2. Bölüm

2. Bölüm

Sümsime🤍
oylesine_yazan.__

(Yazar'ın anlatımıyla)

 

Tarih hocasının sesi sınıfın içinde yankılanıyordu. Kalemlerin kağıda sürtünme sesi, arada sandalye gıcırtıları dışında kimse nefes bile almıyordu. Son sınıf öğrencilerinin yüzünde aynı yorgun ifade vardı; yılların biriktirdiği ağırlık omuzlarına çökmüş, geleceğin kaygısı şimdiden kalplerine sinmişti.

 

Sınıfın arka sırasında, pencereye yakın köşede oturan Ilgaz ise dersle zerre alakalı değildi. Kafasını kolunun üzerine yaslamış, önündeki boş kâğıda gelişigüzel şekiller çiziyordu. Çizgiler bazen daireye dönüşüyor, bazen birbirine giriyor; ama hiçbirinin anlamı yoktu. Yalnızca zihnindeki karmaşanın kâğıda yansımasıydı.

 

 

O kadar dalmıştı ki, zilin çaldığını, sınıfın bir anda boşaldığını fark etmedi. Çevresindeki uğultu çoktan susmuştu. Tahta silinmiş, sandalyeler devrilmeden aceleyle dışarı çıkan öğrencilerin ayak sesleri de kesilmişti.

 

Bir tek o kalmıştı.

 

“Ilgaz.”

 

Adını duyar duymaz başını hızla kaldırdı. Yerinden sıçrayarak oturuşunu düzeltti, saçlarını aceleyle geriye attı. Gözleri hafifçe kısılmıştı; uykudan yeni uyanmış gibiydi.

 

“Hocam…”

 

Karşısında tarih hocası Hakan vardı. Yavaş adımlarla ona doğru ilerliyordu. Yüzünde sertlik değil, aksine yumuşak bir ifade vardı.

 

“İyi misin?” dedi sakin ama kararlı bir sesle.

 

Ilgaz, gözlerini kaçırarak, eliyle saçlarını düzeltmeye devam etti.

“İyiyim, iyiyim… hiç sıkıntı yok.”

 

Hakan, gözlüğünün üzerinden onu dikkatle süzdü. Dudaklarının kenarına belli belirsiz bir tebessüm oturdu.

 

“İyi olduğunu düşünmüyorum Ilgaz. Bunu bana anlatabilirsin, biliyorsun değil mi?”

 

Ilgaz, hocasının gözlerinin içine baktı. O ela gözler… sanki insanın içini görebilecek kadar berraktı. Hakan Hoca otuzlarına yaklaşmış olmasına rağmen hâlâ genç ve dinamik görünüyordu. Biçimli yüz hatlarını tamamlayan gözlükleri, ona bambaşka bir ciddiyet katıyordu.

 

Ilgaz ise lise hayatı boyunca dersi doğru düzgün dinlememişti. Hatta hocasıyla sohbet etme girişiminde bile bulunmamıştı. Arkadaşları, onunla iki kelime konuşabilmek için heyecanlanırken, Ilgaz her zamanki soğuk tavrını korumayı seçmişti.

 

Şimdi ise ilk defa, hocasının karşısında köşeye sıkışmış hissediyordu.

 

“Teşekkür ederim hocam,” dedi başını eğerek, “ama iyiyim. Sadece biraz dalmışım.”

 

Hakan, başını yana eğdi. Sesi daha da yumuşadı.

“Yaran çok derin, Ilgaz. Bunun farkındayım. Küçücük bir çocuk için fazlasıyla ağır yükler taşıdın. Ama büyüdün… artık kocaman bir genç kız oldun. Hayallerini gerçekleştirecek yaştasın. Belki eksiklerin var, ama nereden başlasan sana kâr. Bunu biliyorsun, değil mi?”

 

Ilgaz bir süre sessiz kaldı. Çantasını omzuna astı, hocasının karşısında doğruldu. Gözlerinde hem öfke hem de yorgunluk vardı.

 

“Her şeye çok iyi bakıyorsun, hoca.”

Sesinde kırgın bir gülümseme vardı.

“Ama benim hayatım çoktan bitti. Ben… öyle böyle geliyorum işte bu okula.”

 

Kapıya doğru yürümeye başladı. Adımlarının sınıfta yankılanan sesi, suskunluğu daha da ağırlaştırıyordu. Çıkmadan önce bir an durdu, arkasına dönmeden konuştu.

 

“Yine de teşekkür ederim.”

 

Sesinde buruk bir sıcaklık vardı. Ve ardından sınıfın kapısını aralayıp koridora karıştı.

 

Ilgaz, koridorda yankılanan ayak sesleriyle ağır ağır yürüdü. Çıkış kapısına vardığında içerisi çoktan sessizleşmişti. Öğrencilerin telaşlı uğultusu, kantinden gelen tost kokusu, koridordaki koşuşturmalar… hepsi geride kalmıştı.

 

Eve gitmek istemiyordu. O ev, dört duvarın arasına sıkışmış boğucu bir hapishane gibiydi. Anahtarlarını çıkarıp arabasının kapısını açtı, çantasını yan koltuğa bıraktı. Anahtarı kontağa çevirdiğinde motorun gürültüsü, içindeki sessizliği bölmeye yetmedi.

 

Direksiyonun başında kısa bir süre düşündü. Gidecek bir arkadaşı yoktu. İçini dökeceği, yanında huzur bulacağı kimse… Koca şehirde kendisini yapayalnız hissediyordu. Ama aklına, çok eskiden beri içinde sakladığı bir yer geldi. Belki de çocukluğunun en saf hayaliydi orası.

 

Arabasını sessizce sürdü. Yol boyunca pencereden dışarı baktığında şehir yavaş yavaş geride kaldı. Beton duvarların yerini ağaçların, gürültünün yerini rüzgârın sesi aldı. Yaklaşık yarım saatin sonunda, kalbinin en derin köşesine kazınmış o yere ulaştı.

 

Bir tepeydi burası. Çocukken ailesiyle gelip saatlerce sohbet ettikleri, kahkahalarla anılar biriktirdikleri bir tepe. Şimdi ise tek başına, ama hâlâ aynı manzara karşısında duruyordu.

 

Arabasından indi, adımlarını ağırlaştırarak uçurum kenarına ilerledi. Sonunda yere oturdu, bacaklarını aşağıya sarkıttı.

 

Güneş batıyordu. Ufukta turuncu ve kızıl tonlar birbirine karışmış, gökyüzünü bir tabloya çevirmişti. Kuşların kanat çırpışları bile daha yavaş, daha huzurlu geliyordu. Oysa Ilgaz’ın içinde huzurdan eser yoktu.

 

“Yoruldum…” diye fısıldadı kendi kendine.

 

Saçları önüne düşmüştü. Normalde aceleyle toplar, gözlerini gizlemekten nefret ederdi. Ama bu kez onları yüzünde serbest bıraktı. Çünkü gözyaşlarını saklaması gerekiyordu.

 

Gözlerini gökyüzüne kaldırdı. Dudaklarından acıyla dökülen kelimeler, rüzgârla birlikte savruldu.

“Çok özledim…”

 

Annesini özlüyordu. Babasını özlüyordu. Ama en çok da kaybolan küçüklüğünü. O masumiyetini, gülüşlerini, hiçbir şeyden habersiz günlerini…

 

Gözyaşlarını silmeden, gökyüzünün turuncusuna bakmaya devam etti. Lisenin ortalarında intihara kalkıştığı o an zihninde yankılandı. Karanlıkta çırpınan hâli, içinde hâlâ bir yara gibiydi.

 

Yanına birinin oturduğunu hissettiğinde irkildi. Başını çevirdi.

 

Kızıl saçlı, boncuk gözlü biriydi bu. Sanki gözlerinde annesinin sıcaklığı vardı. Yüzünde kocaman, samimi bir gülümseme.

 

“Merhaba.” dedi kız, neşeli bir tonda.

 

Ilgaz’ın verdiği cevap ise soğuk bir rüzgâr gibi esti aralarındaki havaya.

“Merhaba… Tanışıyor muyuz?”

 

Kız gülümsemesini kaybetmeden başını salladı.

“He, yok.”

 

Sonra bakışlarını önüne çevirdi. O da manzaraya daldı. Ama Ilgaz, huzur bulduğu bu özel yere başkasının da gelmesine bozulmuştu.

 

Bir süre sessizlik sürdü. Rüzgâr ikisinin saçlarını aynı anda dalgalandırdı. Sonunda kız soruyu sordu:

“Niye ağlıyordun?”

 

Ilgaz, bakışlarını kızın yüzüne çevirdi. Gözleri boştu, sesi donuktu.

“Ağlamıyordum.”

 

“Hmmm, peki.” dedi kız, belli ki inanmadan.

 

Ilgaz tekdüze bir sesle ekledi:

“Kafa dinlemeye geldim.”

 

Kız bacaklarını sallayarak ona döndü. Gözleri parlıyordu, sanki güneşi içine hapsetmiş gibiydi. Kendi yaşlarına yakın görünüyordu. Çok güzeldi, ama aynı zamanda tatlı bir sevimliliği vardı.

 

“Burası benim de hep kaçıp geldiğim yer.” dedi içtenlikle. “Çok huzur verici değil mi?”

 

Ilgaz kısa bir nefes alıp başını salladı.

“Öyle.”

 

Sonrasında ayağa kalktı. Üzerine yapışan tozları silkeledi, kızın gözlerine bir kez daha baktı. Sesinde küçümseyen ama içten içe gülümseten bir ton vardı.

 

“Memnun oldum. Özel yerime iyi bak, alev kafa.”

 

Arkasını dönüp arabasına doğru yürüdü. Çantasını koltuğa bırakıp motoru çalıştırdı. Araba uzaklaştıkça gökyüzü iyice kararmaya başlamıştı. Eve dönmek istemese de gidecek başka yeri yoktu.

 

Bildiğine göre babasıyla annesinden kalan bir mirası vardı Ilgaz’ın. Ama miras ne kalbine ilaçtı ne de ruhuna çare. On dokuz yaşına basmıştı; o yaş, çoğu genç için özgürlüğün başlangıcı sayılırken, onun için sadece ağır bir yükten ibaretti. Babaannesinin evinde, istemediği dört duvar arasında sıkışıp kalmak ruhunu daraltıyordu.

 

Kapıyı çalmadan, anahtarıyla açtı. Evin sessizliği içine işledi. Yorulmuştu… Fazlasıyla. Vücudu artık yaşadıklarını kaldırmaz olmuştu. Ayaklarını sürüyerek odasına çıktı, okul formasının üzerindeki ağırlığıyla dolaba yöneldiği sırada kapısı çaldı.

 

“Gir.” dedi yorgun bir sesle.

 

Kapı aralandı, içeri giren kişi tanıdıktı: Kuzeni Yaren. Çocukluk yıllarında yan yana büyüdükleri, ama zamanla mesafe giren, uzaklaştığı kuzeni. Bir an göz göze geldiler; yılların arasına sızan yabancılık, bakışlarına sinmişti.

 

“Bir şey mi oldu?” diye sordu Ilgaz, şaşkınlıkla.

 

“Hayır… gelebilir miyim?”

 

“Tabii.”

 

Yaren köşedeki koltuğa oturdu. Ilgaz yatağa geçip sırtını yasladı. Sessizlik kısa bir süre aralarında gezindi.

 

“Bir sıkıntın olmadığına emin misin?” diye sordu Yaren, huzursuzca elleriyle oynarken.

 

“Ilgaz.” dedi, sesi biraz titrek.

 

“Efendim, Yaren.”

 

Yaren’in ayakları boşlukta sallanıyor, elleri birbiriyle uğraşıyordu. Onu tanıyan herkes, böyle yaptığında gergin olduğunu bilirdi. Ilgaz sabırla bekledi, ama Yaren sustukça siniri arttı.

 

“Seni dinliyorum.”

“Ben…”

“Sen?”

 

Sessizlik uzadıkça Ilgaz’ın kaşları çatıldı.

 

“Söyleyecek misin artık?”

 

“Kızar mısın?” dedi Yaren, gözlerini kaçırarak.

 

Ilgaz istemsizce kahkaha attı. Yaren’in suratı düşerken, alaycı bir gülümseme yüzüne yayıldı.

 

“Yaptığın şeye bağlı.”

 

“Kötü bir şey yapmadım… aslında… bilmiyorum.”

 

Ilgaz derin bir nefes aldı. Bu hâliyle Yaren’i çok iyi tanıyordu. Sadece bir şey için böyle bocalardı.

 

“Birine âşık oldun, değil mi?”

 

Yaren’in gözleri büyüdü, yüzü kıpkırmızı oldu. Ilgaz kahkahaya boğuldu. Uzun zamandır böyle rahatça gülememişti. Kuzeninin bu telaşlı hâli, içindeki kasveti hafifletmişti.

 

“Ne var bunda bu kadar?” dedi Ilgaz hâlâ gülerek.

 

Çekmecesine yöneldi, bir sigara çıkardı. Dudaklarının arasına yerleştirip çakmağı çaktı. Duman odaya yayılırken başını yana çevirdi.

 

“Sana yok.” diye mırıldandı.

 

“Ne zaman var ki…” diye homurdandı Yaren, gözlerini devirerek.

 

“Yaşın küçük senin.”

“On sekiz yaşındayım Ilgaz!”

“Küçüksün, sus.”

 

Terasın kapısını araladı, dumanın odada kalmaması için. Ilgaz’ın bakışları tekrar kuzenine döndü.

 

“Anlat bakalım şimdi. Kim bu çocuk?”

 

“Okuldan biri. Durmadan göz göze geliyoruz ama… bilmiyorum.”

 

Ilgaz, alayla kaşlarını kaldırdı.

“Gerçekten bakışmayla mı âşık oldun? Pes Yaren.”

 

Aşk… Ilgaz’ın hayatında soğuk bir kelimeydi. Hiçbir zaman cazip gelmemişti ona. Belki karşısına doğru insan çıkmadığı içindi. Tek inandığı, babasının annesine olan sevgisiydi. Onun gibi seven biriyle karşılaşmayı düşlüyordu.

 

Birden, ortaokulda ona takıntılı olan Erdem geldi aklına. O an gözleri büyüdü. Yaren’in kahkahası bu defa sessizliği doldurdu. Ne kadar yakın olduklarını gösteren küçük bir andı bu; tek bakışla, tek mimikle birbirlerini anlayabiliyorlardı.

 

“Sus, Yaren.”

“Sustum.”

 

Sigarasını küllüğe bastırdı Ilgaz. Uzun zamandır kuzeniyle böyle içten sohbet etmemişti. İyi gelmişti ona.

 

“Bunu sonra konuşuruz. Hadi yemeğe inelim.” dedi ayağa kalkarken.

 

Yaren kapıdan çıkmadan önce dönüp baktı.

“Özür dilerim.”

 

Ilgaz kaşlarını kaldırdı.

“Neden?"

 

“Amcamdan sonra… ne yapacağımı bilemedim. Yanında nasıl olurum, acına nasıl ortak olurum… hiçbir şey bilemedim.”

 

Ilgaz’ın gözleri doldu, ama yüzünde büyük bir gülümseme belirdi.

“Hatanı fark etmişsin ya, gerisi önemli değil.”

 

Yaren de gülümsedi. Birlikte aşağı indiler. Yemek masasında Ilgaz’ın zihni bambaşka düşüncelerle doluydu. Kaşığını ağır ağır çevirirken babaannesinin sesiyle irkildi.

 

“Yarın akşam misafirlerin var, hazırlıklı ol.”

 

Kaşlarını çattı.

“Ne saçmalıyorsun yine?” diye sordu bıkkın bir sesle.

 

“Yaşın da geldi. Vakit tamam. Ondan bahsediyorum.”

 

Ilgaz donup kaldı. Şaşırmamıştı, ama yine de kalbinin sıkışmasını engelleyemedi. Hatice Çakmak, bir kez daha kendi kafasına göre iş çeviriyordu.

 

“Böyle bir şey asla olmayacak!” diye çıkıştı sertçe.

 

“Benim sözümün üstüne ne zamandan beri söz söyleniyor, Ilgaz?!”

 

Hışımla ayağa fırladı Ilgaz, parmağını babaannesine salladı.

“Haddini aşma Hatice Çakmak! Yemin ederim canını yakarım!”

 

Salonun gerginliği, sessizliği parçalamıştı. Ilgaz hızla odasına çıktı, arkasından Yaren koştu. Kapıyı sertçe çarptı. Nefes nefese, öfke içinde sağa sola vuruyordu. Sandalyeleri tekmeliyor, eşyaları savuruyordu.

 

“Ilgaz, dur!” diye bağırdı Yaren.

 

“Ne var Yaren, ne?! Söylesene bana! Hayatımıza her zaman o karıştı! Annem babam hayattayken bile yaptı bunu. Küçükken az mı çektik biz?! Sen nasıl unutursun bunları?!”

 

“Unutmadım Ilgaz, nasıl unutayım?”

 

Ilgaz’ın gözleri karardı, sesi titredi.

“O kadını öldürmeyeyim de ne yapayım ben?!”

 

Yaren hızla sarıldı ona. Ilgaz’ın nefesi düzensizdi, ama kuzeninin kolları biraz olsun sakinleştirdi.

 

“Sen kabul etmedikten sonra hiçbir şey olmaz. Sakin ol.” dedi Yaren.

 

Ilgaz derin bir nefes aldı. Çatık kaşlarını gevşetti.

“Etmem zaten. Şimdi evlilik sırası mı?”

 

“Yarın cumartesi… belki gelmezler.” dedi Yaren temkinli bir sesle.

 

Ilgaz sahte bir gülümseme takındı.

“Ben biraz hava almaya çıkacağım. Sen de odana geç, tamam mı?”

 

“Saat geç oldu, Ilgaz.”

“Merak etme. Hadi sen odana.”

“Dikkat et.”

 

Yaren odadan çıkınca Ilgaz dolaba yöneldi. Siyah sweatshirt’ünü geçirdi, şapkasını taktı. Aynada kendisine baktı. Gözlerinde parlayan şey, öfke ile acının birleşimiydi. Sessizce odadan çıktı.

 

Ev sessizdi. Herkes odasına çekilmişti. Arabayı almak istemedi; yürümek daha ağır, ama daha gerçekti. Siyah kıyafetler içinde, siyah tarafını kucaklamış gibiydi.

 

Bir zamanlar çiçekleri severdi. Renkleri, huzuru…

Ama artık yoktu. Renkler kaybolmuştu. Huzur kaybolmuştu. Çiçekler de.

Hayat, gözünde siyah bir perdeye bürünmüştü.

 

Sahile vardığında soğuk tahta banklardan birine oturdu. Denizin sesi bile ruhuna huzur vermiyordu. Sigara yaktı, gökyüzüne üflediği dumanla birlikte gözyaşları süzüldü. Babasını düşündü. Annesini. Onlarla yaşayamadığı hayatı…

Hayatını yaşayamamıştı Ilgaz… Daha gençliğinin baharında, hayallerini bile tüketemeden karşısına bir evlilik meselesi çıkarılıyordu. İçinde koca bir boşluk vardı. Yeni bir sigara daha yaktığında, dumanı ciğerlerine değil, sanki kalbine çekiyordu. Bu gece, daha bir sürü yaşanamayan şeylere, kalbine ukde düşüren heveslere ve her gece gözyaşına bulanmış uykulara yakacaktı.

 

Saatler ilerlemiş, gece ayazı kendisini iyice hissettirmeye başlamıştı. Parmakları üşüyordu ama o hâlâ bankın köşesinde büzülmüş, sigara paketini boşaltmış halde oturuyordu. Dizlerini karnına çekip kollarıyla sardığında, aslında farkında olmadan babasının yokluğunu kapatmaya çalışıyordu. Babasının kolları yerine, kendi kollarıyla sarmalıyordu kendini.

 

Gözleri kızarıyor, yanaklarından süzülen yaşlar usul usul soğuğa karışıyordu. Yarın aynada göz altlarının şişkinliğini göreceğini biliyordu ama umursamıyordu. Sahil bomboştu, tek ses dalgaların kayalara vuruşuydu. O sessizliğin içinde, kalbi bağırıyordu.

 

Zar zor ayağa kalktığında başı dönmeye başladı. Nereye gittiğini, nasıl gideceğini bile bilmiyordu. Adımlarını sürüklerken tek isteği, yüklerinden bir anlığına da olsa kurtulmaktı.

 

Parkın yanına vardığında gözlerinin önünde bir sahne belirdi. Önce bulanık, sonra gitgide netleşti. Ceyda ve Murat… Ve kucaklarında minicik bir bebek. Bebeğin koyu kahverengi gözleri, saçları annesine benziyordu. Ceyda, kahkahalarla bebeğini sallıyor, Murat ise kızını güldürmek için eğilmiş, yüzünü komik şekillere sokuyordu. Küçük bebek çığlık gibi gülücükler atarken, o sahne Ilgaz’ın kalbine bıçak gibi saplandı.

 

Titreyen dudaklarıyla fısıldadı:

“Anne…”

 

Görüntü bir anda dağıldı, gözlerinin önünden silindi. Bir hayal olduğunu bilmek, acısını katbekat artırdı. Kalbi sıkıştı, nefesi düzensizleşti. Ağlamaktan yorulmuştu artık. Sarsak adımlarla ilerlerken birine çarptığını fark etmedi bile.

 

“Pardon…” dedi boğuk bir sesle.

 

“İyi misiniz?”

 

Başını kaldırmakta zorlandı. Yalnızca ağır ağır salladı. İyi değildi, hem de hiç.

 

“İyi değilsiniz siz.”

 

“İyiyim…” diye inledi, ama sesi bile onu ele veriyordu.

 

Birden gözü karardı. Yere yığıldığında zihninde beliren son görüntü annesiydi.

 

"Anne…”

 

Sislerin arasında annesi belirdi, beyazlar içinde. Sesindeki sıcaklık yıllardır hasrettiği bir dokunuş gibiydi.

 

“Daha zamanı değil güzel kızım.”

 

“Neyin zamanı anne? Bak ben geldim!”

 

“Senin gelme zamanın gelmedi.”

 

“Ben sizi çok özledim…”

 

“Seveceğin biri olacak… Daha yaşayacak çok şeyin var. Biz ise hep seni izliyor olacağız.”

 

Ilgaz’ın çığlıkları sisin içinde kayboldu. Annesi uzaklaştı, sesi de onunla beraber silindi.

 

 

“Anne!”

 

“Hanımefendi, uyanın lütfen.”

 

Yüzünde hissettiği ıslaklıkla gözlerini araladığında yerde değil, birinin dizlerinde olduğunu fark etti. Karşısında siyah saçlı, kahverengi gözlü, esmer bir genç vardı. Yüzündeki sert ifade, ses tonundaki endişeyle tezat oluşturuyordu.

 

“Bayıldınız.”

 

Ilgaz güçlükle doğruldu. Dudakları titreyerek fısıldadı:

“İyiyim… sağ olun.”

 

“Anne diye sayıkladınız. İsterseniz sizi evinize bırakayım.”

 

Ev… Anne… Baba… Huzur… Hiçbiri yoktu. Hepsi çoktan elinden alınmıştı. Başını iki yana salladı.

“Teşekkürler… gerek yok.”

 

Gözleri, karşısındaki yabancının yüzünde gezindi. O kahverengi gözler, sanki karanlıkta bile ışık saçıyordu. Uzun boyu, geniş omuzlarıyla heybetli duruyordu. Ilgaz ayağa kalktığında, ilk defa birinin yanında küçük kaldığını hissetti. Bu tuhaf hissin etkisiyle istemsizce gülümsedi. Adamın ise bakışları “deli mi bu kız?” der gibi soğuktu.

 

Ilgaz yeniden oturup dizlerini sardı kollarıyla.

“Evinize gitmeyecek misiniz?” diye sordu yabancı.

 

“Hayır… Böyle daha iyi.”

 

“Üşüyorsunuz.”

 

“İyiyim.”

 

Yabancı ceketini çıkardı. Ilgaz tepki veremedi, sadece izledi.

“Gerek yok…”

 

Ceket omuzlarına bırakıldığında yüzüne yayılan kokuya istemsizce kapıldı. Abartı bir parfüm değil, temiz ve derin bir koku… Sanki ona ait, başka hiç kimseye yakışmayacak bir koku. Farkında olmadan içine çekti.

 

“Kendine gel, Ilgaz…” diye fısıldadı iç sesi.

“İlk defa doğru konuştun…” diye mırıldandı kendi kendine.

 

“Gerek yoktu.”

 

“Vardı.”

 

Yabancı yürümeye başladığında Ilgaz yerinden fırladı.

“Hey!”

 

Adam dönüp baktı. Onun sert bakışları bile Ilgaz’ı durduramadı.

“Ceketini nasıl ulaştıracağım sana?”

 

“Kalsın. Gerek yok.”

 

Arkasını dönüp yürümeye devam etti.

 

“Dur!” diye bağırdı Ilgaz.

 

Adam isteksizce geri döndü. “Yine ne oldu?”

 

“Senin ceketin… bende kalması uygun olmaz.”

 

Adam bir şey söylemedi, cebinden kalem çıkarıp Ilgaz’ın elini tuttu. Avucuna birkaç şey karaladı. Dokunuşu kısa sürdü ama Ilgaz’ın içinden ürperti gibi bir şey geçti. Kalbi hızla çarpmaya başladı.

 

“Artık gidebilirim diye düşünüyorum.” dedi genç adam.

 

Ilgaz bu defa arkasından seslendi:

“Ceketini ulaştırırım, isimsiz!”

 

Adam durdu, bu kez tek kaşını kaldırarak ona döndü.

“Oğuz. Oğuz Arslan.”

 

Ilgaz başını dik tuttu.

“Ilgaz. Ilgaz Çakmak.”

 

Yabancı yürümeye devam ederken sesini yükseltti:

“Memnun oldum, Ilgaz Çakmak!”

 

“Ben de!” diye karşılık verdi Ilgaz.

 

Cekete sıkı sıkıya sarıldı. Bedeni üşüyordu ama içine işleyen sıcaklık daha farklıydı. Eve dönerken gözleri eline kaydı. Bir adres yazıyordu. Belki bir ev, belki bir iş yeri… Ama artık somut bir iz bırakılmıştı. Dudaklarının kenarına saçma bir gülümseme yayıldı.

 

“Oğuz…” diye fısıldadı. Derin bir nefes aldı.

“Sevdim ismini.”

 

 

Bölüm sonuuuu..

Nasıldı????

Bol bol yorum bekliyorummmm.

Yeni bölümlerde görüşürüzzzzzz....

 

Bölüm : 11.10.2024 19:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...