
Selam güzellikler🤍 Şifa için muhteşem bir akşam. Lütfen afişimizin olağanüstülüğünü abartalım. DESTİNA SULTAN AVCI seni yaratan Allaha kurban olurum bu ne kadın bu nasıl güzel bir afiş.

Kendime geldiğimde zaman kavramını kaybetmiş bir sisin içerisindeydim. Perdelerinde tamamen kapalı olmasından gece mi gündüz mü anlayamamıştım bile. Sadece tüm bedenimi saran bir ağrı ve tüm ruhumu tüketen şu acı...
Ellerimi dağılmış saçlarımda dolaştırıp, beynimi sızlatan ağrıyı tutabilmek için kafatasımı avuçladım.
Sahi en son ne olmuştu?
Şahin'e bağırıyordum, kollarımı tutuyorlardı sanki. Sonra kağıtları fırlattığımı hatırlıyorum, saçlarımın çok acıdığını, burnuma kanın kesif kokusunun sızdığını...
Ne olmuştu bana böyle? Kollarımda çizikler, bileklerim zincire vurulmuş gibi izlerle doluydu. Kollarıma bunu kendim mi yapmıştım? Beni tutma çabalarında mı oluşmuştu bu morluklar? Saçlarımın dipleri hâlâ sızladığına göre oraya da el atan bendim.
Düşündükçe gözümde canlanan şekille ve Şahin'in bilemeyişi kanı beynime sıçratmıştı. Hayatımın hiç bir evresinde bu kadar sinirlendiğimi, gözümün döndüğünü hatırlamıyorum.
Yavaşça doğrulup çıplak ayaklarımı parkeye bastığımda daha iyiydim. Kollarıma daha dikkatli baktığımda tırnaklarımın tenime hiç acımadığını gördüm. Neyse ki kolay iyileşeceklerdi ve hiç olmamaşçasına izleri yitip gidecekti.
Duşa girip kendimi biraz daha toparladığımda aşağı indim. Yuvada kim var bilmiyordum ama derin sessizlik kimsenin olmadığına işaret gibiydi. Salona geçtiğimde yanıldığımı fark ettim. Şahin ve Veronica öylece oturmuş bekliyorlardı. Ne olduğunu tabiki anlamadım ama bir şey bekledikleri her hallerinden belliydi.
Şahin saniye farkıyla saatini takip ederken, sol ayağını kontrolsüzce sallıyordu. Ve Veronica...
Benim kızılım asla tırnaklarına dişleriyle zarar vermezdi, ölmediği sürece. Beni ilk fark eden de o oldu. Gözlerinden akıp giden paniği görmek için onu tanıyor olmanıza da hiç gerek yoktu üstelik.
"Ne oldu?"
Sesimi tanımayamadım bir an. Boğazımdaki güçlü yanmayla attığım çığlıklar tekrar kulağıma doldu.
Ne oldu dedim ama bu kısa soru bir çok anlam besliyordu benim için. Ne oldu da siz böylesi gerginsiniz? Ne oldu da kabınıza sığamıyorsunuz ve ne oldu da bana böylesi korkak bakıyorsunuz?
"İyi misin bebeğim? Ne zaman uyandın? Hadi bir şeyler yedirelim sana, neredeyse bir gündür uyuyorsun."
Bir gün...
Ne kadar uyumuştum ben böyle? Gerçi son zamanlarda bir kaç saatlik uykuya hasret bedenim sonunda direnmeyi bırakmışsa üç gün bile uyumam şaşırtıcı olmazdı.
"Veronica! Ne oldu dedim! "
Veronicanın tedirginlik ve ışıltı dolu bakışlarını çözemedim. Keyifli mi korkak mı öyle bir arafta kalmıştı ki kendi de çözemezdi bana kalırsa.
"Şifa önce sakin ol. İyi şeyler oldu, Alparslan'ı buldular. Kerim, Duhan ve Hakan almaya gitti. Biz de haber bekliyoruz."
Duyduklarımla kalbim kafesinde takla attı sanki. Ve devâm onu hissedemeyeceğim kadar sessiz kaldığı uykusundan bir anda uyanıp karnımın içinde girdap oluşturmaya başladı.
"Nasıl? Ama... Ama yeri?"
Veronicanın altın hareleri daha da ışıldadı.
"Kerim armayı tanıdı. Kurdu kimin aldığını anladıklarında da ekibiyle bir operasyon başlattı. Onu sana getirecekler bebeğim."
Elim kalbimde öylece her kelimeyi sabırsız bir bekleyişle dinledim. Ama bir yanım... Beni daldığım rüyadan uyandıran o yanım Alparslanın ne halde olduğunu balyoz gibi vurdu kafama. Bana ihtiyacı vardı onun. Bensiz yapamazdı ki. Herkesden çok ben olmalıydım yanında.
"Ben... Ben niye gidemedim? Beni niye götürmediler? Onun bana ihtiyacı var. Benim gitmem lazım Veronica."
Yüzünde yeşeren mutluluk benim yalvaran sesimle gölgelendi. Sözlerimdeki maksadı bilişi benim acıma ortak etti onu. Kalbimin ona olan bağını, ruhumdaki düğümü anlattığımda aklı kabul etmemişti ama tüm hisleri gerçeği ona bağırıyordu.
"Minik sırtlanım sen iyi değildin. Sinir krizi geçirdin, sakinleştiriciyle anca durdura bildik. Üstelik zamanları da yoktu. Ama getirecekler! Kurdu sana getirecekler bebeğim, Kerim tüm kurallarını yıktı. Duhan bile hiç bir kaideye uymadan bu operasyona ortak oldu."
Ayaklarım beni taşıyamadı. Olduğum yere, mermer zemine dizlerimin üzerine oturdum. Getireceklerdi... Kerimin ona bağlılığını biliyordum ben. Üstelik dayım için Alparslan bir oğuldu. Getirirlerdi...
Bitmiş miydi yani? Acıma son vermek için onu alıp geleceklerdi işte. Derin bir nefes aldım. Çok uzun zamandır alamadığım kadar lezzetli bir nefesti. Benim de gidemeyişim içimi biraz burktu ama hiç önemli değildi. O geldikten sonra hiç bir şey önemli değildi.
"Ne zaman gelirler? Çok oldu mu gideli?"
"Bilmiyoruz bebeğim, haber bekliyoruz."
"Saat kaç şimdi Veronica?"
"Altı olmak üzere. Yaklaşık yirmi saattir uyuyorsun."
Başka bir şey soramadım. Şahin'e iki kelime bile kuramadım. Kalbimde bir çarpışma vardı. Ona kavuşacak olmanın sevinci ve onu ne halde bulacak olmanın korkusu kanlı dişlerini geçiriyorlardı tenime. Veronica benim için çorba yaptı, biraz onu içtim. Saliseleri saydım bir zaman da. Yuvadaki her metrekareyi arşınladım. Geldiğinde beni böyle görmesin diye kendime çeki düzen verdim. Yani saatleri öyle boş öyle amaçsız geçirdim ki yeni bir sinir krizinin üzerinde tek ayağımla yürümeye başladım.
Gece yarısına çok az kaldığında Şahin'in telefonu çalmaya başladı. Hepimizin bakışları ona kilitlenmişti. Elindeki telefona baktığında titreyen göz bebekleri bana dolandı. Hâlâ çalmaya devam eden telefonu bana uzattı. Bilmiyorum belki de kötü bir haber alırsa bana söyleyecek o kişi olmak istemiyordu.
Kalbim çıldırmış gibi atarken alıp kulağıma tuttum.
"Dayı..."
"Sana çok ihtiyacı var kızım. Biran önce gelmen lazım, çok ihtiyacı var..."
Dayımın sesi kulağımdan süzülüp, beynime dolarken tek bir kelime edemedim. Elimden kayıp giden telefonla dışarı kapısına koşmaya başladım. Nereye gideceğimi bile bilmiyordum halbuki. Şahin'in konuşma seslerini duyuyordum ama ne söylüyor algılayamıyordum.
Onun bana ihtiyacı vardı! O zaman çok mu kötüydü? Duhan için beni çağırdıklarında hiç umutları kalmamıştı. O zaman çok kötü olmalıydı. Dayımın sesi titriyordu. Onun sesi mutluluktan titrediğinde nasıl olur bilmem ama acıyla titreyişini çok iyi bilirim.
Bu ses canımı çok acıtmıştı...
"Arabayı çıkarsanıza!!!"
Hiç bir zaman korumalara yada herhangi bir çalışanımıza karşı bu kadar terbiyesiz olmadım. Sanırım insan acı çekerken tüm değer yargılarını da kaybedebiliyordu.
Bana ihtiyacı vardı! Duhanın sesini acıtacak kadar hemde...
"Şifa hadi fıstığım gidelim. Bak şu tarafta arabam, sen kullanamazsın hadi çekirge gitmemiz gerekiyor."
Şahini kafamı sallayarak onayladım öylece. Gidilecek yeri bile bilmezken nereye gidecektim ben Allah aşkına? Bizimkileri de çok korkutmuş olmalıyım, Şahin benimle hiç bu tonda konuşmazdı.
Sanki yollar uzamış gibi bitmiyordu. Lanet yol uzadıkça uzuyordu resmen. Veronica'yla yerleri değiştirmişiz gibi şimdi de tırnaklara eziyet etme sırası bana geçmişti. Oldukça lüks görünen bir hastaneye araç giriş yapınca her an tetikte bekliyordum. Kapı açıldığında koşarak çıkmam lazımmış gibi.
Hızlı adımlarımızın sesi her yerde yankılanıyordu. Tüm hastane boşaltılmıştı. Kapıda bizi bekleyen üç beyaz önlüklü adam ve Hakan vardı. Ben onlara yaklaştığımda kimse konuşmadan Hakan elimi tutarak koşmaya başladı. Bu beni daha da çok ürkütmüştü. Yüzündeki korkuyla harmanlanmış panik onun içindi. Çok kötü haldeki kocam içindi.
Üst üste bastığı asansör düğmesi sonunda kapıları açtı. Beş rakamına basınca beklemeye başladık. Soramıyordu dilim. Ne yaptınız, nerede buldunuz, durumu nasıl?
Hiç birini dilime değdiremiyordum. Kapılar aralandığında yerde oturan ve üstü başı darmadağın olan dayımı gördüm. Sol çaprazında Kerim ve haftalarımı geçirdiğim vatozdaki arkadaşlarım...
Hızlanıp dayımın önüne diz çöktüm.
"Dayı... Dayı nerede benim kocam?"
Bana kan çanağına dönmüş, ağlamaktan beyazları kızıl damarlarla kaplanmış gözleriyle baktı.
"Şifam..."
Diyecek başka bir şeyi yokmuş gibi bana öyle yıkılmış bakmasaydı keşke. Beni bu hali çok daha fazla korkutmaya başladı. Devâm da aynı ben gibi korkuyla ne yapacağını şaşırmış, kalbim ve ensem arasında karmaşık bir yol oluşturmaya başlamıştı. Bedenimde ona en çok nerde ihtiyacım var o bile bulamıyordu.
"Yanına girmem lazım, nerede Hakan? Alparslan nerede?"
Açılan kapıdan ön tarafı kanın uğursuz rengine bulanmış bir doktor çıktı ve peşinden aralıklı dört doktor daha. Öndeki doktor ağzındaki maskeyi söker gibi çekip almıştı yüzünden. Ben daha bir şey diyemeden Duhan ayaklanıp yanıma dikildi.
"Allah aşkına doğru düzgün bir haber ver Selim. Durum ne? Toparlanacak değil mi?"
Sıkıntılı, sorudan kaçmak için zaman kazandıran uzun bir soluk aldı doktor. Tahmini ellilerinin ortasında bir adamdı.
"Ne diyeyim ben sana Duhan? Elle tutulur tek bir yanı kalmamış, ne diyeyim?"
"Ne demek kalmamış?" diyebildim. Ne demekti bu? Yaşıyordu işte, yanına girsem, kalbimin etrafında çıldırmış gibi dönen devâm ona şifa olurdu.
"Tüm vücutta öyle tahribat var ki elimizi nereye atsak kalacak gibi. İç kanama ihtimali çok yüksek ameliyeta almalıyız ama sürekli maruz kaldığı elektro şok kalbi çok yıpratmış. Bir ameliyatı kaldırabilir mi bilmiyoruz. Yanlış kaynamaya başlamış bir sürü kırık kemik var ama en kötüsü parçalı kaval kemiğindeki kırık. Onun içinde bir ameliyat gerçekleşmesi gerekiyor. Beyinde ödem oluşmuş ve vücuda etkisini kestiremiyoruz. Sağ akciğer elektro şokun etkisiyle patlamış, sönük, entübe edildi. Bunlar ilk kontrollerde görünenler, görünmeyen hasarlar ne derece bilmiyoruz. Üçüncü derece yanıklar var sırt kısmında, enfeksiyonlu üstelik. Nasıl nefes alıyor hâlâ anlamış değilim Duhan. Ben böyle sağlam irade görmedim. Bileşenlerin bile gücü bir yere kadar, tahribat çok fazla."
Duhan'ın gırtlağından geçmek için büyük yumru oluşturan sözleri yutamayışını gözlerimle gördüm. Neyi dinliyordum ben hâlâ? Gözümden kayıp giden yaşın izini yavaşça sildim, yüzümdeki tüm duygu kırıntılarını da...
"Duhan, hastaneyi tamamen boşaltın."
Sırtında üçüncü derece yanıklar...
"Tüm kamera sistemini devre dışı bırakın!"
Elektro şoklar...
" Bizim kiliniklerden kim gerekiyorsa getirtin hemen. Ameliyat için hazırlansınlar."
Bileşenler bile yetersiz... Öyle büyük hasar var ki bileşenlerin ona sağladığı ayrıcalıklı hücreler çaresiz...
Öylece duru, duygusuz sesimden çıkanları dinliyorlardı. Ayaklarımı izleyen gözlerim kalktı. Duhanın bana bakan gözlerinde kilitli kaldı.
"Ona direnmesi için gerekeni vereceğim. Siz de sana yapılan ne varsa ona da yapılması için elinden geleni eksik bırakmayacaksın. Bu kısım da kimse olmayacak Duhan. Beni bir deney faresi gibi izleyecek kimseyi istemiyorum."
Bana tedirgin bakışlar atsa da hiç bir şekilde sorgulamadı, ne demek istediğimi çok iyi anlamıştı. Ben susar susmaz Hakanın elinin telefonuna gittiğini yandan görmüştüm. Adımlarım biraz önce doktorların çıktığı sürgülü kapıya gitti. Burası Güneş bünyesinde miydi bilmiyorum. Ama anladığım kadarıyla doktor bizi biliyordu. Bileşenlerden, Alparslanın vücudunda olması gereken etkisinden haberdardı.
Kapı ardımdan tekrar kapandığında biraz daha yürüdüm. Cam duvarları olan bir odanın içerisinde, bir sedyede yüz üstü tuhaf bir pozisyonda yatan adamla öylece kala kaldım.
Ağzında bir hortum yakınındaki makinaya bağlıydı. Burnunda da daha ince bir hortum sokulmuş, beyaz plasterle yanağına sabitlenmişti. Ellerim titriyordu ama şükürler olsun ayaklarım güçlüydü. Sendeleyeceği, bedenimi dik tutamayacağı o zamanda olmadığının farkındaydı.
Bedeninde öğle çok yara, yanık ve morluk vardı ki biraz önce buza çevirdiğim yüzüm yine cehennem ateşiyle yanmaya başladı. Gözlerim her bir yarada dolaştı. Sırtında beni darma dağınık eden yanığa bakamadı ama. Dişlerimin dipleri acıyla sızlıyordu.
Azıcık kendimi bıraksam, sadece birazcık hislerime kulak assam şoka gireceğim gün gibi ortadaydı. Ben hiç bir şey yapmadım ama göz yaşlarım zaten beni hiç dinlemezdi.
Allah'ım bunun için mi aldın kalbimdeki nabzını? O böyle bir acıyla sınanırken aklımı koruyayım diye mi hissedemedim ben onu o kadar zaman? Bedeninde benim tanıyacağım hiç bir zerre bırakmamışlardı. Nasıl dayandı? Nasıl böylesi bir vahşete dayandı benim gözümden sakındığım?
Kalbim acıyla ezildi. İçimdeki cehennem devâmın bile varlığını kesmişti sanki. Pusmuş, hareketsiz öylece kalbimin etrafında bekliyordu. Yıkılırsam diye! Dağılırsam ve acıyla çatlayacak kalbim ona ihtiyaç duyarsa diye öylece beni gözlüyordu.
Ondan ve çektiği acıdan kaçan gözlerimi tekrar bedenine yönelttim. Derin bir nefes aldım.
Hayır ben şimdi kendimi bırakamazdım. Öleceğimi bilsem şu an kendimi salamazdım. O böyleyken değil. Aldığı nefes bile kendine ait değilken değil...
Sonra gözüme sağ çaprazda kalan tavanda yanıp sönen kırmızı ışığın bir kere yandığı ve sonra söndüğü takıldı. O kırmızı ışık tekrar yanmamıştı. Duhan sözümü dinleyip kameraları etkisiz hâle getirmişti demek ki.
Ona yaklaşmaya korkuyordum. Benim yüzüne doyamadığım adamın yüzü tanınmayacak haldeydi. Gerçi ne fark ederdi ki? O benimdi. Benim kocam... Benim kurdum... Benim ruhum...
"Beni özledin mi sevgilim? Ben çok özledim seni."
Üzerimdeki kısa şişme montu çıkarıp olduğum yere bıraktım. Sonra gözlerim etrafı taradı. Bazı yaralarına pansuman yapılmıştı, artıkları ise yan tarafta bulunan tekerlekli masa gibi bir şeyin üzerindeydi. Oraya doğru ilerledim.
"Sen yokken neler oldu bir bilsen. O kadar çok anlatmak istiyorum ki sana."
Parmaklarım bunu sürekli yapar gibi bulduğu bistürüyü kavradı. Sonra etrafı taradı bakışlarım. Masanın arka kısmında kalan raflarda paketlerinde görünen enjektörler dikkatimi çekti. Yanlarına gittiğimde yirmi milimlik bir enjektörü aldım. En büyük buydu. Ama iğne ucu yetersizdi. Gözlerim tekrar rafları taradı ve enjektörlerin üzerinde seri halde sıralanmış iğne uçlarına takıldı. Siyah uçların 22G olduğunu biliyordum ama yetersizdi. Alparslan, dayım gibi şah damarından almayacaktı şifasını. Bunun nasıl olduğunu bilmiyorum ama hücrelerime kadar bağıran bir duygu ona bağlı olduğum yerde beni beklediğini söylüyordu. O yüzden elim siyah kırmızı arasında kalmış bir uça gitti. Diğerlerine göre çok daha kalın ve uzundu.
"Bende değişenler var Alparslan. Ama beni böyle de sevmen gerekiyor. Veronica daha çok seveceğini söyledi, lütfen öyle olsun."
Sağ gözümden kayan yaşı koluma sürterek sakladım hemen.
Tekrar adımlarım monitörden çıkan sese yaklaştı. Bu sesi kaybettiğimde aklımı oynatacak hâle gelmiştim.
Gözlerim yanıyordu. Onun bedenindeki her iz cayır cayır yakıyordu irisime saklanan renkleri. Kana bulanmış omzuna dudaklarımı bastırdım. Kokusunu ondan almışlardı. Çektiği acıyı hissedeyim diye kan kokuyordu artık.
Elim kalbimin üzerinde, sessizce bekleyen devâma gitti.
"Şimdi seninle bunu ikinci kez yapacağız."
Onu okşar gibi göğüs kafesime dokundum. Sırdaşım, yokluğunda beni ayakta tutan güvenli sığınağım elimin altında dalgalanmaya başladığında dudaklarım şefkatle kıvrıldı.
"Hissediyorsun değil mi ne kadar acı çektiği mi? Onun canı yanıyor diye ne kadar ızdırap içindeyim."
Bunu ben nasıl anlatacaktım insanlara. Devâ ile aramdaki bu hissi nasıl tarif edecektim. Ondan bir parça çekip almak bedenimden bir uzuv kopartmakla aynıydı benim için. Ama öylece yatan adam da benim yaşama sebebim olmuştu. Elim okşamaya devam etti.
"Senden vazgeçmek çok zor. İçimdesin, benimlesin tek bir damlandan vazgeçmek ölüm gibi. Ama onsuzlukta ölüm. Lütfen bana yardım et. Bana onu geri getirmek için yardım et. Beni anladığını biliyorum, yemin ederim biliyorum. Onun adı geçtiği her an bedenimin neresinde olursan ol kalbime koşuşundan çok iyi biliyorum."
Hastalıklı başka bir hissin daha pençesindeydi kalbim. Alparslan'a aşkım yetmezmiş gibi devâm için de büyük bir sahiplenmeyle kuşanmıştı. Kimseye vermeme, ondan asla bahsetmeme ve kimsenin ona el uzatmasına tahammül edememe gibi hisselerin koynunda çıldırıyordum. Ama bu öyle bir şey değildi işte. Alparslan her hangi biri değildi ve ben onu böyle daha fazla görüp ayakta kalacak kadar güçte asla olamamıştım.
Adımlarım ona yaklaştı. Elimdekileri hasta yatağının başlığında bulunan bölmeye bıraktım. Ellerim bedenimdeki dar kazağı çekip çıkardı. Tenim üşüse de içim kor bir alevle çevrelenmişti sanki.
Bistüriyi kavradı parmaklarım. Kendini kesecek bir insana göre zerre korku hissetmiyordum. Onu kaybetme korkusuyla baş ederken kendime dair korkularım ölmüş gibiydi. Tam iki göğsümün arasında beni bekliyordu. Ne yapacağımızı biliyor ve asla hareket etmeden onu oradan alıp asıl sahibine kavuşmak için göğsümü yumuşatıyordu.
Parmaklarım bunu sürekli yaparmış gibi bir alışkanlıkla iki göğsüm arasında midemin hemen üzerindeki o boşluğa baskı uyguladı. Gözlerimi Alparslan'ın yanık sırtından ayırmadan bistüri o boşluğa ilk darbesini bıraktı. Sütyenin altından karnıma doğru kanın akışını hissediyordum ama acıyı algılayamıyordum. Alparslana yaşatılan acı benimkinin sesini kesiyordu.
Açılan kesiyi biraz daha derinleştirdim. Sonra parmaklarım kanlı bistüriyi enjektörün yanına bırakıp asıl ihtiyacım olanı aldı ve o kalın ucu yarıktan içeri sokmaya başladı.
Biraz önce bir neşterin yapamadığını bir şırınganın soğuk ucu yapmaya başladı. Devâmın içine dalan uçla acı tüm bedenimi sarmaladı.. İstemsizce dudaklarımdan bir inilti koptu. Dişlerim birbirine kenetli, gözlerim bir an bile kocamın yanık sırtından ayrılmadan bin bıçağın bedenime saplanışı gibi bir acıyla bana ait olanı söküp almaya başladım.
Duhan için de böyle canım yanmış mıydı hatırlamıyorum. Çünkü yavaş yavaş şırınganın içini dolduran sıvı öyle can yakıcıydı ki feryat etmemek için dudaklarımı dişlerimle kilitledim. Ağzıma dolan kan tadı gittikçe artıyordu.
Etim kemiğimden sıyrılır gibi bir sızıyla baş ederken buna devam etmek çok zordu. Sonunda yarığın içinden çekip aldığım iğne ile dizlerimin takati de kalmadı.
Sadece bir kaç dakika ver Allah'ım. Ayakta kalacak bir kaç dakika...
Kana bulanmış parmaklarım derisinde kendi rengi kalmayan adamın kaburgalarına gitti. İğnenin ucunu kırmadan girişini saplaya bileceğim iki kaburga arasını aradı.
Bana bunu yapmayı kim öğretti?
Kalın uç yavaş yavaş yanık derinin içini delip ilerledi. Bu kadar korkup, endişeyle kıvranırken böyle soğuk kanlı hareketlerle yaptıklarım beni bile ürkütüyordu.
Ben nasıl biriydim böyle?
Ona beni akılla bağlamışlardı ama bu bize yetmedi. Biz kendi irademizle kalplerimizi bir birine düğümledik. Bir halatta en zayıf yer inceldiği noktadır, ilk oradan kopar. Biz inceldik ve çok can yakıcı bir şekilde koptuk. Sonra o halata koptuğu yerden düğüm atarsın ve işte o zaman halatın en güçlü, en sağlam yeri o düğüm olur. Ben hiç düşünmeden koptuğumuz yere kör düğümler attım.
Bizi artık koparamazlar...
İki göğsümün arasından çekip aldığım katran karası devâmı, kördüğüm attığım kalbine milim milim bıraktım.
"Seni en çok korktuğundan azat ettim sevgilim. Bizi kopmayacak bir bağla kördüğümledim."
Şimdi bekleme zamanı. Şimdi onun bana dönmesi için yana yana bekleme zamanı...
*********************
İçerdeki kızı merakla, korkuyla ve duayla bekleyen bir çok göz sürgülü kapıdan bakışlarını çekemiyorlardı.
Zamanında bir kere tanık oldukları o hadise şu anda içerde tekrar can buluyordu. Tanrı "İnsanın gücü ne kadar fazlaysa imtihanı da o kadar ağır olur" dercesine ilk seferdeki gibi yine en sevdiğinden yakasına yapışmıştı Şifa'nın.
Onlar yaşam pınarından sökülüp alınan o sıvıyla çok başka şeyler planlamışken iki seferdir canı saydığı adamlar için feda ediyordu benliğinin en özel parçasını.
Kapı kayarak açıldığında ilk Veronica ayaklandı. İçerden çıkan kızla adımları bir an duraksadı. Üst bedeni neredeyse çıplaktı, onu bekleyen tüm haram gözler bir an Şifaya değmiş ve hemen yere kilitlenmişti.
Veronica ise korkuyla bedenini inceliyordu. Azımsanamayacak bir kan bembeyaz tenini kaplamıştı. Bakışlarındaki tüm yıldızlar sönmüş, denizi durulmuş, yeşili solmuştu, toprağı çoraktı. Attığı sarsak bir kaç adımdan sonra ise Veronica'yla göz göze geldiler. Veronica yüzündeki o ifadeyle bir hıçkırığı tutmakta geç kaldı. Eli ağzına kapandı ama gözünden akan yaşlara mani olamadı.
"Gördün mü Veronica? "
Şifanın sesi tırnaklarının avuçlarında yara açacağı kadar bir acıyla çarptı Veronicaya.
"Canımı nasıl parçalamışlar gördün mü?"
Kelimeler dudaklarından dökülür dökülmez daha fazla dayanamayan bedeni olduğu yere yığıldı.
Şok olmuş gibi izleyen bakışlar bununla beraber öne atılıp yakalamak istemişlerdi ama geç kaldılar. Duhan kimseye bırakmadan kollarına alıp kaldırdı. Yüzünün rengi çekilmişti sanki, alnına derin bir buse bıraktı. Şifa'yı boş bir odaya yatırdığında hastaneye giriş yapan ekibin de haberi gelmişti.
Gökay Turan, İsveç, Fas ve Tayland liderleri hastaneye Güneş'in kliniklerinde yetiştirilen profesörlerle giriş yapmışlardı. Etrafta korumalardan etten duvarlar oluşturulmuştu. Kilit noktalara bir çok keskin nişancı yerleştirilmişti.
Güneş'in hassas davrandığı durumlardan biri esnetiliyordu. İki liderin Güneş bünyesi dışında aynı yerde bulunmaması gerekirken dört lider de olayların gelişimi neticesinde hiç de uygun olmayan bir yerde bir aradalardı.
CUNTOS'un durumu ve uyanış gerçekleşse bile görüşemedikleri SPIRÜTÜS DEDİCADE341 ile tanışmak için insiyatif kullanmışlardı.
Sağlık ekibi biran önce Alparslan ile ilgilenirken içlerinden biri Şifa'nın kontrollerini yapmakla görevlendirildi. Cam bölmeden Şifa'ya bakan dört adam düşünceliydi.
"Güneş'e bağlı olmadığı bilgimiz dışında transfer yapışından belli."
Konuşan Tayland ve bölgesinde, birliğe hizmet eden Said Abdulaziz'di. Kendisi Azeri Türkü ve donanımlı bir istihbarat askeriydi.
Gökay Turan bakışlarını adama çevirdi. Yüzünde duygu denilecek tek bir kırıntı bile yoktu.
"Böyle bir bağlılık ile yetiştirilmedi. Üstelik CUNTOS bu haldeyken prosedürü esnetebiliriz. O bize sadık olmak zorunda değil ama anne babasına sadık. Serdar Komutanın kızı mevzu bahisse itaat yeminine ihtiyacım yok."
Fas üssünün lideri Bahadır Ataev, Gökay Turan'ı destekleyen cümlelerle konuşmaya dahil oldu.
"Serdarın kanını bende sorgulamam. Önemli bir durum daha var. Vatoz ve biniciler! Türk Hükümeti bu durumdan hoşnut değil. Görüşmeler ayarlanıp durum kontrolü sağlandığı konusunda ikna edilmeliler. Biran önce devlete ihanet eden askerlerini teslim etmemizi istiyorlar."
"CUNTOS'un durumu netleştiğinde askerlerini teslim edeceğimizi bildirelim. Önce biz sorgulayacağız. Yerini nasıl tesbit etmişler?"
O sırada ardlarında bir boğaz temizleme sesi duyduldu. Dört liderin gözleri de aynı şekilde Kerime çevrildi.
"Kerim?"
Gökay Turan tek kaşı kalkmış, varlığının sebebini sorguluyordu.
"Başkanım... Bildirmem gereken bir durum var. En azından ben teslim olmadan haberiniz olmalı."
Gökay Turanın kaşları daha fazla çatıldı.
"Bekleyemediğine göre önemli olduğundan eminim."
Kerim dikkatle ona bakan üç adama anlık bir bakış atıp tekrar Gökay Turana çevirdi gözlerini.
" Adada olanlar... Kurdu çok kolay aldık başkanım."
Gökay Turanın yüzünde mimik oynamadı ama Kerimin ensesini ürperten bir bakış üzerine yapıştı.
"CUNTOS için asiller böyle bir operasyon düzenleyip onu bize vermezler biliyorsunuz. Adada biri ardımızı topladı. Sekiz eğitimli asker..."
"Yeter Kerim!"
Gökay Turan Kerime doğru üç adım attı.
"Sen ve ekibinin hizmeti çok kıymetli. Güneş için yaptığının değeri paha biçilemez. Çok uzun zamandır su altındasınız. Bir süre dinlenin. Çok yorulduğunuz, aklınızı toparlayın. Sorgudan sonra bir süre iletişim kurulmayacak senle. Hükümetin sesini kesmemiz lazım şimdilik. Zamanı gelince okyanuslarına dönersin evladım."
Kerim her baskılı kelimeyle emri anlamıştı. Sesini kesmesini, sorgulamamasını, denildiği gibi zamanı gelene kadar izne çıkmasını istiyorlardı. Başını eğerek selam verdi. Olanı çözememişti ama ona gerek kalmadan çözen biri vardı demek ki.
Gökay Turan ise ona bakan liderlere karşı bir açıklama yapmadı.
Daha fazla konuşma geçmedi aralarında.
Şifa'nın kendine gelmesini beklerken Duhan hiç bir bildiri yapmadan çıktıkları operasyonu açıklıyordu. Duhanın uyarısıyla Hakan da Duhana paralel ifadeler kullandı. Şifaya ve aralarındaki bağa dair cümleler kurulmadı. Hakan neden Şifanın gösterdiği yoldan bahsedilmediğini sorgulayacak olsa da Duhanın ona bir bakışı yetmişti susması için. Ortalık durulup sakinleşince bu konunun üzerine gidileceği ikisinin de bildiği bir gerçekti.
Şifa'nın zayıf düşen bünyesi arınmaya ihtiyaç duyduğundan yuvaya taşındı. Alparslan'ın ise aldığı destek bir kaç ameliyatı aynı anda kaldırabilecek gücü ona sağlamıştı. Deva bir çok noktaya aynı anda saldırıyor, hasar ne kadar büyükse hücreler onunla doğru orantıda artıyordu. Beyindeki ödem, akciğerdeki hasar ve yanlış kaynamış kırıkların tekrar kırılması ve ameliyatı aynı zaman diliminde gerçekleşti.
Güneş'in doktorları yapılan tahliller sonucunda toplantı için bekleyen liderlerin karşısına çıkmışlardı.
"Bize neler anlatacaksınız, sizi dinliyoruz" diye başladı Gökay Turan.
"Muazzam bir denge var vücutta. Transfer 1 ile aralarında çok büyük bir fark var. Bu konuda CUNTOS oluşunun etkisi yadsınamaz. Vücudun hasar almış tüm bölgelerinde koloniler halinde bir hizmet sağlanıyor sanki. Kan sürekli kendini temizliyor. Taze kök hücre seviyesi bir bebeğin plasentasındakinden iki kat daha fazla. Bağ dokuları, tendonlar, lifler kendilerini iyileştirmek için hiç bir desteğe ihtiyaç duymuyor. Sağlıklı bir hastada böylesi bir akciğer hasarı iki haftada iyileşme gözetemezken Transfer2 entübasyondan çıkarıldı. Kolejen seviyesi otuz yaşına gelmiş bir bireyle kıyaslanamayacak kadar üst düzeyde. Kemik bütünlüğünü bozan kırıklar için ameliyat sonrası iyileşme ilik dokuda da aynı hızla devam ediyor."
Dört adam da bir birlerine baktılar. Artık hazırlardı. SIPÜRÜTÜS DEDİCADE341 kusursuz bir şekilde tamamlanmış ve Güneş'e hizmet için hazırdı.
CUNTOS sağlığına kavuşur kavuşmaz büyük bir toplantı düzenlenecek ve planın ilk ayağı olan Vatikan ağa takılacaktı.
Daha fazla kural ihlali yapmamak için üç lider de Türkiye'yi terk edip bölgelerine döndüler. Gökay Turan, Hakan ve Duhan'la uzun uzun son yaşananların değerlendirmelerini yaptı. Kerim ve ekibini sorguladı. Alparslan'ın gözünü açtığını gördükten sonra Türk hükümetine teslim edilmek konusunda anlaştılar.
Ekip burada çok farklı olayların döndüğünü fark etsede asla sorgulamadılar. Bile isteye duyabilecekleri her kelimeye sağır oldular.
Transferin yirmi altıncı saatinde biri yuvada diğeri hastanede iki göz aynı anda açıldı. Şifa hazneden çıkıp kendisini odasına atana kadar heyecandan göğsü patlayacak duruma ulaşmıştı. Alparslan ise tam olarak nerede olduğunu kestirmek ve sızlayan bedenini dinlemekle meşguldü. Sızılar ve kaşındıran bir uyuşukluk tüm bedenini sarmış gibiydi.
Şifa, Alparslan'ın görünce beğeneceği acı yeşil bir elbiseyi bedenine geçirdi. Saçlarının uçlarını maşayla kıvırdı. Çoğunlukla tercih etmediği topuklular ayağında yerini aldı. Güzel görünmek için makyaj bile yaptı. Sonra eli istemeye istemeye lens kutusuna gitti. Çok fazla dikkati üzerine toplayan gözleri, yeşil bir plastiğin altına saklandı.
Kimsenin ne düşündüğünü umursayacak çizgiyi geçeli çok olmuştu. Şu an tek düşüncesi Alparslanın gözlerini gördüğünde vereceği tepkiydi.
"Sever" diye mırıldandı aynaya karşı. Alparslan onda ne varsa canı gibi sever...
Koşturan adımlarla merdivenlerden inip, kapıya yöneldiğinde bir ses durdurdu onu.
"Hey hey hey... Küçük sırtlan nereye? Beni bekle!"
Yüzünde muhteşem bir sevinç ve heyecan parıltıları gördüğünde Veronica tekrar canlanmış gibi hissetti. Şifa'yı öyle uzun zamandır yıkık görüyordu ki şu hali kalbinin üstündeki ağırlığı kaldırmıştı.
"Hadi Veronica! Beni bekliyordur. Yıkmıştır ortalığı. Gitmem lazım ona."
Veronica başını iki yana sallasa da kınayan sesler çıkarmayı ihmal etmedi.
"-Cık -cık -cık! Azıcık ağırdan sat kendini diyeceğim ama dayın ve amca tayfanın karşısında adamın kucağına atlayacak gibisin. Duhan kendini kurtarır da Şahin ve Hakan kalp krizi geçirir."
Şifa göz devirmekle yetindi. Onunla laf dalaşına giremeyecek kadar aklı başka yerdeydi. Bedenindeki her hücre nabız gibi atıyordu resmen. Devâsı bile mutluluktan bedeninin her yerini turluyor, asla sabit kalmıyordu.
Araba oldukça hızlı hastaneye ilerlerken yerinde durmak, sabretmek hiç bu kadar zor olmamıştı.
Sonunda arabadan inip asansöre bindiklerinde derin derin aldığı nefesler dışarıdan duyulur hâle gelmişti.
"Tanrım! Lütfen az ağır başlı olur musun? Ve lütfen her an doğuracakmışsın gibi nefes almaktan vazgeç. Ürkütüyorsun beni."
"Veronica şimdi değil daha sonra bu sözlerin için paralayacağım seni. Şu an aklımı kontrol edemiyorum."
Veronica sesli bir kahkaha attı. Onu belki de hiç böyle görmediği içindi bu gülüş. Şifa adına duyduğu mutluluk içindi.
Asansörden indiklerinde herkes yine aynı kapının önündeydi. Şimdi daha iyi olduğu için Kerim ve yanındaki arkadaşlarına bakabildi.
Kerim'e yaklaştı,
"Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim Kerim."
Başka bir kelimesi yoktu minnetini anlatacak. Kerim başını yana yatırmış, küçük bir dudak kıvrımıyla baktı Şifaya. Dün ve bugün arasında yepyeni bir kadın doğmuştu sanki. Onun bir cesetten farksız bedeni ve şu an ışıldayışı nasıl tezattı.
"Biraz hırpalamışlar senin kuzuyu ama doktorlar iyi diyorlar. Son kontrolleri yapılıyor şu an içerde. Muşmula suratın gülünce güzelleşiyormuş ya senin."
İkisinin de gülmesine, rahat nefesler almasına neden oldu Kerim'in samimiyeti. Gözleri ardında onu izleyen ekibe değdi.
"Onlar? Vatozda değiller."
"Senin kurdu alırken eşlikçi olmak istediler."
Şifa şimdi çok daha farklı bakıyordu arkadaki iri yarı altı adama. Vatoz'da geçirdiği zamanda öyle iyi davranmışlardı ki Şifaya sonsuz bir saygıyla hatırlayacaktı hepsini. Ama şimdi minnetini karşılayacak söz bırakmamışlardı Şifaya. Ona canını geri getirmişlerdi. Hepsine karşı tarifsiz bir sevgi yeşerdi içinde. Adımları onlara yaklaştı. Hepsi pür dikkat ona bakıyordu ama konuşmuyorlardı.
"Bana canımı geri verdiniz. Ne yapsam ödeyemem hakkınızı. Ömür boyu borçlu kalacağım her birinize."
Yavuz eğreti bir kaş çatmayla baktı Şifaya.
"Borç yok bizim kız. Kerim nereye biz oraya. E birde kurdun kocan olduğunu duyduk, mümkün mü peşini bırakmamız."
Şifa dolu dolu gözleriyle "Yavuz abi..." diye mırıldandı.
Başka bir şey söylemeden, hiç yabancılık hissetmeden kollarını adama sardı. Uzanıp bir buse bıraktı yanağına.
Yavuz bunu beklemiyordu ama kalbi ılıklaştı.
Şifa sağ tarafında kalan Seymene baktı bu kez.
"Ben enişte derim, kız tarafı sayılırım ona göre."
Şifa Yavuza olduğu gibi Seymene sarıldığında kısık bir kıkırtı duyuldu.
"Onunla sizi tanıştırmak için sabırsızlanıyorum."
Ali yanında, yanakları hafif kızarmış bir halde bekliyordu. Onlar sürekli bir şeyler yapardı ama alenen hiç böyle teşekkür duymazlardı. Ne yapacağını bilemedi Şifanın gözlerinden akan minnet karşısında.
"Kızım sen kurdun karısıymışsın. Biz haftalarca vatozda kimi ağırlamışız böyle?"
"Hiç kimse olimpiyat şampiyonunu geçemez ama evet kurdun karısıyım."
Ali en çok övündüğü detayın dillendirilişine kahkaha attı.
Şifa geri çekilip Poyraza baktı bu kez.
Poyraz başını iki yana sallayıp sırıttı.
"Yahu pederin parasıyla hava attım ben sana. Beni ikiye katlıyormuşsun, hiç belli de etmiyorsun."
Şifa beline kollarını sarıp, başını yasladı göğsüne.
"Asker olmak için yüzüne bakmadığın mirasını dinlemek çok keyifliydi ama."
Haydar sırıttı bu cevabına.
"Gel buraya gel, gelinimizmişsin sen bizim. Ne ketum çıktın, hiç belli de etmedin."
"Haydar abi... Senin askerlik anıların o kadar iyiydi ki aklımdan çıkmış."
Haydar alnına bir öpücük bırakıp geri çekildi. Şifanın yüzü bu kez en arkada, öylece bakan adamda durdu. Minik adımlarla önüne kadar yürüdü. Adsız, hissiz bakışlarla Şifayı takip ediyordu. Yaşam emaresi yoktu bakışlarında ama Şifa onun sessizliğinde ne çok huzur var biliyordu.
"Çok teşekkür ederim. Siz bana canımı verdiniz çok teşekkürler. Hayatım boyunca asla ödeyemeyeceğim borcumu."
Ne tepki vereceğini düşünmeden kollarını sardı adsıza. Adamın kolları iki yanda öylece yumruk olmuş bekliyordu ama İifayı da kendinden uzaklaştıracak hiç bir şey yapmamıştı. Yavuz, Haydara tedirgin bir bakış attı. Adsız sevmezdi dokunulmayı. Parmağının ucu değmezdi kimseye. Kızın gönlünü kıracak bir şey yapacak diye endişelendiler. Ama beklemedikleri adsızın dim dik boynunu eğip, Şifanın saçlarını koklamasıysı. Başı kalkmış, kapalı gözleri açılmış öylece saçlarına bakıyordu. Sonra burnu bir kez daha değdi saçlarına. Ciğerlerini sızlatacak kadar yoğun bir nefes çekti.
"Kızımın kokusu var saçlarında. On dört yıldan sonra kızımın kokusunu soludum, bana borcun kalmadı."
Şifa duyduğu kelimeler tam olarak ne anlama geliyor anlamasa da acı akan sözcükleri yabancılamayıp daha sıkı doladı kollarını bu adama. Sırtında hissettiği ellerle küçük bir tebessüm kondu dudaklarına. Uzanıp yanağına ufak bir buse bıraktı ve ayrıldı. Arkasını dönüp onu bekleyene adımladı.
"Adım Kudret bebek kokulu kız, benim adım Kudret."
Şifa duyduğu isimle yüzünü gerisin geri döndürüp çok daha büyük bir gülüşle baktı.
"Çok memnun oldum seni tanıdığıma Kudret Ağabey. Vatozda bana öğrettiğin hiç bir şeyi unutmayacağım."
Şifa bunun tam olarak önemini bilemese de adsızın ekibinde olan silah arkadaşları, can yoldaşları öylece baka kaldılar. Adını kızı ve karısıyla mezara gömen adam şimdi kızının kokusuyla o adı mezarından çıkarmıştı.
Kerim de dahil altı adam öylece ilk kez adını duydukları adama bakıyorlardı. O adam ise kızının kokusunu ciğerinde biraz daha tutmak için nefes almıyordu.
*************
Alparslan'ın kontrollerinin bittiği ve normal odaya alındığı haberiyle merakla onu görmek isteyen herkes odaya girmek istedi. Doktorun uyarısıyla üçer kişilik guruplar halinde gireceklerdi.
Şifa terleyen ellerini elbisesine silerken koridorun başında, hızla kendilerine soğru gelen adamı fark etti. Kendiyle beraber Veronicanın da Barbaros diye çığlık atmasını, koşarak boynuna sarılmasını izledi. Takım elbisesi, dik duruşu, ifadesiz yüzüyle Veronicaya kolunu dolayan adam bir kaç saniye gözlerini kapatıp geri açmıştı.
Veronica geriye çekildiğinde onda bir yara arar gibi elini göğsünde, omuzlarında dolaştırdır.
"Neredesin Barbaros? Yaralı değilsin dimi? Of neler oldu bir bilsen. Alparslan... Haberin var mı olanlardan?"
Barbaros onaylar gibi başını sallayıp Veronikanın şakağına uzun bir öpücük bıraktı.
"Yaralı değilim, endişelenme midilemist. Kurt ne durumda? Uyanık mı?"
"Henüz girmedik yanına. Göremedik ki."
Barbaros, Veronicanın elini kavrayıp peşi sıra yürüttü. Sadece Şifaya bakıyordu. Şifa ise Alparslanla beraber ortadan kaybolan ve onun gelişiyle yuvaya dönen Barbarosa baktı.
"Amca..."
Barbaros başını iki yana sallayıp boştaki eliyle Şifayı başından tutup göğsüne yasladı.
"Geçti güzel kızım. O akıl almaz güçte, atlatacak."
"Sen gelmedin amca."
Sitemi Barbarosun genzini yaktı.
"Gelemedim amcam ama yemin ederim elimden geleni yaptım."
Şifa göğsünde sarılmaya devam ederken doktorlardan biri sonunda çıkmıştı. Alparslanın yanına girebileceklerine dair onları bilgilendirdi.
Şifa, Duhan, Barbaros ve Kerim hazırlanıp içeri adımlarını attılar. Duhan biran önce Kerim'i teslim etmekle görevliydi ve Kerim Alparslan'ı görmeden ölüsünü bile bu hastaneden çıkaramayacağına dair oldukça sert bir çıkış yapmıştı.
Beyaz yatakta uzanan adam bir buçuk gün öncesine göre inanılmaz bir değişim geçirmişti. Yaralar ve morluklar hâlâ oldukça belirgindi ama düne oranla büyük bir iyileşme söz konusuydu.
Şifa aceleci adımlarla yatağın yanına gitti. Bakışları tavanda sabit duran adamdaki donukluğu fark edemeyecek kadar sevinçliydi.
"Bana geri geldin. Sensizlikten ölüyordum Alparslan, aklımı yitiriyordum."
Alparslan söylenen sözlerle kara irislerini yanındaki kıza çevirdi. Çok güzel bir yüz, parlak uzun saçlar, kırmızı dolgun dudaklar, alt dudağının kenarında kalem ucuyla kondurulmuş büyüleyici bir ben ama plastik sahte gözler...
Şifanın ışıldayan gülüşüne inat, soğuk, hissiz bakışlarla süzdü onu.
"Kimsin sen?"
Şifa önce algılayamadı. Tedirgin bir gülümsemeyle "ne?" Diyebildi sadece. Alparslan direkt Kerime baktı.
"Kim bu kadın?"
Kerim de kaşlarını çatıp ileri adımladı. Şifa dili tutulmuş gibi bakıyordu öylece.
"Alparslan! Bilinç bulanıklığın mı var?"
"Bilincini sikiyim Kerim, beynim kazan gibi sesini kısarak konuş."
Alparslan biraz daha dikkatli baktı odadakilere. Barbaros ve Kerim de sıkıntı yoktu ama kendine öylece bakan kadın biraz daha böyle bakmaya devam ederse ağır olay çıkaracaktı.
Barbaros dümdüz bir ifadeyle yatağa yaklaştı.
"Kaç yıl geridesin?"
"Alparslan sildin mi kilitledin mi?"
Kerim Barbarosun sorusunun peşine kendi sorusunu yönetmişti. Bir süre boş boş yüzüne baktı Alparslan. Duhan gözlerini kapatıp açtı. Eli yüzünü sertçe sıvazlayıp, dağılmış saçlarını daha da dağıttı.
"En son ne hatırlıyorsun?"
Alparslan gerçekten ne olduğunu hatırlamıyordu. Zihninde öyle bir çarpışma vardı ki adını bile unutmuş olabilirdi. Duhana bakarken kaşları daha derin çatıldı ve bu beynine şiddetli bir iğnenin batması gibi sızı olarak döndü. Soruyu tekrarladı içinde. En sın ne hatırlıyordu?
"Rusya'ya gidecektik senle. Ona hazırlanıyorduk..."
"Çok zorlamışlar, çözülecekti muhtemelen. Sıfırlamış."
Duhan Kerimin ağzından çıkanlarla direk Şifa'ya baktı ama Şifa gözlerini ayırmadan öylece Alparslan'ı izliyordu. Yüzünde ne hissettiğini anlatan en küçük bir iz bile yoktu.
"Dokuz yıl geride. Sağlam çıkması imkansızdı. O kadar uzun mümkün değil."
Kerim de Barbaros da iç çeker gibi nefes aldılar.
"Bizim için evet ama o CUNTOS. Uzun zaman kayıplarını kontrol edebilir."
Üçü kendi aralarında Alparslanın durumunu konuşurken Alparslanın sesi duyuldu.
"Bu kadın bana böyle bakmaya devam edecek mi? Bende kayış kopuyor."
Duhan konuşacakken Şifa elini kaldırıp durdurdu dayısını. Gözleri bir an bile Alparslandan ayrılmıyordu. Tuhaf bir şekilde Alparslan da kadının yüzüne kilitlenmiş gibi bakıp, kalmıştı.
"Bu kadın değil, karın! Senin karın!"
Alparslan kısıtlı hareket kabiliyeti sonucunda vücudunu biraz daha çevirdi. Kaşları çatılmış, anlamak ister gibi bakıyordu. Ağır bir saçmalamanın içindeydi kadın resmen.
"Ne diyorsun sen, ne karısı?"
Şifa ne olduğunu çok anlamadı ama kulağına çalınan cümleler onu tek bir yere çıkardı. Alparslan belleğinden onu silmişti. Ne zamandır kokusuna hasret yaşadığı adam da silinip yok olmuştu öylece. İçini öyle büyük bir hayal kırıklığı kapladı ki Alparslanın eli bilinçsizce karnına gitti.
"Melek anneyle, Ayperi'yle tanışmaya Balıkesir'e gitmiştik. Rıdvan Abi kıydı nikahımızı."
Alparslan duyduğu isimlerle donup kaldı. Şifanın irislerinden bir an bile ayrılmadı zift karası gözler. İnsanın içini rahatsız eden yapaylıktaki gözlerden bir damla yaşın kaydığını hissetti ve uyandığından beri anlam veremediği kalbindeki atışta sızlama canını yaktı.
"Öldün sandım ben seni. Kalbimden silinip kaybolan nabzınla öldün sandım. Meğer o sıra sen beni zihninde öldürüyormuşsun..."
Şifa son kelimelerini de söylediğinde omuzları çökmüş, uzun bir zamanın yorgunluğu bedenini ele geçirmiş halde umutla girdiği odadan çıktı. Nereye gittiğinin farkında değildi aklı. Öylece yürüyen bir cesetti tam da şu anda.
Ardında bıraktığı adam ise kapanmış kapıya bakıyordu. Gözleri Kerim'i Duhan'ı ve Barbaros'u taradı. En son hatırladığı hallerinden farklılardı. Duhan aynı olsa bile Barbaros ve Kerim yaş almıştı. Gerçek beynine çakıldı.
"Kaç yıl gerideyim?"
Sesi fısıltı gibi çıktı. Kerim "dokuz" dediğinde derince yutkundu.
Fiziksel acılarını bastıran bir sancı kapladı karnını. Kendi acısı olamayacak kadar başkasına ait ve bir o kadar kendinin parçası olan bir sancı. Kalbinin altındaki atışla yutkundu. Kendinin olmayan, kendine bağlı bir nabız taşıyordu göğsünde. Oldukça hızlı ama çok iyi hissettiren bir nabız...
Gözleri kapanmış kapıya geri çevrildi.
"Bana ne oldu her şeyi anlatın. Anneme götürdüğüm karımı unutturacak kadar ne oldu en ince ayrıntısına kadar bilmek istiyorum..."
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 51.04k Okunma |
6.36k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |