Evettttt yeni bölümle kavuştuk mu? Uzunca bir bölüm oldu. Yıldızları parlattıysak bol bol satır arası yorumlarınızı istiyorum. Ne diyorduk seven sevdiğine sahip çıksın. Seviyorum sizi, yeni bölümde görüşene kadar özleyin beni😘😘😘😘1
Zamanı bile saymayı bırakmıştım ben. Onu görmeyeli yıllar mı geçmişti? Bana bir kaç hafta diyorlar. Belki bir iki ay. Nasıl olabilir böyle bir şey? Çünkü içimdeki hasret bir ömürlük ağırlık veriyor artık bedenime.
Onsuz aldığım her nefes ömrümden ömür tüketiyor...
Arınma odasında üzerimi giyip odama doğru yürüdüm. Tuhaf bir dinginlik sirayet etmişti bedenime. Ensemdeki damga cayır cayır yanmasa his kaybı yaşadığımı bile düşünebilirdim. Bir de tabi çıldırmış gibi çarpan kalbimin yanında tüm sakinliğiyle atan o nabız...
İçim boşalmış gibiydi. Bir kuytu bulsam kendime, günlerce sessiz sessiz ağlasam. Öyle bir hissiyatın ellerindeydim işte. Elim göğsümde, zorla benden alınanı geri kazanmış olmanın mutluluğuyla ayrılamıyordu olduğu yerden.
Bir de devâmın sevinci, dudaklarımda minik bir kıvrılmaya neden oldu. Kalbimin etrafında hiç kesmediği bir devinimle dolanıyordu. Onu hissettiğim ilk andan beri acıyı dindirmeye çalışmaktan o kadar yorulmuştu ki şimdi o nabız, o kadar iyi geliyordu ki.
Odaya girip öylece yatağa serildim. Cenin pozisyonu alıp, kendimi küçültebildiğim kadar küçültmüştüm.
Kapı oldukça sesli bir şekilde duvara çarpana kadar kendi nefesimden başka ses yoktu.
Şahin'i ve koşmaktan soluk soluğa kalmış Veronica'yı görmemle doğrulup ikiliye baktım. Şahin yüzümde dolaştırdığı bakışlarını her bir zerremde gezdirdi. Bir şey arıyormuş gibi bir hâli vardı. Sonra ise o gergin omuzlarında bir gevşeme olduğunu, sesli bir soluk bıraktığını duydum.
Şahin oldukça sinirli görünüyordu. Veronica ise gözlerini büyütmüş bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Şahin kapıyı yine aynı sertlikle kapattı ve tam karşımdaki sandalyeye oturdu.
"Nasıl görünmeden, bu kadar sessiz hareket ediyorsun sen? Arınmadan ne zaman çıktın? Ne zaman geldin odaya? Kızım sen beni öldürmek istiyorsan daha kolay yöntemler var, ben öğretirim sana!"
Neyi, ne kadar bildiğini bilmediğim için tedirgin olmuştum. Endişeli suratı, öfkesiyle çarpışıyordu sanki. Gözüm Veronica'ya kaydığında kolunun pansumanlı olduğunu görmek iyi hissettirdi bir an. Benim için hiç düşünmeden kendini kesmişti.
Elini gür sakallarında dolaştırıp, dağınık saçlarını yolar gibi çekiştirdi.
"Ne bok yediniz siz? Aklımı oynatacaktım, ne halt ettiniz ikiniz kimseye bir şey söylemeden?"
"Aptala mı yatacağız Şifa hanım? Dün gece ne işler karıştırıyordunuz dökül çabuk? "
Tek kaşını kaldırdı. Nasıl anlatılır bilmem ama şu ana kadar tanıdığım adamdan çok farklı göründü bir an gözüme. Kollarını birbirine dolayıp, tam önümde durdu.
"Ha o yüzden şu saçlarından beynine yer kalmamış kızıl, benden kütüphanenin kameralarını etkisiz hale getirmemi istedi. Tabi birde gece yarısından sonra laboratuvardan seni çıkarmaya çalışması var!"
Kaçamak bir bakışla Veronicaya baktım. Stresten tırnak etlerini yemeye başladıysa o da burdan nasıl kurtaracağımızı bulamıyordu galiba. Yine de gözlerimi bir an bile çekmeden Şahine baktım. Kaçan gözler yalancıyı ifşa ederdi değil mi?
"Bir takım sıkıntılarım var, serum bağladı. "
Şahin hırsla elini sol tarafındaki komidinin üstüne çarptı.
"Beni salak yerine sakın koymayın, nasıl bir bok yediyseniz sadece burnundan bir ünite kan akmış! Seni o cam fanusa taşıyana kadar ölüden farkın yoktu. Ha ensendeki damganın tekrar o hale gelmesine neyin sebep olacağını biliyorum onun için yalan sıkmaya çalışma!"
Yanılmıştım. Ne yaptığımızı bal gibi de biliyordu. İtiraf ettirmeye çalıştığını anlamamla süngüm düştü.
Yine sesim çıkmadı. Ne diyeceğimi bilemiyordum açıkcası.
"Güzel! Duhan konuşturur seni. Belki Gökay Başkan? Dur en iyisi acil çağrı çekelim biz üs liderlerine, onlar konuşturmak için bir yol bulur!"
Bariz tehditiyle yüzüme buz gibi bir su çarpmış gibi kalakaldım. Hayır! Şimdi değil! Uzun süre saklama niyetinde değilim ama henüz ensemdeki karıncalanmayı, zihnimdeki uyuşuk çağrıyı çözemedim. Kendime tam olarak gelmiş bile değildim.
Üstelik öfke sardı içimi istemsiz. Şahin, beni tehdit ettiğinde ihanete uğramış gibi hissettim. O beni tehdit edemezdi. O... O babama çok sadıktı. Çok hadsiz bir histi ama burnumun direği sızladı. O ailedendi, tehdit etmemesi lazımdı beni. Şahin ailemdi, nasıl böyle onların önüne atacağını söyleyebilirdi ki bana? Gözümün dolduğunu hissettim ama dişlerimi birbirine sıkıca bastırarak bu hissi örtmeye çalıştım.
"Şahin zaten biliyor muşsun daha ne istiyorsun? "
Boğazımı yaka yaka da olsa zorla bir cümle kurdum. Yüzümdeki gözleri bir an bile çekilmiyordu. Sonra hiç beklemediğim bir şey yaptı. Daha ne yapıyorsun diyemeden beni kendine çekip sıkıca sarıldı. Ellerim iki yanda öylece kalakalmıştım.
"Kızım siz kafayı mı yediniz? Kendi başınıza ne enjekte ettin kendine? Ölüp gitmeyeceğin ne malum? Lan aklım gitti aklım, o kozaya yatırana kadar ömrümden yirmi yıl yedin. Nerden buldun o serumu? "
Sesindeki titremeyle gözlerim kapandı. Omzuna doğru düştü başım. Havadaki ellerim de sakıca dolandı beline.
"Şahin özür dilerim ama sana her hangi bir şey anlatamam. Ne olur anla beni, çok çıkmazdayım. Ne yapacağımı bilmiyorum, söylediğim küçük bir şey neye sebep olur düşünemeyecek kadar kayboldum."
Sırtımı okşayan eli duraksadı. Bir süre öylece sarıldı ama sonra omuzlarımdan tutarak geriye çekildi. Yüzünde koca bir karmaşa vardı. Belki biraz da hayal kırıklığı...
"Ne yaptım bu güne kadar? Ne yaptım da bu güvensizliği hak ettim? "
Böyle düşünmeye onu ben itmiştim. O yüzden hemen iki yana salladım başımı. Bir de gerçekten derdimi anlatamazsam diye panik kapladı yüreğimi.
"Bu senle ilgili değil Şahin. Sana yemin ediyorum çıkamıyorum işin içinden. "
Sesim istediğim netlikte çıkmamıştı maalesef. Neredeyse bir yıla yakın bir zamandır hep yanımdalardı. Güvenmeyi herkesden çok ben istiyordum. Daha da fenası söylesem mi söylemesem mi doğru kararı vermiş olurum bir türlü emin olamayışım böyle bir hâle sokuyordu beni.
Omuzlarımdaki eli yüzüme doğru çıkıp, bebek sever gibi okşadı iki yanağımı. Yüzündeki sertlik kırıldı, o benimle diziler izleyip, susmadan konuşan adam geri geldi.
"Neyle ilgili o zaman? Görmüyor değilim hâlini. Bak böyle olmaz kızım, tek başına altından kalkamazsan..."
Bir an ne geldiyse gözünün önüne gözlerini sıkıca kapatıp, başını iki yana salladı. Bana geri baktığında biraz önce yumuşayan irisleri eski sertliğine geri dönmüştü.
"Ya planladığın gibi gitmeseydi Şifa? Bu kadın seni oradan arınmaya nasıl taşıyacaktı, ya yakalansaydı? Hain ilan edilmen hiç mi aklına gelmedi? Ne yaparlardı o zaman biliyor musun? Sana ne olurdu hiç mi aklına gelmiyor? Veronica ne olacaktı? "
Kafamı karıştırıyordu cümleleri. Tam olarak Şahin neye sinirliydi anlayamadım. Birlikten gizli iş çevirmemize mi delirmişti yoksa iş çevirirken yakalanıp daha kötü bir halin içinde kalabilme ihtimalimize mi çıldırmıştı?
"Kimseye söyleyemem, anlamıyorsun. Kimseye güvenemem. Bir hatam beni de Alparslan'ı da yok eder. "
Fısıltımla kısılmış kahve gözleri açıldı.
"Onu kurtarmamız gerek ve Birliğe güvenmiyorum. "
Oturduğu yerden ayağa kalktı. Küçük oda da bir sağa bir sola yürüyüp uzamış sakallarını çekiştirdi bir süre. Veronica küçük adımlarla yanıma gelip oturmuştu. Dikkatlice yüzüme bakıp iyi olduğumdan emin olmaya çalışıyordu. Gözlerimi açıp kapadım ve tebessüm ettim. İyi olduğuma inanması gerekiyordu.
"Alparslan nerede biliyor musun? Kızım herkes deli gibi arıyor, biliyorsan söyle alalım çocuğu oradan."
"Tam olarak biliyorum sayılmaz ama hissediyorum. "
"O ne demek? Hani kaybettiydin aranızdaki bağı? "
Şimdi Veronicanın tembihlerine uyma vaktiydi. Duruşumu dikleştirdim.
"Kaybetmemişim, yeni duruma vücudum uyum sağlayamadığından anlayamadım sadece. "
Tek gözünü kısıp bir Veronicaya bir bana baktı. Yüzünde dalga geçen, küçümseyen bir bakış vardı.
"Onu benim külahıma anlat sen. Eben yer bu yalanları. Ensen kabarmış! Nerden buldun, ne yaptırdın kendine ama halletmişsin sen işini. Bu kızıl tilkiyle bi boklar karıştırdın, sonra bağa geri kavuştun da öyle yerini hissediyorsun!"2
"Şahin birilerine söyleyecek misin? "
Tek kaşı kalkık bir hâlde suratıma dikkatle bakıyordu.
"Kime mesela? Birliğin dokuz lideri ve sadece Duhan'ın erişim hakkı olan dosyalara girildiğini bilen ve deliren Duhan'a mı? "
"Hemen de yetiştirmiş pislik, yamuk burunlu. "
Veronicanın tıslar gibi çıkan sesiyle benim üzerime zincirlediği bakışları anlık yanımda oturan kadına çevrildi.
"Hele sen hiç ağzını açma! Şu yaptığın bir öğrenilse yıllardır verdiğin emeği hiç biri görmez, etkisiz hâle getirirler seni! "
Veronica hırsla ayağa kalkıp Şahin'in burnunun dibine girmişti.
"O sıkar bir kere! Benim tek bağlılığımın Şifa'ya olduğunu bilmeyen mi var Güneş'te? Şimdi mi zorunuza gidiyor? O dilini keserim Şahin. Olmadık birilerine, olmadık bir şey yumurtlarsan yılların hatırı var demem keserim dilini! "
Hiç beklemediğim bir şey yaptı bir anda. Yaşına, konumuna, belki de tam şu an olan durumun ağırlığına hiç uymayacak şekilde Veronicanın alnını işaret parmağıyla geriye doğru ittirdi.
"Ulan sizin derdiniz ne? Kimim ben kim? Veronica iyi bak bana sen ne zaman seni sattığımı gördün? Yada benim birini hiç sattığımı gördün mü? Bu kızı önlerine atarmıyım ben? Serdar Komutanımın kızı lan Şifa! Duanın kızı! Ben onun için gözümü kırpmadan ölürüm."
Boğazım düğüm düğüm söylediklerini hazmetmeye çalıştım. Öyle bir inançla kuruyordu ki şu cümleleri iki göğsümün arasında can çekişen bir sancıya neden oldu. Birbirlerine olan bağları benim yüzümden yara alırsa bunun altında ezilir, un ufak olurdum.
"Ne halt yiyorsanız anlatacaksınız bana. Başınızı belaya sokmadan çözmeye çalışacağız. Herkesin gözü üzerinizdeyken bu kıza ne verdin? Duhan geliyor, adam akıllı anlatın meseleyi. "
Benim yüzümden yıllardır dost olan iki kişi karşı karşıya kalmıştı. Hata üstüne hata yapıyordum. Bir kez daha duymak istedim ama ondan sırrıma ortak olup olmayacağını.
"Şahin konuştuklarımız aramızda kalacak mı? "
Veronicaya ateş saçarak bakan gözleri bir an bana dönüp tekrar kızıla çevrildi.
"Sen beni tanımazsın ama yanındaki tilkiye sor, aramızda kalacak mı Veronica? "
Veronica da her an saldıracakmış kadar öfkeli, gözlerinden ateş saçacakmış gibi hırslıydı.
"Aramızda kalır küçük tırtılım ama sevgili tribi yeriz uzun zaman! Hiç çekilmez bundan sonra bu. O izlediği dizilerde ne kadar laf sokmalı replik varsa dinleriz artık. "
Kendimi çok da iyi hissetmiyordum ama şu an öncelik benim iyi hissetmem gibi görünmüyordu. Dayımın da geldiği haberiyle çuvallamış gibi bir his düştü omuzlarıma.
Sesimi temizleme ihtiyacı hissettim. Suç işlerken yakalanmış ve hesap veriyormuş gibi görünmek istemiyordum.
"18.Bileşen yarımmış yani. Onu tamamlayan bileşeni buldum ve eksik olan o dozu aldım Şahin. Alparslan'la olan bağı uyanışla kaybettim evet ama eksiz dozu alınca onu hissetmeye tekrar başladım."
Şahin kıstığı gözleriyle ve sakallarını çekiştirdiği eliyle aşırı sinir bozucu görünüyordu şu an. Ama fark etmeden kurulmuş bir gönül bağım vardı onlarla. Anne babamla güçlü bir geçmişleri vardı, bende bu yüzden olabildiğince makul durumu açıklama çabasına girdim.
"Şimdi sen Alp'i hissediyorsun? Nerede bulabilirsin, öyle mi?"
"Emin değilim ama böyle olması için elimden geleni yapacağım. Hissediyorum, nefes alıyor. Kalbi atıyor, telatapik bir bağ kurabilir miyim bilmiyorum. O iyi değil Şahin, hiç iyi değil. Zamanımız var mı bilmiyorum? Ama göğsümün altında ona ait bir acı var. Canı çok yanıyor bunu iliklerime kadar hissediyorum."
Dediklerimle yanağının içini ısıra ısıra baktı bana. Göstermek istemiyordu ama kahve gözlerini örten paniği hissedebiliyordum.
"Acele etmeliyiz, bulmalıyız çocuğu..."
Kelimelerini bize değilde daha çok kafasının içerisindeki birine söyler gibiydi.
"Duhan buraya gelmeden ona ulaşacağım. Önden durumu anlatalım ki Birlik'te dikkat çekmesin şu halin. Şimdi de neden Birliğe bu kadar tepkilisiniz onu söyleyin bana. Hoşunuza gitmeyen ne yaptılar?"
Ben konuşmadan Veronica durumu açıklamaya başladı.
"Şahin yirmi üç yıl önceki mesele tekrar canlana bilir. Korkumuz Birlik değil esasında. Alparslan'ı bu kadar kolay aldılarsa sızıntı vardır bunu sizde biliyorsunuz. Şimdi duyuramayız kimseye. Kurtta Şifayı tam bu yüzden vatoza bıraktı. İçerden bilgi gidiyormuş, sadece Birliğin hakim olduğu meseleler duyduysa kurt, haksız diyemeyiz!"
Şahinin kaşları çatıldı. İki kaşının ortasında iki derin çizgi oluştu.
"Sızıntı var! Hay ben bu işin geliş yoluna tüküreyim! Bu oğlan hiç görevi olmadığı halde Umay Komutanın darbesiyle kafayı bozmuştu. Bir şey buldu, onu deşmek için gitti. Şüphelendiği gibi gerçekten Birlik içinden biri sattı çocuğu!"
Kendi kendine konuşur gibi eli ensesinde sıraladı aklındakileri. Sonra dikkatle bana baktı. Başını iki yana salladı.
"Zuhur kameralardaki tuhaflığı fark etti. Ben onu oyalayacağım. Odandan çıkma ben haber verene kadar. Kurta ulaşana kadar sesimizi keseceğiz demek ki. Yerini bulalım sonra düşünürüz ne yapacağımızı."
Şahin, Duhan'la yuvada konuşmanın daha doğru olduğunu önerince bir helikopter turuna çıkmış olduk. Ensem çok acıyordu ama bunu belli etmemek için elimden geleni yapıyordum. Veronica'nın ekstra endişelenmesine ve Şahin'in sürekli söylenmelerine fazladan ihtiyacım yoktu.
Yuvaya girdiğimde o eski hissi bulamayışım canımı sıktı. Burası artık beni mutlu eden bir yer olmaktan çıkmıştı. Beni mutlu edecek bir yer kalmışmıydı bilmiyorum ama yüzümün gülmesine sebep bir nabzın varlığıyla ayakta durabiliyordum.
Duhan öyle bir öfkeyle girdi ki içeri dinlemeyecek diye çok korktum. O bu hayatta kan bağım olan tek kişiydi ve hayatımın her anında kıymetli olmuştu. Çocuk tarafım hâlâ onu üzmemek, hayal kırıklığına uğratmamak istiyordu.
Karşıma geçtiğinde ağzımı bile açamadan kollarını sıkıca sardı bana. Ben karşılık veremeden açık saçlarımı toplayıp ikinci derece yanık görüntüsüne bürünmüş enseme baktı. Dili ve dişi arasında bir kaç küfür mırıldandığını duydum. Sonra da ardımda öylece dikilen Veronicaya öfkeyle baktı.
"Ne haltlar yiyorsunuz Veronica? Siz benden habersiz neler çeviriyorsunuz?"
"Sakin ol önce Duhan. Yanlış bir şey yapıyor olsak bunu ilk ben durdururum. Sakin ol Şifa'yı dinle."
"Dosyalar açıldı. Tüm birimlere uyarı gitti nasıl toparlayacağımı bilemedim. Üstelik topun ağzına kendim girdim. Benim talimatım sanıyorlar."
Veronica iki eli belinde, Duhana aynı diklikle karşılık verdi.
"İyi işte toparlamışsın neyin siniri bu?"
Kavgalarının arasına girmek istemezdim ama ensemdeki acı katlanılmaz olmaya başlamıştı. Ben bir an önce Duhan'la konuşmak, kimsenin olmadığı bir odada kıvranmak istiyordum.
"Dayı, 18.Bileşen eksiz dozmuş. Günlüklerde saklanmış bir ampul. Alparslan'la kopan bağa ulaştım. Lütfen sonra ne istersen bana yapabilirsin ama çok zamanı yok, ona ulaşmalıyız."
"Ne diyorsun kızın sen? Ne eksik dozu? Onu sen kendi başına mı aldın? Nasıl etkileyecek bilmeden öylece enjekte mi ettiniz?"
"Dayı bunları sana daha sonra, istediğin her ayrıntıyla anlatacağım. Yemin ediyorum anlatacağım ama nabzı çok zayıf. Lütfen..."
Dillendirene kadar korkumun bacaklarımı titrettiğini anlamamıştım bile. Ama görmezden gelemeyeceğim kadar berbat bir hâl vardı ortada. Kalbime dolanan nabız çok fersiz, dirayetsizdi.
Bu söylediklerim onun da öncelik sırasını bir anda değiştirdi. Harelerinde bir kırılma, onda alışık olmadığım bir korku meydana geldi.
Dudağım titremeye, burnumun kemiği sızlamaya başladı. Oğluydu Alparslan Duhanın. Küçük yaşında bulan, eğiten, ona, onun deyimiyle bir amaç veren kişiydi. Alparslansa Duhanın dert ortağı, amacını paylaşan yol arkadaşı olmuştu bunca yılda.
"Bilmiyorum! Nasıl ulaşacağımı da bilmiyorum. Sadece hâlâ nefes aldığını biliyorum. Ama biraz dinlensem, birazcık olsa şu zihnimde çığlık atan kadını sustursam bulabilirmişim gibi hissediyorum."
Omuzlarım düştü. Ben ne çok şeyin gizinde, yön bulmaya çalışıyordum böyle? Olmadan hiç bir şeyi tam yapamıyor, bir bataklıkta debelenip duruyordum. Doktoru ve kafamın içindeki varlığını Duhan anlayacak olsa da benim anlatacak mecalim yoktu.
"Dayı o da sonraki konumuz olsun mu? Barbaros'dan hiç haber yok mu?"
Başını esefle iki yana salladı.
"Yok... Bizimde ulaşma iznimiz kısıtlı. Gökay Turana sordum ama net cevap alamadım. Sanırım o başka bir görevin altında."
"Peki Birlik, Alparslana dair hiç mi bir bilgiye erişemedi?"
Utanç kaplı gözleri kaçtı benden. Başını iki yana sallamanın dışında sesi çıkmadı.
Nasıl bulamazdı kimse bir iz bile? Nasıl bu kadar iyi saklayabilirlerdi onu? Konuşacak tüm kelimelerim tükenmiş gibi adımlarımı odama sürükledim.
Ensemdeki alevi susturacak buz gibi bir suya ihtiyacım var. Birde kafamı toparlayacak bir kaç saate.
Soğuk su damganın hararetiyle beraber bedenimdeki yorgunluğu da almıştı. Beynimin içinde bir soğurma vardı sanki. Dipsiz kuyuya düşer gibi sürekli düşüyordum. Bedenim boşluktan aşağı sallantıda, öylece kara bir girdapta savruluyordu.
Alparslan'a ait bir kazak ve eşofmanı bedenime geçirip yatağa girdim. Gözlerim uykusuzluktan sızlıyordu. Sadece bir saatlik bir uykudan sonra kalkıp bir yol bulacaktım. Bir saat sadece...
Zayıf bir kalp atışı ve şıp şıp eden damlanın sesinden başka hiç bir şey yoktu karanlıkta. Bir rüyada olduğum hissi o kadar baskındı ki. Kontrol edemediğim, tuhaf bir zamanda kaybolmuştum sanki.
Rüya da olduğumun oldukça farkındaydım, tek anlam veremediğim fiziksel bir acı ile kıvranmak isteyişim tuhaftı. Rüyada acı çekiyor muyduk? Çeksek bile bu jadar somut hissediyor muyduk? Gözlerim kapalıyken hatırladığım tek ağrı ensemdeydi. Ama şimdi çığlık atmak istetecek kadar bedenimin her yerini sarmıştı. Ben! Ben rüyadaydım değil mi?
Ağrı çok güçlüydü ama nerede başlıyor, nereler daha çok acıyor kavrayamayacak kadar halsizdi vücudu. Sırtında korkunç bir yanık acısı vardı. Ciğerleri de oldukça kötü durumdaydı üstelik. Nefes alırken birileri ciğerine bıçak saplıyormuş gibi acı çekiyordu.
Algılarını kaybetmiş ve gece gündüz tayini yapamayacak dermansızlık içerisindeydi. Metal kapının açılmasıyla dişleri sızladı. Üst menteşe pas yüzünden iğrenç bir ses çıkarıyordu. Vücudu bu kadar güçsüzken bile iki ayağında ve ellerinde bir birine bağlı zincirler çıkarılmamıştı. Sağ gözü aldığı darbelerden dolayı kapanmıştı. Ama önüne metal bir kapla konulan ekmek parçasını görebildi.
"How can you stand?Sill! You will die here. Say what they want!"
(Nasıl dayanabiliyorsun?Aptal! Burada öleceksin. Ne istediklerini söyle!")
Sürekli bu cümleleri duyuyordu zaten. Adam diğerlerinin aksine onun hala nasıl yaşayabildiğini sorguluyordu. Başka bir insanın kaldıramayacağı türden bir sorgulamaya maruz kalmıştı. Ona yemek getiren ve tuvalete götüren kişi değişmiyordu sadece. sorgusunu yapanlar ise 'konuş' demekten başka bir şey söylememişti hiç. Zemine yaslı başını koluyla sarıp oturur pozisyona getirirken bir inilti firar etti dudaklarından. Aynı zamanda adamın giydiği keçe kadar sert montun aralık fermuarından yüzüne bir kolye çarptı. Adam tek eliyle kolyeyi tekrar yerine gönderirken sol gözü gördüğü şekli anlamlandırmaya çalışıyordu.
Zihnine vermek zorunda kaldığı hasardan beri ağrılar atak şeklindeydi. Ve yeni bir atak yaklaşmaktaydı. İçten içe neden onu bulamadıklarını da sorguluyordu. Rusyada olduklarını hatırlıyordu en son. Ama Rusya soğuğunu bilirdi. Böyle hissettirmemesi gerekiyordu. Çok büyük bir boşluk ve karmaşanın içerisinde ne için esir alındığını hatırlamaya çalıştı. Bunu yaptığı ilk saniyede kafasının içini esir alan acıyla açık olan tek gözü sıkı sıkı kapandı.
Saçlarından kavranarak başını dik tutmasını emreden adamla bir an göz göze geldi. Yemeğini bitirmesini emrediyordu. Ağrıyı görmezden gelmeye çalışarak bir kaç lokmayı zorla yarık dudaklarından içeri sızdırdığında atak beynini tekrar esir almaya başlamıştı bile. Ağrıyı yönetemeyecek kadar dirençsiz oluşu bayılmasına neden oldu.
Uçsuz bucaksız bir karanlığa zihnini hapsetmişti ama bunu neden yaptı asla hatırlamıyordu...
Çok uzak bir meridyende sancının acısıyla kendini kaybeden adamın aksine Şifa hızla daldığı uykudan uyandı. Kalbi her an ağzından fırlayacak kadar şiddetli bir devinimin içerisindeydi. Dudakları dehşetle "rüya değil!" demek için aralandı.
Kendini yataktan nasıl fırlatıp merdivenlerden indiğini anlayamadı uykunun sersemliğindeki bedeni.
Duhan ve Şahin kızın merdivenlerden her an yuvarlanacak gibi gelişiyle ayaklandılar. Veronica da seslerin etkisiyle odasından fırlamıştı.
Şifanın gözlerinde tarifi olmayan bir ışık yanıyordu. Tüm renkler olabilecek en parlak tonla canlanmışlardı.
"Çok soğuk bir yerde. Duhan onu bulmalıyız, çok soğuk!İşkence görüyor onu bulmalıyız! Her yeri acıyor!!!"
Duhan öne atılıp Şifaya ulaşmaya çalıştı.
"Şifa ne oluyor? Sakin ol! Ne diyorsun?"
"Yaktılar! Yaktılar onu, nefes alamıyor!"
Çığlıkları yuvada ynkışanırken tırnakları bağrını deşercesine sinesine saplanmıştı. Nefes alamadığını dillendirirken kendi de oksijen diye yalvaracak bir haldeydi.
"Şifa sakinleş! Alparslan mı? Ne dediğini anlamıyorum."
Şifa ise delilik sınırında dolaşan aklınım karmaşasında, çıldırmış gibi davranıyordu. Bağıra çağıra 'canını yakıyorlar' cümlesinden başka bir şey çıkmıyordu ağzından.
Delirmiş bir öfkeyle eline geçen her şeyi sağa sola fırlatan kızın durumu paniğe sokmuştu odada ki herkesi. Yardım çığlıkları arşı inletecek kadar şiddetliydi.
"Sakin ol yavrum. Ne oldu, önce anlat? Şifa kendine zarar veriyorsun, ne oldu anlat."
Şifa gördüklerinin rüya olmadığına emindi. Bu hissi daha önce bir kere daha tatmıştı çünkü. Alparslan'ın görüsüyle kendini izlemişti. Rüya olamayacak kadar hissedilirdi her şey. Sırtındaki yanığı, ciğerlerindeki acıyı, zihnine saplanan o ağrıyı hâlâ derinlerde bir yerde hissediyordu.
"Gördüm! Ben onu gördüm, ne halde hissettim. Mahvettiler! Benim canımı param parça ettiler! O şu an çok kötü bir yerde, çok kötü bir halde. Bulmalıyız, zaman yok anlıyor musunuz?"
Şahinin "bir şey söyle! Bize yol gösterecek tek bir ip ucu ver ne olursun?" Sözleriyle Şahine doğru atıldı. Tek çıkış kapısı oymuş gibi kollarına tırnaklarını geçirmişti.
Rüyasından ona kalan her şey zihninin en baş köşesinde yer edinmişti. Şahini tedirgin eden delici bakışlarla irislerini daha da irice açtı.
"Bir şey, bir kolye var. Üzerinde harita gibi bir şekil var. Sen gördüğün hiç bir şeyi unutmazsın Şahin. Daha önce görmüş olmalısın, kırmızı şekillerin olduğu bir kolye var. Böyle... Nasıl desem askeri arma gibi. Yok daha farklı sanki. Harita kırmızı."
Şahin kaşlarını çatarak düşündü böyle bir şey görmemişti. Ya da Şifa'nın anlattıklarını şekillendiremiyordu.
"Çizebilir misin? O kolyeyi bana çizebilir misin Şifa? Ordan bir şey çıkarabiliriz."
Adamın cümlesi bitmeden Şifa yine koşar adımlarla Duhan'ın çalışma odasına fırladı. Ödü kopuyordu gördüğü o şekli unutur, bir parçasını dahi yanlış hatırlar diye. Eline aldığı A4 kağıdı ve kurşun kalemle masaya çöktü. Odaya giren kimseyi fark edecek durumda değildi. Şu an hatırasında olan o minicik ip ucunun peşindeydi.
Kalem hızla hareket edip umut olabilecek ip ucunu şekillendirmeye başlamıştı. Şifa yarım saat bile sürmeyen çiziminden başını kaldırdığında ışığı solan gözleri çakmak çakmak parlamaya başlamıştı tekrar. Şahin ise şekilden hiç bir şey çıkaramadığın da derince yutkunup başını sağa sola salladı.
"Daha önce böyle bir şekil görmedim. Görsem unutmam biliyorsun ama Allah kahretsin görmedim!"
Dallarında tomurcuğa duran çiçekleri bir anda kırağı yemişti. Halbuki o kadar emindi ki bu şeklin onları bir yere götüreceğinden. Gök kubbenin en tepesinden cehennemin yedinci katına düşmüştü bir anda.
"Nasıl bilmezsin? Nasıl bilmezsiniz? Ben delireyim mi istiyorsunuz? Nasıl görmezsin?"
Masada ne varsa eliyle süpürerek yere fırlatışı, sandalyeyi yere çarpışı, eline geçirdiği isimliği karşı duvarı kaplayan vitraya atışı bir kaç saniyede gerçekleşti.
Sinir krizi geçirdiğini anladıklarında Duhan kollarına tırnaklarını geçiren, saçlarını yolan kızı sımsıkı sarıp durdurmaya çalıştı. Ama kriz çok şiddetliydi ve Şifa zapt edilemeyecek kadar çığırından çıkmıştı. Veronica'ya sakinleştirici getirmesini bağırdıktan sonra vücudunun ağırlığını kızın üzerine vererek direncini biraz olsun kırmaya çalıştı. Şahin'in yardımıyla damarına zerk edilen sakinleştirici yavaş yavaş durulmasına sebep olmuştu. Gözlerini kapatırken bile 'bulun onu' diye yalvarıyordu.
Veronica bir an bile yanından ayrılmayıp tırnak izlerinin kanattığı kollarını sardı. Saçlarını bir bebeği uyandırmaktan korkar gibi usulca taradı ve Tanrı'ya hiç etmediği kadar dua etti. Sabaha karşı dört gibi gelen seslerle parmaklarının uçlarında odasından çıktı.
Aşağıya indiğinde Kerim'in burada ne aradığını anlamamıştı.
Kerim oldukça yorgun görünüyordu. Tüm Birlik gibi onunda her yerde Alparslan'ı aradığını Şahin söylemişti.
Sesinden hissedilir bir gerginlik akıyordu. Son günlerde bir çok kural ihlali yapmıştı, üstlerinden hiç yemediği kadar laf yemişti ama yine de kardeşi bildiği adamı bulamamıştı. Şifa'nın ortalıkta olmaması iyiydi çünkü gözlerine bakıp sessiz kalmak çok utandırıyordu Kerim'i.
Duhan ise devanın gücünü inkar edercesine yaşlanmıştı sanki. Yüzüne tarifsiz bir keder oturmuştu. Şifanın geldiği hali düşündükçe gözlerini kapatmaya korkuyordu.
Gözlerini her kapattığında Duanın acı çeken yüzü beliriyordu zihninde.
"İyi değil, sinir krizi geçirdi. Sakinleştirici verene kadar kendine çok zarar verdi. Kerim nerede bu çocuk? Kim bunlar, kafayı yiyeceğim?"
Kerim dişlerini kıracak kadar sıkmanın dışında hiç tepki vermedi. Hiç bu kadar çaresiz kalmamışlardı. Nasıl olur da hiç birinin gücü yetmezdi?
"Hakan ülkeye girecekti bu gece. Onun için buradayım, bir şey bulmuş olabilir."
Sessizlikle geçen iki saatin sonunda ise Kerim'in dediği gibi Hakan yuvaya giriş yaptı. Gözle görülür bir yorgunluk vardı üzerinde. Günlerce uyumadığı her halinden belliydi.
Kimseyi beklemeden Veronica koşarak adama sarıldı. "Ne olur iyi bir haberin olsun" diye fısıldadı kulağına. Hakan ise ciğerini doldurduğu soluğu şiddetle bıraktı. Kaç parçaya bölünerek yaptığı arama fiyaskoydu. Ellerindeki yanıklar sızladı yine. Başarısızlık onu tüketecekti.
"Şifa bir şekilden bahsetti. Alparslan'ın bulunduğu yerle ilgisi olduğundan emin ama ben hiç bir şeye benzetemedim. Daha önce görmedim."
Kerim şekli görmek istediği için çalışma odasına çıktılar. Şahin dağınıklığın arasından çekip aldığı kağıdı uzattı. Kerim hızla alıp şekle bakmaya başladı. Islık gibi aldığı nefesle kafasını kaldırdı ve yanına yaklaşıp elindeki şekle çatık kaşlarla bakan Hakana döndü.
"Nereden tanıyorsun şekli Kerim?"
Kerim ise nasıl böyle bir şeyin olabileceğini sorguluyordu.
"Duhan Sırbistan'dan alınan belgelerin satılmadığından emin misin?"
"Duhan Alparslan'ı almamışlar Cuntos'u almışlar! "
Veronica eşiğinde durduğu kapıyı sertçe itip içeri girdi.
"Nasıl CUNTOS'u almışlar? Kerim ne demek bu?"
Şekilden gözlerini ayırmayan adam kafasını kaldırıp kadına baktı.
"Altı asil üyeden altıncı ve koruyucu ailenin ölüleri kullanır bu armayı. Masayı kuran aile kendi için yetiştirdikleri muhafızlarına verir. Kahretsin her şeyi biliyorlar. Biz Ortadoğu'nun kurduna düzenlenen bir kumpas sanıyorken CUNTOS muş hedef!"
"Alparslanın kaybolduğu gün bizden de iki kişi öldürüldü!"
Şahinin sözleriyle Duhan bir anlık aklından çıkan detayı hatırladı.
Şifanın dün gece çıkardığı karmaşanın ortasında tam da bununla ilgileniyordu Duhan. Atilla Saruhanlı ve Tarık Yıldırayın çocuklarına ilişkin ölüm raporları elne geçmiş. Son yapılan tahlillerle Kulaksız diye tanınan, Birliğin en güvenilir istihbarat ağını yöneten adama gerekli emirleri vermişti. Avukatın kardeşleri için açtığı dava dosyasını ortadan kaldırılarak gerekli kırbaçlama yapılmıştı. Bakanın kızı için ise avukatın yanına çekilme talimatlarını ulaştırır ulaştırmaz Şifa için yola çıkmıştı.
Duhan bu iki olayın ve zamanların denk gelişini asla tesadüf olarak görmüyordu. SPIRÜTÜS DEDİCADET341 ve maden projesi aynı anda saldırıya uğramıştı. Diğer üs liderleri de saldırıların eş zamanlı oluşunu birbirine bağlıyordu.
Kerim ise düşündükçe olayların sıralaması, zamanlaması hep bir birine bağlı bir örümcek ağı olduğunu fark etti. Hiç biri anlamadan 'uyanış' bile onların elinde şekillenmişti.
" Uyanışla Alparslan'ın koybolması tesadüf değil. Uyanışı onlar tetiklemişler. Bir şey yapmış olmalılar. Alparslan'a bir şey yapıp Şifa'yı tetiklemiş olmalılar. İkisinin arasındaki bağı kullanarak Şifa'yı uyanışa sürüklemişler."
Odadaki herkes dehşete kapılmış gibi adamın söylediklerini dinliyordu. Kerim ise düşündükçe her şeyi kafasında oturtmaya başlamıştı. Ölüler sadece AS'tan emir alırlardı. Alparslan'ı konuşturup Şifa'ya ulaşmayı hedeflemiş olmalılardı.
"Nerede tutarlar Alparslan'ı Kerim? Nasıl ulaşırız onlara?"
Kerim kimin neyi öğrendiğiyle zerre kadar ilgilenmiyordu. Tek amacı kardeşini getirmekti.
"Şekle iyi bak Duhan! Nerede oldukları belli ama oradan fark edilmeden almamız imkansız gibi."
Duhan ve Hakan tekrar armayı incelediğinde. Parmakları parçaları saymaya başladı. Hakanın mavi gözleri irice açılıp, Kerime çevrildi.
"Kraliçe adalarında mı? Bunca zaman bu yüzden mi bulamadık?"
Veronica "Şifa çok soğuk demişti" diye fısıldadı. Gerçekten aralarında bağ falan kalmamıştı. Şifa tamamen Alparslan olmuştu.
Şahin de aynı dinginlikle "Buzuldaymış" dedi.
"Nasıl alacağız onu ordan? Şifa çok kötü . Toparlanamaz, ölür benim kızım. İşkence ediyorlar dedi, ne kadar direnecek o çocuk?"
Hakan başını iki yana salladı umutsuzlukla.
"Bizi oraya sokmazlar! Ülkeler arası savaş başlatırlar ama giremeyiz. Kim bilir nasıl bir güvenlik sistemi kurmuşlardır. Belki de sırf illagal giriş yapalım diye orda tutuyorlar."
Kerim dişlerini sıktı. O çocuğu oradan çıkaracak tek bir kişi varsa o da kendisiydi. Ama yılların emeğinden vazgeçmesi gerekecekti. Bunu yaparsa her şeyini yitirecekti. Elindeki armanın çizili olduğu kağıdı buruşturarak avcunun içine topladı. 'Olsun' dedi kalbi. Ucu kardeşine dokunuyorsa olsun...
"Duhan hazırlan, onu ordan çıkarmaya gidiyoruz."
Hakan tekrar başını iki yana salladı. Bu öylece kaçak göçek, girilip çıkılacak bir konum değildi. Girdikleri anda yakananıp, ülkeyi belki de düşebileceği en zor duruma sokabilecek bir hamleydi. Üstelik Türk Hükümeti de asla onay vermezdi böylesi bir göreve.
"Kerim girdirmezler bizi adalara. Görünmeden almamız imkansız. Üstelik hangisinde onu bile tesbit edemeyiz."
Hakanın keskin sesiyle Duhan da çatık kaşlarını belirsiz bir noktaya dikmişti. Maden projesi için yapılan bu hamlenin, ve kurulan tezgahın şekli düşünülürse Hakan oldukça haklıydı.
"Hakan haklı. Tuzağa çekiliyor bile olabiliriz! Maden projesi için ülkeye ambargo koymak istiyorlar, ellerine koz veririz!"
Kerim ikisini de duymamış gibi direkt Şahine baktı. Prosedürlerle ilgilenecek vakti yoktu.
"Tahliye edilen kaç ada var Şahin, hemen tesbit et. Alparslan'ı sivillerin olduğu adada saklamazlar. Çelik Vatoz'la alacağım kardeşimi. Ama önce ekibimle görüşmem lazım."
Kerim kimsenin bir şey söylemesini beklemeden hızla yuvayı terk etti. Duhan çıkıp giden adamın arkasından öylece baktı bir süre. Kerimin aklındakini anladığında dişlerinı kıracak kadar sıkmıştı.
"Yargılanacak, vatan haini ilan edilecek."
Hakan üzgün bir bakışla kafasını sallayarak onayladı. Çelik Vatoz'u izinsiz operasyonda kullanmasını asla affetmezlerdi. Müebbet hapis cezası alacağını söylemeye dili varmadı. Üstelik vatan aşığı bir adam'vatan haini' damgasıyla dört duvar arasında çürüyecekti.
Kerim ise başına gelecek olanı bilip, kabullendi. Yirmi ikisinde, Macaristanda tanımıştı Alparslan'ı. O henüz on altısında genç, asi ama çok cevvaldi. Cehennem gibi dediği eğitim kampını Alparslan sayesinde düzene sokmayı başarmıştı.
Her eğitim sonunda dayağını yer ama bir kere bile o dik başını eğmezdi. Kerim onu gülerek izler, dalgasını geçer, içten içe de gıpta ederdi.'Nefes' eğitiminde boğulmayı kabul edip de özrü kabul etmeyen bir onu görmüştü. Amaç kronometrede özürün kaçıncı dakikada geldiğiydi hep ama Alparslan kalbi duracak duruma düşse bile geri adım atmamış, eğitmenleri şaşkınlığa uğratmıştı.
Geçmiş anılarını tek tek düşünerek verdiği kararın doğruluğunu bir kere sorgulamadan ekibine acil toplantı çağrısı yaptığı yere gitti. Aslında depo olan ama ekibinden Seymen'in uğraşıyla yaşanabilecek bir alana dönüştürülen ve ara ara zaman geçirdikleri yere ulaştığında herkesin onu beklediğini gördü.
Kendiyle beraber yedi kişilik bir ekibin liderliğini üstlenmişti beş yıl önce. Verilen her görevde alınlarının akıyla çıkmışlardı.
Meraklı gözlerle onu bekleyenlerin karşısına çıktığında nasıl başlayacağını bile bilmiyordu. Hiç uzatmadan, aşağı yukarı sündürmeden bodoslama donuya giriş yaptı.
"Benim bir şey yapmam lazım gençler. Sizin belirsiz zamanla izinde olduğunuzu bildireceğim. Beraber geçen zaman bende çok kıymetli o yüzden helâlleşmeye geldim. Hakkınızı helal edin, benim varsa helaldir her birinize."
Konuşmanın manasızlığıyla hiç bir zaman bir şeye tepki vermeyen adsız bile elindeki çakısından başını kaldırıp Kerim'e bakmıştı. En tez canlıları Seymen kimseyi beklemeden ardı ardına sorularını sıraladı.
"Usta ne helalleşmesi, ne oluyor? Bak ben sevmem böyle vedaları, şunu adam gibi anlatsana."
Kerim yaşı da olgunluğu da en genç Seymen'e, silahına aşık Ali'ye, bayrağı gırtlağına dövme yapan Yavuz'a, acı duygusu olmadığı için her yaralanmada kendini kalkan yapan Haydar'a, her kapıyı açan soyadını devletin hizmetine adayan Poyraz'a ve karısıyla kızını şehit verip, kendi parmaklarını kullanarak açtığı mezara kendi defin eden adsıza baktı. Çok fazlaydı. Her biriyle anısı, yarası, acısı, en çok da savaşı çok fazlaydı.
"Hepiniz kardeşsiniz bana ama şimdi sizden başka bir kardeşimi aldılar. Onu geri almam lazım. Onu getirmek içinde ihanet etmem gerekiyor. Sizi buraya bir helalleşmeye bir de özür için topladım. Hiç adımıza leke sürmedik. Devletimize ve bayrağımıza hiç ihanet etmedik ama ben edeceğim. Kardeşimi almam lazım. O yüzden Çelik Vatoz'u birimlere bildirmeden Kraliçe Adaları'nın dibinde yüzdüreceğim. Bunun sonucunu biliyorsunuz. Sorgu da haberdar olmadığınızı söyleyin. İzinler sizi aklayacak zaten sıkıntı olmaz. Benden sonra Yavuz seni lider yaparlar büyük ihtimalle. Ekibine ekleyeceğin kişiyi görüş izni çıkınca yanıma gel söylerim."
Kerim gitmeden son talimatları sıralarken kimseyle göz kontağı kurmamıştı. Söylemek istediklerini söyleyip bir an önce defolup gitmenin derdindeydi. Duvara çarpan cam kırıklarının sesiyle başını kaldırıp baktı. Yavuz burnundan alev çıkaracak bir hiddetde ve koca heybetinin avantajıyla saldırıya hazır bir ejderhayı andırıyordu.
"Sikerim senin ağzını yüzünü ne konuşuyorsun oğlum sen? Ne anlatıyorsun amına kodumun malı? İzindeyiz ya hani kardeş, üstüm falan değilsin ya seni düz yatırır ters sikerim. Nereye gidiyorsun habersiz?"
Nadir sinirlerini belli eden adam hırsından ağzına sansür çekmeden içini boşalttı.
"Abi'm haklı komutanım. Ne oluyor, sen bizsiz nereye gidiyorsun?"
Seymen daha ılımlıydı ama çatık kaşları onunda sinirlendiğini gösteriyordu.
"Oğlum bu öyle bir şey değil. Kendimle beraber sizi de yakamam lan, oyalamayın beni zor durumda çocuk. Almam lazım onu oradan."
Yavuz öfkesine öfke ekliyordu her kelimede.
"Kerim ecdadını sikerim senin. Kalk nereye gidilecek, kim alınacaksa alalım belanı benden bulma." 1
"Yavuz mal mısın? Vatan haini olarak yargılanacağım ben. Devletin en önemli silahını kendi çıkarım için kullanacağım. Vatan haini ilan edilince boynundaki bayrağa bakabilecek misin?"
"Oda benim sorunum yarram. Sana mı düştü benim hasar alan psikolojim? "
"Mevzuyu anlat kardeş, bozma daha fazla asabımızı!"
Kerim hepsinin geri adım atmayacağını bakışlarındaki karalıktan anlamıştı. Adsız bile çakısıyoa oynarken tek kaşı kalkık, konuşmasını bekliyordu.
"Ortadoğu'nun kurdu asillerin elinde. Bulunduğu bölgeye öylece giremez Türk Hükümeti."
Ali yaslandığı duvardan ayrılıp, Kerime doğru yaklaştı.
"Abi senin ne alakan var kurtla?"
"Eğitimleri beraber aldık, ayrıca Şifanın kocası."
"Bizim kızın kocası mı varmış?"
Seymen, Yavuz, Poyraz, Ali ve Haydarın verdiği tepkiye karşın sadece adsız ve Kerim sessiz kalmıştı.
"Abi kurt karısını vatoza soktu, bizim haberimiz olmadı mı şimdi?"
"Karısının değerini tahmin etmeye bizim aklımız yetmez koçum. Bunlar biiz aşan mevzular, sorgulamayın yanarız. Meselenin ne kadar ağır olduğunu anlamışsınızdır. Şimdi büyük sözü dinleyin, geride durun. Ben adınızı temize çekecek ger şeyi ayarladım."
Son söylediklerini hiç biri duymamış gibi ayaklanmışlar, teker teker yürümeye başlamışlardı.
Kerim ekibinden ve adamlıklarından hiç şüphe duymamıştı ama böylesi bir fedakarlığı da hiç beklememişti. Deponun demir kapısına sıralanan adamlara bakarken yıpranmış koltukta elinde çakısıyla oturan adsıza değdi gözleri.'Gelecek misin?' diye sormazdı.
Ardını dönüp kapıdan çıkacağı zaman kulağının dibinden geçip demir kapıya saplanan çakıyı gördü. Geri dönüp baktığında adsız hiç çakıyı fırlatmamış gibi ayağa kalkmış, kırışmış pantolonunu eliyle silkeleyerek düzeltiyordu. Beş yılda beş cümlelik kelime kurduğunu görmediği arkadaşı yanından geçerken fısıldadıklarıyla dudaklarının kıvrılmasına neden oldu.
"Yavuz'a ilk kez katılıyorum yarram."
Kerim birime kendi hariç tüm ekibini izinli gösterdi yine de bilgileri dışında. Her şey olup bittikten sonra fark edilirse yaptıkları, hepsinin okkanın altına gitmesine engel olurdu. Hazırlanıp vatozun uykuya bırakıldığı üsse geçti. Kerim ekibine beklemeleri gereken yeri söyleyip kendi getirecekti. Sadece bir günleri olsa yeterdi onlara.
Çanakkalede belirlenen kısımda suyun yüzeyine yaklaştığında hepsinin kendini hazır bir şekilde beklediğini gördü. Hiç birinin yüzünde suç işlediklerine dair bir iz yoktu. Her zaman katıldıkları görevlerden biriymiş gibi davranıyorlardı.
"Poyraz abi, senin aile godaman ya."
"Abi bizim koğuşları ortak yaparlar mı la? Abi ben sevmiyorum tanımadığım insanla aynı tuvalete sıçmaya biliyorsun beni?"
"Derdin bu olsun koç, hallederiz. Bende tanımadığım adama tuvaletimi temizletmeyi sevmem zaten."
Seymen kınayan, gücenik bakışlarla baktı. İyiydi hoştu abisi de çok ezici bir gücü vardı. Para ve rütbe konusunu aşarsa tam olarak bu çizgide takılacaktı o da.
"Lan tamam bakma kedi gibi. Yapacak bir şey yok pederden laf yiyeceğim yine amınakoyum. İnsaf etse de televizyonu ayarlasa bari."
Kerim'zevzek' diye tısladı. Oturmuş hapishanedeki koğuşu dayayıp döşeyeceklerdi utanmasalar.
Yavuz, adsız kadar olmasa da konuşmaktan pek hoşlanmayan ikinci kişiydi. Kerim'in yanına yaklaşıp oturdu.
"Durumu anlat, nasıl bir yol izliyoruz."
Kerim sıkıntılı bir nefes bıraktı. Hiç birinin yüzünde azıcık bile karmaşa yoktu. Bu kadar körü körüne peşine takılışları vicdanen zorluyordu Kerimi.
"Yavuz böyle içime sinmiyor benim. Bu benim meselem, sizin ne işiniz var burada?"
"Kerim kırk olmama şu kadar kalmış, yaş kompleksim var zaten iyice sinirimi zıplatma. Kaç yıldır yanyanayız. Neyse işimiz halleder döneriz. Ulan sanki böyle her gece bir yerde partiliyoruz da hapis gözümüzü korkutacak. Lan aletin adıyla bütünleştik, denizin dibinde sürünüyoruz oğlum. Şu alman gereken kardeş hakkat kurt mu lan?"
Ali "Vay anam vay. Tanışıyoruz yani kurtla ha usta. Gerçi ben hâlâ bizim kızın kocası olmasını hazmedemedim. Eee nasıl almışlar kurdu, ısırmamış mı?" diye dahil oldu konuşmaya.
"Orası karışık beyler. Depoda dediğim gibi o kadarı bizi aşar."
"Sağlam aksiyona giriyoruz, iyi iyi solungaç çıkarmadan kendimize geliriz yeminle."
"Poyraz manyak mısın oğlum? İşin ciddiyetinin farkında değil misin? Lan benimle beraber yan yana etiket atacaklar vatana ihanetten."
Adsız sessiz sessiz dinleyen taraftı. Konuşmalara dahil olmuyor, hatta duymuyormuş gibi demir kapının çakısına verdiği hasarı eğeliyordu.
"Hiç bir şey yapamazlar. Biraz yatarız sırayla, öldü gösterilir çıkarılırız. Sonra yine denizin dibi."
Seymen ilk kez uzun cümle kuran adama baktı. "Olaya gel adsız abimin bile dilini çözdü senin kurt usta. Heyecanlandım."
Kerim adsıza kısılı gözlerle bakıp ne düşündüğünü anlamaya çalıştı. Kendinden o kadar emin kurmuştu ki cümlelerini daha önce başına geldiğine hiç şüphesi yoktu.
Vatoz ulaşabileceği maksimum hızla Norveç kıyılarında durmuştu. Duhan ve Hakan onlarla gideceklerini söyleyip Norveç için yola çıkmışlardı. Onların uçakla Norveç'e ulaşmaları maksimum beş saat sürecekti. Vatoz ise en erken sekiz saatte ulaşabilirdi. Gelmiş onları beklediklerine emindi Kerim. Yanılmadı da.
Belirlenen noktada yüzeye yaklaştıklarında sürat teknesinde hazır, bekliyorlardı. Tekrar dibe dalıp varış noktasını onaylayıp ekibinin ve misafirlerinin yanına geçti Kerim.
"Şahin'den tahliye edilen adaların listesini aldın mı Duhan?"
"Merak etme aklımdalar. Adaların tamamında dört yüz kişi var yok. Ama dönüşümlü hizmet eden personel hepsinde var. Hakanla hangisinde olabileceği hakkında uzun uzun konuştuk. Bize kalırsa Prens Patric Adası ve Borden Adası bu tür durumlar için jeopolitik konum olarak çok iyi. Gözlem ekibinin sayısı az, yönetmesi kolay. Diğer adalara kör noktası çok, giriş çıkışlar zor olmaz. Yüz ölçümü diğerlerine göre daha kısa yağ depolama alanı olarak kullanılmıyor."
"Mantıklı! İlk ikisine bakarız bizde. Ama dediğin gibi muhtemelen tuzağa çekiliyoruz, oldukça fazla muhafızı olacaktır adanın. Dikkatli olmak zorundayız."
Sonrası uzun uzun ihtimaller dahilinde kurulan bir planlamaydı. Kaç kişilik bir ekip Alparslan'ı tutuyordu? Ne durumdaydı? Alparslan onlar ulaşana kadar dayanacak mıydı? Borden Adası'na ulaştılar ilk. Keşif için Yavuz ve Kerim çıktı. Gözetleme kulesi ve bakım ekibi haricinde dikkat çekecek tek bir yaşam emaresi yoktu. Bir kaç saatleri adanın etrafında arayışla geçti. Kerim ve Yavuz aynı şeyin tuhaflığını sorgulıyordu.
"Usta bura ekstra boş bırakılmış."
Yavuz başını iki yana sallayarak Kerime baktı. Bu hiç normal değildi. Ellerinde bir şey olmamasıyla Prens Patric Adası için tekrar dalış yapıldı.
Ada diğerine göre daha büyük olduğu için daha fazla zaman ayırmaları gerekecekti. Üstelik Alparslan oradaysa olabildiğince gürültüsüz onu almaları gerekiyordu. En azından dibe dalana kadar ses çıkarmamalıydılar.
Yavuz ile tekrar Kerim çıktı yüzeye. Seri hareket edip gözetleme kulesini kontrol ettiler. Bakım ekibini de kontrol ettiklerinde emin oldular.
"Evet toplan 8 kişi var. Eğitimliler."
"Hepsi özel eğitimli o belli de sayıları bu kadar mı?"
"Bugün şanslı günümüzde miyiz yoksa biri ardımızı mı kolluyor? Ada gelip, Alpi alalım diye boşaltılmış gibi!"
"Kurdu burda tutup, böyle savunmasız bırakmışlar. Bir şeyler dönüyor ama çözemedim."
"Sorgulayacak zaman yok Yavuz."
"O zaman sadece bunları sessizce indirip almak lazım."
"Şahin'in gönderdiği bilgileri tekrar gözden geçirelim. Adada başka bir gözlem kulesi, yapı var mı emin olalım. Hiç aklıma yatmadı bu iş."
Şahin'in ada ile ilgili oluşturduğu raporu tabletinden okuyarak emin oldu Duhan. Başka bir gözetleme kulesi yoktu. Birini saklamak için uygun olabilecek tek yapı bu noktadaydı. Hızla hazırlanıp, silahlandılar. Gözleri bile görünmeyecek şekilde kamufle olmuşlardı. Diğer yüzey görevlerinin aksine bu sefer beyaza boyanmışlardı.
Vatoz dikkat çekmeyecek uzaklıkta yüzeye yaklaştı ama suyun dışına çıkmadı. Tahliye fanusundan sırayla okyanusun içine çıkıp yüzmeye başladılar. Eğitimli olmalarının vermiş olduğu avantajla soğuğa ve hızlı bir yüzme yeteneğine sahiptiler. Kısa sürede buzulun yüzeyine çıkmışlardı. Sürünerek ve dağınık bir halde gözetleme kulesini çevrelediler. Ali, Seymen, Adsız ve Haydar kuledeki beş kişiyi etkisiz hale getirme görevini üstlendi. Diğer dörtlü ise bir ambarı andıran binaya geçmek için sürünmeye devam ettiler. Buzulda hareket etmek oldukça zorlayıcıydı. Soğuk için yalıtımlı kıyafetler bir noktaya kadar onları koruyordu. Aldıkları eğitimin avantajıyla bir insanın dayanma eşiğinden çok daha iyi idare ediyorlardı.
Hakan ve Kerim ilk içeri giren oldular. Kapının önünde nöbet tutan iki kişiyi boyunlarını kırarak etkisiz hale getirdiler. Adamlar silahlarına dokunamadan son soluklarını vermiş oldular. Duhan, adsız ve Yavuz da peşlerinden içeri girdi. İlk araladıkları kısım küçük bir ameliyathane düzeneğine sahipti. Duhan kanlı örtüyü gördüğünde dişlerini kıracak kadar sıktı. Oğluna bir şey olması ihtimaline hiç bu kadar yaklaşmamıştı. Buzul yüzünden ısıtma sistemi yetersizdi ama en azından donarak ölmenin önüne geçilecek seviyedeydi.
Geniş koridorda ilerlerken nefes seslerini bile susturmuşlardı. Bir anda sağ taraftan açılan kapıyla adsız elindeki çakıyı çıkan adamın gırtlağına sağlayıp eliyle ağzını kapattı. Gırtlaktan çıkan o çirkin sesi vücudunu adamın bedenine örterek kamufle etti. Koridorun sonunda ki kapının diğerlerine göre çok daha sağlam bir yapıda olması aradıklarının da nerede olduğunu öğrenmiş olmalarına neden oldu. Kapı içerden açılıyordu. Yavuz kapıyı soluna alıp duvara yaslandı. Parmaklarıyla üç kısa vuruş yaptı. Hâla hiç ses gelmeyişiyle üç vuruş daha denedi.
" It had to be. Are you questioning?"
(Öyle gerekti. Sorguluyor musun?)
"I did not receive information."
Hiç teraddüte düşmeden konuşmaya devam etti.
"Then you are not doing your job carefully. This will be reported. Now open the door."
(O zaman işini iyi yapmıyorsun. Bu rapor edilecek. Şimdi aç şu kapıyı.)
Metal kapı kart okuyucu sayesinde kilit sistemini devre dışı bırakıp aralanana kadar Yavuz içeri girmişti bile. Adam ne olduğunu anlamadan ve kendini savunamadan dev gibi bir cüssenin altında kalmış ve boynu saniyeler içerisinde kırılarak son soluğunu vermişti. Peşi sıra içeri giren dört adam aynı noktaya bakıyorlardı. Elleri ve ayakları bir birine zincirlenmiş, kandan bedeninin rengi görünmeyen adama.
Ne bekliyorlardı bilmiyorlardı ama bu kadarı değildi bekledikleri.
"Nabzını kontrol et Hakan, yaşıyor mu oğlum bak?"
Duhan'ın korkuyla çıkan sesi Hakanı harekete geçmesine neden oldu. Seri adımlarla kanlı sedyenin üzerinde uzanan adama yaklaştı. İki parmağı şah damarına dayandığında nabız çok zayıf olsa da hala atıyordu.
"Yaşıyor ama çok zayıf. Hızlı olmalıyız. Bu kadar dayanmış olması bile mucize."
Tutup kaldırabilecekleri sağlam hiç bir yer görünmüyordu. Neresinden tutsalar elinde kalırmış gibi duruyordu Alparslan. Sırtını boylu boyunca kaplayan yanık, bakılmayacak kadar kötüydü. Sol ayağının duruş bozukluğu ise kırıkların kaç parça olduğunu bile düşündürmüyordu.
"Bu şekilde o suya giremez Kerim."
Yavuz'un sesiyle gözlerini Alparslan'dan ayıramayan Kerim kendine gelir gibi silkelendi. Duhan öylece çürümüş bir cesetten farksız Alparslana bakıyordu.
Yavuzun kaşları çatılıp, Kerimin ne kadar ciddi olduğunu anlamaya çalıştı. Şu an muhtemelen izleniyorlardı ve vatozun görüntü verecek kadar yüzeye yakın olması demek vatozun sır olarak tutulma ilkesini yerle yeksan etmek demekti. Bu idamın yasak olduğu bir ülkede bile idam kararı çıkaracak güçte ihanete denk bir hataydı.
Hissiz bir sesle böyle söylese de Yavuz göz bebeklerinin titreyişini görüyordu. Kerim çıktığında zincirlerden kurtarmak için Yavuz yerdeki diğer adamın üstünü kontrol etti. Bulduğu anahtarla dokunmaktan korkar gibi ellerinin ve ayaklarının kilidini açıp prangaları çıkardı. Sağ ayak bileği pranganın zorlamasıyla kemiğe kadar yarık oluşturmuştu. Sedyenin kenarında ki kanlı bezi yırtıp temiz sayılabilecek kısmı yarığa sarıp bağladı. Yavuz başta adsız ise ayak ucunda sedyeyi kaldırdılar.
Duhan ayakta durmakta zorlanıyordu aslında. Eğer ölebilseydi acıdan kalbinin duracağına, ciğerlerinin nefes almayı bırakacağına emindi oysa ki. Onu her halde görmüştü ama bir et yığınına dönüşmüş halini görmemişti. Normal bir insan şimdiye kadar yüz kere ölmüş olurdu muhtemelen. İşlenmiş hücreleri için Allah'a bir kez daha şükür etti.
Kıyıya varmaları gelişleri kadar sakin olamadı maalesef. Sürünerek girdikleri gözlem evinden ellerinde sedye ve dokuz cesetle çıkmaları dikkat çekmişti. Düşündükleri gibi adanın farklı noktalarına kamufle olmuş koruyucular konuşlanmıştı. Gözlem evinden çıktıklarında her yeri inleten siren sesiyle daha hızlı hareket etmeye başladılar. Diğer dörtlü de hızla kuleden inmiş gözlerine çarpan her harekete ateş eder vaziyette ilerliyorlardı. Kıyıya vardıklarında vatozun hiç bu kadar yüzeyde olduğu bir anın olup olmadığını sorguladı Yavuz. Muhtemelen ilk ve sondu.
Kerim'in desteğiyle Alparslan'ı en az hareket ile içeri alırken bir inleme çıktı. Adsız başını çevirdiğinde Seymen'in omzuna girip çıkan ve beyaz kamuflajı kırmızıya boyayan kurşunun vatoza çarptığını görmüştü. Bu onların daha hızlı hareket etmeleri için tetikleyici oldu.
Kapak kapandığında buzul kıyıdan uzaklaşan vatoza bir çok mermi çarptı ama sekerek suya gömülmekten başka bir etkileri olmadı. Vatoz açısını ayarlayıp gerilediğinde hâlâ suyun yüzeyindeydi. Aynı anda harekete geçen roketler seri atış sonrasında adanın görünen kısmını küçük bir cehenneme çevirmişti.
Kerim adayı ekrana yansıtan görüntüden gözlerini ayırmadı bir kaç saniye. Ya onlar hayatlarının şansını bugün kullanmışlardı ya da asillerin içinde ardlarını kollayan biri vardı. Adaya bu kadar kolay erişmelerinin akla yatan başka açıklaması yoktu.
Ve Kerim şansa asla inanmazdı!
Geniş alana sedyeyle bırakılan Alparslan'a Ali ve Poyraz ilk müdahaleyi yaptı. Aldıkları eğitimler sonucunda bir pratisyen hekim kadar tıp bilgileri vardı. Ellerindeki imkanlarla stabil kalması için uğraştılar. Açık yaralar çok endişelendirmiyordu ama işkencede verilen elektrik iç organlara ne kadar hasar vermiş anlayamadılar. Sol ayağında ki çarpıklık kırılan bacağın yanlış kaynamaya başladığını gösteriyordu. Yakın zamanda iki ayağının da baş parmaklarında ki tırnaklar çekilmiş gibiydi, kanama hala devam ediyordu.
Kerim hayatı için bir kaç zorlu gün seçebilirdi ama hiç birisi bugün kadar zorlamamıştı onu. Kaybetme korkusu bile Alparslan'ı görene kadar bir nebze baş edilebilirdi. Ama onu öyle görmek, maruz kaldığı işkenceyi düşünmek alnına bir kurşun sıksalardı dedirtecek kadar korkunçtu.
Vatoza gönderilen sinyaller de onu ülkesinde büyük bir karmaşanın beklediğini gösteriyordu. Bunu artık zerre kadar dert etmiyordu. Tek endişesi ekibinin adına leke sürülmeden onları bu işten sıyırmaktı. Alparslan'ı sağsağlim teslim ettikten sonra onu assalar bile gözü açık gitmezdi.
Bir koca günü devirdikleri zamanın içinde Türkiye sularına ulaşmış oldular. Duhan'ın Gökay Turan'la görüşme yapmasıyla hazırlanılmış halde İstanbul'da bir hastanede bekleniyorlardı. İnsiyatif kullanılarak, plansız yürütülen görevi Gökay Turan üstlenmişti Türk Hükümetine karşı. Üstelik diğer üs liderlerine bilgi geçerken de emri kendinin verdiğini belirtmişti. Onlar hastaneye ulaştıklarında yedi üs lideri de muhtemelen ülkeye girmek için yola çıkmış olurlardı.
Zorlu şartlarda askerler için kullanılan uçak gemi, bu sefer Alparslan'ı almak için indi denize. Sanki defalarca bu durum için tatbikat yapılmış bir serilikte ilerledi her şey. Tüm hastane Alparslan'ı bekliyordu. Kapılar açılıp sedyeyle taşınan adam gözden kaybolduğunda Duhan feri kesilen ayaklarına daha fazla dayanamadı ve olduğu yere çöktü.
Elindeki telefonu boş gözlerle tuşladı ve kulağına götürdü. Ondan alacağı her hangi bir haber için kanlı yaşlar döken kızın sesini duydu ilk.
Bir ses içine korkuyu, dehşeti ve minicik de olsa umudu saklar mı? Saklıyordu! Şifa çaresizce çare diye dilenen bir tınıyla, dayısından medet dileniyordu.
"Sana çok ihtiyacı var kızım. Biran çnce gelmen lazım, çok ihtiyacı var..."7
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
31.71k Okunma |
4.8k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |