Selam Şifa severler. Uyanış sonrası ilk bölümüne hoşgeldiniz. Bundan sonraki süreçte zaman zaman ilahi bakış açısından okusak da genel olarak hikayeyi bize Şifa anlatacak. Bu bölüm kafa karışıklığınız olursa bana yazın. Ben keyifle açıklarım size😎1
Etrafımdaki sesleri duyuyordum. Koşturmacayı, kendi kendilerine konuşmalarını ve şaşkınlıklarını.
Her şeyin farkındaydım. Elime ve koluma giren iğnenin sızısını hissediyordum. Bedenimde bir dinginlik vardı. Bu nasıl anlatılır bilmiyorum ama koskoca bir hiçlikte savruluyormuşum gibi hislerimden arınmıştım.
Uyan demişti tüm hücrelerim bana. Uyan Şifa! Devâmın çığlık atar gibi beni uyandırışına sanki başka bir gözle izler gibi tanık olmuştum. Nasıl alacaktı aklım olanları? Bedenimdeki yakıcı acıları her saniye hissetmiş, çığlık atamayacak kadar her organımın parçalanışını seyretmiştim oysaki. Bir uyanış bekleniyordu benden.
Uyandığımda kaybolmuş bir ben bulmak için miydi bunca acı? Tüm sisi üzerimden çekip alan o mühür kırılıp da zihnimi serbest bıraktığında beni bu hâle getireceklerini biliyorlar mıydı? Yok olmuş bir ben karşılamıştı sisli dünyamdan beni.
Düşüncelerimi hizaya sokmak için derin bir soluk aldım.
Mideme saplanan o katlanılamaz acı dilimde kötü bir his bırakmıştı sanki. Adım adım artan, etlerimi koparan, kanımı kızgın lava çeviren, cehennemi içime hapseden bir uyanış yaşadım.
Hiç var olmamış gibi kaybolan acı, öyle gürültülü bir zihin bırakmıştı ki bana! Zihnime saplanan kelimeler öyle güçlü bir ızdırapla kıvrandırmıştı ki beni, hissedemiyor oluşum unutturmuyordu bana o anları.
Unutmuyordu benden sökülerek alınan bağımı...
Kalbimin içinde sakladığım o nabzı kaybettim! Uyuşturulmuş hislerin içinde divanesi olduğum kara gözleri yitirdim. Soluk almayı bıraktığım o son düzlükte kalbime sadece artık durmasını söyleyebildim.
Dur! Dur ne olur bu acı beni bıraksın. Dur ki içinde artık saklamadığın o nabzın yitikliğiyle baş edemem ben.
Gözlerim öylece tavanda asılı haldeyken elim karnımın altına gitti. Oradaydı, uyuyordu!
Benimle beraber oda çok yorulmuştu. Zihnim tamamen hiçliğe karışmadan önce vücudumun her yerinde çıldırmış bir telaşla dolaşmasını hissetmiştim. Yaşadığım dehşetin en gerçek tanığı oydu. Yıllardır benimle olan, benden haberdar olan ama onu şu ana kadar hiç hissetmemiş ben için tüm organlarıma şifasını yayan kıymetlim yorgundu.
Nasıl bir anda onu böyle benimsedim bilmiyorum ama bir bebek gibi koruyup kollamak geliyordu içimden. Yıllarca vücudumda olmasına rağmen varlığını bulamayışım onu da çaresiz bir savaşa sokmuştu demek ki.
Tüm bedenim yeniden doğuşumun verdiği ferahlıkla uyku içindeydi sanki. Sadece kalbim kaybının yasını tutuyor, göğsümü ince bir sızıyla deşiyordu.
Gözlerim tavanda, benimle iletişim kurmak için deliren bu adamları zerre umursamak gelmedi içimden. Bu halim daha çok paniklemelerine sebep oldu ama. Seslendikçe alamadıkları karşılık hepsinin elini ayağını dolaştırıyordu.
Bu bir an eğlenceli geldi bana. Projelerinin öldüğünü düşünüp kahrolmuşlardı, yaşadığını görüp sevinmişlerdi. Şimdi de bilinci açık mı kapalı mı anlayamıyorlardı. Üzerine yıllarını yatırdıkları projenin dilini hiç biri bilmiyordu.
'Hissettiğinde bağlanacaksın ona küçük mucize!'
Zihnimde yankılanan sesle istemsizce dudaklarım kıvrıldı. Kendimi bulduğum, zihnimdeki uyuşukluktan kurtulduğum andan beri her odanın kapısı açılmıştı sanki. Unutmaktan yakındığım tüm yıllarım hiç kaybolmamış gibi bekliyordu beni.
Her bileşen anında korkuyla çarpan kalbimi dün kadar iyi anımsıyordum. Veronicanın bazen beni bahane edip gök gürültülü zamanlarda yanıma kıvrıldığı anlar gözümün önünden geçiyordu. Duhanın beni nasıl uzun uzun seyrettiğini, ne düşündüğünü anlamak için benim de tek bir kelime konuşmadan devirdiğim saatlerim oradalardı işte.
Ve...
Ve gözlerim açıldığından beri sinsi bir yılan gibi zihnimin kuytularından duyduğum bu tıslamayı hiç yabancılamıyordum.
O kadar aşinaydım ki sesine, zerre ürkütmüyordu beni.
'Hissettiğinde bağlanacaksın ona küçük mucize!'
Uyandığım andan beri sürekli tekrarlayan bir plak gibiydi. Düşüncelerim ağırlaştığı her an fısıldıyor, devâm ve ona olan bağlılığını hatırlatıyordu. Belki de annemin rahminde, bana fısıldadığı ilk cümle buydu.
Ondan korkarım mı sandın doktor? Onu istemem, onu benimsemem, onu korumam mı sandın? Dehşete mi düşürür, onu bu kadar somut hissediyor oluşum beni? Ya da delirdiğimi mi düşünürüm, varlığı elimin içini ısıtırken?
Hayır! Ondan zerre kadar korkmadım. Onu hissetmeye başladığım ilk an öyle canım acıyordu ki ona sığındım. O benim bunca yıl farkında olmadığım en kıymetli yanım.
Haklısın doktor, onu hissettiğim an öyle bir bağlamdım ki... Bana hediye ettiğin şey için sana minnettarım. Onun varlığı ,göğsümden koparılıp alınan nabzın peşinden gitmemi engelliyor. Onun içimde oluşunu bu denli hissetmesem zerre düşünmeden keseceğim soluğumu çünkü.
Ama bir şeyi atladın mı doktor? Ona olan bağım, kontrolden çıkarsa diye hiç düşündün mü? Onu herkesten saklayacağım, kendim için sır olarak tutacağım fikri hiç mi yoklamadı seni?
Sahi doktor! Sen bana bu kadar güvenerek nasıl bir kumar oynadın?
"Şifa Hanım, bizi duyuyor musunuz? Elimi sıkarak yada gözlerinizi açıp kapayarak tepki verebilirsiniz."
Sizinle oldukça eğlenebilirdik arkadaşlar ama beni bekleyen bir sürü insanın dışarda delirdiğini biliyorum. Ve beni artık bekleyemeyenin acısını ruhumdan uzak tutmaya çalışmak çok yorucu.
Gözlerimi bir kaç kez kırptım. Kuruluk canımı yaktı ama çok da önemli değildi bu detay. Sonra tavanda tuttuğum bakışlarım, bir maskenin ardında olsa bile dehşeti dokunacak kadar büyük adama çevrildi. Bana öyle bir bakıyordu ki! Gözleri yüzümün her zerresinde, gözlerimde öyle bir dolaşıyordu ki güldürecekti neredeyse bu hâli beni.
"Sizi duyuyorum, konuşmakta da sorun yaşamıyorum beyler. Kendimi toparlamam için bana bir kaç dakika verir misiniz ve Duhan'ı buraya getirir misiniz?"
Oldukça berrak çıkmıştı halbuki sesim. İyi olduğumu anlayıp, harekete geçmeleri iki dakika sürdü ama. Neredeyse benden ürktüklerini düşünecektim.1
İçlerinden biri hızla dışarı çıksa bile üçü etrafımda sıra sıra dizilmiş aletleri kontrol ediyorlardı. Kendi aralarında konuşmaları ve yaşadıkları şaşkınlık keyifliydi. Beni rahatsız eden tek şey burnumu sızlatan bu kokuydu. Her bileşen vücuduma verilirken de bu koku yakardı genzimi. Şimdi kayıp tüm anılarım yerli yerindeyken koku hafızam iyi gelmiyordu bana.
"Nabız yüz yirmi ve oldukça normal bir akış var."
"Bu nabza tansiyonu nasıl normal oluyor?"
"Detaylı bir tarama yapacağız, hiç bir şey anlayamıyorum. Organların tamamı iflas etti. Tekrar çalışmaları imkansız."
"Bedenin uyanışa direnci olabilir. Biran evvel her bileşen sonrası sonuçlarını şu anla karşılaştırmalıyız."
Kendi aralarında ürettikleri teorileri bozmadım. Bir süre daha böyle idare edebilirlerdi. Odaya hızla giren kalabalıkla bakışlarımı tavandan alıp onlara kilitledim.
İlk Veronicaya değdi bakışlarım. Bana baktığı an hıçkırığını tutmak için ağzına kapanan eli, kırık bir tebessüm olarak şekillendi dudaklarımda.
O hiç böyle perişan olmuş muydu acaba? Tabiki olmuştu, çok daha zor zamanları yaşamıştı benim kızılım. Hakan, Şahin ve Umayda kapı girişinde ürkek bakışlarla beni izliyorlardı.
Bakışlarımı Duhan'a çevirdiğimde asıl beni etkileyen gerçekle yüzleştim.
Benim içimdeki deva'm için her şeyinden geçen dayım! Bir kardeş kaybetmiş, o kardeşle beraber kendine her güzel hissi yasaklamış dayım.
Ama bununla beraber onun hatırlamam için zihnime pençelerini geçirdiği anılarda dirildi. On beş yaşımın masumluğunda kan boyamış vücuduna bakıp, nasıl ağlamıştım? Onu kurtarmaları için nasıl yalvarmıştım? Kimsenin el uzatmadığı çaresizliğime devam kayıtsız kalamamış, Duhanımı benim için kurtarmıştı.
Karnımın altında bir sıçrama hissettim ve aldığım soluğu bir süre içimde tuttum. Uyanmıştı...
Gözlerin Duhanda dolaşırken kalbinin altında kendine bir koza bulmuş, onu hayatta tutmak için bedenini yuva kabul etmiş parçama doğru çekildim sanki.
Çığlık atmak ya da delirmiş bir kahkahayla gülmek arasında sıkıştım. Devâm uyanmıştı çünkü Duhan için koparıp, bağışladığı parçasına çok yakındı. Onu hissediyordum! Benim bedenimden ayrılmış olması bizi ayırmıyordu demek ki. Ben onun Duhanın kalbini korumak için sarmaladığı sinir hücrelerinin arasında yaşamına devam etmesini her bir zerremle hissediyordum.
Gözümden akan yaş, kulağıma doğru kayıp beni irkiltmese fark edilmeyecekti muhtemelen. Çünkü her zerrem Duhanda, her hücrem benden aldığı parçamda kilitli kalmıştı.
Ona baktım! Ona artık gerçekten gören gözlerle baktım.
Yaşlanmaması gereken adam, en son gördüğümden beri hayli çökmüştü sanki. Göz kenarlarındaki koyu halkalar, gözünün akını saran kızıl damarlar, asla tıraşını ihmal etmezken yüzünü saran kirli sakal olduğundan daha farklı gösteriyordu. Üzüntü insanı yaşlandırıyormuş, ona bakınca o kadar net gördüm ki bu gerçeği.
Ve öyle bir bakıyordu ki bana içimdeki acımasız ses proje için mi diyecek oldu. Ölmem onu en çok ne için üzerdi acaba? Kayıp bir yeğenin yasını mı tutardı yoksa heba olmuş bir projenin sancısı mı sarardı bedenini?
Sesindeki titreme ışık hızıyla boğazıma bir yumrunun durmasına neden oldu.
Gözünden kayan yaşta asılı kaldı bakışlarım. Hiç onu böylesi aciz, böyle güçsüz görmemiştim ben. Onu böyle görmek ağlama hissimi tetikliyordu.
Yere sürüye sürüye attığı adımlarla yaklaştı bana. Yatağın kenarına yaklaştığında dizlerinin üzerine çöküşünü unutturamazdı artık kimse. Hıçkıra hıçkıra elimin üzerine kapanan dudaklarını, sürekli şükür sözcüklerini unutmazdım. Dayımdan bir ağıt gibi kopan o "ah" ı kimse silemezdi hafızamdan.
Ben Duhan'ı ne ustamken ne de dayımken hiç böyle yitik görmemiştim. Utandım düşüncelerimden. Onu gördüğümde acaba mı dediğim zehirli fikirler yüzünden yüzüm yandı.
Projeleri için değildi bu korku, benim içindi. Cendereye kısılmış kalbim, bu farkındalıkla rahatladı. Belki böyle bir anda düşünmem gereken en son şeydi ama içimdeki mahşer yerine bir avuç su oldu dayımın benim için, kardeşinin kızı Şifa için, kendi öz yeğeni için çektiği acı.
Ağlamak istemeyen yanım yenildi. Küçük bir çocuk olup, kucağına tırmanmak, canım çok acıdı dayı demek geldi içimden.
Çünkü tüm organlarım parçalanırken canım çok yandı. Çünkü gerçekten onu benden aldıklarında benim canım hiç bir insanın baş edemeyeceği bir acıyla sınandı.
Duhandan zor şer ayırdığım bakışlarım gerisinde duran dört kişiye gezdi bir kaç saniye. Hepsi korkuyla, acıyla ve en önemlisi bir rahatlamayla bakıyorlardı bana. Ölümümden o kadar korkmuşlardı ki korku geldiği yere çekildiğinde hepsinde bitkinlik kalmıştı sadece.
Ben 'seviyorum' dediğim insanların gözlerinde yıllardır bekledikleri projelerine karşı bir korku görürsem bunu kaldıramazdım galiba. Ben görmek istediğim tüm korkuları 'Şifa' için istiyordum. Onları ailem olarak sadece kendime istiyordum. Yitirdiğimin gerisinde kalan herkese ne kadar tutunursam yaşamaya devam edebilirdim çünkü.
Bunun adı bencillik miydi acaba? Kafamın içerisi hem çok dolu hemde bomboştu.
Duhan parmaklarımla parmaklarını geçirip, tekrar ve tekrar öptü tenimi.
"Güzel kızım benim. Beni yine nasıl bir ateşten aldın sen?"
Hıçkırığı yeni bir damlanın tekrar kaymasına neden oldu. Sesindeki acı cam kesiği gibiydi.
" Küçücük kanlı bir kundaktayken de koskoca bir kadınken de yine beni nasıl bir ateşten aldın? Sen bana yine nasıl bir nefes verdin? "
Ağlamayacaktım ya ben, ağlamayacaktım! Söz vermiştim kendime, ağlamayacaktım.
Dayımın kollarını sımsıkı doladığı bedenim hissizdi hani. O zaman niye akıyordu bu aptal yaşlar?
İyi hissettirecek bir şeye ihtiyacım vardı. Kalbimdeki kaybım yakıyordu beni, ben de dayıma sığındım. Zor şer kollarının arasına kıvrıldım. "İyi olacaksın" demesine çok ihtiyacım vardı. Ben iyi olamazdım ama yalanlarla kandırılmaya çok ihtiyacım vardı.
Kendi sesimi bile tanımyanayacak bir acizlikte dayı diyebildim.
Kolları daha sıkılaştı. Sanki kim gelirse gelsin beni o kallardan alamayacakmış gibi bir canhavliyle o da bana sığındı.
"Küçük Duam... Benim minik kızım..."
Elleriyle gözlerimden dökülen yaşları kurularken kendi yaşlarının farkında bile değildi. Yüzümü iki avcunun arasına alıp santim santim her yerimi izledi.
Gözlerimin içine hayranlıkla bakıyordu. İlk kez görüyormuş gibi, bi sanat eserine bakar gibi. Dikkatli, inceleyici ve kocaman bir hayretle.
"Gözlerin... Çok güzelsin... Hep güzeldin ama şimdi bambaşka güzelsin."
Söylediklerini anlamadım ilk önce. Gözlerime ne olmuştu ki benim? Onun hayranlıkla baktığı gözlerime ne olmuştu benim? Yine bir korku girdi içime.
"Ne oldu? Ne oldu bana? Biri ayna versin, be oldu bana?"
Beni tanıyan hiç kimsenin duymadığı bir sertlik hakimdi sesime ama zerre umurumda değildi bu. İçimdeki panik, korku delirtecekti beni.
Duhanın parmakları yüzümü okşadı. "Sakinleş miniğim, bir şey yok sakinleş ne olur?" Sesinden buram buran dinginlik akıyordu şimdi de. Bunu benim için kontrollü yaptığını biliyordum artık. Çünkü saklanmış tüm anılarım Duhanın da kim olduğunu geri vermişti bana. Bu sesi ne zamanlarda kullanır anımsıyordum. Bileşenlerin tenimdeki izleri geçmeye başladığında, çıkıp gelirdi. Sitem sözleri etmeyi düşünürken bana sorduğu sorular, yaptığım resimleri incelerken kullandığı cümleler hep bu sesin örtüsüyle çıkardı dudaklarından.
Doktorlardan birinin dışarı çıkıp, koşarak elinde küçük oval bir aynayla gelmesi asır gibi gelmişti bana. Aynaya uzanırken titreyen ellerimi herkes görüyordu üstelik.
Yüzüme tuttuğum ayna bana yapılacak en büyük kötülüktü aslında. Hayır bana yapılan ikinci en büyük kötülük demeliydim.
Gördüğüm gözler bir inilti olup, aktı dudaklarımdan.
O, cennetten kaçıp gözlerime saklandığını iddia ettiği yeşiller neredeydi? Ne olmuştu bana böyle? Ben bu gözleri tanımıyordum, o da tanımazdı. Görse sevmezdi belki de. O beni 'yeşil orman perim' diye severken ne olmuştu benim gözlerime? Ama o an balyoz gibi bir farkındalık çarptı suratıma. Gözlerimde gördüğüm tüm renkler soldu sanki bir anda. Sonra yine bir feryat koptu dudaklarımdan.
"Görmeyecek ki! O beni bu halde görmeyecek ki!"
Onunla beraber her şeyim terk etmişti beni. Onunla beraber, bende sevdiği her şey yitip gitmişti.
Çığlığım ve elimden fırlatıp attığım ayna zerre umurumda olamadı. Yüzüme bakmak gelmiyordu artık içimden. Mahvolmuş bir kadın görmek öldürüyordu beni.
"Dayı" diyebildi dudaklarım. Titrek, yıkık bir sesti. Eğer dilim gücünü toplayıp devam edebilseydi 'dayı beni öldürdüler, dayı ben artık yitiğim' derdim.
Bedenime sıkı sıkı dolanan kolları ya da beni yatırştırmak için kullandığı hiç bir cümleyi duyamadım. Kalbimdeki sızı büyüdü, beni ateş çukuruna attı.
"Aldılar! Onun gibi, onun bende sevdiği her şeyimi aldılar!"
Fısıltım zerre ses olmayan oda da çığlık gibi çarptı kulaklarına.
Duhan ve diğerlerinin elem dolu yüzü aslında gösteriyordu her şeyi.
Nasıl karşımda konuşamayışları bana tekrar tekrar gösteriyordu onsuz kalışımı.
Umay "Bulacağız" derken inanç doluydu. Bakışlarımı ona çevirdiğimde elektrik mavisi gözlerinde zerre başka ihtimal yatmıyordu.
Hakan başını sertçe iki yana salladı.
"Dünyayı ateşe vermek gerekse bile bulacağız!" diye kararlılıkla bir yemin metnini okudu sanki.
Şahin, onu hiç görmediğim bir ciddiyetle gözlerimden ayırmadı bakışlarını. Sanki yıllardır bu irislere bakıyormuş gibi hemen benimsemiş, zerre çekmemişti kendini benden.
"Ucu bizi nereye götürürse götürsün, senin için her şeyi yapacağız. Topla kendini çekirge, savaş istiyorlarsa bunu onlara veririz!"
Veronica konuşmadı. Sadece baktı. Ama konuşmasına da hiç lüzum yoktu. Ne istersem yapacak, ne dilersen oldurmak için dişlerini tekrar kanla bulayacaktı.
Duhan tekrar yüzümükavrayıp, kendine bakmam için suratımı çevirdi. Ela gözlerinin içinde bir öfke denizi yatıyordu. Benim acımı almış, kendi sancıysıyla dövüş bir katrana bulamıştı.
"Sen iyi olacaksın, biz sana onu bulup geleceğiz! Bizim canımızı kim böyle yaktıysa ayaklarının dibinde yalvartacağım onu! Oğlumu kim aldıysa buna pişman olacak! "
Sahi o Duhanın emek emek büyüttüğü oğluydu değil mi? Ben canımın yarısını kaybederken Duhan oğlunu yitirmişti. Onu bir asiden, bir koruyucuya çevirmesi yıllarını almıştı. Sabırla işlemiş, derisinin altındaki asıl kurdu ortaya çıkarmak için ilmek ilmek dokunmuştu.
Saf inancı hissediyordum kelimelerinde. Ama onların bilmediği bir gerçek vardı.
'Kalbim durmadan sendeki bağım kopmaz' demişti bana. Bağımız kopmuştu!
"O gitti Duhan, onu aldılar içimden."
Kaşları çatılı iki göğsümün ortasındaki yumruya baktı Duhan. Ne demek istediğimi anlamadığını, biraz duraklamasının sonunda dehşetle açılan gözlerinden yeni idrak ettiğini görebiliyordum.
Bu farkındalık kısa sürede hepsi tarafından gerçekleşmişti. Veronica sarsak adımlarla yanıma yaklaştı. Altın parlaklığındaki bakışları solmuş, ışıltısı kaybolmuştu.
Dudaklarını alnıma bastırana kadar sabrettim, iyi de idare ettim ama onun genzinden kopup gelen hıçkırığı benim boğazımda sarılı urganı gevşetti. Başımı sımsıkı göğsüne bastırdığında, saçlarımı defalarca öptüğünde, benimle beraber benim acım için ağladığında çok çaresiz hissettim.
Buna insanlar nasıl dayanıyordu? Ben sisle saklanmış duyularımla ona bu kadar aşık olmuşken, her şeyiyle aydınlık olan ruhlarında, sevdiklerini kaybedenler nasıl yaşıyordu?
O an sadece anneme sarılıp tüm acılarımdan kurtarması için Allah'a yalvarmak istedim.
Annem yoktu ama bana senelerce anne olmuş bir kadının göğsünde saatlerce bir anda yok olan hayatıma ağladım. Sesimi zor şer bulduğumda ise tek isteğimi dile getirdim.
Yersiz yurtsuz kaldım beni yuvama götür. "
Fısıltımı sadece kızılım duydu. Güçlü olmam gereken yerdeydim biliyordum ama önce çok fena dağılmalıydım. Yuvam da kocamdan kalanlara sığınıp durulmalıydım. Zihnimde zehirli dişlerini bana geçirmeye çalışan yüzlerce fısıltı vardı ama duymaya benim hiç mecalim yoktu o an.
Ben şimdi sadece evime gitmek istiyordum...
Sabaha karşı yuvaya giriş yaptığımızda öyle bitkindi ki vücudum Veronica ve Hakan kollarımda olmasa yürüyemeyeceğime yemin edebilirdim.
İsveç'ten çıkışımız oldukça olaylı olmuştu. Uyanışımla orada bulunan ve benim hiç görmediğim yedi üs lideri benimle görüşmek istemişlerdi. Ama bilmedikleri şey benim hiç birinin yüzünü zerre göresim yoktu.
Gökay Turan onlarla sadece tanışmak için yarım saat istemişti benden ve ben de zerre acımadan Alparslan'ın nerede olduğunu sormuştum ona. Hepsi burada boş boş beni beklerken Alparslan'a ne olduğunu yüzüne haykırarak sormuştum. Gözlerini kaçırmasına ya da utançla kaplanan yüzüne merhamet edeceğimi düşünmesin kimse benden. Bu saatten sonra kimse için hassaslaşacak bir kalp taşımıyordum zira ben.
Oradan çıkarken beni rahat bırakmadıkları taktirde projelerini gözlerinin önünde yakacağım tehtidi de ellerini kollarını bağlamış olabilir, bilemiyorum. Dedim ya benim kimsenin gönlünü görecek takatim yoktu.
Bizim için uçak hazırlanmışken Duhan bana sımsıkı sarılmış 'oğlumun ölüsünü ya da dirisini almadan gelmeyeceğim karşına' diyerek beni öylece bırakmıştı. Utanç kaplı gözleri benimde bakamadığım gözlerime değmedi. Hakan'ın alnıma konan öpücüğü ve kulağıma onu getireceğini fısıldayışı da aynı anda gerçekleşmiş ve hemen ayrılmaları, Alparslan'ın peşine düşeceklerini anlamamı sağlamıştı.
Bir süre arkalarından baktım. Dirisi ya da ölüsü mutlaka alınacak olan kocam neredeydi benim?
Duhan asla onun ölümünü kabul etmiyordu. Bağı yitirmiş aklım ne kadar inkar etse de kalbim Duhanın inancına deli gibi sarılmak istiyordu.
Yuvadaki odamda öylece yatıyordum.
Ben evime gelmek istemiştim ama burasını artık evim gibi hissedemiyordum ki. Ben salıncaktan yatağımda, onun kollarında uyuduğum evimi istiyordum. Bana şiir okuduğu koltukta beni izleyen gözlerini seyretmek istiyordum. Saçlarımda gezinen parmaklarından yayılan şefkate ölürcesine muhtaçtım tam da şu anda.
Allahım!!! Benim canım çok acıyor, ben onsuz çok acıyorum.
Odamda zerre uyumadığım, ama gerçekleri görmemek içinde gözlerimi açamadığım saatler geçirdim. Veronica'nın sessiz kontrollerini böyle savuşturabildim. Benim merhametli kızılım yüzüme her baktığında ağlamayı ne zaman bırakacaktı acaba? Ya da aynı acıyı seneler evvel yaşamış o yaralı kız aklına geldikçe bana acıyor muydu?
İnkar etmeyeceğim bir gerçekti bu. Acınacak, zavallı bir haldeydim tam da şu anda. Ben onu benliğimin her zerresinde hissetmeye yeni başlamışken kaybetmemeliydim. Onunla yaşadığım anlar gözlerimin önüne geldikçe nasıl sevgimi hiç hissettiremeyişim zulüm ediyordu bana. Ben onu severken bile ne kadar az göstermiştim içimdeki varlığını. Şimdi benliğimi kaplayan sis kalkınca farkına varmam bana haksızlık değil miydi? Canım iki kat daha yansın diye miydi bilmiyorum ama onun sınırsızca ayaklarıma serdiği sevgisini bile şimdi öyle güçlü hissediyordum ki daha da acizleştiriyordu bu farkındalık.
Sağ dizimde yılan gibi kayarak diz kapağımın etrafını tavaf eden varlığı hissettiğimde irkilmedim. Bedenim yıllardır ona öyle alışkındı ki şu an benim fark etmem bile yabancılamasına neden olmuyordu.
Yuvaya girmek bir anlamda iyi gelmişti açıkcası. O çaresiz girdaptan sıyrılınca Duhana daha çok hak verdim. Onu benden ayırmanın yolunu bulmuş olmaları öldüğü anlamına gelmezdi belki de. Duhan zerre tereddüt etmeden "o CUNTOS" demişti. Bu hikayede tek sır ben değildim aslında. Onun da kim olduğunu bilemeyişleri bir bakıma korurdu onu.
Duhan uçakta gözlerimi dinlendirdiğim o anda, fısıltıyla bir şey itiraf etmişti. Doktorun kendini öldürmesinin plan dışı bir karar olduğunu ilk kez dillendirmiş, bunu yapma sebebini kimseye söylemediğini açıklamıştı. CUNTOS konusunda Birliği kör bırakmasında bir neden olduğuna deli gibi inanıyordu. İşte tam da bu yüzden onun öldürülmesi düşmanımızın da onu yok etmekten kaçınacağı o açık oluyordu.
Beşinci kan ikinizsiniz diye tekrar etmişti kulağıma. Ve hiç kimse beşinci kanın maksadına, ne için var olduğuna hakim değilken riske atmaz!
Elim diz kapağımın üzerinde okşamaya başladığında devâm yavaşladı ve dönüşleri durdu. Öylece avucumun içinde sıcaklığını hissettim. Ona dokunmam hoşuna gitmiş gibi elimin altında tüm kıpırtısını kaybedip, uykuya daldı. Tıpkı bir bebek gibiydi. Annesi tarafından okşanınca mayışıp, uykuya dalan bir bebek.
Duhan haklıydı. Ben bu projenin hâlâ çözülmemiş kilidiyken CUNTOS en büyük sırrıydı. Onu var etmek için ömrünü harcayan kadınla sır yıkıntıların arasında kaybolmuştu. Ve adımın Şifa olduğunu bildiğim kadar eminim ki zihnim CUNTOS için büyük sırrı itina ile saklıyordu.
Zihnimdeki kaosa kulak misafiri olmak istedim biraz da. Ordaki kalabalık kalbimdekini hissetmememe neden olur umuduyla, birazda o uğursuz fısıltıların şekillenmesine izin verdim. Doktorun sesi bir uğultuydu ve üzerine gitmesem sadece öyle kalacaktı bundan emindim.
Kelimeleri anlamak çok zorluyordu beni. Fantastik bir kitabın içine sıkıştırılan o zavallı kız gibiydim. Olanları yaşıyordum ama kabullenmek istemiyordum.
Olanlardan o kadar emindim ama dillendirmeye korkuyordum. Bir deli Hastanesi'ne kapatılmış, aklını yitirmediğine insanları ikna etmeye çalışan bir zavallının çaresizliği vardı üzerimde.
Hiç kimse uyanışın bendeki etkisini sormuyordu. Hiç kimse vücudumda kendi isteğimle şekil aldığını düşündükleri devâyı ağzına almıyordu. Onun benim bir parçam olduğunu, başlı başına onun benden ibaret olduğunu bilmiyorlardı. Avucunun altından kayarak dizime yukarı süzülüşünü, sancıyla kıvranan kalbimin etrafını sarışını onu takip eden elim hissediyordu. Göğsüme yayılan ferahlık hissi için çoğu zamanını kalbime dolalı geçirdiği dikkatimden kaçmadı.
Şu an en zayıf yanım yitip nabzının acısıyla kıvranan kalbimdi ve devâm onu korumak için sıkı sıkı sarmalıyordu.
Hiçliğe süzülür gibi gözlerimi kapattım. Bir kaos vardı ama ben görünmez bir pelerinle süzülür gibi içinde dolaşmaya başladım. Kokular, anılar, hisler, acılar her odacıktan fırlamış, nerede durmaları gerektiğini bilemeyişleriyle karmaşık bir düzen kurmuşlardı beynimde.
Bunu hep yapıyormuşum gibi bir güven vardı. Yeni değildi bendeki bu his. Sadece ben yeni farkına varıyordum. İlmek ilmek işlenen DNA' karım, satır satır dokunmuş beynimle muazzam bir orkestra kurmuştu demek ki.
Bir tıslama daha yayıldı içime. Sanki biri yan odadan sesleniyormuş gibi somuttu sesi.
Her adımıma bir sır saklaması ondan nefret etmeme neden oluyordu. Kılıç olarak bahsettiğinin ne olduğunu anlamıyordum işte. Üstelik kime sorsam cevap bulamayacağımı bilmek delirtiyordu beni.
Utanarak söylüyorum ki şu an yanımda olamayışı kızdırıyordu beni. Ona çok ihtiyacım varken beni bırakmasını hazmedemiyordum. Ben onu kaybetmiş olmayı kabullenemiyordum. O olmadan adım atamayacakmışım gibi hissediyor olmak öldürüyordu beni.
Nasıl bırakırdı beni böyle bir keşmekeşin içinde?
Öfkeye tutunmaya çalışan acıma dudaklarım hissiz bir gülümseme yolladı. Böyle iyilelemeyeceğimizi biliyorduk halbuki.
Sonra tekrar tekrar duyduğum bu cümleyi dudaklarım tekrar etti.
Bir kılıç vardı bu hikayede. İki yılanın dolandığı ceduceusun tam ortasında bir kılıç.
Ama neyi temsil ettiğini bulmam gerekiyordu. Benim o günlüklerin dilini anlamam gerekiyordu. Hiç bir şey için değilse bile kaybettiğim ann-babam için, onun benimle olamayışı için anlamam gerekiyordu.
Şu saatten sonra kendim için dileyebileceğim hiç bir şey yoktu ama intikam baki olan tek dalımdı.
Yorgun bedenimi duşa taşımak, açlıktan isyan eden midemi susturmak ve sessizce her adımımı takip eden Veronica'yı iyi olduğumu inandırmak için yarım gün uğraştım. Sonra da Duhan'ın yenilmez kurallarına uyum sağlayarak koruma ordusu eşliğinde evime gittim. Bunun sadece acıyı kızıştıracağını bile bile, açık yarama avuç avuç tuz bastım.
Kokusu bile kalmamıştı onca zamandan sonra adımımı attığım evimde. Tozlanmış, her yanına yalnızlık sirayet etmişti. Aptal kafam o olmasa da beni avutur sandığım evimde umduğunu bulamamıştı işte.
Merdivenleri tırmanıp odamıza çıktığımda şu saate kadar sesi çıkmayan göz yaşlarım ılık bir his bırakarak yanaklarıma aşağı yuvarlanmaya başladı. Yatak örtüsünü düzeltmeden çıkmıştık, hâlâ aynıydı. Yaklaşıp uzandığım yastığına burnuma dayadım, kokusu yoktu. Onun gibi kokusu bile terk etmişti beni. Halbuki çok seviyordum o kahve ve çikolatayı andıran yatıştırıcı kokusunu. Göğsüme sıkı sıkı bastırdığım yastığıyla onsuz bir kere bile uzanmadığım yatağımıza devirdim vücudumu.
Biri bana yol göstermeliydi, çünkü ben pusulamı onunla beraber kaybetmiştim.
Ne olur Alparslan nefes alıyor ol. Ne olur beni bırakmamış ol. Kalbim gidişini kabullenemiyor, benim göğsüm delirmişcesine bir ızdırabın ortasında kan kusuyor.
Benim bir mucizeye tam da şu anda öyle çok ihtiyacım var ki. Benim kapkaranlık yolunda küçücük bir mum alevine muhtaçlığımı dilim anlatamazdı.
Tenim unutmuş gibiydi onu. En acısı da bu ya. Dokunuşlarını hatırlayamıyordum. Beni ilk öptüğünde ne hissettim, içimde canlandıramıyorum. Beynim yatırıldığı uykudan uyandığından beri geçmişimde bana hissettirdikleri, tenimden kazınmış gibi yoktu. Eğer kalbim onun kim olduğunu hatırlamasa hiç var olmamış sayacak kadar onu benden almışlardı.
Odayı yudum yudum içen gözlerim onun hatıralarını zihnimde yeniden canlandırmak için bir savaş başlattı beynime. Görmeye tahammülüm olmayan gözlerim bile seni tekrar harelerine hapsetmek için yalvarıyor, duyuyor musun beni Alparslan?
Seni istiyorum, beni hissedebiliyor musun Alparslan?
Saatleri devirdim. Gecenin karanlığını seherin ışıklarıyla değiştim. Ne uyuyup acıdan sıyrılabildiğim ne de gözlerimi açıp gerçekle yüzleşebildiğim o zifiri katran da debenenip durdum.
Şafak sökerken elim midemin alt kısmında bir girdap oluşturan devâmı okşuyordu.
"Kılıcı söküp alacak kadar güvenin var mı? İlmekleri sayacak kadar sabrın var mı?"
O uğursuz ses tekrar beni gafil avladığında bu sefer bir acı dalgasıyla çarpıştı ruhum. Beni delirtmeye çalıştığına yemin edebilirdim artık.
"Ne kılıcından bahsediyorsun Allah'ın belası? Bırak artık! Bırak, aklımı yitireceğim bırak beni!"
Saçlarımı kavrayan parmaklarım, gücünü yitiren ayaklarım da dilim gibi çığlık çığlığa isyandaydı. Odanın duvarlarına çarpan sesim yine karşılıksız kalmıştı işte.
Belleğime ilmek ilmek işlediği ses bana ne demek istiyor zerre kadar anlamıyordum. Anlamadıkça yaralı bir hayvan gibi saldırmak istiyordum herkese.
Gözlerim cevap arar gibi odanın duvarlarında dolaşıyor, devâm çıldırmış bir korkuyla bedenimin her yerinde geziniyordu. Dehşetim onu da paniğe sürüklemiş, vücudumda sakin tek bir nokta için arayışa sokmuştu.
Benim hiç bir zerremde sakin, sükunete bulanmış tek bir köşe yoktu. Zihnimin kaosu büyüdü. Beni, onu, projeyi, doktoru, yılanları, kılıcı, ilmekleri, renkleri yuttu.
Tam da şu an da vazgeçebilirdim. Her şeyden elimi eteğimi çekip acıma kendimi hapsedebilirdim. Ben aslında tam pes etmem gereken o noktada aklımı kaçırıp, bir köşede ölümü bekleyebilirdim.
Eğer ilmek ilmek işlenmiş kelimeler, gözlerimin önüne iki yılanın sarmaladığı bir kılıcı ve o kılıcın yine ilmek ilmek dokunduğu kilimi hatırlatmasaydı.
Eğer ben harfleri renklerde arayarak ayları mı vermek yerine ilmeklerde aramayı akıl edebilseydim zamanın içinde kıvranmak yerine o kılıcı, o lanet iki yılanın ortasından söker alırdım.
Gözlerimin ardı deli gibi yanmaya başladı. Devâm güçlü bir sıçrayışla enseme damgalanmış dövmenin altına saklandı.
Evden nasıl fırlayıp çıktığımı net hatırlayamıyorum. Yuvaya dönüşüm, Veronica'ya günlüklerin yerini öğrenmek için yaptığım baskı, Gökay Turana, Umuta uçtuğumu bildirişim....
Öyle çok zihnimde dönenlere konsantre oldum ki başka bir şey düşünsem beynimdeki yol karanlığa gömülecekmiş gibi bir korku daldı ruhuma.
Umut'a taşınmış günlüklerin bilgisiyle Gökay Turan, korunun ardındaki açıklığa bir helikopter indirmişti. Veronica tedirgin gözlerle beni izliyordu, biliyorum çok da korkuyordu ama bencilce kimseyle konuşmak istemediğim bir andaydım. Tek düşündüğüm kılıcı ortadan kaldıracak kelimelere ulaşmaktı. Uyanıştan sonra iki kere aynı cümleyi duymam tesadüf olamazdı. İnandığım ya da tutunduğum o tek ipucu bana bir yol gösterecekti. Umut'a iniş yaptığımızda Zuhur'un da bana doğru hızla geldiğini gördüm.
Esmer teninde boncuk boncuk biriken ter koştuğunu, hatta oldukça uzak bir mesefeden koşarak geldiğini kanıtlar nitelikteydi.
Sayılı kelimelerinden birini bahşetti bana. Endişelenmişti benim için. En son beni ne halde Duhan'a teslim ettiler bilmiyorum ama onları çok korkuttuğumu şu an ki yüz ifadesinden anlayabiliyorum.
Gözlerimi açıp kapayarak onayladım. Bende olabildiğince hızlı adımlarla daha önce geldiğim büyük binaya yöneldim. Peşimden geldiklerini ayak seslerinden duyabiliyordum.
Gökay Turan'ı binanın girişinde sağa sola yürürken görmeyi beklemiyordum açıkcası. Beni kendi ofisinde bekleyeceğini düşünmüştüm.
Sesinde saf şefkati hissedebiliyordunuz. Benim için endişelendiğini gözlerinin her yerimde titreyerek dolanmasından anlayabiliyordunuz. Serdar Komutan'ın silah arkadaşı vardı karşımda. Her hangi bir birliğin, projenin başkanı değil arkadaşının kızı için endişelenen sadakatli bir dosttu şu anda.
"İyiyim, onların yanına gitmem lazım."
Başını sallayarak kolumdan tuttu ve yönlendirdi. Daha önceki prosedürden zerre taviz verilmeden hazırlandım ve onca zamandır bakıştığım dokumaların yanına tekrar girdim.
Kilim de vatoz da olduğu gibi duvara sabitlenmişti. Yanıma girmeden aldığım kağıt ve kalemi cam masanın üzerine bırakıp kilime yaklaştım. Beyaz ve siyah yılan da parmaklarım dolaştı. Uzun uzun kılıcı inceledim. Kilimin en başına adımladım. İlk ilmekle başladım saymaya. Renkleri numaralandırmıştım. Aynı ton olan gri ilmekleri saymaya başladım.
Gözlerim yandı, görüşüm bulandı. Çıktım, bana oksijen sağlayan tüpü değiştirdim geri girdim. Zuhurun oturmak gibi insani bir eylemi yerine getirmeyeceği bir sıkıntıyla beni takip ettiğini biliyordum.
Saatlerimi aldı. Günler gibi geçen saatler geçirdim o odada.
Aslında o kadar hakimdim ki. Günlüklerin sırrı dilimin ucunda hatırlanmayı bekleyen tek kelime kadar yakındı. İnsanın bildiği ama anlık akıl tutulmasıyla çıkaramadığı o hissi veriyordu onlara bakmak.
Ve sonunda buldum. Ben zaten bildiğim sırrı, zihnimin kuytularından çıkardım. Ben de dahil herkes günlükler için oluşturulan alfabeyi renkerde ve o renklerin yirmi dokuz oluşuyla kendi dilimize ait alfabede aradık.
Ama doktor grilerin tonlarına harf saklamamıştı. O her griye dokuduğu ilmek sayısına gizlemişti kelimelerini. Pragda kilimin en son düğümündeki ateş yanığından gözümü alamamıştım. Grinin en koyu tonu orda son bulmuştu. Halbuki biraz daha dikkatli baksam kilimin başladığı yerde en açık tonda gride de minik bir yanık izi vardı. Başlangıç olarak en açık geriden en koyu griye kadar numaralandırmam için bırakılan bir ip ucu...
Yirmi dokuz farklı tondaki elifleri sıra sıra açıktan koyuya doğru kağıda geçirdim. Yirmi dokuz farklı tonu birbirinden ayırmak ne kadar zor anlatamam kimseye. Gözlerimin değişen rengini gördüğüm andan beri nefret ettiğim irisler için ilk kez minnettardım.
Bedenime yayılan şifa sayesinde hiç olmadığı kadar keskin ve dikkatliydi artık. Grilerin değişen tonunu normal bir görünün böyle muazzam ayrıştırması imkansız gibi geliyordu bana. Farklar çok zayıftı. Grilerin geçişlerinde emin olmak için tekrar ve tekrar kontrol etmem gerekmişti.
Sonra ise o yirmi dokuz grinin değiştiği her ton için ilmek sayısı hesaplamıştı.
Şimdi ilmek sayılarıyla eşleştirmek kalmıştı bana da. İlk sıradaki ilmek, yirmi beş numaralı gri tona ait elif içindi. 25 numaralı grinin ilmeklerini saydım. Tam on üç ilmek vardı ipin tonu değişmeden. Aynı tonda ki grinin karşısına "13" yazdım. Yirmi beş numaralı Elif'in temsil ettiği harf alfabenin on üçüncü harfiydi.
Sıradaki tonun eliflerdeki yansımasına ilmekleri saydıktan sonra "10"yazdım. Bu sıraya dizdiğim eliflerin beşincisiydi. Ama ilmek sayısı onu gösteriyordu. Günlüklerde beş numarayı verdiğim Elif'i gördüğüm her yer artık alfabenin onuncu harfini temsil edecekti.
Doktor renkleri sıralamıştı. Şahin günlükler hakkında bir kez her renk için harf kombinasyonu denendiğini ama anlamlı tek kelime çıkmadığını söylemişti. Çıkmaması çok mümkündü zaten. Çünkü doktor her bir elife bir ton gri ayırmıştı. Sonra her ton griye ilmek sayısıyla bir harf bağlamıştı. Gören herkes renklerde arardı ama kimse Pragda bir şatonun duvarında, herkesin göreceği şekilde sergilenen kilimin ilmek sayısında aramamıştı sırrı.
Bu şekilde koskoca kilimin ilk ilmeğinden itibaren saymaya, eşleştirmeye başladım. Kalbimde kanat çırpan kuş, bu kadar umutlanmışken boşa bir uğraş vermiş olmayı düşünmek bile istemiyordum. Kanatlarını kırıp orada pes etmek istemiyordum.
Veronica'nın helikopterde zorla yedirdiği bir paket bisküvi ve bir kutu meyve suyunun bedenimi ayakta tutmasına inanarak saatlerimi geçirdim.
Gözlerimin yanmasını, ağrıdan çığlık atacak duruma gelen beynimi zerre umursamıyordum. Tuhaf bir şekilde bedenimde ki "devâm" da yaşadığım heyecanı anlamış gibi Güneş'in omzuma dağladığı simgenin altında uykudaydı. Saatler geçmesine rağmen bir kez bile bedenimde dolaşmamıştı. Anlayışlı bir bebek gibi dikkatimi dağıtmamak için miydi bu suskunluğu bilmiyordum.
Tüm renklerin ilmeklerini sayıp not ettiğimde derin bir soluk alıp olduğum yere çöktüm. Sadece bir kaç dakikalık zaman verdim kendime. Tekrar zihnimi berraklaştırmalı, doğru yerlere yerleştirmeliydim harfleri.
Ayağa kalktım. Günlüklerin ilk başında yer alan dokumanın önünde durdum. En üstte üç elifin başlık gibi diğerlerinden ayrılması ilk bakışımda da dikkatimi çekmişti. Elimdeki kağıtta yirmi dört numaralı 'elifin' karşısında yazan ilmek rakamını ilk sıraya yerleştirdim.
İkinci elif on bir numaralı elifti ve bu ilmek beni çok zorlamıştı. Çünkü bir tane olan bu tonu kilimde kaybetmek o kadar kolaydı ki. Onun karşısındaki harfi de yazdığımda son elif için tekrar gözlerim kağıtlara kaydı. Yirmi dokuz numaralı elifin karşısında yazılı olan harfle dudaklarım kıvrıldı.
Doktorun neden ilmeklere işlediğini anlamış oldum böylece sırrını. Bakan her göz ya sayılarda ya da harflerde arayacaktı gerisinde bıraktığı sırrı. Kimse ilmeklerin içerisine saklanabileceğini düşünmeyecekti.
İnsan düşünmeden edemiyordu bir yandanda. Her ilmeği tek tek sayarak dokumak, bunun yanı sıra böylesi muazzam bir şekli ortaya çıkarmak, her sayıya bir harf saklamak nasıl bir aklın ürünü olabilirdi ki? 1
Her şey farklı olsaydı seninle tanışmayı çok istedim doktor. Neler yaşadığını, neler hissettiğini, parmaklarını bu kilim için kaç kere yaraladığını, her harfi yazarken ne düşündüğünü senden dinlemeyi deli gibi isterdim.
Gözlerim kilimden ayrıldığında ise elimde sıkmaktan buruşmuş kağıda döndü. Şimdi pes etmeden, yorulmadan, acımın verdiği güçsüzlüğe yenilmeden dik durmam gereken o yerdeydim. Gözlerimi kanatmam gerekse bile her ilmeği tek tek tekrar saymalı ve her harfi doğru yere oturtmalıydım.
Başıma gelecekleri biliyor gibi ilk dokuduğu kelime umut oldu savaş meydanı gibi olan ruhuma. Dudaklarım telaşsız bir tebessümle ağır ağır kıvrıldı.
Sesim kendini bulduğunda seslice dile getirdi kurak topraklarıma çiçek eken kelimeyi.
"BAĞ..."2
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
34.24k Okunma |
5.05k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |