
"“Bazen bir yabancının söyledikleri değil, bir sevdiğin suskunluğu yorar insanı.”
(Yazar'ın anlatımıyla)
Yeni bir gün daha, Ilgaz’ın yorgun uykusundan silkinerek uyandığı sabahla başladı. Göz kapakları ağır, zihni karmaşık, kalbi ise sanki suskun bir ormanda yankılanan bir çığlık gibiydi. Geceleri uyuyamıyordu; çünkü bir hayalin içinde kaybolmuştu. Oğuz’un yokluğu sadece gözlerinin önünden değil, içinin kıyısından da eksiliyordu.
Pencerenin kenarındaki sandalyesine geçip sessizce oturdu. Elindeki günlüğü açtı, kalemi parmaklarının arasında çevirdi. İlk kelimeyi yazmadan önce bir süre durdu. Sonra yavaşça döküldü cümleler:
"Birine alışmak, sonra da yokluğuna katlanmak… Herkes kaybeder, ama bazı kayıplar sadece sessiz değildir. Onlar konuşur. Geceleri fısıldar, gündüzleri susar. Oğuz da öyle… Sesim ona ulaşmasa da, içim hâlâ ona dönüyor."
Sayfayı kapattı. Yüzü ifadesizdi ama gözlerinin kenarında kırılmış bir çocuğun izi vardı. Kapı yavaşça açıldı. Burak içeri girdi; Ilgaz'ın günlüğü hızlıca kapatışını gördü ama görmemiş gibi yaptı. Onun özeline saygısızlık yapmak istememişti. Onu bir kere daha kaybetmek istemiyordu.
"Sabah oldu, kahvaltı hazır," dedi yavaşça. Sesi yumuşaktı, ama temkinliydi. Ilgaz başını hafifçe salladı, göz göze gelmeden ayağa kalktı.
Mutfağa geçtiklerinde Kenan çoktan kahvesini içiyordu. Başını Ilgaz’a kaldırıp selam verir gibi gülümsedi. Ne fazla, ne eksik. Ilgaz da başıyla karşılık verdi.
Burak, sofrayı hazırlarken Ilgaz’a göz ucuyla baktı. "Dün... Sana söylediklerimi düşünüp canının sıkıldığını biliyorum," dedi. Sesinde bir açıklama çabası değil, sadece gerçeğe uzanma arzusu vardı. "Ama bilmeni isterim, seni Eylül’ün yerine koymadım."
Ilgaz gözlerini tabağına dikti. Yanıt vermedi. Onun suskunluğu, kelimelerden daha çok şey anlatıyordu.
Burak cümle kurmaya çalıştı, sonra vazgeçti. Ilgaz’ın kırgınlığına çarpmıştı bir kere, ve o duvar kolay kolay aşılmazdı.
Kahvaltıdan sonra Ilgaz bahçeye çıktı. Güneş yüzünü okşarken elindeki kitabı açtı, ama satırların hiçbiri aklına işlemiyordu. Kenan da biraz sonra elinde kahvesiyle geldi, uzakta bir sandalyeye oturdu.
"Sıkıldın mı bu evde?" diye sordu, havadan sudan bir tonda.
"Hayır, sadece bazı şeyler fazla sessiz geliyor," dedi Ilgaz.
Kenan başını salladı. "Burak da seninle konuşmak istiyor ama... galiba nasıl konuşacağını bilmiyor."
Ilgaz bu defa cevap vermedi. Yüzünü çevirip uzaklara baktı. Belki gerçekten kırgınlık, öfkenin çok ötesindeydi. Çünkü Burak geçmişinde hâlâ bir hayaletle yaşıyordu. Ve Ilgaz hiçbir hayaletin yerine geçmek istemiyordu...
***
Gece, karanlığın kollarında usulca nefes alıyordu. Ilgaz, odasında yatağına uzanmış olsa da uykuyla arasında kalın bir perde vardı. Tavanı izliyordu. Gözleri açık ama zihni çoktan geçmişin labirentlerinde kaybolmuştu. Kalbinin kıyısında bir huzursuzluk vardı, adını koyamadığı. Dışarıdan gelen belli belirsiz seslerle içindeki düğüm daha da sıkılmış gibiydi. Derin bir nefes aldı, üzerindeki hırkayı omuzlarına aldı ve yavaş adımlarla kapıya yöneldi.
Merdivenlere geldiğinde loş ışıklar merdiven basamaklarını belli belirsiz aydınlatıyordu. Sessizlikte her adımı yankılanıyordu. Alt kata indiğinde, salondan gelen hafif bir tıkırtı dikkatini çekti. Başta donakaldı. Gecenin bu saatinde birinin ayakta olması alışılmadık bir şeydi.
Sessizce birkaç adım atıp salonun girişine geldiğinde gözleri Burak’a takıldı.
Sırtı koltuğa yaslanmış, bir eli başına destek verir gibi alnında, diğer eliyle neredeyse boşalmış bir viski şişesini tutuyordu. Önünde sehpanın üzerinde devrilmeye yakın bir bardak, yarısı dolu, başı öne düşmüş bir hâlde kendi içinde kaybolmuş gibiydi.
Ilgaz istemsizce onun ismini fısıldadı:
“Burak…”
Burak başını yavaşça çevirdi. Gözleri kan çanağı gibi, bakışları sersem, ama tanıdı. Gülümsedi.
“Gece gezenlerinden misin sen de?” dedi dalgınca. “Benim gibiler yalnız kalınca içini dökecek birini arıyor hep.”
Ilgaz birkaç adım yaklaştı. “Sarhoşsun sen. Kalk, odana geç. Dinlen biraz.”
Burak gözlerini ona dikti. “Sarhoşum, evet. Ama... gerçekler bazen insanın ağzından böyle dökülüyor işte.”
Ilgaz bir an durdu. Karşısında kırılgan, dağılmış, bir şeyleri içinde tutmaktan yorulmuş bir adam vardı. Eliyle saçlarını geriye attı, ardından sesini alçalttı:
“Bu hâlinde konuşmak isteyeceğin bir insan olmak istemem.”
Burak, sözlerinin onu yanlış anladığını düşünmüş gibi başını iki yana salladı. “Seninle konuşmak istiyorum çünkü sen... dinliyorsun. Gerçekten dinliyorsun. İçimdekini susturmaya değil, anlamaya çalışıyorsun.”
Ilgaz, ona yaklaşarak sehpanın üzerindeki bardağı aldı ve kenara koydu. “Yine de... yatağında dinlenmen daha iyi olur. Hem bedenin, hem ruhun için.”
Burak başını koltuğun arkalığına yasladı. Tavanı izledi.
“Bazen... insan yatağında daha yalnız hissediyor. Oysa burada, bu loş ışıkta, senin yanında... içimdeki sesler biraz susuyor gibi.”
Ilgaz sessiz kaldı. O da oturdu, ama aralarında birkaç karışlık mesafe bırakarak.
Ellerini dizlerinde birleştirdi, gözleri Burak’ın yüzüne değil, sehpanın üzerindeki eski bir dergiye takılmıştı.
Burak yavaşça konuşmaya devam etti. “Eylül’ü özlüyorum. Ama onu değil... onda olmak istediğim kişiyi özlüyorum. O beni iyi bir adam yapacak sandım. Ama... kimse kimseyi kurtaramıyor Ilgaz. Ve ben onu kaybettim. Kendi hatalarımla.”
Ilgaz, sessizliğini bozmadan, sadece dinlemeye devam etti. Sesi yükselmedi. Yüzünde sabırla karışık bir dikkat vardı.
Burak devam etti: “Sende bir şey var. Beni geçmişime götüren ama aynı zamanda farklı bir yol çizen bir şey. İlk günden beri, sanki… gözlerinde kendi iç hesaplaşmamı görüyorum.”
Ilgaz derin bir nefes aldı, bakışlarını ona çevirdi. “Ben geçmişin değilim. Kimsenin yaralarını kapatmak için gelmedim bu hayata.”
Burak gözlerini kaçırdı. “Biliyorum. Ama bu, seni öyle görmeme engel olmuyor. Belki de içimde hâlâ bir çocuk var. Büyümeyi reddeden, her gidenin ardından kalanı kutsayan bir çocuk.”
Ilgaz, dizlerinin üzerinde kenetlediği ellerini çözdü. “Hâlâ gençsin, Burak. Ama her yaş alınca değil, bazen her kayıpta büyür insan. Sen neyi yitirdiğini sandığınla değil, neyi hâlâ içinde taşıdığınla yüzleşmelisin.”
O an, Burak başını kaldırdı. Gözleri Ilgaz’a çevrildi. Sesi daha da yumuşaktı, neredeyse fısıltı:
“Sen... güçlü birisin. Ama seninle yalnız kalmak, ilk kez kendimi bu kadar zayıf hissettiriyor bana.”
Sonra birden ayağa kalktı. Dengesi bozuldu, hafif sendeledi. Ilgaz refleksle kolunu tuttu.
“Yavaş!” dedi sertçe ama içtenlikle.
Burak o an ona döndü. “Sadece... bir anlığına, gözlerinin içinde kaybolmak istiyorum. Gerçekmiş gibi. İzin verir misin?”
Hiçbir cevabı beklemeden, yavaşça Ilgaz’a doğru eğildi. Gözleri onun gözlerinde. Dudaklarını yaklaştırdı.
Ilgaz’ın kalbi hızlandı. Birkaç saniyelik donmuşluk yaşadı. Zihni 'hayır' diye bağırsa da bedeni öylece kalakaldı. Son anda geri çekildi. “Burak… yapma.”
Burak, sanki o an uyanmış gibi geri çekildi. “Özür dilerim. Bu... olmamalıydı. Ben sadece... kafam karışık.”
Ilgaz ayağa kalktı. Ses tonunu sabit tutmaya çalıştı. “Yarın, her şeyi daha net düşüneceksin. Şimdi odana git, olur mu?”
Burak başını eğdi, sonra usulca salondan çıkıp odasına gitti. Ilgaz tek başına kaldı. Gözleri hâlâ Burak’ın oturduğu yere kaymıştı. Bir yabancıya değil, kendi geçmişinin kırık parçalarına bakar gibiydi. Sonra yavaşça yukarı çıktı, kapısını sessizce kapattı.
Gece çoktan sabaha devrilmişti ama içinde uykuya yer yoktu.
***
Sabah, tül perdeden içeri sızan solgun bir ışıkla geldi. Odanın köşelerine çekilmiş gölgeler, geceyle birlikte geri çekilirken, Ilgaz yastığa gömülü halde hâlâ uyanmamak için direniyordu. Ama gözlerini açmasa da zihninde uyanan bir şey vardı: Gece.
Burak’ın sesi, alkolün ağır soluğuyla karışık cümleleri… Gözlerinde birini arar gibi bakan o yorgun bakış… Ve sonra, dudaklarının ona yaklaşması…
Ilgaz, hızla gözlerini açtı. Kalbi öyle aniden çarpmaya başlamıştı ki, uyandığına değil, hatırladığına inanmak daha kolaydı. Tavanı izlerken bir süre yerinden kalkmadı. Derin bir nefes aldı, ardından dudaklarını aralayarak sessizce fısıldadı.
“Ben ona hiçbir şey hissetmiyorum.”
Bu cümle, kendi içinde bir açıklamaydı. Kendine. Sessiz bir savunma gibi.
Burak’ın ona yaklaştığı o an… sadece rahatsız edici değil, karmaşıktı. Acı çeken bir adamı geri itmek vicdanında yankılanırken, istemediği bir temasa maruz kalmak sınırlarının yeniden çizilmesine sebep olmuştu. Ilgaz için bu gece, aşktan çok sınırdı. Mesafeydi. Belki de kendini tanımanın bir başka basamağıydı.
Yavaşça yatağından kalktı. Odanın soğuk zeminine bastığında teni ürperdi. Perdeleri araladı. Gökyüzü, geceyle gündüz arasında kalmış griye çalıyordu. Her şey suskundu. Sessiz bir sokak, titrek bir aydınlık, ve içinde yerini tam tanımlayamadığı bir sıkışmışlık hissi.
“Çıkmalıyım…” diye düşündü. “Nefes alabileceğim bir yere gitmeliyim.”
Üzerine açık gri bir pantolon, sade bir kazak geçirdi. Elini tarak yerine sadece saçlarına daldırdı, gelişigüzel topladı. Aynadaki yansımasına uzun süre baktı. Solgun ama kararlıydı.
Evin koridorundan geçerken hâlâ geceyi hissettiği salonun önünden hızlıca geçti. Burak artık orada değildi. Belki hâlâ uyuyordu. Belki de hiçbir şey hatırlamayacaktı. Ama Ilgaz hatırlıyordu. Her kelimeyi. Her bakışı. Her sessizliği.
Ayakkabılarını giyerken kapının önünde durdu. “Kimsenin kötü olmak istemediği bir gecede, istemediğim bir şey yaşadım,” diye geçirdi içinden. “Bu yeterince sebep, uzaklaşmak için.”
***
Çiğdemlerin evi, baharın uyanışı gibi karşılamıştı onu. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen, avluda toprağı eşeleyen Çiğdem, eldivenleriyle birlikte çiçeklere gülümsüyordu. Ilgaz’ı görünce gözleri büyüdü.
“Ne oldu sana böyle? Suratın solgun.”
Ilgaz zoraki bir tebessümle başını eğdi.
“Biraz nefes almam gerekti.”
Çiğdem eldivenlerini çıkarıp ona sarıldığında, Ilgaz gözlerini kapadı. O anda, her şeyin yükü omzundan biraz olsun düştü. Tanıdık bir tenin sıcaklığı, karmaşanın içinden çekip çıkarıyordu onu.
“Sana kahve yapayım,” dedi Çiğdem.
“Sıcak bir şey iyi gelir.”
Evin içine geçtiklerinde Ilgaz, oturma odasındaki koltuğa kendini bıraktı. Derin bir nefes aldı. Buradaki her şeyin kokusu başkaydı: odun, kahve, taze çiçek… Burası bir sığınaktı.
Bir süre sonra elinde kahveyle gelen Çiğdem, yanına oturdu. Soracak gibiydi. Ama hemen konuşmadı. Ilgaz’ın kendi isteğiyle anlatmasını bekledi.
Ilgaz, kahvesinden bir yudum aldı. Koyu, ama yumuşak. Tıpkı bu sabah gibi.
“Gece… Burak’la konuştuk."
Çiğdem’in yüzündeki ifade değişmedi. Sadece başını eğdi. Dinliyordu.
Ilgaz devam etti.
“O sarhoştu. Beni biriyle karıştırdı belki… Bilmiyorum. Ama… bana yaklaştı. Öpmek istedi. Çok aniden… nefes alamadım bir an.”
Çiğdem’in bakışları sertleşmedi ama dikkat kesildi.
Ilgaz devam etti:
“Birine zarar vermedi. Ama bana… iyi gelmedi. Korkmadım. Ama yorgunum.”
Son cümleyi söylerken sesi neredeyse kısıldı.
Çiğdem elini onun elinin üzerine koydu. “Yorgunluk bazen sadece bedende olmaz. Kalp de yorulur. Ve senin kalbin, son zamanlarda çok şeyle savaştı.”
Ilgaz, ona baktı. Gözleri dolu doluydu. Ama ağlamadı.
“Ben sadece… bir daha öyle bir bakışı taşımak istemiyorum. Beni isteyen değil, beni anlayan biri olsun istiyorum.”
İçten içe Oğuz'u istediğini kendisi de biliyordu. Kalbi Oğuz'u istiyorken Burak onun için ne olabilirdi ki.
Çiğdem başını salladı. “Olacak. Ama önce kendini anlayacaksın.”
Ilgaz'ın Oğuz'u özlediğini gözlerinden bile anlıyordu. Ama bazı şeyler saklanmak zorundaydı. Kız kardeşi gördüğü kişiyi üzmek istemiyordu ama buna zorunluydu. Ilgaz'ın alışması gerekiyordu. Ama görüyordu ki Ilgaz daha da kötüye gidiyordu.
O an, Ilgaz dışarıdaki bahçeye baktı. Güneş biraz daha yükselmişti.
Bugün kendini anlamaya bir adım daha yakındı. Ve bu, her şeyin başlangıcıydı.
***
Ilgaz elindeki kahve fincanını avuçlarının arasında tutuyordu. Odanın sessizliği, içsel karmaşasının üzerini örten bir battaniye gibiydi. Çiğdem, usulca ona döndü. Destek olmak ister gibi okşadı sırtını.
“Sana bir şey sormamın sakıncası var mı?” dedi.
Ilgaz başını çevirdi, yavaşça “Sor,” dedi.
“Bu sabah sen gelmeden önce…Gözlerindeki özlemi gördüm... Onu hâlâ unutamadın değil mi?"
Bir duraksama oldu. Ilgaz gözlerini pencereye çevirdi.
“Dün gece olanlardan sonra, aklıma gelen ilk kişiydi. Her zaman yanımda olmasını istiyorum. Ama hayatta her şey istediğimiz gibi olmuyor ne yazık ki. Ne tuhaf değil mi? Yıllardır tanıdığım insanlarla bile bu kadar bağ kuramamışken… Oğuz… sadece birkaç kelimeyle iyi geliyor insana.”
Çiğdem gülümsedi. “Oğuz öyledir. Dokunmadan onarır. Sormadan anlar. Ama en çok da… uzaklaştığında fark edilir.”
Ilgaz, sessizce başını salladı. “Onunla konuşmak kolay. Hatta… bazen onun sessizliğiyle bile konuşabiliyorum.”
Çiğdem’in gözleri bir an yumuşadı. “Sence seni anlıyor mu?”
Ilgaz, fincanı dudağına götürdü, bir yudum aldı. Ardından sessizce, “Beni anlamasından korkuyorum,” dedi. “Çünkü anladığı an, belki ben saklanamayacağım.”
O anda kapı gıcırtıyla açıldı. “Çat kapı geldim!” diye bağıran Tolga’nın sesi, evin içindeki havayı bir anda değiştirdi.
Elinde kocaman bir poşet vardı. Cips, çikolata, renkli şekerlemeler, hatta minik bir plastik top bile taşıyordu.
“Bu ne haliniz böyle ya? Mezarlık gibi oturuyorsunuz. Sizi toparlamaya geldim!”
Ilgaz hafifçe güldü. Tolga’nın enerjisi öyle bulaşıcıydı ki istemeden dudaklarına bir tebessüm yerleşmişti.
Çiğdem gözlerini devirdi. “Tolga, sabah sabah şeker mi? Delirdin mi sen?”
“Bu bir acil durum paketi!” dedi gururla. “Ilgaz'ın moral bozuk. Görevimiz: Yüzüne gülümseme getirmek.”
Yavaşça Ilgaz’ın önünde diz çöktü, poşeti açtı. “Bak şimdi, çocukluk terapisi. Seç birini: pamuk şeker mi, kart oyunu mu, yoksa gözlerini kapat ve ne seçtiğimi tahmin et mi?”
Ilgaz bir an durdu. Ardından uzanıp küçük bir kutu çikolatayı aldı. “Buna hayır diyemem,” dedi hafif gülerek.
Tolga alkışladı. “İşte bu! Buz kırıldı, arkadaşlar!”
Çiğdem de ayağa kalktı. “Ben de destek çıkayım bari. Bahçeye minik minderleri çıkarayım. Orada biraz vakit geçirelim. Hem güneş de iyi gelir.”
***
Yarım saat sonra, üçü bahçenin güneş alan köşesinde, yere atılmış minderlerin üzerine yayılmıştı. Tolga bir yandan çizim defterine karikatürler çiziyor, Ilgaz’ı çizimlerinde abartılı ifadelerle betimliyor, her seferinde kahkahalara boğulmalarını sağlıyordu.
“Bak bu sen,” dedi Tolga, defteri göstererek. “Dün gece dramatik sahnede, çiçek gibi gözyaşları içinde…”
Ilgaz deftere bakınca gülmeden edemedi. Kendisi karikatürde bir bulutun altında, abartılı bir şekilde ağlarken, elinde de ‘dram queen’ tabelası tutuyordu.
“Çok ayıp, bu ben değilim,” dedi Ilgaz gülerek.
“Yani o tabela fazla oldu diyorsun?” dedi Tolga göz kırparak.
Çiğdem araya girdi. “Biraz da müzik açayım mı? Oğuz’un plağı vardı, hani şu eski caz parçaları.”
Ilgaz bir an durdu. “Oğuz’un mu?”
Kalbi, adını duyduğu an tanıdık bir şeyle kıpırdadı. Balkon neşeyle doluydu ama o, bir yanının boş olduğunu fark etti.
Oğuz’un yokluğu, seslerin içinde bir eksiklikti. Ne kadar gülse de, gözlerini kaçırsa da… içinin bir yerinde onu yanında istiyordu.
Çiğdem, müziği açarken Ilgaz gözlerini kapattı. Güneş tenine hafifçe dokunuyordu.
Tolga hâlâ şakalaşıyor, Çiğdem müziğe eşlik ediyordu. Ama Ilgaz’ın zihni çoktan başka bir yerdeydi. Oğuz’un sessiz ama anlayan bakışlarında.
Bir iç geçirdi. Kendi kendine mırıldanır gibi fısıldadı:
“Keşke burada olsaydın…”
Bölüm sonuuuu..
Bölüm nasıldııı?????
Umarım beğenmişsinizdirrrrrr..
Yeni bölümlerde görüşmek üzereeeee daha çok bomba bölümler var ona göreeee
Bol bol yorum ve oy bekliyorummmm
Bayyyysssssss
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |