28. Bölüm
Sümsime🤍 / 4 KADER MAHKÛMU
(Sessiz Savaş) / 27. Bölüm

27. Bölüm

Sümsime🤍
oylesine_yazan.__

“Gün yeni başlamış, ama evin içinde belirsizlik ve sorgulamalar çoktan yerini almıştı.”

 

(Yazar'ın anlatımıyla)

Sabah güneşi, incecik bir perde gibi süzülüyordu pencere camından. Masanın üzerindeki reçel kavanozları, taze kesilmiş domateslerin kızıllığıyla yarışıyor, Tolga'nın biraz fazla abartarak yaptığı yumurtalı ekmeklerin kokusu evi sarıyordu. Çiğdem, sabah sabah enerjikti. Masanın bir ucunda oturmuş, göz ucuyla Ilgaz’a bakıyordu.

 

Ilgaz, her şeyin içindeymiş gibi ama dışında duruyordu. Elinde fincan vardı ama çayı içmemişti. Dudaklarına bile götürmemişti. Gözleri masanın üzerindeki çatalla oynuyor, içindeki sessizlik büyüyordu.

 

“İki lokma bir şey yesene Ilgaz,” dedi Çiğdem hafifçe.

 

“Birazdan,” dedi Ilgaz, yüzüne zorlama bir gülümseme yerleştirerek.

 

“Hiçbir şey yemiyorsun, bu kadarı iyi değil.”

 

“Midem almıyor galiba…”

 

“İçin almıyor olabilir mi?” diye sordu Tolga. Sesi yumuşaktı ama sorusu keskin.

Ilgaz başını eğdi. Evet. İçinin almadığı çok şey vardı. Kalbi bir süredir tam da olması gereken yerde gibi değildi.

 

Oğuz...

 

İsmini düşünmek bile midede bir burulmaydı. Onu her düşündüğünde nefes alışları değişiyor, göğsü daralıyordu. Gittiğini bilmek, kalbinde kapkara bir sessizlik bırakmıştı. Ama aynı zamanda bir şey... bir şey eksikti. Gittiğine dair bir tek görüntü yoktu zihninde. Uğurlamamıştı, vedalaşmamıştı.

 

Sadece yoktu.

 

“Ben... eve gitsem iyi olacak,” dedi birden.

 

Tolga ile Çiğdem bakıştı. Çiğdem’in kaşları hafifçe çatıldı.

 

“Bu kadar erken mi?

 

“Evet. Dönmem gerek.”

 

“İstersen biraz daha kal. Bizim için sorun yok.”

 

“Biliyorum. Ama sorun bende,” dedi Ilgaz, sessizce. “Orası benim evim değil ama... dönmek zorundayım.”

Kafasındaki karışıklıkların ardından Çiğdemlerle vedalaşmış evin yolunu tutmuştu. Yürümek ona kendisini iyi hissettiriyordu. Fazlasıyla yorulmuştu ve daha ne kadar dayanır bilemiyordu...

***

Ev...

Bu kelimeyi düşününce içi ürperdi. Kapının önünde durduğunda güneş tam karşıdan vuruyordu. Gölgeler yerde uzun uzadıya kıvrılmıştı. Elindeki anahtarı yavaşça çevirdi. Kilidin tıkırtısı, içindeki sessizliği böldü. Kapı açıldı ve o tanıdık ama soğuk hava Ilgaz’ın yüzüne çarptı. Evin içi... fazlasıyla sessizdi. Dışarının güneşi bu eve hiç uğramamış gibiydi.

 

Salona doğru birkaç adım attı. Burak yoktu. Ya da ortalıkta değildi. O anda en çok istediği şey buydu belki de.

 

Ayakkabılarını çıkardı, adımlarını yavaşça yukarı çevirdi. Merdivenlerden sessizce çıktı. Kendi odasına girmeden önce durdu, göz ucuyla Burak’ın odasına baktı. Kapı yarı aralıktı, içeriden derin, düzenli bir nefes sesi geliyordu. Uyuyordu.

 

"İyi"

Uyuması gerekiyordu zaten. Göz göze gelmemeleri gerekiyordu. Ilgaz, kendi odasına geçti. Kapıyı arkasından kapattı. Duvarlara yaslanan sessizlik yeniden yerleşti üzerine. Perdeyi aralayarak dışarı baktı. Gökyüzü maviydi ama onun içinde hâlâ gri bulutlar vardı...

***

 

Saat ilerledikçe, evin sessizliği biraz daha yoğunlaştı. Ilgaz gün boyunca odasından hiç çıkmamıştı. Zaman zaman aşağıdan sesler gelmişti; Burak’ın mutfağa gidip geldiğini duymuştu. Ama konuşmamışlardı. Gerek de duymamıştı.

 

Gece yarısına yakın bir saatte, Ilgaz su almak için aşağı indi. Salonun lambası hafif kısıktı. Mutfaktan hafif bir ışık sızıyordu. İçeri girdiğinde Burak tezgâha dayanmış, elinde bir bardak su tutuyordu.

 

Burak onu görünce hemen toparlandı. Omuzlarını dikleştirdi, gözlerini kaçırdı.

 

“Uyanık olduğunu duymamıştım,” dedi sessizce.

Ilgaz, dolaptan su şişesini aldı. Bardağa dökerken, “Ben de seni rahatsız etmek istemedim,” dedi, göz teması kurmadan.

Burak başını salladı. “Bugün hiç çıkmadın odadan.”

“Çıkmak istemedim.”

“Ben... sana bir şey sormak istiyorum aslında.”

Ilgaz döndü, gözlerinde bir mesafe vardı. “Sor.”

Burak duraksadı. Yutkundu. Sonra sordu:

“Ben dün gece... sana bir şey söyledim mi?”

 

Ilgaz bir an durdu. Bakışları Burak’ın gözlerinde asılı kaldı. Yalnızca bir saniye.

 

“Hayır,” dedi. “Hiçbir şey söylemedin.”

 

Yalan mıydı? Belki. Belki de gerçeğin suskun hâliydi.

 

Burak’ın yüzü rahatlamış gibi oldu ama içinde bir sıkışma daha vardı.

 

“Sana kötü davranmadım değil mi?”

 

“Hayır. Sadece... içmiştin. Ve ben seni odana gönderdim. Hepsi bu.”

 

“Teşekkür ederim,” dedi Burak, başını önüne eğerek. “Bir şeyi hatırlamaya çalışıyorum ama... sanki boşluk.”

 

Ilgaz onun bakışlarındaki kırıklığı gördü. Ama içinde hiçbir şey kıpırdamadı. Oğuz’dan sonra... kimse yer edemiyordu içinde. Kalbi hâlâ aynı ismin yankısıyla doluydu.

 

Ilgaz bardağını tezgâha koydu. Gözleri kısa bir an Burak’la buluştu.

 

“İyi geceler,” dedi.

“İyi geceler, Ilgaz."

 

Ve Ilgaz, yavaş adımlarla merdivenleri çıktı. Odasına girip kapıyı kapattığında, duvarlar ona yeniden sığınak oldu.

 

Geceyi bir süre daha ayakta karşıladı Ilgaz. Penceresinin önünde, hafif aralık perdelerin ardından gökyüzüne bakıyordu. Ay, bir örtünün altına gizlenmiş gibi kırıktı. Sessizlik içinde geçen saatler onu boğmuyordu ama rahatlatmıyordu da. Sadece, varlığıyla bulunduğu yeri hissettiriyordu.

 

Masanın çekmecesini açtı, kalemini ve küçük, deri kaplı günlüğünü çıkardı. Sayfaları yavaşça çevirdi. Her biri başka bir sessiz çığlık gibi... kimi yarım kalmış cümlelerle, kimi yazılmamış başlıklarla doluydu.

 

Bugün, susmayı seçtim.

Oğuz yokken burası daha da sessiz. Ama sessizlik bazen kalabalıktan daha ağır.

Kendimi kandırıyor muyum bilmiyorum. Belki de burada kalmam sadece bir kaçış. Ama kaçışın bile bir bedeli varmış. İçimdeki hiçbir şey bitmedi. Sadece yer değiştirdi.

 

Kalemi elinden bıraktı. Defteri kapattı. Başını yastığa koyduğunda gözleri kapanmadı hemen. Düşünceler arasında bir salıncakta sallanır gibiydi. En sonunda yorgunluk ağır bastı ve uyku, yavaşça onu içine çekti...

***

 

Gözlerini açtığında güneş odanın içine sızmıştı. Kuşların sesi uzaktan geliyordu. Saat daha erkendi ama içeriden mutfağa ait sesler geliyordu. Ilgaz doğrulup yatağından kalktı. Üzerine sade bir kazak geçirdi. Merdivenlerden inerken kahve kokusu yüzüne çarptı.

 

Mutfakta Burak vardı.

 

Sırtı dönüktü, önündeki tavada bir şeyler çeviriyor, yandaki masaya zeytin, peynir, domates gibi şeyleri diziyordu. Saçları biraz dağınıktı. Ev hali ona farklı bir huzursuzluk katıyordu; özen göstermeye çalışmış ama tam becerememiş gibiydi.

 

Ilgaz sessizce yaklaştı. Adımlarını duyunca Burak döndü.

 

“Uyandırdım mı?”

 

“Hayır. Kokular beni uyandırdı sanırım,” dedi Ilgaz, yavaş bir tebessümle.

 

“Kahvaltı hazırladım. Dün akşam bir şey yemedin. Aç kalmanı istemem.”

 

“Teşekkür ederim.”

 

“Rica ederim.”

 

Burak masanın ucundaki sandalyeyi

gösterdi.

“Otur. Sıcakken ye.”

 

Ilgaz şaşkın bir sessizlik içinde sadece başını salladı. Masaya baktı. Her şey sade ama özeldi. Beyaz peynirin yanına ince dilimlenmiş salatalıklar, kızarmış ekmekler, iki ayrı çeşit reçel… Ve bir kenarda duran sade bir demli çay bardağı.

 

“Bunların hepsi… benim sevdiklerim,” dedi yavaşça, masaya göz gezdirirken.

 

“Fark ettim,” dedi Burak, gözlerini kaçırmadan. “Sen sabahları reçeli ekmeğin üzerine sürmüyorsun mesela. Kaşığın ucuyla alıp yiyorsun. Siyah çayı koyu içiyorsun ama içine limon koymuyorsun. Küçük şeyler… ama dikkat edince öğreniliyor.”

 

Ilgaz başını kaldırıp ona baktı. Gözleri bir anlığına doldu ama kendine engel oldu. “Neden?” diye sordu sadece.

 

Burak bir süre sustu. Sandalyesine yavaşça oturdu. Avuçlarını birbirine sürttü, sonra masaya koydu.

 

“Bilmiyorum. Belki de kendimi affettirmeye çalışıyorum. Belki de... seni gerçekten tanımaya. Eylül’le hiçbir alakası kalmayan bir şey bu artık. Sen... sen olduğun için buradasın. Bunu fark ettiğimde biraz geç olmuş olabilir ama sahte değil.”

 

Ilgaz bir şey demedi. Sadece önündeki tabağa döndü yeniden. Çatalı eline aldı ama yemedi. Sessizlikte çatalın tabağa değmesi bile çok gürültülü geldi o an.

 

“Beni affetmen zor biliyorum,” dedi Burak. “Ama vazgeçmeyeceğim. Ne senin yanında olmaktan… ne de doğru olanı yapmaktan.”

 

Ilgaz’ın dudakları titredi ama gülümsedi. “Kahvaltı için teşekkür ederim,” dedi sadece, konuyu kapatmak ister gibi.

 

Burak başını eğdi. O da sessizliğe razı oldu. Kahvaltının devamı sessizlikle geçti. İkisini de ağzını bıçak açmadan kahvaltılarını yaptılar ve ayrıldılar...

***

 

İkindi üzeriydi. Evin içi suskundu. Saatin tik takları ve mutfaktan gelen buzdolabı uğultusu dışında bir ses yoktu. Ilgaz salonda pencerenin önünde durmuş, dışarıdaki gri gökyüzünü izliyordu.

 

Uzun bir gündü. Düşüncelerinin ağırlığı, kendi varlığını bile zor taşımasına sebep oluyordu. Tam o anda ayak sesleri geldi. Burak. Sessizce yaklaşıyordu, belli ki onunla konuşmak istiyordu ama kelimeleri nasıl seçeceğini hâlâ bilmiyordu.

 

“Ilgaz,” dedi alçak bir sesle. “Bugün biraz nefes alabildin mi?”

 

Ilgaz başını eğdi, hafifçe omzunu silkti. “Evet… biraz.”

 

Burak pencerenin karşısındaki duvara yaslandı. Bir şey demeden onu izledi. Sonra, yavaşça ona yaklaştı. Gözleri Ilgaz’ın yüzünde gezindi. Kaşlarının arasındaki o ince çizgiye takıldı.

 

“Sana yardım edebilmek isterdim,” dedi. “Ama neye ihtiyacın olduğunu bile anlamıyorum bazen.”

 

“Ben de bilmiyorum,” dedi Ilgaz sessizce. “Kendimi bile tanıyamıyorum artık.”

 

Burak bir adım daha attı. Artık aralarında sadece birkaç santim vardı. Eli havada asılı kaldı. Omzuna dokunmakla vazgeçmek arasında kaldı. Sonunda parmak uçları Ilgaz’ın koluna hafifçe değdi.

 

Ilgaz, onun o kısa ve temkinli dokunuşunda ne aradığını anlamaya çalıştı. Belki bir özür, belki bir teselli… belki de sadece varım diyebilmekti Burak’ın çabası. Ama Ilgaz için o an, kalbinin en derin köşesinde hâlâ başka bir isim yankılanıyordu.

 

Yavaşça geri çekildi. Ne ani ne de kırıcı… Sadece nazikçe, yavaşça birkaç adım geriledi.

 

Gözlerini kaçırmadı ama dokunuşun bıraktığı etkiyi silmek ister gibi, kollarını kendine sararak konuştu:

 

“Burak… Bazen birinin yanında olmak istemek, onun kalbine dokunabileceğimiz anlamına gelmiyor.”

 

Burak başını öne eğdi. İç çekti.

 

“Haklısın,” dedi boğuk bir sesle. “Bazen sadece… yanında olmak bile fazla geliyor insana.”

 

Sessizlik. Birkaç saniyeliğine zaman bile durmuş gibiydi. Sonra Ilgaz derin bir nefes aldı.

 

“Ben odamda biraz dinleneceğim,” dedi. Gözlerinde karışık bir bulut vardı. Ne öfke, ne kırgınlık… sadece yorgunluk.

 

Odasına çıktı. Kapıyı arkasından usulca kapattı..

***

 

Gece olduğunda, evin havası daha da ağırlaşmıştı. Sessizliğin içinde yankılanan hafif fısıltılar vardı. Ilgaz uykusu kaçtığı için mutfağa inmek istemişti ama merdivenlere geldiğinde alt kattan gelen seslerle irkildi.

 

Sesleri tanıdı: Burak ve Kenan.

 

Birbirine yaslanmış iki yorgun adam gibi koltukta oturuyorlardı. Masanın üzerinde birkaç boş kadeh, bir de açılmamış bir şarap şişesi duruyordu. Ilgaz sessizce merdiven basamağında kaldı, görünmeden dinlemeye başladı.

 

“Bazen düşünüyorum,” dedi Burak. “Onu sevmek gibi değil… ama… içimde bir şeyler değişiyor Kenan. Yanındayken kendimi başka biri gibi hissediyorum.”

 

Kenan, şarabından bir yudum aldı.

 

“Eylül’ün yeri ayrı. Ama Ilgaz’a baktığında artık onu görmüyorsun, değil mi?”

 

Burak başını salladı. Gözleri boşluğa dalmıştı.

 

“İlk başta evet... Çok benziyordu. Sesi, bakışı… Ama şimdi... Şimdi Ilgaz’ın kendine has bir sessizliği var. Ona bir şey olsun istemem. Kırılmasın istiyorum. Belki de… onun için doğru kişi değilim. Ama yine de… onsuz bir sabaha uyanmak istemiyorum.”

 

Kenan, dostça Burak’ın omzuna dokundu.

 

“Seviyorsun o zaman. Adını koymamış olman bir şeyi değiştirmez.”

 

Ilgaz, içini çekti sessizce. Gözleri doldu. Odanın içinde, hâlâ Burak’ın kelimeleri çınlıyordu:

 

"Onsuz bir sabaha uyanmak istemiyorum."

 

Ama içi karmakarışıktı. Oğuz’un adı geçmemişti… Ama kalbinde hâlâ onun izleri vardı. Bir parçası Burak’ın içtenliğine dokunmuş, bir parçası hâlâ geçmişe, yarım kalmış bakışlara takılı kalmıştı.

 

Odasına döndüğünde, küçük sandığını açtı. İçinden bir defter çıkardı. Kapak biraz yıpranmıştı ama sayfalar hâlâ tertemizdi. Kalemi eline aldı, yazmaya başladı.

"Bazen biri seni kırar, affedersin. Ama aynı kişi seni farkında olmadan tamir etmeye çalıştığında… daha da acır. Çünkü neyle mücadele ettiğini bilmez, sadece yanında kalır. Ama kalması yetmez bazen. Kalbinin yönünü değiştirmek için, önce kendi içinde kaybolman gerekir."

 

Gözleri ağırlaştı. Defteri kapattı. Başını yastığa bıraktı. Düşünceleri Burak’la karışmıştı, ama yine de bir tarafı... başka birini düşünmeden edemiyordu.

***

 

Sabah güneşi, ince tül perdelerin ardından süzülerek odanın içine doldu. Ilgaz gözlerini araladığında burnuna kahve kokusu geldi. Merakla aşağı indiğinde mutfakta Burak’ı gördü. İki gün üst üste olan bu kahvaltılar hayra alamet değildi. Ilgaz içten içten Burak'ın ne yapmaya çalıştığını anlamıştı. Kendisini affettirmeye çalışıyordu.

 

Gömleğinin kollarını dirseğine kadar sıvamıştı. Tost makinesinde ekmekleri bastırıyor, yanına küçük bir tabakta zeytin, peynir, domates diziyordu.

 

“Günaydın,” dedi Burak yumuşak bir sesle. “Kahvaltı hazırladım… Yani, sadece elimden geleni.”

 

Ilgaz şaşkınlıkla baktı. Masaya doğru ilerledi.

 

“Sen mi yaptın hepsini?”

 

Burak hafifçe güldü.

 

“Kenan da vardı ama seni rahatsız etmemek için çıktı. İkinizi baş başa bırakayım dedi. Ben de… kendimi affettirmek için küçük bir adım atmak istedim.”

 

Ilgaz sandalyeye oturdu. Düşünceleri hâlâ karışıktı ama gözlerinde minik bir yumuşama belirdi.

 

Burak karşısına geçti. Kahvesinden bir yudum aldı.

 

“Sana ne hissettiğimi tam bilmiyorum,” dedi dürüstçe. “Ama ne hissetmediğimi biliyorum: Seni kaybetmek istemiyorum.”

 

Ilgaz başını eğdi. Gözleri kahvesine takıldı.

 

“Bazen hissetmekle hissetmeyi istemek birbirine karışıyor,” dedi fısıltıyla. “Ben hâlâ bazı sorulara cevapsızım.”

 

Burak, acele etmedi. Bu defa dokunmaya çalışmadı. Yalnızca yanında durdu.

 

Ve o an, Ilgaz içten içe biliyordu: Bu hikâye henüz hiçbir yere varmamıştı. Ama yollar kesişmişti, izler kalmıştı...

 

Ilgaz sabah kahvaltısında birkaç lokma almış, Burak’ın nazik ama temkinli sözlerini dinlemişti. İçinde hâlâ anlamlandıramadığı duygular dolaşıyor, zihni sessizce "kaç" diyordu. Onunla kalmak, bu evde daha fazla zaman geçirmek bir cevap getirmeyecekti.

 

Yavaşça başını kaldırdı.

 

“Ben… birkaç günlüğüne Çiğdemlere gitmek istiyorum,” dedi. “İzninle.”

 

Burak ne itiraz etti ne de neden diye sordu. Sadece yüzünde buruk bir gülümseme belirdi.

 

“Nereye gidersen git, kendini iyi hissettiğin yer olsun. Eğer ihtiyacın olursa, sadece bir mesaj uzağındayım.”

 

Ilgaz hafifçe başını salladı. Hemen toparlanıp küçük çantasını aldı. Kapıdan çıkarken durdu, arkasını dönüp son kez baktı. Bu evde yaşadığı kırılmalar, içini kavuran karmaşa… ve Burak’ın susarak söylediği çok şey kalmıştı geride.

 

Çiğdemlerin kapısına geldiğinde birkaç saniye duraksadı. Kapıyı çaldı.

 

Ayak sesi yaklaştı, kapı hızla açıldı. Göz göze geldiklerinde Çiğdem’in yüzünde önce şaşkınlık, ardından da ustaca bir toparlanma ifadesi belirdi.

“Ilgaz?”

 

“Merhaba.”

 

“Sen… birden görünce şaşırdım. Yani şey… tabii gel! İçeri gel hemen!” diyerek kapıyı açtı, içeri buyur etti.

 

Ilgaz içeri girdiğinde salonun tanıdık düzeni ona bir nebze huzur verdi. Her şey aynıydı; kanepe, kitaplık, sehpanın üzerindeki karışık dergiler… Ama bir şey eksikti: Ses. Ve bir şey fazlaydı: Kokular.

 

Oğuz’un parfümü gibi… ama daha hafif, daha soluk. Belki de sadece anılar onu oraya çekiyordu.

 

Çiğdem hemen neşesini topladı, sesine sıcaklık kattı.

 

“Tolga dışarıda, ben de öğlen için bir şeyler hazırlamaya çalışıyordum. Sen geldin ya… resmen günüm güzelleşti!”

 

Ilgaz gülümsedi. Gerçekti bu. Ama yorgundu, içi hâlâ doluydu.

 

"Bende yardımcı olayım sana."

 

"Tabii gel, birlikte hazırlarız.”

 

Mutfağa geçtiğinde Ilgaz hemen alışkın olduğu masanın köşesine geçti. Çiğdem tezgâhta sebzeleri yıkarken Ilgaz da tezgâhın üzerindeki fincanlara göz gezdirdi. O an bir şey dikkatini çekti.

 

Küçük bir kupa. Beyaz, kenarında ince çatlak vardı ama sap kısmında lacivertle yazılmış bir “O” harfi duruyordu. Bu kupayı tanıyordu. Çünkü Oğuz her sabah kahvesini yalnızca bu kupada içerdi.

 

Ilgaz kupaya yaklaştı. İçine baktı. Hâlâ ılıktı. İçinde kahve vardı. Üstelik şekersiz. Tıpkı Oğuz’un sevdiği gibi.

 

Kaşlarını çattı. Elini geri çekti.

 

“Bu…” dedi usulca. “Bu kupa Oğuz’un değil mi?”

 

Çiğdem hızlıca başını kaldırdı. Gözleri kısa süreliğine büyüdü, sonra hemen toparlandı.

 

“Aa… şey… evet. Yani, Oğuz’un kupasıydı. Biz bazen kullanıyoruz. Alışkanlık oldu. Tolga da çok seviyor o kupayı, ondan kaldı masada.”

 

Çiğdem kelimeleri peş peşe sıralıyordu ama sesi tam da Ilgaz’ın alıştığı açıklıktaki Çiğdem tonu değildi. Hafif bir gerginlik vardı, telaşlı ama ustaca gizlenmiş.

 

Ilgaz, hiçbir şey demedi. Kupaya tekrar bakmadı ama içi daha da karışmıştı.

Çiğdemin de işi bittiğinde salona geçtiler. Ilgaz kendisini bitkin ve yorgun hissediyordu. Kafası hâlâ karışıktı. Ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu.

 

Başka bir detay aramadı ama gözleri o an salonun köşesindeki cekete takıldı.

Lacivert.

Kol ağzı hafif yıpranmıştı.

Aynısını Oğuz onunla geçirdiği bir gün giymişti, sahilde yürürken rüzgârı kesmek için üzerine aldığı…

 

Çiğdem onun bakışlarını fark etti. Hemen çevirip yumuşak bir kahkaha attı.

 

“Ah Tolga’nın şu eski ceketleri… hâlâ atmadı, bir de sürekli salonda bırakıyor.”

 

Ilgaz başını hafifçe eğdi. Kalbinin içinde kıpırdayan o garip his… yakalanmış bir şeyler vardı ama ses yoktu. Yalnızca boşlukta duran bir ihtimal gibi…

 

Öğleden sonra, üçü birlikte salonda oturup atıştırmalıklarla birlikte dizi izlediler. Çiğdem, diziye yorumlar yaparken arada bir Ilgaz’ın saçlarını örmeye kalktı. Tolga içeriden getirdiği kart oyunlarıyla küçük bir yarış başlattı. Kahkahalar yükseldi, sesler çoğaldı.

 

Ama Ilgaz’ın gülüşlerinin arasına kısa bakışlar sıkışıyordu.

Salondaki minder…

Üstünde Oğuz’un telefon kılıfı gibi duran siyah bir parça vardı. Çiğdem hemen alıp cebine attı.

 

Tolga da fark etti bunu ama ses etmedi...

 

Ilgaz’ın aklına düşen tek cümle:

 

"Burada bir şeyler eksik değil… birileri eksik. Ama izleri hâlâ burada."

 

Bunu düşündüğünde yutkundu. Gülümsemeye çalıştı ama içindeki o tanımlayamadığı huzursuzluk çınladı. Çiğdem’le Tolga’nın neşesi arasında kendisini gergin, tetikte ve dikkat kesilmiş buluyordu.

 

Kahkahalar yükselirken, kalbi yalnızca bir kupanın sıcaklığına takılıp kalmıştı.

 

Akşamüstü çökerken, mutfakta birlikte yemek hazırlandı. Çiğdem, Ilgaz’a bolca laf soktuğu taklidî alınganlıklar yaptı, Tolga ise sürekli çaktırmadan Ilgaz’a Çiğdem’in geçmişte neleri sevdiğini anlatıp ipuçları veriyordu.

 

Ilgaz yavaşça gevşemeye başlamıştı. İçindeki sorgular tamamen susmasa da, en azından kahkahaların arasına karışmışlardı.

 

Yemekten sonra, hep birlikte salona geçtiler. Çiğdem battaniye getirip Ilgaz’ın üzerine örttü, Tolga ise ışıkları biraz kıstı.

 

“Çay istiyor musun?”

 

“Olur,” dedi Ilgaz, göz ucuyla etrafı incelerken.

 

Çiğdem mutfağa yöneldi. Az sonra elinde iki kupa çayla geri dönerken, Ilgaz onun getirdiği kupalara dikkat kesilmişti. Sabah olanlar aklından gitmiyordu. Ne yapacağını bilmiyor, çaresiz kalmıştı.

"Giden birinin ardından kalan izler neye işarettir ki."

Sadece kendisini avutuyordu buna emindi. Ümitlenmemesi gerekiyordu. Gözlerini sıkıca kapatıp açtı. Düşünmek istemiyordu. Kupayı sehpaya bırakıp birden ayağa kalktı.

"Dinlenmek istiyorum." dedi kısaca.

Çiğdemler anlayışla karşıladı. Odasına çekilip düşüncelerinden kaçmak istedi.

Ama bilmiyordu ki çoğu gerçek gizlenmek için çaba gösteriyordu...

 

Bölüm sonuuuu

Bölüm nasıldııı??

Umarım beğenmişsinizdirrrrrr bol bol yorum ve oy bekliyorummmm

Diğer bölümlerde görüşmek üzereeeee

Bayyyysssssss

Bölüm : 21.05.2025 19:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...