateş ÇiçeğiGaflet Uykusunun Son DemiKaburgasından Sökülerek Alınan Nabza YeminKırık Kanadıyla Umuda Uçan KuşÇare Diye Figan Eden AğıtZulmün Kıyısındaki ArayışSancılı Bir Bekleyişin KöleleriKalbin Önünde Diz Çöken AkılZifiri Ummanda Saklı Kanlı HazineZehire Yuva Olan Koruyucuİntikam İçin Zaman Sayan CesetlerKırağı Vurmuş Aklın SakladıklarıÇığdan Önceki Dingin Huzur
Hikayeyi Paylaş
Loading...