
(Ilgaz Çakmak)
Hayat gerçekten tesadüflerden mi ibaretti?
Yoksa her şey, önceden çizilmiş bir yolun parçaları mıydı?
Akşamın karanlığı şehrin üzerine çökerken eve adımımı attım. Soğuk koridor, duvarlarda yankılanan topuk seslerimle doldu. Evin sessizliği her zamankinden daha boğucuydu. Babaannemin misafirleri çoktan gitmişti; geriye yalnızca ağır bir parfüm kokusu ve o tanıdık gerginlik kalmıştı.
Hatice Çakmak...
Kendi soyadımı taşıyan o kadının, her sözü bıçak gibi kesiyordu içimi.
Tehditlerini yine sıralamıştı — “Senin yerin belli, haddini bil.” demişti belki de. Ama artık umrumda değildi.
Yorulmuştum.
Ne korkudan, ne tehditten; sadece savaşmaktan.
Odamın kapısını kapattığımda, içimde bir sessizlik yankılandı. Perdeler yarı açık, dışarıdan süzülen sokak lambasının ışığı halının üzerine solgun bir sarı düşürüyordu. O an sadece yatağım, yastığım ve bir nefeslik özgürlük istedim.
Tam o sırada, düşüncelerimin içinde boğulurken, bir ses duydum.
“Hey! Sana diyorum.”
Başımı çevirip Yaren’e baktım. Kapı eşiğinde, kollarını göğsünde kavuşturmuş, kaşlarını hafifçe çatmıştı. Yüzündeki ifade tipik Yaren bakışıydı. Merakla karışık bir öfke.
“Dinliyorum, söyle.” dedim umursamazca, sigaramdan bir nefes daha çekip pencere kenarına yaslanırken.
Yaren gözlerini devirdi.
“Kesin dinliyorsundur hâline bak. Kaç saattir eve dönmedin.”
Dumanın arasında onu seyrettim. O kadar haklıydı ki... ama haklı olmak hiçbir şeyi değiştirmiyordu.
“Söyle Yaren.” dedim, sesim yorgun ve boğuktu.
“Ne yapacaksın şimdi?” diye sordu.
“Ayrıca akşama kadar neredeydin? Babaannem çıldıracaktı, ben zor oyaladım onu.”
Bir an durdum.
Sahi... neredeydim ben?
Nerede kaybolmuştu benliğim?
Dün gece gözümün önüne geldi.
Sahilin tuzlu kokusu, rüzgârın saçlarımı savuruşu… ve o adam.
Karanlığın içinden çıkıp bana uzanan elleri.
Kendimi ilk kez güvende hissetmiştim.
İlk kez biri, hiçbir şey sormadan yanımda durmuştu.
İçimde beliren o sıcaklığı bastırmaya çalışarak, dudaklarıma zoraki bir gülümseme yerleştirdim.
“İşlerim vardı…” dedim.
Sesim titredi. Kırık bir camın üzerinden geçmiş gibi hissediyordum.
Yaren bana dikkatle baktı ama sorgulamadı. Gözlerim dolmak üzereydi, ancak ağlamanın zamanı değildi. Gözyaşlarımın kenara çekilmesini istedim; hâlâ güçlü görünmeliydim.
Bir yalandan gülümseme daha kondurdum yüzüme.
“Hadi, uyku zamanı küçük hanım.” dedim, sırf konuyu kapatmak için.
“Sanki kendisi çok büyük de.” diye homurdandı Yaren, tripli bir ses tonuyla.
Gülmeden edemedim.
“Marş marş.” dedim parmağımla kapıyı gösterip.
Gülüşerek odadan çıktı. Kapı kapanınca sessizlik yeniden üzerime çöktü.
Dişlerimi fırçaladım, saçlarımı ördüm. Aynadaki yansımama baktım. Gözlerimin altı mor, yüzüm solgundu. Ama gülümsedim. Kırık, yarım bir gülümseme…
Sanki kendimi kandırmak ister gibiydim.
Yatağa uzandım, battaniyemi üzerime çektim.
Tavana baktım.
Gözlerim kapanmadan hemen önce fısıldadım:
“Kendine gel, Ilgaz… Tövbe bismillah ya.”
Ve o gece, uyumak yerine, içimde yankılanan bir çift göz kaldı.
Deniz kokusuna karışmış bir ses.
Bir anlık huzurun hatırası...
✨
Sabahın ilk ışıkları perdelerin arasından içeri süzülürken göz kapaklarım istemsizce aralandı.
Ne garip... Normalde yataktan kalkmak için üç alarm kurardım, bugünse alarm çalmadan uyandım.
Sanki içimde biri beni dürttü. Ya da belki… içimdeki o tanıdık sıkıntı yine huzurumu kemiriyordu.
Başımı yastıktan kaldırdığımda odanın loş sessizliği üzerime çöktü.
Bir an kendi kendime güldüm.
“Ne oluyor bana? Sabah sabah bu kadar erken uyanmak hiç benlik değil,” dedim kendi kendime fısıldar gibi.
Kıyamet yaklaşıyor olmasın sakın?
Yavaşça doğrulup yatağın kenarına oturdum. Ayaklarım soğuk zemine değince ürperdim.
Kendimi toparlamam lazımdı.
Banyoya gidip soğuk suyu yüzüme çarptığımda aynadaki yansımama baktım.
Göz altlarım morarmıştı, sanki günlerdir değil de yıllardır uykusuzdum.
Aynanın kenarında duran tarakla saçlarımı düzelttim, ama ne kadar uğraşsam da o dağınıklığın içindeki yorgunluğu gizleyemedim.
Dolabı açtım, formalarımı aradım ama bulamadım.
“Kaybolmadıysa yakında küçük bir mucize olur,” dedim kendi kendime.
Umurumda bile değildi.
Sonra en sevdiğim gri eşofmanı ve üzerine salaş bir sweatshirt geçirdim.
Rahat, sıradan… ama benim gibiydi: içi dolu karmaşa, dışı umursamazlık.
Aşağı indiğimde mutfaktan kızarmış ekmek ve taze demlenmiş çayın kokusu burnuma doldu.
Nurten Sultan mutfakta bir orduya yetecek kahvaltı hazırlamıştı yine.
Gözleri parladı beni görünce.
“Günaydın küçük hanım, erken kalkmışsın hayırdır?”
Gülümsedim.
“Bilmem, midem bana savaş açmış gibi hissediyorum.”
Elini beline koydu. “Yine hiçbir şey yemeyeceksin değil mi?”
“Bugün değil Nurten Sultan. Midemle barış imzaladığımda söz, kahvaltı edeceğim.”
Çıkarken çantamı kaptım, ayakkabılarımı giyerken aynada kendime bir bakış attım.
Yorgun bir kız bana bakıyordu.
Ama o yorgunluk, sadece uykusuzluk değildi… yılların birikmiş ağırlığıydı.
Kapıyı açtığımda sabahın serinliği yüzüme çarptı. Gökyüzü solgun bir maviye bürünmüş, kuş sesleri arada sırada sessizliği bölüyordu.
Kapıdaki korumalar sabah sohbetine dalmışlardı. Hepsine selam verdim her zamanki alışkanlıkla gülümseyerek.
Arabama yürürken Ejder’in sesi geldi arkadan.
“Sizin kartalınız da çok kirlenmiş be küçük hanım.”
“Kirlenmek güzeldir Ejder. Demek ki yaşıyoruz.”
Güldü. “İstersen hemen temizletelim.”
“Valla hayır demem.”
Ejder’in garip ismine alışmıştım artık. Hatice Çakmak’ın yanında çalışıyorsa, daha normalini beklemek saçma olurdu zaten.
Arabaya bindiğimde direksiyonun soğuk metali ellerimi üşüttü.
Kontak çevrildi, radyo kendi kendine açıldı.
Bir melodi çalmaya başladı.
Tanıdık… çok tanıdık.
Elim hemen radyoya gitti, ama durdum.
O şarkıyı dinlemek istemiyordum, çünkü bu sabah ağlamak istemiyordum.
Ama parmaklarım geri çekildi.
Kaçmak yerine, dinlemeye karar verdim.
Belki bu sabah biraz cesur olabilirdim.
“Benim senden tek bir dileğim var
Otur yanıma, bekle duyana kadar.
Gidenlere kanıp sen de meyletme,
Giden gitsin, sen kal ölene kadar
…”
Son dize kalbime çarptı.
“Giden gitsin…”
Kalbim bir an durdu sanki.
Bir şey oldu içimde, adını koyamadığım bir şey.
Belki bir sızı, belki de hatırlamak istemediğim bir his.
Yolu çevirdim.
Onları ziyarete gidemezdim.
Bugün ağlamak istemiyordum.
Direksiyonu sola kırıp okula sürdüm.
Belki dikkatimi başka bir yere verince, içimdeki sessizlik de dağılırdı.
Okula vardığımda bahçe doluydu. Teneffüstü sanırım.
Herkes kalabalık, herkes gürültülüydü — ve ben o kalabalığın içinde yine yalnızdım.
“Naber?”
Ecrin’in sesi kulaklarımı doldurdu.
“Sonunda gelebildin.”
“Alt tarafı biraz geç kaldım,” dedim, gözlerimi devirdim.
“Hep olan şeyler.”
“İçimi şişirmeyin ya…” dedim dudaklarımı bükerek.
Ecrin yüzüme baktı, bir şey söyleyeceği belliydi.
“Neyse, sana bir haberim var.”
“Selami mi öldü?”
“Of Ilgaz!”
“O zaman saçını yolduğum kız öldü?”
“Kimse ölmedi, dinleyecek misin artık?”
“Aman anlat.”
“Son senemiz diye, çeşitli mesleklerden insanlar seminere gelecekmiş. Bugün de biri geliyormuş, ama kim olduğu belli değil. Sağlık alanından sanırım.”
Gözlerimi kıstım. “Ben biri öldü sandım.”
“Psikopat,” dedi gözlerini devirerek.
Gülümsememi bastıramadım.
“Seminermiş… ne güzel. Uyurum bari.”
“Selami hocanın talimatı, seni bırakamayız,” dedi ciddi ciddi.
“Kurbanlık hayvan mıyım ben?”
“Öyle dedi, yapacak bir şey yok.”
Sınıfta oturuyordum ama aklım orada değildi.
Defterimin köşesine rastgele çizgiler çiziyor, çizgilerin arasında kayboluyordum.
Her şeyin içimden geçtiği ama hiçbir şeyin bana dokunmadığı bir gündü.
Bir süre sonra zil çaldı, kalabalık yavaş yavaş seminer salonuna doğru ilerlemeye başladı.
İstemeye istemeye kalktım.
O kadar kalabalığın arasında olmak istemiyordum ama “Selami Hoca’nın talimatı” bahanesiyle Ecrin beni kolumdan çekiştiriyordu.
“Gel hadi, sen gelmezsen ben de not alırım,” dedi.
İç çektim. “Zaten başka çarem yok.”
Koridorda yürürken her adımımın yankısı kulağımda çınlıyordu.
Okulun duvarları, yılların kokusunu taşıyordu sanki; tebeşir tozu, cilalı tahta, eski bir defterin kapağı gibi…
İçeri girdiğimde salon yavaş yavaş doluyordu.
Ben en arka sıradaki boş sandalyeye geçtim, sırtımı duvara yasladım.
Pencerenin perdesi hafif aralıktı, içeri giren ışık toz zerreleriyle dans ediyordu.
Gözlerim o ışığın içinde bir noktaya kilitlendi, dünya sessizleşti.
Ecrin dirseğiyle dürtünce irkildim.
“Uyuma sakın. Katil bakışlı hoca görürse bittin.”
“Zaten bitmişim Ecrin,” dedim fısıldayarak.
Ecrin gözlerini devirdi. “Pes ediyorum seninle.”
O sırada salon sessizleşti.
Bir ses duyuldu.
Tok, net, ama tanıdık bir ses.
“Evet arkadaşlar, nasılsınız?”
Kaşlarım hafifçe çatıldı.
Bu ses…
Bir yerlerden tanıdık geliyordu ama beynim hemen eşleştiremedi.
Umursamadım, başımı masaya yasladım.
Ecrin yine dürttü.
“Dinlesene kız, yakışıklıymış bu arada.”
“Elinde diploma var mı bari?”
“İlginç bir tipe benziyor, görsen anlarsın.”
İstemeden başımı kaldırdım.
Ve o anda kalbim…
Bir saniyeliğine sanki nefes almayı unuttu.
O oradaydı.
Oğuz.
Gerçekti.
Sahilde tanıştığım, o gece bana bir şey anlatmadan çok şey anlatan adam.
“Ilgaz,” diye fısıldadı Ecrin.
“Ağzın açık kaldı.”
Duymazdan geldim. Gözlerim ondan kopamıyordu.
O da bana bakmıştı.
Yüzünde o tanıdık gülümseme vardı — insanın içini hem ısıtan hem de yakabilen türden.
“Seminerimin sıkıcı olduğunu düşünmüyorum,” dedi göz ucuyla bana bakarak.
Göz kırptı.
Sanki bütün salon silinmiş, sadece o kalmıştı.
“Sen—” diyebildim sadece.
Ama cümle boğazıma takıldı.
Oğuz, ellerini cebine koydu, sahneye döndü.
Sanki hiçbir şey olmamış gibi konusuna devam etti.
Sesini dinledim.
Konuşurken kelimeler ağzından değil, kalbinden dökülüyor gibiydi.
Herkese hitap ediyor gibiydi ama ben…
ben sanki her kelimesinin hedefiydim.
Elimi çenemin altına koyup onu izledim.
Gözleri kahverengiydi.
Koyu, derin, güvenilir.
İnsanı içine çeken bir orman gibi.
Ve o ormanda kaybolmak korkutucu değil, tuhaf bir şekilde huzur vericiydi.
“Leyla gibi ne daldın yine?”
Ecrin’in fısıltısıyla irkildim.
“Leyla kim?”
“Selami’nin kızı. Ya sabır. Kim olacak Ilgaz? Leyla-Mecnun, çaktın mı şimdi?”
“Niye Leyla ben oluyorum ki?”
“Çünkü bakışların resmen roman konusu.”
“Yolarım seni, Ecrin."
“E sen de haklısın,” dedi kıkırdayarak, “adamı kim görse düşer.”
Başımı önüme eğdim.
O an herkesin ona dikkat kesildiğini fark ettim.
Özellikle kızların...
Cümle kurarken her biri gülümsemek, dikkat çekmek için fırsat kolluyordu.
Gözlerim istemsizce devrildi.
“Ne boğa gibi soluyorsun?” dedi Ecrin.
“Ecrin bu son gülüşün olabilir.”
“Ilgaz,” dedi birden Oğuz’un sesi, bu kez doğrudan bana dönük.
Bütün salonun başı çevrildi.
Karnıma bir yumruk yemişim gibi hissettim.
“Sen ne düşünüyorsun meslek olarak?”
Sesim kısılmıştı, kalbim boğazımda atıyordu.
“Düşünmüyorum,” dedim zorla. “Biraz rahatsızım, izninizle.”
Gözleri gözlerime kilitlendiğinde içimdeki her şey sustu.
O bakışlarda ne yargı vardı, ne acıma…
Sadece anlayış.
O yüzden daha da canımı acıttı...
Bahçeye çıktım.
Hava biraz serindi ama iyi geliyordu.
Bir sigara yaktım.
İlk nefeste ciğerlerim yandı, ama umurumda değildi.
Her nefeste içimdeki birikmiş şeyler duman olup göğe karışsın istedim.
Bir süre sessizlikte kayboldum.
Derin bir nefes daha aldım.
Sonra sigaram birden elimden alındı.
Refleksle başımı kaldırdım.
Ve o, karşımdaydı.
“Hayatını mahvediyorsun,” dedi sakin ama sert bir sesle.
“Mahvolmuş zaten…” dedim başımı çevirerek. “Boşver.”
Elimi uzattım. “Ver onu.”
Vermedi.
Kutudan yenisini çıkaracaktım, bu kez onu da aldı.
“Sözlerim senin için gereksiz mi?”
“Hayır… sadece bana iyi geliyor. Bırak.”
“Demek bu sigara denen şey iyi geliyor, öyle mi?”
Alayla değil, merakla sormuştu.
“Deneyip bakayım o zaman?” dedi.
Kaşlarımı kaldırdım. “Kullanmıyor musun?”
“Kullanıyordum. Ama bu kâğıt parçasının hayatımdan daha değerli olmadığını anladığım gün bıraktım.”
Bir an sustu.
“Çünkü küçük bir ruloyla savaş kazanılmaz, Ilgaz.”
O an boğazıma bir şey düğümlendi.
Ne yaşamıştı acaba?
Kendini bu kadar toparlayan biri, nasıl bu kadar kırılmış olabilirdi?
“Yüzüme bakmanı isterdim,” dedi sessizce.
Şaşkınlıkla başımı kaldırdım.
O yine gülümsüyordu.
Yorgun ama içten bir gülümsemeydi.
“Seminer bitti,” dedi. “Eve gidecektim ama arabam hâlâ gelmemiş.”
“Bırakmamı ister misin?”
Gözleri parladı. “Bu teklifi bekliyordum.”
Birlikte arabaya yürüdük.
Rüzgâr saçlarımı savurdu, kalbim nedensizce hızlandı.
Ne tuhaftı…
Daha birkaç gün önce tanıdığım birine bu kadar güvenmek neden böylesine kolaydı?
Arabanın içine sessizlik çöktü.
Yol uzadıkça düşüncelerim büyüyordu.
Onun hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordum.
Sesi, elleri, nefesi... her şey fazla tanıdık geliyordu.
Radyodan hafif bir müzik yükseldi.
Kalbim ritme uymayı reddetti.
Sessizliği ben bozdum:
“Kendinden bahsetsene.”
“Oğuz. Diş hekimiyim. Bir kliniğim var… işte, o kadar.”
Kısa, net, sade.
Tıpkı onun gibi.
“Sen?” dedi.
Kısa bir an sessiz kaldım.
“Ilgaz ben.”
Gülümsedi. “Biliyorum.”
“Beni ne kadar tanıyorsun ki?”
“Yeterince,” dedi sadece.
“Hayallerin ne peki?”
Derin bir nefes aldım.
“Eskiden annem gibi başarılı bir avukat olmak isterdim. Ama artık… bir önemi yok.”
Uzun süre sessiz kaldı.
Bakışları yüzümdeydi.
“Demek annen avukattı.”
“Öyleydi.”
Bir süre sonra sesi kısık ama meraklıydı.
“Sahildeki gece... sayıkladın. Özel bir durum mu?”
Sustum.
Kelimeler boğazımda düğümlendi.
O geceyi anlatamazdım.
Annemin ölümünü, babamın yokluğunu, babaannemin baskılarını...
Anlatsam bile kim anlayabilirdi ki?
“Özel oldu sanırım. Kusura bakma,” dedi yumuşak bir sesle.
Başımı salladım. “Sorun değil. Kaybettim… hem de çok küçükken.”
“Başın sağ olsun,” dedi. “Haddimi aştım, affet.”
“Dışarıdan çok umursamaz duruyorum değil mi?” dedim.
“Belki,” dedi. “Ama ben gözlerinden başka bir şey görüyorum.”
Yutkundum. “Kendine iyi bak,” diyebildim sadece.
Evinin önüne geldiğimizde aramızdaki sessizlik ağırlaşmıştı.
“İstersen gel,” dedi. “Çiğdem de evde. Oturmak iyi gelir.”
“Annemle babama gideceğim,” dedim sessizce.
“Peki.”
Başını salladı, arabadan indi.
Son kez göz göze geldik.
Yarım bir tebessüm…
Ve gidiş.
Yola devam ettim.
Direksiyonun başında sessizce nefes aldım.
Radyoda hâlâ o şarkı çalıyordu.
“Giden gitsin, sen kal ölene kadar…”
Kendime mırıldandım.
“Ben kaldım zaten…”
Bölüm sonuuuu..
Nasıldı....
Bol bol yorum bekliyorummmm.
Görüşürüzzzzzz.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |