32. Bölüm

Umulmayan Taşların Açtığı Yaralar

ORENDA
orenda

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Keyifli okumalar ballarım bölümü seven sinyal yakmayı unutmasın😘😘😘😘

 

 

 

 

Kaybetmeyi sevmez insanoğlu ama çok hak ettiği bir şey için savaşamamışken kaybetmeyi ölse unutmaz...

 

Her çocuk en az bir kere annesinin göğsünden süt içmeli, sesinden ninniler dinleyip rüyalar görmeli. Bir kere bile olsa kucağında ağırlanmalı, sayısız buseyi tenine nakışlamalı.

 

Her çocuk hiç olmazsa bir kere babası tarafından koklanmalı. Gücünü unutmayacağı o kollarda sallanmalı ve mutlaka bir kere yükseğe atılıp asla düşmesine izin verilmeden tutulmalı.

 

Hiç birini yaşayamamış çocuk cehennemi olmayı nasıl başardın dünya? Masmavi gökyüzüne, denizine, yeşiline, sarılı, kızıllı gün batımına nasıl kıydın da bu kadar göz yaşına ev sahibi olarak koparmadın beklenilen kıyameti?1

 

Şifa şimdi kavuşmuş mu oldu ailesine? Yoksa suratına ağır bir sille çarparak 'onlar vardı ama senin olamayacaklar' diyerek mi cezalandırılıyordu? 1

 

'İçim yangın yeri' diyen birini asla yaşamamış olan anlamaz. Canı acıyor herhalde der geçer. Ama bilen, kaç umudun etrafını ateş sardığını, sevinçten çatısının başına nasıl yıkıldığını, gülümseme sebeplerinin küle dönüşünü sadece gözlerine bakarak seyreder.

 

Alparslan gibi seviyorsanız birde katmer katmer alazlarla çevrilir bedeniniz. İnsan kıyamıyor sevdiğine işte. Gözünden düşen yaşa, titreyen dudaklarına, yeşil harelerine çöken sancıya içi gidiyor.

 

Hıçkırıkları bir an bile susmayan karısını sözsüzce teselli ediyordu kollarında. Onun canı acıyordu, Alparslan'ın yuvası küle dönüyordu.

 

Şifa ise son kalan dalına öyle bir tutunmuştu ki kimse gelip alamazdı ondan.

 

"Benim annem bu kadar güzelken, babam böyle severken niye öldüler Alparslan?"1

 

Sesindeki isyan günah defterine bir çentik attırır mı? Yoksa "kimsen yoksa ben varım" diyen yaratıcı, yine sonsuz merhametiyle yaralı kuluna kıyamaz mı?

 

Alparslan sırtına aşağı baldan bir ırmak gibi akan saçlarını ağır ağır okşadı. Çenesi başının üstünde, öylece karşıya baktı bir kaç nefes süresince.

 

"Ölüm kötü mü Şifa?"1

 

Yine bir sessizlik çöktü aralarına. Sadece Şifanın iç çekişlerinin mırıltısı vardı. Alparslanın sorusunu zihninde bir kaç kez çevirdi. Kötüydü işte, ölümün iyisi olur muydu zaten?

 

Şifadan bir karşılık beklemeyen adam konuşmasına devam etti.

 

"Değil benim güzel perim. Senin annen gitseydi baban geride kalabilir miydi? Gördün onu dokunmasa ölecek gibiydi, sarmasa nefessiz kalacak gibi. "2

 

Göğsündeki başından ayrılıp, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş suratını avuçlarının içine aldı. Burnunun ucuna dudağıyla dokunup geri çekildi. Başını iki yana salladı söylediklerini tastiklemek ister gibi.

 

"Geride kalan olmaktansa ilk ölen olmayı tercih ederim ben Şifa. Sensiz bir güne uyanacağıma acılar içinde gelen bir ölümü düğün kabul ederim. Bu tam da mutlu son işte. Belirsiz yaşanacak günlere inat çok mutlu bir son.1

Evlat önemli ama yaren bambaşka Şifa. Sana gönlüm böyle tutkum olmasa bilmezdim ama artık biliyorum."

 

Şifa yeşil gözlerini hâlâ parlatan yaşlar görüşünü puslandırınca parmak uçlarıyla sildi onları. Babası dayanamaz mıydı yaşamaya gerçekten? Acı çekerdi elbet ama nefes alırdı da. Peki ya bu adam niye ilk ölmeyi kabul ediyordu ki? İçine bir kıymık battı o an.

 

Geri de kalsa Şifa, Alparslan'sız bir geri...

 

Bir inilti döküldü dudaklarından. İhtimali bile nasıl soğuk bir ayazda bırakıyordu onu. Ya böyle bir acıyla sınanırsa? Kaldıramazdı ki ölürdü. Lafta değil, mecaz hiç değil.

 

Ölürdü...

 

Birden daha sıkı sardı kollarını yanında ki bedene. Biri elinden çekip alacak mış gibi dolandı sıcaklığına.

 

"Deme böyle şeyler. Bana bunu yaşatma Allah aşkına! Beni sensizlikle sınama."

 

"Benim güzeller güzelim..."

 

Yüzünü arşınlayan öpücükler iyi hissettiriyordu. İçi acıyordu ama sevdiği adam tarafından teselli edilmek o dipsiz kuyularda bırakmıyordu onu.

 

"İnsanoğlu bir imtihan için geldi dimi buraya? Asıl yuvasından kovulan göçebeyiz yavrum biz. Üzülme! Hiç canını yakma onlar için. Babanı ve anneni aynı cennete uğurladın sen. Bende annemi ve küçük kara saçlı kardeşimi göndermedim mi oraya? Bazen düşünüyorum, kardeşim yaşasaydı annem gitseydi ne olurdu halimiz? Ben nasıl bakardım onun yüzüne? Sönen yıldızlarını nasıl parlatırdım? Ayperi annesiz nasıl büyürdü. Allah bir imtihan verirken bile yükü sırtlanamayacak olana merhamet ediyor. Bana da dayan diye seni vermedi mi?"

 

İnsan acı çekerken bencilleşiyordu kesinlikle. Dünyada yaşanılan acının sınırı yokken en büyüğü kendi içinde sanıyordu. Ailesini kaybetmişti Şifa. Ama yok muydu daha beteri? Alparslan'ın gözleri annesinin bedenine yapılanları izlemişti, bebek kokusu üzerinde duran kardeşinin soluğu kesilirken oradaydı. Peki Veronica, bir kadının yaşayacağı en ağır acıyla sınanmamış mıydı? Nasıl da dimdik ayaktaydı şimdi.

 

Haklıydı Alparslan. Şifa silkelenip kendine geleceğine söz verdi. Kendi gözleriyle görmüştü anne ve babasını. Veronicadan masal niyetine dinlemişti inancını, itikatını. Gencecik yaşında nasıl olgun, nasıl metanetliydi. Böyle fedakar bir kalbin kızına yakışır mıydı isyan etmek?

 

Annesi ona güveniyordu madem, o da bu güveni boşa çıkarmayacaktı. Gitmişlerdi belki ama bir amaç bırakmışlardı gerilerinde. Kızlarına sonsuz bir güvenle bağlı ailesi, deva olsun istemişti hayata. Zulmün yaşanmaz hâle getirdiği dünya için şifa ol demişlerdi.1

 

Sımsıkı sarıldı adamına ve son kez bir damla daha bıraktı boşluğa.

 

Bir süre yine aralarındaki sessizliğin içinde sızlayan yanlarını dinlediler. Ama sonra Şifa ıslaklığı kurumuş, hüznün yerine büyük bir inanç eklemiş gözleriyle Alparsalana baktı.

 

"Umut'a gidelim Alparslan! Günlükleri göster bana. Kilimi incelemem için çok zamana ihtiyacım var. İlmeklerini bile ezberlemem lazım. Duramam artık, bekleyemem."

 

Alparslan başını yana yatırıp, ürperten bir dikkatle baktı her bir santimine.

 

Belki de buydu Alparslan'ı deli bir aşığa çeviren. Düşse de kalkıyordu, acısını yaşayıp bir sandığa kaldırabiliyordu. Her zorlukta eksik yanını ortaya koyup 'benden bu kadar' demiyordu. Onun gücü, merhametinden ve umudundan filizlenip daha sağlam salıyordu köklerini toprağa.

 

O şifaydı!

 

İşıksızlığa hapsedilmiş, çare dilenen her ruha devaydı.

 

"Gün doğunca gideceğiz o zaman."

 

Şifa onaylar gibi başını salladı. Alparslan kuytuda bekleyen diğer mesele için doğru bir zaman mı emin olamasa da Şifadan sakladığı her şey eziyet olduğu için beklemeyi göze alamadı.

 

"Bilmen gereken bir şey daha var Şifa."

 

Adı bu tonda adamın ağzından çıkıyorsa kesinlikle Alparslan'ı rahatsız eden bir şey olduğunu bilecek kadar tanıyordu Şifa onu. Merakla kaşları kalktı azıcık.

 

"Barbaros, bir kardinal üyesine Duhan'ın raporlarını ulaştıracak."

 

Sessiz olup Şifanın tepkilerini incelemeye başladı adam. Önce kalkan kaşlarını, kırışan burnunu ve bir yere sabitlenerek duraklayan gözlerini...

 

Bunun ne demek olduğunu anladığında Alparslan'a dönen bakışlarını dikkatle izledi.

 

"Barbaros kim Alparslan?"

 

Alparslanın kaşları hızla çatıldı. Bu beklediği bir soru değildi açıkcası. Bir sürü soru vardı belleğinde ama bu değildi.

 

"Neden bunu merak ediyorsun?"

 

"Çok aklımla övünemem ama bir kardinal üyesine ulaşmak, ona ölümsüzlüğü kanıtlamak ve oradan sağlam ayrılmak imkansız. Bunu düşünebiliyorum Alparslan. Şöyle biraz üzerine düşündüğümde Barbaros Baküye kim olarak gitti bize bunu da söylemediniz. Duhan, Barbaros'u ölüme elleriyle yollamaz, geri döneceğine emin değilse tabi."

 

Alparslan yaklaşıp küçük burnu dişlerinin arasına kıstırdı. Tepkileri çok tatlıydı, insanın dişlerini kamaştıran bir tatlılıktı bu.

 

"Ah ulan peri, senin aklının kapılarını iyi ki kilitlemişler. Yoksa hepimizin anasını ağlatırdın."

 

Şifa dikkatini dağıtmaya çalışır gibi birde dudağına dudağını sürten kocasından uzaklaştı. Tek kaşı kalkmış cevap bekliyordu.

 

"Cevap!"

 

Alparslan kurumuş dudağında dilini gezdirip, tek gözünü kısarak biraz Şifayı süzdü ama geri adım atmadan cevap bekleyişiyle bir iç çekti. İlla bir yerde patlayacaklarını biliyordu zaten. Üstelik bu mesele onun sorumluluğunda bile değildi.

 

"Ben doğuda her deliğe girdim çıktım peri, karış karış bilirim her şerefsizin inini. Barbaros da batı da yer sahibi aslında. O bir elçi!"

 

Bunun ne demek olduğunu zerre kadar anlamadı Şifa. Karışık yüzü yeni bir soru sormasına bile lüzum göstermeden devam etti Alparslan.

 

"Sömürülmüş devletler üzerinde hakimiyet kurmak imkansıza yakındır Şifa. Peki hiç sömürülmeden yaşanılan topraklar..."

 

Şifanın ifadesindeki karmaşa iyice arttı. Ucu çok açık sözlerdi bunlar. Kafasında bir yere koyamadı.

 

"Hiç bir zaman tam olarak bu birliğin gücünü, hedefini anlayamayacağım galiba."

 

Sesinde bir dinginlik, pes etmişlik vardı tam da o anda. Güneş, tahminlerin ötesinde bir oluşumdu. Ama yine de Barbaros çok daha zayıf bir halka değil miydi böyle bir şey için?

 

"Hâlâ tam olarak cevabımı alamadım. Barbaros kim?"

 

Alparslan kollarındaki kızı dizlerine yatırıp kendine yatak başlığına dayandı. Saçlarıyla oynamayı seviyordu Şifa'nın. Hoşuna gittiği için keyif mırıltıları çıkıyordu dudaklarından.

 

"Bu görev babanındı aslında. Serdar Komutan patlamadan yarım saat önce Birliğe bıraktığı ses kaydında Umay'ı, günlükleri, sorumlu olduğu bakanı ve yerine geçecek halefin Barbaros olduğunu söylemiş. Elçi olmakta Barbaros'a kalmış böylece."

 

Şifa, kafasında adamın söylediklerini ayrıştırdı. Barbaros gitmişti! Şu ana kadar Barbaros'un göreviyle ilgili kimse konuşmamıştı yuvada. Bir farkındalıkla yattığı yerden hızla doğruldu.

 

"Veronica!"

 

"Bilmiyor, bilmeyecekte Şifa! Sana bunu söyledim çünkü senden bir şey saklamayacağıma söz verdim ama kızıl buna dahil değil! Barbaros hakkında asla Elçi olduğu konuşulmayacak!"2

 

Hayal kırıklığıyla baktı adama Şifa. Bunu Veronica öğrense, gitmek zorunda kaldığını öğrense belki üzerindeki yüklerden kurtulur mutlu olurdu.

 

"Ama neden? Belki gitmesinin sebebini açıklarsa Veronica onu tamamen affeder. Ben onu tanıyorum, hâlâ çok kırgın. Üstünü örtüyor ama içten içe terk edilişini affedemiyor."

 

Alparslan nadiren Şifayla bu ses tonuyla konuşurdu. Renksiz, kesinlik içeren, tavizsiz bir tını saklıydı ses renginde.

 

"Barbaros'a dair hiç konuşulmadı, konuşulmayacakta. Zamanından önce kim olduğu ortaya çıkmamalı Şifa! Onun bin bir tane yüzü var, biz asıl olanı görüyoruz ama diğerleri hiç gerçek yüzüyle görmedi onu. Tarafsız bir bölge kurdu kendine, birlikle olan bağı ortaya çıkarsa yıllardır verdiği tüm çaba yerle bir olur. Güneşin asla yapamadığını yaptı, masanın altı üyesinden üçüyle bir şekilde irtibat kurdu. Kendine dokunulmaz bir yer oluşturdu. Bunu tahlikeye atamayız, o şimdi herkesin anlaşma için aracı olmasını istediği adam. Ama hâlâ üç üye kim bilmiyoruz. O yüzden Barbaros damgasız bir mürit olarak kalacak."

 

"Damgasız mı?"

 

"Barbaros'ta damga yok Şifa. Kollarını açıkta bırakan bir şey giymediği için fark etmemişsindir muhtemelen. Babanın talebinden sonra onun kaderi de değişti."

 

"Ama o... Bu zamana kadar her şeyi en iyi şekilde yerine getirmiş. Veronica bilirse belki..."

 

"Her şeyi değil!"

 

"Ne demek bu?"

 

"Abisinin geride bıraktığı tüm görevleri yerine getirdi, biri hariç! On üç yıldır peşini bırakmadı. Ama bu başarısızlık onu mahvetti de. Şimdi hata yapamaz Şifa. Dikkatli olmak zorunda, bir başarısızlık daha onu öldürür. O yüzden dikkatli olacağız. Kendi üzerimize düşenin fazlasına karışmıyoruz tamam mı peri?"

 

Şifa dudak büktü ama cevap vermedi. Barbarosu hep kafasında bir yere oturtamazdı ama böyle bir konumla eşleştirilmesi...

 

Dümdüz bir denizden, kopacak fırtınanın kokusunu alırmış gerçek balıkçılar. Ona göre ağlarını çekecekleri ve denizi terk edecekleri zamanı iyi bilirlermiş. Bu yaklaşan fırtınanın kokusunu sadece kendi almıyordu demek ki.

 

Alparslan içini kemiren asıl şeyi sormak istiyordu, ama cevabı yakacak gibiydi de.

 

"Nasıl hissediyorsun?"

 

Yine bir sessizlik peydah oldu aralarında. Karnını saran bu hissizliği çözemedi Alparslan.

 

"Bilmiyorum! Uyuşuk gibiyim, tenimi kesiyorlar da ben hissetmiyorum sanki şu an. Ama bu uyuşukluk geçince çok acıyacak bunu biliyorum."

 

Saçlarında ki elleri duraksadı. Yeşil gözler kendi siyahlarına değdiğinde bakışlarını ayırması ormanından.

 

"Ben o anda da yanında olacağım. Acını alamazsam seninle beraber katlanırım."

 

Şifa iyice sokuldu güvenli koyuna. Onun sızlanmak için zamanı yoktu. Ondan beklenilen, ailesinin yüzünü ağartacak bir görevi vardı. Annesi ona inanmıştı, hiç görmeden inanmıştı. Hayal kırıklığına uğratmayacaktı kimseyi.

 

Kalbinin çok derin bir kısmı 'biz buradan canlı çıkamayız' diye vesveseyi fısıldıyordu kulaklarına.

 

Sonra kalbinin süveydasına inat ak ışığı onun sesini bastırdı

 

'O zaman bize yakışır şekilde ölürüz Şifa...'2

 

  

 

Günün erken saatlerinde kısa bir kahvaltıyla yola çıktılar. Umut'a gitmek için karayolunu tercih ettiler bu sefer.

 

Oldukça sessiz başlamıştı yolculukları. Şifa sürekli annesini, babasını ve babasının kendi yerini gözü kapalı teslim ettiği Barbaros'u düşünüyordu. Veronica, onun aslında hiç oraya ait olmadığını söylemişti. 'Ruhunda yok' diye tanımlamıştı, peki ya babası böylesi zor bir şeyi neden Barbaros'a bırakmıştı?

 

"Peri hanım, çok düşünen hatundan korkun demiş büyükler. Gözümü mü korkutmaya çalışıyorsun?"

 

Şifa sağında akıp giden yoldan gözünü çekip Alparslana minik bir tebessümle baktı.

 

"En azından büyüklerden akıllı olanları dinliyorsun Alparslan, bu da bir şey."

 

"Bana bak lan, ısırırım o burnunu. Bana laf sokuşturduğunu anlamadım sanma."

 

Tebessüm büyük bir gülümsemeye dönüştğ. İki kaşı keyifle yukarı kalktı.

 

"Üstelik zekisin de."

 

Alparlsan alışmıştı şamaroğlanı olmaya da insanın karısı da yapmazdı bunu be. Güçlü bir kahkaha attı.

 

"Hayırdır peri hanım kahvaltıda iki lokma bir şey yedin, yürek yoktu. Arabadayız, ayağını denk al. Yoksa ben aklını alırım."

 

Şifa sırtı cana gelecek şekilde Alparlsana döndü. Kaşlarını çatıp, gözlerini kısmıştı.

 

"Sen hayırdır ya, sürekli bi bel altı imalar. Senin canın benim tarafımdan siktir çekilmek mi istiyor? Yüz verdik tepemizden inmiyorsun Alparslan Bey."2

 

"Güzelim o tepeye çıkana kadar canım çıkmış, iner miyim? Ulan hem insan karısına bel altı şaka yapmayacaksa kime yapacak? Ayrıca sen yine de çok şaka sanma, gerçek olma ihtimali çok yüksek malum."

 

"O neden miş kurtcuk?"

 

Dertli bir iç çekti Alparlsan. Yüzüne de dramatik bir ifade kondurdu.

 

"Ah peri ah... Sende bu güzellik bende de bu özlem varken düşmem ben senin yakandan."

 

Kalbinize sert bir yumruk yediniz mi? Tüm sinenizi sızlatacak kadar güçlü bir yumruk. İşte bu adam bazen öyle bir şey söylüyordu ki Şifa tam o yumruğu hissediyordu kalbinde. Acısı olmuyordu ama sancısı nefessiz bırakıyordu bir kaç saniye onu.

 

"Ben seninle ne yapacağım, asla anlamayacağım Alparslan?"

 

Alparslan yanağından makas almak için elini uzatmış sonra da iki parmağına sesli bir öpücük bırakmıştı.

 

"Çok seveceksin peri hanım. Kanın Alparslan diye akacak kadar çok seveceksin."

 

Bunları söylerken ne gözlerini yoldan ayırmıştı, ne de yüzündeki ifadeden ödün vermişti. Kutsal olan her şeye yemin gibiydi dudaklarından dökülenler. Bir buyruk kadar hükmediciydi.

 

Kısa süre sonra Umut'un sınırlarına girmiştiler. Alparslan en az yedi metre olan kale kapısı gibi ağır kapıda, araçtan inip onları gözlemleyen askerlerin yanına gitti. Tanındığı için hiç bir sorgulama gereksinimi duyulmadan girişleri yapılmıştı. Geçen geldiklerinde görmediği bir alanda ilerliyordu Şifa. Askeri eğitim kampını andırıyordu gördükleri de. Koşu yapan on beşerli gruplar halindeki askerler , yakın dövüş eğitimi veren bir eğitmen ve etrafını halka şeklinde sarmış kız gurubu, ikili savunma ve saldırı hareketlerini düzenli olarak tekrarlayan erkek gurubu.

 

Bu şekilde ilerlediler o geniş alanın ortasından. Saniyelik bakışlara maruz kalsalar da Alparslan'ı gören anında çeviriyordu başını. Şifa onun hakkında ne düşündüklerini çok merak etti.

 

Yanından geçen sivil giyimli ama oldukça heybetli adamlar durup selam veriyor ve yollarına devam ediyordu.

 

Bir süre daha yürüdüklerinde dün gibi hatırladığı binanın önünde buldu kendini. Gökay Turan onları bekliyor olmalıydı.

 

Tahminleri doğru çıktı odasına adımlarlarken yari yolda, bir önceki ziyarette olduğu gibi karşılamaya gelmişti adam.

 

"Hoş geldin Şifa'm."

 

Adam yine onu üç kere alnından öperek kollarına almıştı. Şifa bunu yadırgamıyordu. Belki de babasının silah arkadaşı olması ve Yuvada olan herkesin saygıyla bahsetmesi sebeptir diye düşünüyordu.

 

"Hoşbulduk başkanım."

 

"Sen de hoşgeldin it sıpası. Vukuatın yok bu ara duruldun diye az da olsa sevinelim mi?"2

 

Alparslan piç bir sırıtışı yüzüne ekledi. Şu söylediğine inanıyor muydu gerçekten?

 

"Bir süre sevinebilirsiniz tabi başkanım. Ama çok da alıştırmayın kendinizi, hüsrana uğratmayım sizi."

 

Gökay Turan keskin, ters bir bakış atıp Şifayı kendine biraz daha çekti.

 

"Nasıl da kendini biliyor gavat" diye mırıldandı adam. Şifa'nın omzuna elini atarak odasına doğru yönlendirdi. Alparslan da başını iki yana sallayarak meşhur sırıtışıyla takip etti.

 

Şifa odaya girdiğinde deri kokusunu soluyup, babasının üniformasına doğru adımladı. Parmakları bir önceki ziyaretinde olduğu gibi okşadı camı. Sonra da geçip karşılıklı tekli koltuklardan birine oturdu. Şu an hüzün kalbinde bir yük olurdu, buna izin veremezdi.

 

"Ziyaretimin sebebini biliyor musun başkanım?"

 

"Biliyorum kızım."

 

"O zaman beklemek istemiyorum. Öğrendiğime göre harekete geçmeyi planlıyor muşsunuz. Biran önce onları görmek istiyorum."

 

Gökay Turan gözlerini Alparslan'a dikti. Barbaros'tan ve gideceği yerden haberi vardı kızın. Ama bu bilgiyi Şifa'ya söyleme emrini kendi vermemişti.

 

"Hiç bana öyle bakma başkan. En baştan anlaştık seninle, sır saklamam."

 

"Ulan bir kere de burnunun dikine gitme be. Bakalım gelen haberler ne yönde olacak, niye erkenden huzursuz ediyorsun kızı?"

 

Şifa araya girmesi gerektiğini düşünüp, konuşmaya dahil olmuştu hemen.

 

"Bu konu da kimseyi suçlamayın başkanım. Alparslan benden gizleseydi güven problemi doğardı. Şu ara hepinize karşı önyargılıyım malum. Endişelendiğim bir şey yok benim. Ben bu görev için anne, babamı feda etmişim kendi canım için endişelenme evresini geçeli çok oldu. Ne yapılacaksa doğru yapmak istiyorum. Verdiğim kayıplar, bir hiç uğruna terk etmediler beni."

 

Gökay Turan boğazına mızrak gibi sokulan kelimeler karşısında hiç bir şey diyemedi bir süre. Yirmi üç yaşında, kaç yirmi üçe bedel bir olgunluk çökmüş üzerine. Küçük kız çocuğu alaşağı etmişti onu sözleriyle.

 

"Bir süre bekleyin, senin günlüklerin yanına girmeni sağlayacak ekipmanı hazır etsinler. Kilim de senin için hazırlanan odada muhafaza ediliyor. Günlükleri gördükten sonra kilimle nasıl bir bağlantı kurdun senden dinlemek isterim."

 

Onaylayan başından sonra ona rahatsızlık veren koltuktan kalktı Şifa. Alparslan, Şifa'yı bekliyormuş gibi aynı saniyede yanında yer aldı. Dışarı adımladıklarında hiç bir şeyi düşünmüyorlardı.

 

Bu mümkünse tabi...

 

"Gel, eğitimleri izleyelim. Buradakiler yeni gruplar. Canını çıkarıyorlar kesin süt bebelerinin."

 

"Ne oluyor eğitildikten sonra?"

 

"Türkiye üssü, diğer üsler için ayrışım noktasıdır. Hepsinin amacı belli ama doğru yerde eğitime devam etmesi için ilk elendikleri nokta burası."

 

"Moskova da olan üssün tıbbi imkanlarla donatıldığını duymuştum. Tayland üssü de birliğe gerekli silah teminini sağlıyordu. Umayın üssü hakkında hiç konuşmadınız Alparslan."

 

Alparlsan etrafta gözünü gezdirip, en son Şifaya baktı.

 

"O eğiteceği herkesi kendi seçer. Dünyada önemli kişilerin yanına yerleştirecek, görüp görebileceğin en donanımlı askerler elinden gecer. Ben daha onun üssünden çıkıp da çözüleni görmedim."

 

Şifa anlamadığı için kaşları çatılmıştı. Alparlsan da ne demek istediğini bir örnekle açıkladı.

 

"Mesela oldukça önemli bir ülkenin ordusunda general olan adamın karısı Umay komutanın askeri. Tek bir görevi var. O görevin zamanı, sırası gelene kadar uyumlu bir eş, çocuklarına anne olacak. Ama verilen görev zamanı geldiğinde görevini bitirip, başarırsa ordan çıkacak. Başaramazsa ona ulaşmadan kendini imha etmeyi sağlayacak."

 

Şifa duyduklarıyla dehşete kapıldı.

 

"Ama... Ama nasıl?"

 

"Ölüm taciri yetiştirir Umay komutan. Casusları gerekli yerlere yerleşir. Verilen görevin türüne göre ifşa olmadan hayatını devam ettirir. Belki de hiç bir zaman o görevin günü gelmez ve öylece o hayatı yaşamaya devam eder."

 

"Bu... Bu çok zor bir şey değil mi?"

 

Alparslanın dudağı sağa doğru kıvrıldı.

 

"Dünya kolay feth edilecek bir yer değil ki peri. Sen dışardan bakıldığında senin görevinin kolay olduğunu mu düşünüyorsun?"

 

Sesinde eğlenen bir tını olsa da her kelimesinin ciddiyetini Şifa dilinde bir tad olarak hissediyordu.

 

"Gidelim. Çaylak izlemek için mükemmel bir gün."

 

Kız ve erkek karışık bir grubun ortasında uzun boylu, hem cinslerine göre biraz da iri sayılabilecek bir kadın dairenin ortasındaki ikiliye saldırı ve savunma pozisyonlarını anlatıyordu. Genç kızın arkadan boynuna dolanan koldan kurtulması ve zarar görmemesi için küçük ama acısı yüksek darbe bölgelerini anlatışını izlediler bir süre.

 

Daha sonra yarım daire dönüş yapan kadının gözleri Alparslan'da takılı kaldı. Şifa bir anda o gözlede şimşek çaktığına yemin edebilirdi.

 

İçini tarifsiz bir sinir kapladı. Bakamazdı öyle kimse kocasına. Hediye paketi görmüş çocuk gibi gülemezdi karşısında.

 

"Hoşgeldiniz efendim, uzun zamandır görünmüyorsunuz."

 

Kadın bulunduğu yerden ayrılıp kendilerine yaklaşmıştı. Kendini tamamen yok sayarak Alparslan'la diyalog kurması dişlerini sıkmasına neden oldu.

 

"Leyla Üsteğmen, çaylaklara eğitim verme görevi sana kalmış."

 

Kadın dişlerini sergileyerek gülmeye devam etti. Adamın adını hatırlaması sanki çölde su bulmak kadar değerli bir durumdu onun için. Kendinden üç yaş küçük bu adamın aurasında kaybolmak öyle kolaydı ki yaş farkı önemsiz bir detay olarak kalıyordu kendince.

 

Sert mizacına, sivri diline, asla kibarlık kisvesi altına saklanmadan ne düşünüyorsa söylemesine çekiliyordu kadın.

 

"Bu dönem böyle olacak gibi görünüyor. Bende onları birer avcıya dönüştürmeden salmam sahaya."

 

Alparslan ardındaki guruba bakıp, gözlerini üstlerinde gezdirdi.

 

"Eminim öyle olacaktır."

 

Cümlesi biter bitmez zihnini patlatacak kadar güçlü bir ses yayıldı.

 

'Parçalarım!'

 

Şifa öyle büyük bir çığlık atmıştı ki beyninin içinde Alparslan'ın eli hızla alnına çarptı. Oldukça şiddetli bir sızı bırakmıştı Şifanın sesi zihnine.

 

Leyla Üsteğmen, adamın bir anda giden rengine ve alnına çarpan eline şok olarak baktı. Düşünmeden iki adım öne atarak eline uzandı.

 

Alparslan kadının uzanan eli ve hâlâ beynini sızlatan ağrıyı göz ardı edemeden geri adım atarak ona milimle değmek üzere olan elden sıyrılmış oldu.

 

Allah muhafaza o el bir anlık boşlukla kendine değse Şifa'nın bu sefer beynini patlatmadan bırakmayacağına kalıbını basardı.

 

"Baş ağrısı, önemli değil."

 

Kadın endişeli bakışlarını üzerinden ayırmıyordu.

 

"Odamda ağrı kesici var, lütfen gelin vereyim. İyi gelecektir."

 

Alparslan dehşetle baktı bu sefer karşısındaki korkmadan ölüme yürüyen zavallı faniye.

 

Karnının içinde can çekişen kıskançlık ve bir volkandan patlayıp etrafa dağılan lav gibi öfke, katliam çıkaracak cinstendi.

 

Korkak bakışları Şifaya değdi. Öyle sakin bir suratla bakıyordu ki kadına, karnının içini yaran bu hisler olmasa Alparslan bile kanabilirdi yüzündeki dırgunluğa.

 

"Hayır! Hiç lüzum yok. Siz eğitime ara vermeyin."

 

Şifa sadece sessizce izlemekle yetiniyordu şimdilik. Alparslan'ı kaç farklı şekilde öldürse azdı şu an hissettiklerine karşı. Kadın bildiğin kocasına kur yapıyordu ve bu şerefsiz de çanak tutuyordu. Oyulacak bir çift göz ve kesilecek bir dil içindeki vahşiyi kızıştırıyordu resmen.

 

'Öldürtecek hepimizi' diye bir fısıltı döküldü dudaklarından Alparslanın. Şifa'nın bu fısıltıyı duymasıyla bilinçsizce kıvrılan dudağı tam bir sadisti andırıyordu Alparslan için.

 

Leyla Üsteğmen gitmek istemediğini alenen belirli eden bakışlarla bir kez daha süzdü Alparslanı.

 

"Eğitimi bitirmiştik bizde, buraya kadar gelmişsiniz kahve ısmarlamama izin verin."

 

Kanı akmadan şu saçma ortamdan kurtulmak istedi Alparslan. İhale kesinlikle ona kalacaktı.

 

"Sağolun ama eşimle eğitim alanını gezeceğiz."

 

İnşallah böyle direkten dönerdi o top. Gerçi içindeki çağlayana bakarsa hiç de kurtarılmayacağı belliydi ya.

Kadının yüzündeki gülüşün soluşu ve çatılan kaşları bir an gülme isteğini bastırmasına neden oldu.

 

"Eşiniz mi?"

 

Kısık bir şekilde çıkan ses hayal kırıklığını nasıl da sermişti ortaya.

Şifa beklediği zamanın son demlerindeydi artık. Kendine boşluğa bakar gibi bakan kadına elini uzattı.

 

"Merhaba Leyla Hanım. Şifa ben, tanışmak için eşimle konuşmanızın bitmesini bekliyordum. Glokom* rahatsızlığınız için umarım tedaviniz iyi gidiyordur."

 

(*görme alanının daralması.At gözlüğü ile bakma tabiri bu hastalık için kullanılır.)

 

Kadın kendisiyle konuşan ve olabilecek en naif şekilde hakaret eden kadını inceledi. Kahretsin ki su gibiydi. Kendi iriliğine inat gibi hoş kıvrımları, uzun parlak saçları ve bir azizi bile yoldan çıkaracak yeşil gözleri vardı. İçinin hırsla dolduğunu hissetti. Çok güzeldi karşısındaki kadın. Dudağının kenarını dişlerken incelemesini durdurmadı. Adamın neden onu seçtiğini anlamak hiç zor değildi.

 

"Kusura bakmayın, sohbet ederken sizi fark etmemişim."

 

Yine de kuyruğu dik tutmak istiyordu karşısında. Hiç bir öneminin olmayışını hissettirmek, kendi içindeki bu rahatsız hissin karşısındaki kadında da filizlenmesini arzuluyordu.

 

"Önemli değil. Lütfen devam edin, tekniğiniz çok ilgi çekici."

 

Üsteğmen bir üstünlük yakalamış gibi hafif bir sırıtmayla baktı Şifaya.

 

"Dövüş sanatlarıyla ilgilisiniz galiba."

 

Şifa umursamazca omuz silkmiş ve arkasında onu bekleyen gurubu bir kez daha süzmüştü.

 

"Hoşuma giden bir kaç alan olduğu doğru."

 

Leyla üsteğmen şimdi dişleri görünesi bir şekilde gülümsedi. Yüzünde, Şifanın net bir şekilde görebileceği hafif alay vardı.

 

"Bu çok sevindirici, yenilerle istediğim tüm hareketleri sergileyemiyorum, mutlaka ilk harekette tıkanıyoruz. Bana eşlik ederseniz çocuklar bir bütünü izler, böylece daha kolay öğrenirler. Ne dersiniz?"

 

Şifa yüzündeki naif tebessümden hiç bir şey kaybetmeden oltaya gelen balığına baktı. Gözlerinin önünde kocasına kur yapacaktı ve Şifa medeni bir kadın olarak sadece bunu sırıtarak izleyecekti öyle mi? Sevgili kocasının cümleleriyle ifade etmesi gerekirse 'sikerlerdi öyle işi'.

 

"Tabiki! Size yardımcı olmaktan keyif duyarım."1

 

Leyla Üsteğmen belki de asla şu güne kadar yapmadığı bir şey yapıp kadınca hislerinin esiri olduğunun farkındaydı. Ama toplasa beş kere anca gördüğü bu adamı böylesi bir hezeyanla kaybetmek hırsını frenlemesini engelliyordu. Tabiki ne kadar ulaşılmaz olduğunu onu ilk gördüğünde anlamıştı ama... anası vardı bir yanda da.

 

İçten içe kendine küçümser bakışlar atan bu küçük kıza minik bir ders verecekti ve yoluna devam edecekti. Belki onunla ilgilendiğini göstermekten çekinmediği adamın, kendine kör kalışının da sıkıntısı vardı üzerinde. Ne kaybettiğini fark ettirip, görevine dönmek çok büyük bir olay sayılmamalıydı.

 

Alparslan ise oldukça gerilmiş ve strese girmişti. Ağzını açsa Şifa onu parçalayacaktı, açmasa karşısındaki kadının şeytani bakışlarını görmemek aptallık olurdu. Zarar görme olasılığı canını sıktı. Fiziksel üstünlük üstteğmendeydi üstelik.

 

Şifa eğilerek spor ayakkabılarının bağlarını sıklaştırdı. Sonra Alparslan'a yaklaşıp siyah kargo pantolonunun cebindeki telefonu uzattı. Adamdan gözlerini bir an bile çekmeden saçlarını sıkı bir topuzla topladı. Sonra üzerindeki pudra ve beyaz çizgileri olan bol gömleğin ilikli üç düğmesini de açarak üzerinden çıkardı. Altında bedenini saran siyah bir crop vardı.

 

"Yavrum ne yapıyorsun Allah aşkına?"

 

Şifa gömleği de tutması için uzatırken gözlerini bile kırpmıyordu.

 

"Kapa çeneni! İlk onu halledeyim senin ki daha acılı olacak."2

 

Yılan tıslaması gibi çıkan ses ensesinde buz gibi bir ürpertiye neden oldu. Alparslan bu duruma düşecek adam değildi de kader illa ayağına çelme takmak istiyordu anlaşılan.

 

Halkanın ortasında yer alan iki kadının da yüzünde herkesin anlayabileceği sahtelikte gülümseme vardı.

Leyla Üsteğmen eğitim amaçlı bir çalışma olduğuna herkesi inandırma adımlarına başlamıştı bile.

 

"Evet gençler! Hareketleri dikkatli izleyin. Savunma ve saldırı anlarında ki atakları takip edin. Aynı performansı bekleyeceğim. Sizin ve Şifa Hanım'ın seviyesine uygun basit ilerleyeceğiz."

 

Küçümsemek! Bu köprüden önceki çıkışın gereksiz olduğunu gösteren yerinde bir davranış olmuştu. Şifa yaptığı çok da etik olmayan davranış için vicdan azabı çekmeyecekti böylece.3

 

"Başlayalım Leyla Hanım!"

 

Kadında bunu bekler gibi hızlı bir atak yaptı. İlk hamlenin sol boşluğuna tekme olması şaşırtıcıydı. Şifa yumruk olur diye düşünüyordu. Hızlı bir manevrayla tekme boşa çıkmış oldu.

 

Bir kaç yumruk ve kıskaç hareketi daha savuşturulduğunda kadın çocuklara göz gezdirdi. Karşısındaki cılız bedenin sürekli savunmada kalması hoşuna gidiyordu. Zorlu bir rakip olduğunun kabullenilmesi ve çocukların ıslıklı tezeruhatları da daha çok kamçılıyordu onu.

 

"Gördüğünüz gibi sizde rakibiniz karşısında zayıf konumdaysanız Şifa Hanım gibi savunmada kalmalısınız. Saldırıdan en az hasarla kurtulmak sizin için avantaj olacaktır."

 

Derse devam eden hoca izlenimi yaratmakta oynadığı role hakimiyetini gösteriyordu bir yerde. Alparslan'ın gözünde çirkin bir konuma düşmek istemezdi ama ona neyi kaybettiğini göstermekten de aşırı keyif alıyordu.

 

Bir süre daha saldırı ve savunma şeklinde ilerledi, Şifa bir kaç yumruğu sıyırsa da hissetmişti.

Şimdi onun sırası başlayabilirdi. Sıklaşan nefesler ve alında oluşan ter damlacıkları, şah damarının hızla çarpışı rakibinin kıvama geldiğini gösteriyordu.

 

Kadının yumruk atmadan adım attığını, hangi elini kullanacaksa bedeninin tam tersi yöne eğimlendirdiğini çözmüştü.

 

Omzunun hedef alındığı tekmeyi savuşturmak yerine sol eliyle bileğinden tutup biraz daha havaya kalkmasını sağladı. Aynı saniye içerisinde sol ayağını karşısında ayakta kalmasına yarayan bacağın arasından geçirip kaydırarak bir çelme takmıştı. Leyla Üsteğmen ne olduğunu anlamadan sırt üstü yatar pozisyonda buldu kendini.

 

Kürek kemiğindeki sızı canını oldukça yakmıştı ama hızla ayaklanmasına engel değildi.

 

"Göründüğü gibi fizik her zaman avantaj değildir arkadaşlar. Siz rakibinizi tanırsanız, zaaflarını iyi görürseniz onu iki saniyede sırt üstü devirmiş olabilirsiniz. Leyla Hanımda gördüğümüz gibi iri olması hantallaşmasına ve hızlı hareket edememesine neden oldu."

 

Leyla Üsteğmenin oyununu sürdüren Şifa kendine öldürecek gibi bakan kadından gözlerini ayırmıyordu. Savunma pozisyonunu bozmadan etrafında yarım daire dönmüştü. Yüzündeki minik tebessümde kaç küfürün gizli olduğunu galiba bir tek Alparslan anlıyordu.

 

Hızla gelen yumruğu kendi etrafında yarım tur dönüş ve hızlı bir eğilişle tekrar boşa çıkardı. Yumruğun savruluş hızından dolayı öne meyillenen kadına bir zamanlar dayısının Alparslan'a attığı gibi havaya sıçrayıp bir dirsek darbesi indirdi omurgasına. Sıçyarışı ve dirseğinin hızıyla bu sefer yüz üstü düşmüştü kadın.

 

Kadının hırıldar gibi çıkardığı seste yüzündeki donuk ifade kırılıp, gülümsedi. Bunu Leyla Üsteğmenin görmesini sağlayacak kadar yüzünde tuttu.

 

"Fiziksel olarak üstünlüğü olan rakibinizi önce yormayı hedeflemelisiniz. Biz buna avla oyun diyoruz. Önce onu biraz terletip hazırlamak lazım değil mi?"

 

Gençlerin bir birlerine eğilerek gülüşlerini kapatma çabaları çok tatlı görünüyordu. Kendinden en fazla beş yaş küçük oldukları oldukça belliydi.

 

Ayağa kalkıp kendine yönelen kadının biraz daha yaklaşmasına izin verip yeterli mesafeye ulaştığında savunma pozisyonunu bozup sol kolunu hedefleyen döner tekme attı. Tekmenin yandan savruluş sağlaması için omuz eklem yerinden beş parmak alta gelmesi iyi olmuştu. Sonuçta kimseyi sakat bırakmak istemezdi.

 

Üst üste aldığı sarsıcı darbelerden sonra yan bir düşüş bedenindeki sızlamaları çok artırmıştı. Üstelik bastıramadıkça çoğalan siniri yüzünden kordinesiz hareket ediyordu. Tekrar ayağa kalkmak istediğinde kolundaki ağrı yüzünden eli içe kıvrıldı ve yere dayadığı kolundan yeterli destek alamadı.

 

Şifa hâlâ ısrarla kalkıp karşılık vermek isteyen kadına biraz daha bakıp onu büyük bir hayranlıkla seyreden gençlere yöneldi.

 

"Dövüş sanatlarında fiziksel üstünlük yoktur arkadaşlar. Doğru yerlere doğru hamleler vardır. Elli kilo bir kadın iki metre boyunda yük kiloluk adamı yerle bir edebilir. Rakibi tanımak, öfkeyi kontrol etmek, zaafları saptamak ve en önemlisi karşınızdakini küçümsememek size galibiyet getirecektir. Rakibinizi yeteri kadar önemsemezseniz hata yaparsınız. Sizinle tanıştığıma çok sevindim. Eğlenceli bir dersti."

 

Sonra geri dönüp hâlâ yerde soluklanan kadının önünde tek dizini kırarak boylarını eşitledi.

 

"Çok keyif aldım Leyla Hanım. Güneş için muhteşem müritler yetiştireceksiniz" diyerek kadının gözlerinden ayırmamıştı bakışlarını. Sonra ayaklanarak yerde oturan kadına elini uzattı.

 

Öfkesinden zerre bir şey kaybetmemiş olsa da bu kadar insanın içerisinde daha fazla küçük düşemezdi. Biraz önce resmen kendi öğrencilerine kendi tezinin çöp olduğunu söylemiş, üstelik kanıtlamıştı. Onurunun hiç böyle kırıldığını hissetmemişti Leyla.

 

Uzatılan eli tutup çekti Şifa. Bir adım daha yaklaşarak kulağına fısıldadı.

 

"Gözlerine sahip çık üsteğmen. Eline misket diye verdirtme bana. Uğramaması gereken suratlara değmesin ikisi de."1

 

Fısıltısını sadece ikisi duymuştu. Leyla, kadının sözleriyle kanının çekildiğini hissetti. Bu şekilde aşağılanmak çok zordu ve içinde cılız bir ses 'hakettin' diye yüzüne vuruyordu.

 

Alparslan için ise durum çok daha karışıktı. Biraz önce tozu dumana katan bu fırtına onun karısıydı. Kendini kıskanmış, karakterinden azıcık bile ödün vermeden hasmını yerle bir etmiş ve kendini bir kere daha serseme çevirmişti.

 

Şifa'nın iyi olduğunu biliyordu ama bu kadarını bilmiyordu. O yokken daha fazla asılmıştı çalışmalara demek. Biraz da içindeki öfke hırçınlaştırmıştı onu.

Bir kadının dönerek attığı ve rakibini yere serdiği tekme böylesi seksi görünmemeliydi gözüne.

 

İlk başta sürekli kaçan halleri nasıl da endişelendirmişti onu. Şimdi gözlerinde ki yanan ormanla ona doğru gelmesi hafiften bir ürkütmüyor değildi tenini.

 

Alparlsanın yutkunma sesi Şifaya kadar ulaştı. Şu an istediği tek şey sıratını avuçlarının içine almak ve hırsla birbirine bastırdığı o dudaklara dişlerini saplamaktı. Sertleştiğini, kanının kontrolsüzce erkekliğine toplandığını hissettiğinde Şifanın gözleri de belden altına doğru kaymış, dalga geçen bir bakış atmıştı.

 

Alparlsanın içini kavuran şehvetin yanında Şifanın öfkesi hâlâ çok baskındı.

 

Elinden sertçe çekilip alınan gömleği giyerken bile gözlerindeki kıyamet üsteğmenin yaşadıklarının fragmanıydı.

 

Alparslan alt dudağını köpek dişiyle kıstırıp, çekiştirdi. Zifte dönmüş gözleri Şifanın bedeninde santim santim dolaştı.

 

Şifa onu mahvedecekti...4

 

  

 

Bölüm : 02.12.2024 18:13 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
ORENDA / ŞİFA / Umulmayan Taşların Açtığı Yaralar
ORENDA
ŞİFA

34.23k Okunma

5.05k Oy

0 Takip
47
Bölümlü Kitap
Feda Edilmiş Hayatların MucizesiÇaresiz Bir Acıyla Sınanmış KoruyucuUmut İçin Serpilen KüllerHarabeler ve HazinelerKatrana Bulanan KabuslarSır Sarmalın Boğulan YaralarKalbe Çarpan Sözsüz KelimelerKanatlara Vurulan PrangalarDudaklara Hapsedilen DualarCerehatı Boşaltılmamış AnılarAvuçları Kan Kokan KadınDurgun Sulara Atılan Minik TaşlarGayya Kuyusunda Kısılan RuhlarÇınarın Sakladığı Balta İzleriSaç Tellerinden Parmak Uçlarına Akan ÖzlemKilidini Arayan SandıklarBuza Teslim Olan KorDişlerinden Damlayan Kanın KıyametiGökkuşağının Renklerine Kuşanan TenKurumuş Dallarda Açan Kiraz ÇiçekleriYıkım Zannedilen ZaferlerIşığın Lütfuyla Zırhlanan BedenlerAf Diye Kıvranan GünahlarKöz Kızılıyla Perçinlenen HasretA-bı Hayat ile Taçlanan VuslatÇığlıkların Ardından Gelen FısıltılarDışardan Vurulan Kilitİlmek İlmek İşlenen GeçmişSabırla Dövülen Umutla Bekleyen EmanetZamanın İçinde Kaybolmuş AşkOluk Oluk Kanayan NinniUmulmayan Taşların Açtığı YaralarKara Yılanın Koynundaki SırArafta Sürüklenen ZevahirVolkanın Doğurduğu Ateş ÇiçeğiGaflet Uykusunun Son DemiKaburgasından Sökülerek Alınan Nabza YeminKırık Kanadıyla Umuda Uçan KuşÇare Diye Figan Eden AğıtZulmün Kıyısındaki ArayışSancılı Bir Bekleyişin KöleleriKalbin Önünde Diz Çöken AkılZifiri Ummanda Saklı Kanlı HazineZehire Yuva Olan Koruyucuİntikam İçin Zaman Sayan CesetlerKırağı Vurmuş Aklın SakladıklarıÇığdan Önceki Dingin Huzur
Hikayeyi Paylaş
Loading...