Selam canlarım, bölüme dikkat!!! İlerde ne demek istediğimi anlarsınız😁yıldızı verdiysek hadi keyifle okuyun. Ha bir iki satırda düşüncelerinizi bilsem hiç fena olmaz.
Başını koyduğu yastıktan uzun süredir kalkmamıştı. Zihninin içinde dönenler onu çok yoruyordu. Üstelik sadece boğucu karanlığını hatırladığı rüyalar da geri dönmüştü.
Alparslan'ı saha da bırakıp, ona ayrılan odaya gireli neredeyse dört saati geçmişti. Tabiki kadının birisi kocasına kur yaptı diye hırsını ondan çıkarmayacaktı ama bunu Alparslan'ın bilmesine de hiç gerek yoktu. Adam yakışıklıydı, dikkat çekiyordu. Yine de kimsenin kocasına içi gider gibi bakmasını istemiyordu.
Aklına geldikçe sinir ensesine ağrı olarak giriyor, vücununda öfke olarak dolaşıyor ve derin bir solukla aklını kaybetmemesi gerektiğini hatırlatarak çıkıyordu.
Yine de içten içe kadının yüzünün aldığı şekil hafızasında canlandığında kendinin bile farkında olmadığı bir gülümseme yeşeriyordu dudaklarında.
Onun kurduna salya akıtarak bakarlarsa Şifa da akan salyasını yerden yalayarak toplatırdı.
Sonra asıl odaklanması gereken konu zihnini dürtmeye başladı. Gökay Turan, gece günlükleri görebileceğini söylemişti. Şu ana kadar kimsenin çözemediği ama herkesin ondan çözmesini beklediği günlükler...
Neden gece görmesi gerektiğini de anlamamıştı ya!
Kapıdan gelen tıklama sesiyle bakışlarını beyaz tavandan ayırdı.
Demek Alparslan Bey bu kadar dayanabilmişti. Gelen telefonla bir kaç dakika izin isteyen adama, kafa dinlemek istediğini söyleyip bu odaya gelmişti. Kapı bir kez daha tıklatıldı. Bu yüzünde şefkatli bir tebessümün oluşmasına neden oldu.
"Uyuyorum!" diyerek Alparslanın duyamayacağı bir kıkırtı döküldü dudaklarından.
"İyi rüyada konuşuruz bizde. Lan ben ne yaptım?"1
Şifa tavanı izlerken omuzlarını silktiğini bile fark etmedi.
"E o zaman bana ne trip atıyorsun kızım sen? Yavrum yazık kadının gözü takılmış, bakmışsa azıcık ne olmuş?"1
İşte bu doğru cümlelerden biri değildi. Hemen kaşları çatılıp, tüm suç kapınınmış gibi kapıya çevirdi gözlerini.
"Alparslan defolup gidiyor musun yoksa ben göndereyim mi?"
Kapıdan tıkırtı sesleri gelmeye başladı. Sanırım kurt parmaklarını gezdirerek, nasıl kapıyı açtıracağını düşünüyordu.
"Perim! Gül güzelim, bebek kokulum ulan manyak mı olayım şu genç yaşımda? Açsana kapıyı, diktin beni burda."1
Bir duraksama oldu. Sonra daha yavaş bir sesle konuşmaya devam etti Alparslan.
"Peri, yanımdan geçenler sırıtarak geçiyor. Aç gözünü seveyim, içerde haklarsın beni. Bunlar beni gördüklerinde şeytan görmüş gibi olurdu. Sıfatlara bak!"2
Suyuna gitmek için can çekişişi Şifayı daha keyiflendirmişti. Tam o sırada "hoşuna gidiyor beni parmağında oynatmak" diye bir serzeniş daha duydu.
Şifa ayaklanıp kapıya doğru yürüdü. Kilidini çevirip kapıyı aralamıştı.
"Ne istiyorsun?" demesine fırsat bırakmayan adam itelediği kapının aralığından içeri sıvışmıştı bile. Kaşları çatılı, iki eli belinde dik dik suratına bakıyordu.
"Ulan bu ilişkinin ayarsızı hani bendim, ne zaman sen contayı kopardın?"1
Şifa üstün körü bir bakış atıp, kollarını birbirine doladı.
"Bu seviyesi hakkında düşünmeyi kendime yasakladığım soruya cevap vermeli miyim?"
Alparslan bir süre baştan ayağa ve ayaktan başa süzdü karısını. Sonra ağır ağır dibine sokulduğu kızın beline kollarını dolayıp iyice yaklaştırmıştı bedenine. Şifadan gelen kısık çığlıkla sırıtmaya başladı.
Hiç günahı yokken ihale ona nasıl kalmıştı hâlâ tam anlamamıştı. Şifa elinde tuttuğu gömleği hırsla çekip almış 'Ölme, sürün!' bakışlarını atmış ve sahayı terk etmişti bir anda.
Alparslan da gelen telefonla hemen peşine takılamamıştı zaten.
"Şifa'm valla kadınla iki kelamın dışına çıkan muhabbetim yok. Arada buraya uğrayınca gürürüm, diğer teğmenlere verdiğim selamın aynısını verir çıkar giderim. Yavrum vallaha günahımı alıyorsun."
"Böyle söylediğini duymasın, kalbi kırılır sonra."
"Başlayacağım ha tribine! Banane lan neresi kırılıyorsa kırılsın. Başıma iş açtı hiç yoktan. Daha da nah görür selamı sabahı."1
Hem konuşup hem Şifanın boynunu, omuzlarını okşamaya başlamıştı. Şifadan ona doğru gerçek bir öfkenin yayılmayışı da içini rahatlatıyordu. İstemeden başka bir düşünceye kapılır diye bir miktar paniklemişti ama sonra Şifa ve onun arasındaki bağ gerçeğiyle içi ferahlamıştı.
"Hem sen tekme açılarını ne güzel ayarlıyorsun öyle. Ağzını yediğim birde ordan oraya sıçrayıp, streteji kurmuş. O kanca atmayı bir daha göstersene."
Şifa sırıtarak kendine yılışan kocasının alnını işaret parmağıyla geriye doğru itti.
"O kanca atma değildi Alparslan, leg sweep diyoruz biz ona. Kadınla güreşmedim, boksta kullandığımız çelme takmayı uyguladım."
Alparslan uzanıp ses çıkaracak şiddette yanağına ıslak bir öpücük bıraktı.
"Yerim senin leg sweepini. Haşat ettin kadını. Ayağımı denk alayım, bir leg sweeple çanağı kırarsın sen."1
Koluyla doladığı başını, koltuk altına iyice çekip birde şiddetli öpücüklerle saçlarını karıştırıyordu.
Şifa itişerek kendini çekip, karışmış saçlarını eliyle düzeltmeye çalıştı. Öfkeli yeşilleri Alparslanın eğlenen bakışlarındaydı.
"Alparslan ayı yavrusunu severken öldürürmüş biliyor musun? Of mahvettim saçlarımı."
Alparslan yine atılıp kolunun altına çekti Şifayı.
"O yavruyu yerim bile. Offff... Çok güzeldin peri varya. Dibim düştü. O kıskançlığın karnımı yakıyor ya nasıl keyif oluyorum anlatamam."2
Şifaya iyice sarıldığında Şifanın karnında hissettiği sertlik zaten ne kadar keyifli olduğunu kanıtlıyordu. İç çekip, Alparslanın onu hırpalayarak sevmesine bir süre daha izin verdi. Elinden kurtulamayacağını o kadar iyi biliyordu ki.
Hareketsizce Alparslanın saçlarını, yüzünü öpmesini, vücudunu hafif sıkmalarla okşamasını beklerken Alparslan kaşları çatılı bir hâlde boynundan kafasını kaldırıp Şifaya baktı.
"Kızım durma öyle kalas gibi, kaçmaya, kurtulmaya çalış bari. Böyle tam tadını alamıyorum."2
Şifa daha fazla direnememiş, büyük bir kahkahayla karşılık vermişti bu serzenişe. Alparslanın dirseklerinde emanet duran kollarını sürterek boynuna doladı. Alnını çenesine dayayıp gözlerini kapatmıştı.
"Bazen küçük bir oğlan çocuğum var gibi hissettiriyorsun bana. Yaramaz, ele avuca sığmaz hırsızın tekisin."
Biraz önceki hırpaniliğinin aksine naifçe sarıldı bu kez. Alparslan saçlarını koklayarak öptü. Kaburgalarını sızlatacak kadar sıkı sarmaladı kollarının arasında ki bedeni.
"Nasıl güzelsin, nasıl şifalı? Büyütsene beni perim. Uyutup, eleyip, bele. Büyüt beni."
Sesindeki kırıklığa asla dayanamayacaktı Şifa. Alparslan Şifayı çok seviyordu ama Şifa tarafından sevilmeyi daha çok seviyordu. Alparslan, onu kaybettiği her şeyin yerine koymuştu. Annesi, kardeşleri, asla adını anmadığı babası, karısı, sevgilisi...
Karnında baskın his mutlulukken sinsice sızan endişe tohumlarına yer vermeden çıktı bu histen. Bu melankoli iyi gelmiyordu aslında ikisine de. Geçmiş sürekli paçalarından asılıp dibe çekiyordu onları. Bu yüzden bu ilişkide bir yetişkin lazımsa Şifa kendisi olmasının gerektiğini anladı.
"Hadi bakalım koca bebek, ölüyorum açlıktan. Malum kocama yılışan birine, onun sadece benim olduğunu öğretirken baya efor harcadım."
Alparslan geriye çekildiğinde yine o sırıtma vardı işte yüzünde. Şifanın keyfini yerine getiren o manalı ışıltılarla yüzünü süzüyordu.
"Tabi canım, haklısın. Bu kurt kimin bilsin herkes. Gidelim de doyuralım benim perimi, bi raunt da benimle atar belki."
Tek kaşını kaldırıp göğüslerine baktığında Şifa başını iki yana salladı.
"Gerçekten çok azgınsın, yürü Allah aşkına."
Bir askeri nizam içerisindeydi sistem. Üniforma kullanmasa da eğitilen gruplar tek tip kıyafet kullanıyorlardı.
Uğultulu bir sesin etrafa yayıldığı yemekhane binasına geçiş yaptılar.
Akşam yemek saati içerisinde girmişlerdi tam da.
Sorgulayan bakışlar üstlerine yönelsede Alparslan'ı gören yemeğine dönmeyi tercih ediyordu. Şifa insanların neden Alparslan'a tedirgin bakışlar attığını merak etti.
Uzun masalara tezat en fazla dört kişilik masalara yönlendirdi onu. Oturmalarıyla da yirmili yaşlarının başında uzun ama zayıf yapılı bir çocuk yanlarında durdu.
"Menü tercihiniz nedir efendim?"
Şifa soruyu anlamadığı için Alparslan'a bakmakla yetindi.
"Menü 2 uygun bizim için" demesiyle de genç çocuk masadan uzaklaştı.
"Tam olarak ne istedin yememiz için? Ben hiç bir şey anlamadım."
"Burda guruplara göre menü hazırlanıyor. Görevlendirilecekleri alana göre bir beslenme programı olusturuluyor. Protein, karbonhidrat, vegan menüler var. Yani yemek seçemezsin beslenme uzmanının önerdiği menüyü seçersin. Bende beyaz etle hazırlanan menüyü istedim. Tabi seçmem seni yanıltmasın. Diğerlerinin programında ne varsa direkt onu alabiliyorlar. Kan analizlerine, kas yapısına, vücut kitle indeksine vegan beslenmesi uygun biri içerisinde hayvansal ürünler olan bir menü tercih edemez."
Şifa yüzünü buruşturup, geriye yaslandı.
"Bu çok zalimce! Ne yani şimdi ben normalde et tüketmeyen biriysem ve beslenme uzmanım yemen gerek diyorsa yemek zorunda mıyım?"
"Aynen öyle güzelim. Senin için ne gerekliyse onu yapmak zorundasın. Sağlıklı bir vücudun olmazsa hiç bir işe yaramazsın neticede. Onlar buraya her şeyiyle mükemmel birer Turan olmak için geliyor. Bu küçük bir bedel."
Şifa etrafta gözlerini gezdirdiğinde guruplar halinde yemeğini yiyen insanları inceliyordu. Halinden memnun olmayan bir yüzleri yoktu aslında.
"Sanırım bana neyi yiyemezsin deseler canım onu isterdi."
"Nedense buna hiç şüphem yok."
Alparslan yüzünde tuhaf bir gülüşle izliyordu kızı. Şifa ise neden ona böyle ima ile sırıttığını merak ediyordu. Kaşlarını kaldırarak bakmaya devam etti.
Alparslan, öne doğru eğilerek iyice yüzünü Şifaya yaklaştırdı. Yüzündeki ifade daha da keskinleşmişti.
"Yatakta da böylesin. Uysal olmanı istediğim her seferinde iz bıraktığından emin oluyorsun."
Şifanın tükrüğü bir anda genzine sıçradı. Kendi kendini boğmadan kurtarmak için bir kaç kere öksürüp, derin nefesler aldı. Allah'ın cezası adam neredeyse iki yüz kişilik bir yemekhanede ona ahlaksız cümleler kurmaktan biraz bile utanmıyordu. Yüzündeki yanmaya ve kızarmaya neden olduğu için bir sırtlan gibi sırıtan suratına çakma dürtüsünü baskılamaya çalışıyordu. Dalga geçer gibi birde önündeki suyu uzatmıştı.
"Sen ahlaksız bir domuzsun! Önündeki nimetten utan be."
Ve Alparslan buna da deli oluyordu. Utanmasını çirkefleşerek kapatmaya çalışması çok tatlıydı. Bunu ona da söylemek istiyordu ama kalabalığın içinde gözüne çatal saplanması hoş olmazdı tabi. Bunu gece 'uysal olmasını isteyeceği yatakta' söylemeye karar verdi.
Yemekleri geldiğinde sessizlik içinde yemişlerdi. Etrafta gizli gizli üzerlerine dönen bakışların farkındaydı ikisi de. Şifa yemeğinin yarısını bitirdiğinde masalarına doğru adımlayan oldukça iri yarı bir adamı fark etti. Dikkatini çeken adamın iriliği değildi kesinlikle. İriliğine inat süzülür gibi yürüyüşüydü. Adamın adımları suyun üzerinde yürüyormuş gibi bir his oluşturuyordu.
Simsiyah bir panteri anımsattı ona.
"Afiyet olsun kurt! Başkan sizi bekliyor."
Alparslan sadece adamın gözlerine bakıp onaylar gibi başını öne doğru eğmişti. Adamda bu onaydan sonra aynı sessiz adımlarla uzaklaştı yanlarından.
Alparslan bir ip üzerinde yürüyormuş gibi ilerleyen adamın arkasından bir bakış daha attı.
"O Birliğin yetiştirdiği en iyi askerlerden. Birinin canını alırsa ölen bile öldüğünü anlamaz."
Şifa duyduklarıyla bir süre Alparslan'a bakıp kalmıştı. Bu çok ürkütücü bir tanımlama değil miydi?
"Bunun için mi var? Öldürmek için mi?"
"Zaman zaman öyle. Ama şu anda Başkan ve günlüklerin güvenliğinden sorumlu. Macaristan üssünde tamamlandı onun eğitimi."
Şifa kendinin bile duymakta zorlandığı bir sesle "ölüm taciri" diye mırıldandı.
Şifa o andan itibaren konuşmadı. Aklının köşelerine itelediği günlükler yine boğmaya başladı onu. Korkuyordu resmen. Kimsenin ne yazdığını anlayamadığını bulamamaktan deli gibi korkuyordu. Alparslan, öyle emindi ki ondan bu da Şifanın korkusunu zirveye taşıyordu.
Şifa, Gökay Turan'ın odasına gideceklerini düşünürken Alparslan onu eğitim sahasının çok daha ilerisinde kalan ormanı arkasına alan bir binaya yönlendirdi. İçeri geçtiklerinde bir halk kütüphanesini andırıyordu bina. Tam ortada büyük sarmal şeklindeki merdivenleri çıkmaya başladılar. Merdivenler bittiğinde tam karşılarında kalan iki kanatlı kapıyı aralamıştı Alparslan.
Şifa, Gökay Turan'ı ve onlara haber getiren adamı ayakta bir dosyaya bakarken buldu. Gökay Turan, tek bir pürüzü bile olmayan takımının düğmesini kontrol edip ikiliye doğru yöneldi.
"Hoşgeldiniz. Zuhur sizi aşağı indirecek. Alparslan uzun kalmayın Şifa alışkın değil sıkıntı çıkmasın."
"Olur Başkan. Görmesi için getirdim, baskı yapılmasın üzerine."
Alparlsanın buram buram tehdit kokan sesiyle Gökay Turan'ın kaşları çatıldı.
"Haddini bil! Öyle bir niyetimiz yok. Şifa'yı sıkıntıya sokacak hiç bir şeyi istemem ben."
Ortamdaki gerilimin nedenini anlamadı Şifa. Neden Alparslan'ın ültimatom verdiği ise belirsizdi. Alparlsan gelen sert uyarıya sadece sol kaşını kaldırarak ve zerre etkinlenmemiş bir mimikle karşılık vermişti.
Yeryüzünden en az sekiz metre aşağı indiklerine emindi Şifa. Dik ve dar merdivenler, dengesini bir an kaybetse düşecekmiş gibi hissettiriyordu.
Önlerinde kalınlığı her halinden belli krom bir kapıyla karşılaştılar. Zuhur diye bahsedilen koruma ilk önce parmak izini okutmuş açılan panelden retina taramasını yaptırmıştı. Son olarak açılan kanaldaki lamele parmağının ucuna bıraktığı kesikten çıkan kanı damlatmıştı.1
Kimlik sorgulama konusunda çok titiz çalışılmıştı.
Gelen kilit panelinin sesiyle krom kapı iki yana kayarak açıldı. İçeri adımladıklarında, Şifa adamın lamele tekrar kanını damlattığını görmüştü. İçeri girdiklerinde karanlığı kıran ışıklar sıralı bir sitemle yandı.
Zuhur elinde iki paketle geldiğinde daha dikkatli baktı Şifa adama.
"Üzerinizi değiştirin efendim. Kabin karşıda, sonra sizi içeri sokacağım."
Alparslan'la beraber girdikleri küçük bir oda boyutundaki kabinde Şifa adama döndü.
" Ne oluyor? Niye giyiyoruz? Alparslan, biz ne yapıyoruz Allah aşkına?"
Alparlsan onlara koruma duvarı oluşturacak giysileri üzerine geçirmeye başladığında Şifaya baktı.
"Yavrum bir sakin! Günlükler özel bir havalandırmayla korunuyor ve eksi yirmi beş derecede muhafaza ediliyor. Soğuğun ve havadaki oksijen oranının etkilememesi için hazırlanmalıyız. İlk gelişin üstelik uzun kalamayız."
"Yerin altına uzay üssü kurmuş sanki adamlar. Daha ne göreceğim bakalım? Ayrıca neden bu şekilde korunuyorlar?"
"Erken konuşma peri, daha günlükleri görmedin. Doktor günlüklerin muhafazası için böyle bir yönerge bırakmış. Birlikte bire bir uyguluyor."
Alparslanın son cümlesiyle sessizlik içerisinde giyinmeye başladılar. Tuhaf bir şekilde Alparslan, soyunmasına bulaşıp pisleşmemişti. Yüzü oldukça ciddi duruyordu. Gergin olduğunu hissetmek içinse asla bir bağa ihtiyaçları yok gibiydi.
Üzerlerine giydikleri tulumu andıran ama hangi tür malzemeden yapıldığını asla anlayamayacağı bir kıyafet giydi. Kıyafetten sonra bedeni dile gelse tek hissettiğinin hissizlik olduğunu söylerdi.
Alparslan'ın saçlarını da içine aldığı bir kaskı kafasına geçirmesine izin verdi. Sol gözünü biraz rahatsız eden mavi bir ışık yanıp sönüyordu. Elini tutup onu çeken adama itaat edip peşinden ilerledi.
Zuhur, onları aynı yerde bekliyordu. Sağa dönüp bir kaç adım ilerlediğinde bir düğmeye bastı ve asansör kapıları açıldı. Şifa çok başka bir evrene girmiş gibi hissediyordu.
Asansör bir kaç saniyede aşağı inmiş, kayarak açılmıştı.
Asansörden çıkıp ileri adımladıklarında Şifa etrafı gözleriyle taradı. Onlar içeri girer girmez aydınlatma sistemi de devreye girmişti. Alan elli atmış metrekareden daha büyük değildi. Ama boydan boya laboratuvar masalarını andıran uzun tamamı camdan masa oldukça dikkat çekiyordu. Masanın üzerine yayılmış dokumaları gördüğünde ise bir an nefessiz kaldı.
Bunlar kilim değildi. Hayır! Bunlar kumaş mı deri mi olduğu anlaşılmayan parçaların üzerine işlenmiş aynı boyutlarda sıra sıra dizilen 'elif' harfleriydi.
Şifa farklı kombinasyon düzeneği oluşmuş harf ve sayılar beklerken sadece gri renkte sayfalara işlenmiş elifleri görünce ne yapacağını şaşırdı.
Sesi kask şeklindeki koruyucu başlık yüzünden boğuk çıktı. Alparslan yanına gelip ilk parçada bulunan üç tane yan yana işlenmiş elife baktı.
"Museviler alef olarak başlangıcı temsilen kullanıyor. Hıristiyanlar için yine alfa ve OMEGA konumunda. Yani başlangıcı işaret ediyor. İslam'da da yeri aynı. Doktor, Elif'i başlangıç ve onunla gelen bir yazgı olarak görüyor olmalı."
Şifa, Alparslanın açıklamasını dinlerken gözlerini hâlâ ayırmamıştı harflerden.
"Tüm inanışlarda yeri olan bir harf..."
Masanın en başından, masanın sonuna kadar dokuz parça vardı. Biraz daha yaklaştığında parçalar masanın yüzeyinde değil de içerisinde olduğunu anladı. Masanın bacaklarının bile cam olması onu yanıltmıştı. Elini atsa sadece cama dokunacağını çok yaklaşmayan kimse anlayamazdı kesinlikle. Sürgülü bir sistemle camın altında tutuluyordu parçalar.
Dokuz parçayı da sırayla incelese de hiç bir şey anlamadı. 8. Ve 9. Parçaya geldiğinde ise öylece bakıp kalmıştı.
Sekizinci parça kulübesinde ucuz bir reprodüksüyonunu bulundurduğu hamsa şekline aitti. Dokuzuncu parça ise her yanına dolanmış, onu sarıp sarmalamış cediceus ile dokunmuştu. Ama alıştığı çizimlere ters bu sefer yılanlardan biri olabiliğince beyazken, diğeri katran kadar karaydı. Kılıç aynı yerinde durup, yılanların sarılmasına müsaade ediyordu.
Şifa midesinin bulandığını hissetti. O kadar rahatsız edici bir histi ki bu kendini bir an sıkmaktan vazgeçse yıllardır emekle saklanan herşeyin üzerine midesinde ne varsa boşaltacaktı.
Gözleri takılıp kalmış gibi yılanlardaydı. Nasıl bir yetenek, elleriyle onlara bu şekli verebilirdi. Kara yılanın açılmış ağzı, çatallı dili zihnini soğuruyordu sanki. Beyaz bir yılanla beraber kılıca sarmalanmıştı ama Şifa sadece Kara yılanın başını inceliyordu.
Baş dönmesi ve gözünün etrafında uçuşmaya başlayan beneklerle kolu bir mengene gibi tutuldu. Kendi düşünemediği bir anın içine hapis olmuş gibiydi.
Alparslan, hızlı adımlarla kızı asansöre yürütüyor, bayılmadan çıkmasını sağlamak istiyordu.
Normalde otuz dakikaya kadar sıkıntı çıkmazken, Şifa on birinci dakikada yüzünün tüm rengini kaybetmişti.1
Şifa ise sisli bir perdenin ardından, binadan adamın kucağında çıkarılışını, yuvadakine benzer bir arınma odasına alınışını, soyulup camdan tabutuna yatırılışını izledi.
Mavi ışın bedenini sararken, çok derin bir uykuya çekiliyordu. Gözleri tamamen kapanmadan önce hissettiği tek şey simsiyah yılanın boynuna dolanışı ve bununla bedenini saran rahatlamanın verdiği muazzam keyifti...
Gözlerini açtığında çok güzel bir dinginlik tenini okşuyordu. Her zaman bu hisse bayılmıştı zaten Şifa. Ama şu an konsantre olması gereken şey burası yuva değildi ve onu çıplak bile olsa odasına çıkaran bir asansörü yoktu. Cam hazneyi kaydırarak açtı, ama hemen çıkmak onu germişti. Çıplak oluşu onu savunmasız hissettiriyordu.
Bedenini doğrultup etrafa baktığında gerçekten de yuvadaki arınma odasının bire bir aynısı olduğuna emin oldu. Etrafı izlerken kapıdan gelen kilit sesi ve kayarken çıkan tizlikle bedenini elinden geldiği kadar sakladı. Alparslan elinde kalın bir bornozla içeri girdi.
Gözlerindeki kızıl damarlar hiç uyumadığını gösteriyordu. Sabaha kadar kendini beklediğini biliyordu . Çünkü o tamda böyle bir adamdı.
Şifanın gözlerinden bakışlarını çekmedi adam, bornozu kollarından geçirip sıkı sıkı düğümledi önünü. Parmakları tarar gibi dolaşmaya başladı dağılmış saçlarında. Dudakları alnına yaklaştı, sayısız öpücük bıraktı gezindiği her bir santime.
"Her seferinde böyle mi olacak? Ben hep böyle aklımı mı kaçıracağım? Gözlerin bir kapanıyor, sen açana kadar benim canımdan can gidiyor.
Aklım çıkıyor da içimdeki şu korku hiç çıkmıyor. Ne yapacağım ben seninle?"
Şifa fısıltıyla dilinden dökülen, közlü kelimeleri dinledi. Hissettiği sıkıntılı kasvet nefes aldırmayacak kadar güçlüydü.
Alparslanın kokusuyla doldurdu ciğerlerini. Elleri, adamın kollarını okşayarak yüzündeki ellerin üzerine tırmandı. Burnunun ucunu Alparslan'ın burnuna sürttü.
"Bunu beraber öğreneceğiz kurt. Ben düşeceğim sen tutacaksın, üşürsem sarılacaksın, korkarsam avutacaksın. Yani işin özü bana mükemmel bir koca olacaksın. Bende böyle bir adamım var diye düşmekten, üşümekten, yorulmaktan zerre korkmayacağım. "
Geriye çekilip aşkla dolu yeşillerini Alparslanın zift karası gözlerine değdirdi. İnsan gözleriyle okşar mıydı? Şifanın gözleri Alparlsanın sıkıntıda kaskatı kasılmış tenini okşuyordu.
"Hani demiştin ya bana 'buldum seni' diye. Evet Alparslan, 'buldun beni'."
Cümle biter bitmez hırsla dudaklarına kapandı Alparslan. Su içer gibi bir öpüştü bu. Mecburiyet gibi, yaşamak için gibi, nefes almak kadar zaruri bir öpüş...
Şifa yetişemiyordu hırsla dudaklarını örseleyen dudaklara. Alabileceği ne varsa son damlasına kadar kızın dudaklarından almak, içindeki derin açlığı azıcık da olsa bastırmaktı gayesi sanki adamın.
Etraflarını bir sis bulutu gibi sarmalayan tutku yerlerini, konumlarını, kim olduklarını tamamen almıştı ikisinden de. Alparslan, ellerini aşağı kaydırarak kalçalarından bir anda kaldırmıştı Şifayı. Refleks olarak beline dolanan bacaklarla derinden gelen bir inilti doldurdu Şifa'nın ağzını. Soğuğu hissedilecek kadar keskin bir duvara çarptı sırtı. Ama şu an kesinlikle önemli değildi.
Dudaklarından kayan ıslak dudaklar çenesine, oradan da boynuna doğru bir yol çizmeye başladı. Teninden yaşam solumaktı bu. Bedensel bir ihtiyaç için hayata geçirilmiş bir eylemden öte, ruhuna dokunma arzusuydu. Biraz önce sıkı sıkı düğümlenen kuşak yine aynı parmaklar tarafından çözülüyordu şimdi. Tek koluyla kalçasından destekledi kızı, sol eli boynundan aşağı okşayarak keşfe çıktı.
"Ölüyorum sen diye. Sen bir büyücüsün Şifa. Beni divaneye çeviren, aklımı aptala döndüren büyücü."
Tenini dolaşan dudaklar kalbini terletecek sözcükler bırakıyordu milim milim. Bedeni yanıyordu, ihtiyaçla, bir olma hevesiyle çıldırıyordu kadının.
"Söyle perim! Bana duymak istediğimi söyle."
"Alsan ya beni. Karışsam sana, çok ihtiyacım var..."
Alparslanın sert solukları boynuna çarptıkça Şifanın her bir gözeneği acı verici bir sızı hissediyordu. Ellerinin kavradığı ten kaskatıydı. Hırıltıyı andıran bir nefesle dişlerini boynundaki ince deriye geçirip çekiştirdi. Şifa acıyla inlediğinde bu kez sıcak dili ısırığın verdiği acıyı okşayarak geçirmeye çalıştı.
"Alparslan... İçime gir... Lütfen..."
"Seni ağzımla parçalamadan sus! Delilik sınırını geçeli çok oldu sus."
Ayaklarını yere basan Şifa, gözlerini kap kara zindanından ayırmadan kırışmış gömlek düğmelerini araladı. Aralanan teni okşayarak aşağı indi eli. Kemerin tokasını kavrayıp biraz daha çekti kendine. Sataşarak sevişmek hoşuna gidiyordu Şifa'nın. Kendi kıvrılan dudaklarına inat Alparlsanın sımsıkı kapanmış dudakları, çatılmış kaşları ve gözlerinin içine bakan zifiri karanlığı sarsıyordu ruhunu.
Sanki bir zaman atlaması yaşamışlar gibi odağında çok başka bir an vardı Şifanın.
"O kadın sana öyle baktı ya ben o zaman içimdeki katili gördüm Alparlsan. Bana bakıp güldü, 'bak' dedi. 'Bak! Bizim olana göz değse dünyayı dar ederiz ona'. "
Alparslanın kendini sıkmaktan belirginleşmiş boyun damarlarında dolaştı yeşilleri. Uzanıp dilini köprücük kemiğinden çenesindeki küçük oyuntuya kadar sürttü. Alparslandan gelen o hırslı iniltiyle dudakları keyifli bir gülümsemeyi misafir etti.
"Sana kadar bilmiyordum ben içimdeki kana susamış hayvanı. Biraz daha ileri gitseydi Alparslan. Çok az daha sınırı geçseydi, sana yemin ederim ki gözlerini parmaklarımla söker alırdım ondan. Yakışıklı suratının selameti için yüzünü yere eğerek yürü sevgilim. "
Şifa iki eliyle kavradığı başını kendine doğru çekip, dudakları değecek kadar yaklaştırdı Alparslanı. Henüz bitmemiş cümlesini dudaklarını okşayan dudakları devam ettirdi.
"Çünkü ben artık senin bildiğin o kız değilim Alparslan. Ben tek bir bakışın bedelini ölüm olarak isteyecek bir kadınım artık."
O andan sonra zaman bile susmuştu. Birbirlerinden hırslarını çıkarır gibi öpüşüyorlardı. Islak sesler dalga dalga yayılıyordu odaya. Yere düşen kemerin sesi tiz bir yankı bırakmıştı. Sonra tekrar duvara çarpan sırt sızlamıştı. Birleşen bedenler, kavuşmanın mutluluğuyla aynı anda inlemişti. Şifanın istediği gibi Alparslanın içindeki varlığı acıyla beraber tarifsiz bir haz veriyordu. Bedenindeki doluluk çok fazlaydı ama bir o kadar da vazgeçilmez hissettiriyordu.
Zevk ve acı birbirine hiç bu kadar yakışmamıştı...
Zamanın hesabını yapamadıkları anların sonunda kendileri için hazırlanmış odaya çıktılar. Duş alamayacak kadar tükenmiş bedenleri birbirine dolanarak sisli rüyaların eteğinde uykuya dalmıştı bile.
Alparslan iki saate yakın saçlarını koklayıp, tenini okşadığı kızın uyanmasını bekliyordu. Zihni berraklaştıkça Şifa'nın günlüklerin yanında ne hissettiğini öğrenmek için kıvranıyordu. Yavaş yavaş kıpırdayan bedenle uyanmaya başladığını anladı.
"Günaydın perim. Aç artık gözünü kök saldım yatağa."
Bir kıkırdamayla açtı yemyeşil gözlerini. Tatlı tatlı bakıp gülümsüyordu.
"Bende nerede benim odun kocam demek üzereydim ki çıkıp geldin gizlendiğin yerden Alparslan."
Alparlsanın sinsi, keyifli gülümsemesi büyüdü. Şifanın teninde bıraktığı izleri bir sanat eserini seyreder gibi seyretti.
"Tabi kızım ne sanıyorsun? Seni yoldan çıkarmak içindi hepsi, sırtımda hissettiğim sızılar da kanıtım. Arınma odasının hakkını böyle vereceksin."
Şifa hiç yadırgamadı bu sözleri. Tam olarak beklediğiydi nede olsa.
"Pislik yapmadan duramıyorsun kurt. Uslu bir sevgili olup, anın tadını çıkarmama izin verebilirsin."
"Cık... Hiç işim olmaz. Sıkıcı bir olay öncelikle. Darlanırım ben, basarlar bana üstten üstten."
"Seninle çalışanlara Allah sabır versin."
Alparslan yüreğini hoplatan bir kahkaha attı.
"Zavallı karım sen derdine yan. Onlar işleri bitince siktirip gidiyorlar. Her an kalıp, kaçamayacak olan sensin."
"Şikayetçi değilim ki. Razıyım ben sana, seninle olana."
Şifadan daha çok ayarsızlığıyla ilgili bir tirad beklediği için üstünlük kuracak cümlelerini hazırlamıştı bile. Bir an hararetle açılan ağzı duyduklarıyla öylece kapandı. Sonra Şifayı mest eden o parıltılı bakış canlandı gözlerinde. Hayran, mutlu, tasasız...
"Ulan peri. Bunlar günlüklerin hikmetiyse doktor adına lokma dağıtıp, hayrat yaptıracağım. Sen ne güzel şeyler söylüyorsun öyle."
"Hristiyan bir kadın için hayrat diyorsun."
"Ne olmuş işte, sevap akışını sağlıyorum. Dünyadan bir hayır görmemiş, öbür tarafta rahat eder belki."
"Acaba çarpılmadan susar mısın sen kocacığım? Tipin kayarsa hiç ilgimi çekmezsin."
Bir anda öne atılıp Şifayı altına almıştı Alparslan. Gözlerini kısmış, kaşlarını derinden çatmıştı.
"Tipin olmasa hiç şansın yok diyorsun yani."
"E tabiki. Paket önemli şimdi."
Alparslanın irice açıldı gözleri. Yüzünde o kadar aptal bir şaşkınlık vardı ki Şifa canının içinde saklasa böyle iyi hissedemezdi.
"Alparslan, şu suratını görmeni çok isterdim. Sanki yastığına para bırakmışım, memnuniyet belirtisi için de yirmi lira bahşiş sıkıştırmışım gibi bakıyorsun."
Şifa öyle çok gülüyordu ki gözlerinden yaş sızmaya başlamıştı. Alparslan ona hâlâ dehşetle bakıyordu. Bu görüntü ise karnına ağrılar sokacak kadar komikti.
"Ulan kalk git, duşunu al. Laflara bak, bahşiş sıkıştıracakmış. Lan ev, araba yapman lazım üzerime."
Kahkahalarından zerre eksilmeden odanın içindeki küçük banyoya yürüdü Şifa. Onu hayranlıkla izleyen gözlerin tamamen bilincinde...
Akşam olmasına çok bir zaman kalmadan yemeklerini yiyebilmişlerdi. Gökay Turan, yuvaya dönmeden tekrar konuşmak istediği için odasına gidiyorlardı.
Kapıyı tıklatıp içeri girdiklerinde adam bilgisayarında bir şeyler yazıyordu. Eliyle deri koltukları göstererek oturmalarını sözsüz bir şekilde istemişti.
Elindekini bıraktığında parmakları sakallarını okşadı bir süre.
Şifa diğer insanlara sunduğu soğuk yüzüyle Gökay Turana baktı. Onu nasıl incelediğini yüzünde gezen irisleri bağırıyordu sanki.
"Orada bir şey görüp görmediğimi soruyorsanız hayır! Ses, yada bir görüntü yoktu. Ama boğuluyormuş hissi çok baskındı. İşin daha da kötü yanı bir şifre varmı bilmiyorum 'elif' harflerinden ve iki resimden başka hiç bir şey göremedim ben."
Gökay Turan, Şifanın beklediğini aksine sıkıntılı, öfkeli yada olumsuzluk içeren bir bakış yollamamıştı ona.
"Görür görmez anlamanı kimse beklemiyor Şifa. Kendine yüklenme, biz sadece neyle karşı karşıya olduğunu bilmen için seni buraya getirttik."
"Ben neyle karşı karşıya olduğumu zerre kadar anlamadım maalesef. Bir birinin neredeyse kopyası kadar benzeyen aynı harflerle dolu dokumalar var orada."
"Bizi de bunca yıldır kör eden bu ya. Ama eminim ben, şifre sende. Sadece nereye bakman gerektiğini bilmiyorsun. Zaman bize ilaç olacak."
"Umarım Gökay Bey, umarım sizin dediğiniz gibi olur."
"Şimdilik burada yapacağınız bir şey kalmadı. Yuvaya dönebilirsiniz. "
Gökay Turan Şifaya ne kadar yumuşak bir yüzle bakıyorsa Alparslana tam tersi çelik gibi bir ifadeyle odaklanıyordu. Ona kıymet verdiğini biliyordu Şifa. Ama hepsinden önemli olarak konumuna duyduğu saygıyı bu ifade açık açık seriyordu ortaya.
"Alparslan, senin Cezayir'e geçmen gerekebilir. Ana limanlarda sıkıntı yaşıyoruz, sıkıntı sebebini öğrenip yönetmen gerekebilir. Hazırlıklı ol!"
Alparslan'ın tok sesinden çıkan son kelimelerle ayaklanması bir olmuştu. Şifa'yı da yanına alarak odadan çıktılar.
Şifa içten içe giderse yine uzun bir süre gelemeyeceği ihtimalini düşünüyordu.
Alparslan ise Şifadan ona yayılan sıkıntılı ruh halini anlamaya çalışıyordu.
"Derdini söylesene kızım, beni de kendini de boğdun."
Çocuk gibi olduğunu söylese sağına soluna acıtan yumruklar geleceğine emindi Alparslan. Ama gülmek için kıvranan dudaklarını kontrol etmeliydi. Perisini utandırıp, kendini geri çekmesine zemin hazırlayamazdı. Şifa, onu bulduğundan beri belki de ilk kez bu kadar cömertti duygularını paylaşmakta. Ne gerek vardı topuğuna sıkmaya.
"Uzun sürmez endişelenme. En fazla on günde dönmüş olurum."
"Ama on gün de çok dayanamam diyorsan Başkana karım göndermiyor gelemem diyebilirim."
"Aptal! Sen bensiz kafayı yersin diye acımıştım ama sürün!"
Piç piç sırıtan suratı gerçekten bir tokat veya sağlam bir yumruk istiyordu kesinlikle. Geldikleri araca binip bir süre yol almışlardı.
Alparslan günlükler hakkında konuşmak istiyordu ama Başkanın dediği gibi bir baskı oluşturmaktan çekiniyordu. İçini yiyen merak hiç olmadık bir yerde, olmadık bir laf eder diye saldı aklındakileri.
"Perim, günlüklere baktığında ne hissettin?"
Derin bir iç çekiş ulaştı kulaklarına. Sonra ayakkabısını çıkarıp, koltuğa bacaklarını toplayarak oturuşuna baktı yan gözle.
"Ah bir bilsem! İçimde bir kaos var derdim belki. Bir ip var ama ucu nerede karmaşadan bulamıyorum. Harflere baktım sadece, göremedim ama onları. Beni yine nefessiz bırakan o yılanlardı. Ama bu sefer kara yılan dolandı boynuma. Derdi ne? Ne istiyor benden, hiç bir şey anlamıyorum. Ama bir yerde... Yani kendimi kaybettiğim o çizgide kara yılandan bir şey aldım. Ne bilmiyorum, bana ait bir şey sadece onu hissediyorum."
Alparslan tek gözü kısılı, dudağını dişinin kenarıyla kıstırmış bir ifadeyle söylediklerini düşünüyordu. Sonra iç çekti.
"Kaybolmuştur o da perim. Bulunmak istiyordur belki. "
"İşte sorun burada başlıyor. Onu bulacak kişi ben miyim?"
"O cümle öyle olmayacaktı peri. Onu bulacak tek kişi sensin."
"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?"
Şifanın birbirine dolayıp durduğu parmaklarından yakalayıp uçlarına dudaklarını bastırdı.
"Senin tanımadığın ama benim inandığım bir Şifa var içinde. Her şeyi başaracak, dünyanın altını üstüne getirecek, önünde herkesi diz çöktürecek bir Şifa. O kadına güven perim."
Alparslanın son sözleriyle derin bir sessizlik oldu arabada. Gündüzün büyük bir kısmını uyuyarak geçirdiği için Şifanın uykusu yoktu. Yuvaya kadar biraz yolu, çokça Alparslan'ı izleyerek bitirdi yolu.
Yuvaya adım atar atmaz hızla üzerine atlayan kızıl bir kafa ve boynuna dolanan kollar dengesini sarstı bir süre. Ama o da çok özlemişti kızıl yılanını. Sımsıkı sarıldı.
"Hasret bırakıyorlar bizi birbirimize minnak sırtlanım. Ama umutluydum ben Gökay'cığımdan. Bu çakma kurdu Bangledeş'e domates yetiştirmeye gönderecek gibiydi. Ne oldu da yine burda bu?"
Alparslan elleri ceplerinde, küçümseyen bir ifadeyle süzdü Veronicayı.
"Yine çok sevimlisin kızıl. Bir çıngıraklı kadar da sempatik."
"Sus cevap verme bana. Sen yokken hep ben vardım. Bir ben vardım. En çok benim Şifa."
Alparslan şimdi açık açık dalga geçen bir kahkaha attı.
"İlkokul beş Veronica, çık tahtaya kızım. Ben uyuyorum peri, boynum fena. Sen de şu kızılı birinin başına sar düşsün yakamızdan."
Uzanıp Şifanın kaşına öpücük bırakmış, saçlarını koklamış ve yine Veronicaya o küçümseyen bakışlarından atmıştı. Veronica giden adamın arkasından baktı ters bir suratla.
"Yine bana, benim anlamayacağım şekilde laf soktu değil mi gereksiz kurt? İlkokul beş ne demek?"
"Bakma sen ona kızılım, kıskanıyor seni. Hep ondan bu halleri. Nasılsın Veronica?"
"İyiyim bebeğim, Barbaros da geldi. Karabatak gibi adam. Nereye gidiyor, nerden geliyor belli değil. Yine kaybolabilir her an. Akşam hep beraber yemek yiyelim lütfen."
Veronica sadece kollarını tuttuğu kızı tekrar çekip sarıldı. Kolunu omzuna sarıp merdivenlere yönlendirmişti Şifayı.
Şifa gülen gözlerini Veronica'dan çekip kapıya döndüğünde onları izleyen adamı fark etti.
Kendi mahkemesinde, kendine idam kararı çıkaran biriydi Şifanın gözünde Barbaros.
Hasır altı ettiği o gerçek yine gün yüzüne çıkmıştı. Alparslan yada başka herkes karşı çıkabilirdi kendisine. Hiç sorun değildi. Ama Şifa, Veronica'nın gerçekleri öğrenmesini sağlayacaktı. Onun kadar sevmediği için kaçıp gittiğini düşündüğü adamın, aslında nelere mecbur bırakıldığını öğrenmesi için her şeyi yapacaktı...2
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
34.24k Okunma |
5.05k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |