
Cemal Süreya diyor ki:
“Olmadığı zamanlarda bile birine sadık kalmak her yüreğin harcı değildir..”🌿
(Ilgaz Çakmak)
Bazen bir gün, diğerlerinden hiçbir farkı yokmuş gibi başlar ama yine de insanın içine hafif bir sızı gibi yerleşir. O sabah da öyleydi. Güneş perdenin ucundan ürkekçe süzülüyordu odaya; dokunduğu her yer bir anda daha sessiz, daha yorgun görünüyordu. Uyanmakla uyanmamak arasında kaldığım bir vakitte açtım gözlerimi. Ne saatin sesini duydum ne dışarıdaki kuşları. Sadece içimde bir uğultu vardı; neyin yankısı olduğunu bilemediğim o tanıdık boşluk.
Yatağın içinde doğrulmadan, sırtımı duvara yasladım. Nefes alışverişim sessizdi ama içimde fırtınalar bir yerden bir yere savruluyordu. Son zamanlarda her sabah böyle.
Uyanıyorum ve ilk düşündüğüm şey Oğuz oluyor. Nerede olduğunu bilmiyorum. Ne yaptığını, ne düşündüğünü... Ve asıl bilmediğim, hâlâ beni düşünüp düşünmediği.
Oysa Burak burada. Yanımda. Beni sevdiğini söylüyor, gözümün içine bakıyor, her sabah aynı bardakta çay demliyor. Ama içimde bir şey var... kök salmamış, ama sökülmemiş. Oğuz’un adı gibi. Sessiz ama yerinden kıpırdamıyor.
Kendimi yataktan çıkarırken bile zorlandım. Yer çekimi gibi, duygularım da üzerime çökmüş gibiydi. Aynanın karşısına geçtiğimde gözlerimin altındaki gölgeler dikkatimi çekti.
Uyuyamamıştım. Belki de uyumak istememiştim. Bilinçaltım, rüyalarımda onu yeniden görüp aynı soruyla uyanmaktan yorulmuş olmalı:"Eğer gitmeseydi, şimdi nasıl olurdu?"
Mutfağa geçtiğimde Burak çoktan kalkmıştı. Salona seslenmeden geçtim. Aramızdaki mesafeler, sözsüz anlaşmalarla uzamıştı. O da farkında, ben de. Ama susmak bazen hem daha kolay, hem daha ağır. Sandalyeye oturup günlüğümü açtım. Bugün yazmak zorundaydım. İçim doluydu. Taşmak üzereydi. Ve ben taşmadan önce kendime bir sığınak bulmak istiyordum. Kalemle defter arasında geçen o ince yol gibi…
“Oğuz’un yokluğu her geçen gün biraz daha gerçek gibi geliyor ama biraz daha içime yerleşiyor aynı zamanda. Burak sabahları bana iyi misin diye soruyor. Bilmiyorum. Sanırım ‘iyiyim’ demeyi unuttum. Gülümsediğimde içimden bir parça daha düşüyor yere. Toplayamıyorum. Oğuz’un ellerini, bir şeyi anlatırken gözlerini kaçırma hâlini, sessizliğiyle bile bir şeyleri anlatma yeteneğini unutamıyorum. Ne garip, bir insanın sessizliğini bile özlemek…"
Yazarken kalem titredi elimde.
Duraksadım. Sustum. Sonra defteri kapattım, yavaşça kalktım yerimden. Dışarı çıkmak istiyordum ama nereye gideceğimi bilmiyordum. Belki sahile. Belki sessiz bir sokağa. Ama ayaklarım, beni kendi içime gömdü yine. Kımıldamadım.
***
Akşam yaklaştıkça evin havası değişti. Havanın rengi değişti, odaların ışığı değişti, ama en çok Burak değişti. Kapı açıldığında ilk başta ses gelmedi. Sadece rüzgâr gibi bir uğultu, ardından eşikten içeri giren o tanıdık ayak sesleri.
Yüzünü gördüğümde ne kadar içtiğini hemen anladım. Gözleri bulanık, adımları dengesizdi. Ama en çok ses tonu… kelimeleri seçerken çektiği yorgunluk beni vurdu.
“Uyumadın mı?” dedi.
Başımı sadece salladım. Konuşmadım.
Salona geçti, kanepenin ucuna oturdu. Ellerini dizlerine koydu, sonra sıkıca yumruk yaptı, sonra tekrar açtı. Ne söyleyeceğini bilmiyordu. Belki çok şey vardı içinde ama hangisiyle başlaması gerektiğini bilemiyordu.
“Bazen ne kadar çabalarsam çabalayayım, sana ulaşamayacağımı hissediyorum.”
Sustu. Ben de sustum. Sonra ekledi:
“Senin kalbinin bir yerinde ben yokum. Hep bir şey eksik. Ve o eksik olan şeyi ben tamamlayamıyorum. Çünkü o ben değilim… değil mi, Ilgaz?”
Gözlerim doldu. O kadar dürüst ve o kadar çaresizdi ki. Onun yerinde ben olsaydım, ben de kendimi böyle ifade etmeye çalışırdım. Ama bu bir seçim değildi. Kalbin kimin adını taşıdığına sen karar veremiyorsun. O yazılıyor. Sessizce. Kazınıyor bir kere içine. Ve gitse de silinmiyor.
“Ben sana yalan söylemedim, Burak. Seni sevmeye çalıştım. Ama bazen kalbin başka bir dil konuşuyor. Anlamasan da, çevirmesen de... o dilde hâlâ onun adı var.”
Burak bir süre başını önüne eğdi. Sonra gözlerime baktı, içinde çocuk gibi bir kırılganlıkla:
“Keşke beni o olmadan da sevebilseydin…”
Hiçbir şey demedim. Çünkü bazı cümleler, cevaba ihtiyaç duymaz. Sadece orada durur. İçinde acıtır. Ve geçer.
Salonda, birbirimize birkaç karış uzakta ama aslında birkaç hayat mesafesinde oturuyorduk. Sessizlik, ikimizin de üzerine ağır bir battaniye gibi çökmüştü. Dışarıda rüzgâr hafifçe esiyor, pencerenin ucundaki tül perde usul usul kıpırdıyordu. Ama içeride zaman durmuş gibiydi.
Burak başını ellerinin arasına aldı, sonra bana doğru döndü. Gözlerinde alışık olmadığım bir açıklık vardı. Maskesizdi. Alkolün etkisi değil sadece, kırılmışlığın ve kabullenmişliğin karışımıydı bu.
"Biliyor musun Ilgaz… İlk tanıdığımda o kadar başkaydın ki. Sanki kimseye benzemiyordun. Bir cümlenle bir odayı susturabilecek kadar derin, ama aynı anda kendini hep saklayan bir tarafın vardı. Belki de o yüzden bu kadar çok sevdim seni."
Sesi çatallıydı. O kadar yavaş, o kadar içten konuşuyordu ki, her kelimesi içime batıyordu.
"Zannediyordum ki… sabırlı olursam, bir gün o sakladığın tarafı bana da açarsın. Bekledim. Aylarca. Her gün. En ufak tebessümünde umut buldum, en sessizliğinde çaresiz kaldım. Ama… sen başka birine aitsin."
Boğazımda bir şey düğümlendi. Gözlerim yandı. Ama ağlamadım. Çünkü bu konuşma, gözyaşıyla hafifletilecek bir yük değildi. Ağırlığı başka bir yerden geliyordu. İçimdeki en derin yerden.
"Sana acı çektirdiğimi biliyorum," dedim sessizce. "Ama ben de acı çekiyorum, Burak. Bu sadece senin hikâyen değil. İçinden çıkamadığımız bir düğüm bu. Ben de o düğümün tam ortasında kaldım."
Burak hafifçe güldü. Kırgın bir gülümsemeydi bu. Umutsuz.
"Oğuz değil mi?"
Adını söyledi. Öylesine değil. Bilerek. Kabullenerek. Artık saklanacak hiçbir şeyin kalmadığı bir eşikten geçiyorduk.
Başımı eğdim. Yanıt vermedim. Zaten gerek de yoktu.
"Gözlerine bakarken bunu anlıyorum. Benimle konuşurken orada başka bir hayal var. Başka bir sıcaklık. Ve ben ona yetişemiyorum. Ona ulaşamıyorum. Sen, buradasın ama aslında çok uzaktasın Ilgaz. Çok."
Birkaç saniye daha sustu. Sonra koltuğa yaslandı, gözlerini tavana dikti. Ve yorgun bir nefes verdi.
"Senden gitmeni istemeyeceğim. Çünkü kalırsan belki bir gün her şey değişir diye umut ediyorum hâlâ. Ama biliyorum, içindeki o boşluğu ben dolduramayacağım."
Onun bu kırılganlığı, o iç sesiyle konuşur gibi usulca söylediği cümleler, beni darmadağın etti. Ne diyeceğimi bilemedim. Ayağa kalktım. Yavaşça yanına yürüdüm. Önünde durdum. Başımı eğip gözlerine baktım.
"Burak… Sen iyi bir insansın. Ve senin gibi birini kırmak, bana hiç yakışmıyor. Ama bazen… bazen ne kadar iyi olursa olsun bir insan, onu sevemiyorsun. Çünkü kalbin başka bir yerde kalıyor."
"Ben seni hiç suçlamadım," dedi. "Sadece… keşke kalbin biraz daha geç gelseydi Oğuz’a. Belki o zaman bir ihtimalimiz olurdu."
"Belki de zaman her şeyi yanlış sırayla getiriyor," dedim. "Doğru insanları yanlış anlarda karşımıza koyuyor."
Sonra oturdum. İkimiz de konuşmadık uzun bir süre. Aynı odada ama kendi yalnızlıklarımızın içinde. Aynı sessizlikte ama farklı yaralarda.
Burak başını geriye yasladı, gözlerini kapadı. Belki ağlamamak için. Belki de içindeki her şeyi susturmak için. Ben o an fark ettim. Bazen sevgi yetmiyor. Bazen çaba da yetmiyor. Kalbin yönünü kimse değiştiremiyor.
Ve ben, hâlâ Oğuz’un gözlerinde kaybolduğum o ana takılı kalmıştım.
***
Burak bir yudum daha içki aldı ve elindeki bardağı masaya sertçe koydu. Bir an, gözlerimden kaçmayan bir titreme vardı ellerinde. Sesindeki duygusuzluğu hissedebiliyordum, ama içinde başka bir şeyler daha vardı. Kırılganlık… geçmişin izleriyle dolu bir yalnızlık. Gözleri bir an boşlukta kayboldu, sonra bana döndü. Gözlerinde sanki bir an önce ağlamak istiyormuş gibi bir ifadeyle bakıyordu. Ama o kadar uzun zaman önce yutmuştu o duyguları ki, bu gece sadece fısıldayarak dökülmeye başladı her şey.
"Beni anladığını düşünmüyorum." dedi. Sesi titriyordu. "Ama… ben de seni anlamadım hiç. Bunu fark ettim."
Burak’ın duygularını yavaşça ortaya dökmesini izledim. Bunu kolayca paylaşabileceğini düşünmüyordum. İçindeki boşluk, gerçekten derindi. Derin bir yara vardı, kanamaya devam ediyordu.
Biraz daha sessiz kalıp başını eğdi. Ardından sarhoşlukla karışan acıyla devam etti:
"Eylül… Eylül’e benzer bir şey vardı sana karşı hissettiklerimde. Bir an… seni o kadar çok ona benzettim ki… Gözlerin, gülüşün, sesin… belki de Eylül’ün hatırasını sevmiştim önce. Belki de o hatıra beni sana çekti." Burak bir an durdu. Sanki her kelimeyi, çok derinlere gömülü bir travmayı çıkarmaktan korkar gibi ağır bir şekilde söyledi.
Sesini duyduğumda, içimde bir şeyler sıkıştı. Eylül’ü kimse bilmezdi. Ama Burak bu kadar içinden gelerek, sarhoş bir halde bile olsa, anlatıyordu. O kadar çok zaman geçmişti ki… Burak bir başka kadın, bir başka yaşamın gölgesinde yaşamaya devam ederken, ben sadece kaybolan duyguların yankılarına takılıp kalmıştım.
Burak’ın bakışları uzaklaşıp yeniden içkiye yöneldi. Gözleri, her yudumda biraz daha bulanıklaşıyor, biraz daha silikleşiyordu. Ama sesindeki acı hala taze, kalp atışlarımın hızlandığını hissediyordum.
"Eylül… babam yüzünden kaybettim onu. Her şey orada başladı. Olan biten her şey o kadındı aslında. Ama benim babam…"
Burak gözlerini kapadı.
"Ona olan nefreti, Eylül’ü de aldı benden. Her şeyde bir iz vardı. İlk gün, ilk göz göze geldiğimizde bile, gözlerindeki acıyı hissettim. O kadar çok sevmiştim ki…"
Burak bir an susup derin bir nefes aldı. Benim içimde de bir şeyler kırılıyordu ama onun kadar acı çekmediğimi biliyordum. Sadece bir iz bırakmıştı o eski hikâye, belki de geçip gittiğini düşündüğü, ama bir yerlerde içini hırpalayan, kaybolan bir kadındı.
"Eylül’ün ölümünden önce, o korkunç geceyi. Onun yüzünü hatırlamıyorum bile. Gözlerini hatırlıyorum sadece. Sonra Eylül’ü kaybettim. Bir daha geri gelmedi. Ben de… sonra durmadım. Alkol, başka kadınlar, başka hayatlar… Her şeyin boş olduğunu fark ettim ama çok geçti."
Bir an buradaki soğukluğu hissettim. Gözlerim bulanıklaştı. Burak’ın geçmişi, içinde yaşadığı travma, Eylül’ün ölümüne olan o kayıp, hepsi iç içe geçmişti. Ama o kadar yıllık bir boşluk vardı ki, sarhoşluk dışında bir şey yoktu. Sarhoşluğuyla, hayatını bir an önce unutmaya çalışıyordu. Ama unutmamak, onun yüküydü. Eylül’ün hatırası, onu yakından yakalayarak devam ediyordu.
"Ama sana benzer şeyleri hissettim Ilgaz. Eylül’ü kaybettikten sonra, seni gördüm. O kadar benziyordun ona, o kadar… Bir an ne olur ne olmaz diye düşündüm, belki ben de geçmişin gölgesinde yaşamaya devam ederim diye…" Burak başını öne eğdi ve ellerini saçlarında gezdirdi. "Ama seni kaybedersem, eski yaralarımdan başka bir şey kalmaz."
Gözlerim, Burak’ın zorladığı acıları görebiliyordu. Geçmişin hatıraları, birer gölge gibi devam ediyordu. İçinde Eylül’ün kaybı vardı ve şimdi de o kaybolmuş kadın bir başka anlam kazanıyordu. İçindeki boşluğu her gün bir adım daha derinleştiriyordu. Bu yük, onu sarhoş etmeye devam edecekti.
Bir an sessiz kaldım. Burak'ın gözlerindeki hüzün, bir an bana doğru kaydı. Sanki bana bir işaret bırakıyordu ama ne olduğunu anlamam zaman alacaktı. Gözlerindeki kırgınlık, tam olarak bana ait değildi ama içimde bir şeyler uyanıyordu. Şimdi ne olacak, kim bilir?
Kalkmakta zorlandı, ben ise hemen yanına yaklaşıp kolundan tuttum. “Gel, seni odana götüreyim,” dedim sessizce. O da başıyla onayladı, ağır adımlarla kalktı.
Koridorda yürürken, adımlarımız evin sessizliğinde yankılanıyordu. Burak’ın sarhoş nefesi derin, kelimeleri ise biraz dağınıktı. Odasına girdiğimizde, yere yığılan bir halı gibi çöktü yatağa. Yüzündeki gerginlik, şimdi yerini yorgunluğa bırakmıştı.
Ben kapıyı yarı kapalı bırakıp, yatağın kenarına oturdum. Gözlerimiz karşılaştı. Bir süre sessiz kaldık, evin ağır havası üzerimizdeydi. Sonra Burak, sesini kıstı:
“Ilgaz…” dedi usulca, “Seni… seviyorum.”
Kelimenin ağırlığı odanın içinde asılı kaldı, sanki zaman durdu o anda. Gözlerimi ona dikmiştim, ne diyeceğimi bilemeden, kalbim istemeden hızlandı.
Burak, birkaç saniye sonra gözlerini kapadı, yavaş yavaş uykuya daldı. Yumuşak nefesi, sakinleşmiş ruhunun küçük bir ipucuydu. Onun bu halini izlerken, içimde tuhaf bir burukluk hissettim.
Sonra usulca yerimden kalktım. Odayı sessizce terk ettim; kapıyı hafifçe kapattım arkamdan.
Koridorda yalnız kaldım, Burak’ın o itirafı kulaklarımda çınlıyor, kalbimde sanki iz bırakıyordu. Henüz ne hissettiğimi tam olarak çözememiştim ama biliyordum, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
***
Sabahın ilk ışıkları mutfağa hafifçe vururken, ben yine derin bir karışıklığın içinde buldum kendimi. Burak, oturduğu sandalyede uyanmış, gözlerinde dün gecenin izleri yok gibiydi; sanki hiç konuşmamış, hiç itiraf etmemiş gibiydi. Oysa ben hâlâ dün gecenin ağırlığını omuzlarımda taşıyordum.
'Günaydın' dedi, yüzünde hafif bir tebessümle, ama ben karşılık veremedim. İçimde bir yerlerde bir şey kırılmıştı. Ona nasıl bakacağımı, ne diyeceğimi bilemedim. Oysa dün gece söylenen kelimeler hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Ama şimdi Burak, her şeyden bihabermiş gibi davranıyordu.
Gözlerimden kaçırarak, sessizce mutfağın diğer köşesine yöneldim. Kahve yapmaya başladım, titrek ellerimle. Kalbim bir yandan Burak’ın varlığından huzursuz, bir yandan ona karşı duyduğum suçlulukla dolup taşıyordu.
“Ne oluyor, Ilgaz?” diye sordu, yanına yaklaştı. Elini uzattı, dokunmak istedi bana. Geri çekildim. Kafam karışıktı, kaçmak istiyordum.
“Burak, ben... bilmiyorum,” dedim sonunda, sesim boğuk ve kırılgandı.
O ısrarla peşimden geldi, konuşmaya devam etti. “Benden neden kaçıyorsun? Dün gece sana bir şey mi söyledim?”
Başımı çevirdim, gözlerimi yere indirdim. İçimde gitgide büyüyen bir sıkışıklık vardı. Onu sevmiyordum. Kalbim çoktan başka bir yerdeydi. Ama bunu söylemek kolay değildi.
Beni mutfağın dar köşesine doğru çekti; elini omzuma koydu, önümü kesti. Gözlerindeki o kararlı ve ısrar dolu bakıştan kaçamadım.
“Dinle, Ilgaz,” dedi yumuşak ama kesin bir sesle. “Sen benden kaçtıkça, ben daha çok sana yaklaşacağım.”
Yüreğim titredi. Korkuyordum. Ona karşı soğuk olmaya devam ettim. “Burak, ben seni sevmiyorum,” dedim, kelimeler boğazımdan zor çıktı.
Ama o hâlâ tebessüm ediyordu, sanki bu sözler onu daha da güçlendirmiş gibiydi. “Biliyorum,” dedi. “Ama ben bekleyeceğim. Sabredeceğim.”
Göz göze geldik. Benim kalbim başka yerdeydi, ama o hâlâ oradaydı, bekliyordu. Ve o bekleyiş, beni çaresiz bırakıyordu.
Sessizce orada durduk. İçimdeki fırtınayla, onun umut dolu sabrının arasında sıkışıp kalmıştım.
Burak’ın o beklenmedik gülüşü yüzünde belirdiğinde içim bir anlık durdu. O gülüş, her zamanki kadar çocuksu, ama bir o kadar da kararlıydı. Gözlerinin içi parlıyordu. Yanıma yaklaştı, bir anda yanağıma doğru eğildi.
“Ne yapıyorsun sen?” diye irkildim, gözlerimi kocaman açarak. Kalbim hızlı hızlı çarpıyordu. O an ne diyeceğimi bilemedim.
Burak hafifçe gülümsedi, o içten gülümseyişini saklamadan, “Karım değil misin zaten?” dedi alaycı ve sevgi dolu bir sesle.
Sözleri beynimde yankılanırken, çaresizce geri çekildim. Kafam karışmıştı, hem şaşırmış hem de biraz ürkmüştüm. “Burak, ben... odama çıkacağım,” dedim, kelimeler boğazımda düğümlenmiş gibiydi.
Odanın sessizliğine gömülürken, kapının diğer tarafından Burak’ın hafif kahkahaları duyuldu. “Vazgeçmeyeceğim,” dedi kendi kendine, ama kelimeleri o kadar kararlıydı ki, içim istemeden ürperdi.
Kapıyı usulca kapattım arkamdan. İçerisi serin ve sessizdi. Camın ardından gelen rüzgar, tül perdeyi hafifçe dalgalandırıyor, odada zaman sanki yavaş akıyordu. Sırtımı kapıya yasladım. Kalbim hâlâ göğsümde düzensiz çarpıyor, Burak’ın o gülüşü, yanağıma eğilişi, o cümlesi hepsi birbiriyle yarışıyordu zihnimde.
Derin bir nefes aldım, sonra yatağın kenarına çöktüm. Ellerim titriyordu. Başımı ellerimin arasına aldım ve bir süre öylece kaldım. Sessizliği delen tek şey, saat tik taklarıydı. Sanki zaman da benim kadar yorgundu.
Sonra telefonuma uzandım. Ekrana bir süre baktım. Aramakla aramamak arasında gidip geldim. Ama içimdeki karışıklık bir ses arıyordu; tanıdık, güvenli, beni anlayacak bir ses... Ve o her zaman Çiğdem’di.
Numarasını tuşladım. Birkaç çaldıktan sonra açtı, sesi her zamanki gibi sakindi ama uykuluydu.
“Alo?”
“Çiğdem…” dedim yavaşça. Sesim titrekti.
“Ilgaz? Ne oldu, iyi misin?”
Bir an konuşamadım. Boğazıma oturan düğüm çözülmedi. Yutkundum. “Sadece… konuşmak istedim,” diyebildim sonunda.
Çiğdem’in sesi yumuşadı. “Neredesin? Sesin kötü geliyor.”
“Odadayım… Burak… az önce,” duraksadım, gözüm pencereye takıldı, dışarıdaki ağaçların gölgeleri duvara vuruyordu. “Bir şeyler söyledi. Ama hatırlamıyor gibi şimdi. Ben de… bilmiyorum. Kafam çok karışık.”
Bir süre sessizlik oldu. O sessizlikte bile Çiğdem’in anlayışı vardı. Sonra hafif bir iç çekiş duydum.
“Istersen buraya gel,” dedi. “Kafan dağılsın biraz. Yalnız kalma, olur mu?”
Tam o an, Çiğdem’in arkasından bir ses geldi. Bir erkek sesi. Duyulur duyulmaz tüylerim diken diken oldu. Sanki tanıdık bir tını vardı. Kalbim tekledi.
“Çiğdem, çay koymuş muydun?” dedi o ses, uzak ama belirgin.
Gözlerim büyüdü. O an sesin sahibini tanımıştım. Ama kendime inanamadım.
“Tolga mı o?” dedim hemen, sesimi toparlamaya çalışarak.
Çiğdem bir saniye duraksadı, sonra hızlıca cevap verdi: “Ha, evet evet, Tolga. Geldi az önce. Sana selam söyledi.”
Ama yutkunuşundaki tereddütü duymuştum. O ses... Tolga’ya değil, başkasına aitti. Kalbim yeniden düzensiz atmaya başladı. İçime bir şüphe çöreklendi, ama adıyla birlikte doğan bir umut da vardı: Oğuz.
Ama ya yanlışsa? Ya sadece kalbim onu duymak istediyse?
“Yarın uğrayabilir miyim?” dedim aniden, cümlem bir bahaneye tutunmuş gibiydi.
“Tabii, ne zaman istersen.”
Telefonu kapattıktan sonra elimde kaldı o ses. O ihtimal. O ihtimalin adı Oğuz’du. Gözüm hâlâ pencerenin dışındaydı. Ama artık yalnızca ağaç gölgeleri değil, seslerin de yankısı vardı duvarda.
***
Gün boyunca aynı düşünce, zihnimin kıyısında sabırla bekledi. Ne yaparsam yapayım, uzaklaştıramadım. Kahvaltı ettim — ya da etmeye çalıştım. Çatalı elimde tutarken bile aklım o seste takılı kalmıştı. Çiğdem’in arkasından duyduğum o ses… Oğuz’du, emin gibiydim. Ama bir yanım, belki de emin olmamamı istiyordu.
Kendime defalarca söyledim: “Gitmeyeceğim.”
Ama ayaklarım gün boyu gitmek için bekledi.
Kalbim? O zaten çoktan oradaydı.
Öğle vakti geçerken kendimi aynı pencerenin önünde buldum. Ellerim camın kenarına yaslanmış, gözüm uzaktaki yolda. Oğuz’un adı zihnimde yankılanıyordu, sessiz ama inatçı bir fısıltı gibi.
Saat üçe yaklaşırken, daha fazla direnecek gücüm kalmamıştı. Telefonumu yanıma almadan çantamı omzuma attım. Hiçbir mesaj yazmadım. Hiç kimseye haber vermedim. Nereye gittiğimi söylemedim çünkü biliyordum; söyleseydim, caydırırlardı. Belki kendimi bile caydırırdım.
Adımlarım sokakta yankılanırken içimdeki uğultu büyüyordu. Her adım, kalbime daha fazla yük bindiriyordu. Ya oradaysa? Ya değilse?
***
Çiğdemlerin evinin önüne geldiğimde derin bir nefes aldım. Kendimi kandırmak istemiyordum. O değilse ne yapacaktım? Bunu nasıl kaldıracaktım. Yavaş ve ürkekçe kapıyı çaldım...
Kapı açıldığında hayatım durdu.
Zaman yoktu. Mekân yoktu. Nefes yoktu.
Karşımda Oğuz duruyordu.
Aylar önce çekip giden, hiçbir açıklama yapmadan beni yarım bırakıp hayatımdan çıkan Oğuz.
Ben onu yurt dışında sanıyordum. Hayatında artık ben yokmuşum gibi davranıyordu. Ve şimdi… birkaç adım ötemdeydi.
Gözlerimi kısmam gerekmedi. Çünkü onu görmemek istesem de o hâlâ oradaydı. Ve ben hâlâ buradaydım.
Birkaç saniye suskunluk oldu. Göz göze geldik. Ardından Çiğdem’in sesi duyuldu arkadan, cılız bir tonda.
“Ilgaz… bir açıklaması var. Lütfen-”
“Elbette vardır,” dedim. Sesim taş gibi çıkmıştı. Kalbimse un ufak. “Her yalancının bir bahanesi olur.”
Oğuz’un yüzü irkildi. Gözlerinde bir şey vardı. Suçluluk gibi... Ama çok geçti.
“Ilgaz... ne olur, önce beni dinle.”
Başımı öne eğdim. Gözümün önünden geçen her şeyin karşılığı sadece bir kelimeydi:
YALAN.
“Kaç ay oldu, Oğuz?” dedim, gözlerimi kaldırmadan. “Kaç ay boyunca öldüğünü sandım biliyor musun? Kaç gece uyuyamadım... kaç sabah uyanmak istemedim. Kaç kere aynaya bakıp ‘Oğuz yok artık, bunu kabul et’ dedim kendime. Ve sen... sen sadece kapının ardındaymışsın.”
Oğuz birkaç adım atıp yanıma geldi. Elini uzattı, ama geri çekildim. Hâlâ dokunamazdı bana. Hâlâ hakkı yoktu.
“Seni korumak için gittim,” dedi. Sesi çatlamıştı. “Bir şey duydum... senin hamile olduğunu sandım. Benden uzak durduğun, sessiz kaldığın her gün içimi parçaladı. Kendimi affedemedim. Ama... ama senin yanındayken sana zarar verir miydim, ya da seni daha fazla incitir miydim, onu bilemedim. O yüzden gitmeyi seçtim.”
“Ben senden uzak durmadım. Sen anlamadın. Benim sessizliğim kaçmak değil, hayatta kalma çabasıydı,” dedim. Sesim daha da yükseldi. Gözyaşlarım artık durmuyordu. “Ama sen ne yaptın? Arkanı döndün ve gittin. Ve bana bile bile yalan söylediler. Herkes biliyordu, değil mi? Çiğdem de, Tolga da… Herkes.”
Oğuz sessiz kaldı. Bu sessizlik daha da acıttı. Çünkü sessizlik, bazen ‘evet’ten daha gürültülüydü.
“Sadece seni korumak istediler-”
“Beni korumak mı?! Ben korunmak istemiyorum, Oğuz!” diye bağırdım. “Ben sevilmek istiyorum! Sahip çıkılmak istiyorum! Gitme denilsin istiyorum! Ama sen ne yaptın? Yanlış bir bilgiye inanıp arkanı dönüp gittin. Hiçbir şey sormadan. Hiçbir şey öğrenmeden. Ben hamile falan değildim. Ben sadece... ben sadece seni seviyordum.”
Bu cümle çıkarken içim yandı. Çünkü hâlâ seviyordum.
Oğuz bir adım daha attı. Bu defa yüzüme baktı, gözleri doluydu.
“Ben de seni sevdim, Ilgaz. Ama o sevgi... beni korkuttu. Çünkü hayatımda hiç kimseyi bu kadar sevmedim. Ve seni kırmaktan, senden daha büyük bir hata yapmaktan korktum.”
“Senin en büyük hatan, beni yarım bırakmandı,” dedim. Gözlerim gözlerine kenetlendi. “Gitmek değil. Sessiz gitmek. Hiçbir şey söylemeden gitmek. Ben kendi kendimi bırakmak zorunda kaldım. Çünkü sen beni bıraktın.”
Oğuz sustu. Dudakları titredi. Sonra fısıltı gibi bir sesle konuştu.
“Her gün pişman oldum. Her sabah keşke geri dönsem dedim. Ama döndüğümde... senin artık çoktan başkasına ait olduğunu düşündüm.”
“Ben kimseye ait değilim, Oğuz. Sadece kendime. Ama senin gidişin beni paramparça etti. Ve şimdi... şimdi karşımda duruyorsun, hâlâ cevap veremiyorsun."
Gözyaşlarım akıyordu. Durmuyordu. Sıcak sıcak yanaklarımdan süzülürken, içimdekiler de dökülüyordu.
“Ben seni affedemem,” dedim. “Çünkü sen yokken bile, ben her gün seni sevdim. Ama sen... benim yokluğumla yaşamayı seçtin.”
Kapıya döndüm.
Oğuz’un son bir kez seslenişini duydum arkamdan.
“Ilgaz... ben seni hiç bırakmadım. Hâlâ bırakmadım. Ve asla bırakmayacağım.”
Ama artık adımlarım geri dönmedi.
Çünkü bazen sevgi yetmezdi. Bazen zaman, en büyük ihanetti.
Ve ben artık susarak da acıyordum.
Kapıya yönelmiştim. Ayaklarım titriyor, içimdeki her şey yangın yeriydi. Ama arkamdan gelen o tek cümle beni çiviledi:
“Burak söyledi.”
Oğuz’un sesi. Geri dönemedim, sadece bekledim. Kaldığım yerden, sırtımı ona dönmüş hâlde.
“Hamile olduğunu… onunla mutlu olduğunu, beni istemediğini söyledi.”
Nefesim kesildi. İçimdeki boşluk birden taş gibi oturdu karnıma. Yavaşça döndüm. Göz göze geldik.
“Ve sen... hiçbir şeyi sorgulamadın mı?” dedim fısıltıyla. “Beni bir kere bile aramadın. Bir kere bile sormadın. Sadece inandın.”
Gözleri doldu, başını eğdi. “Sana bakmaya cesaretim yoktu.”
İçimde fırtına büyüdü. Nefret değil bu. Bu… bu ihanetti. Sessiz, içten, soğuk.
“Ben senin bana hiç sormadığın soruların cevabıyım, Oğuz,” dedim. “Ve sen, kendi kafandaki Ilgaz’a inandın. Gerçeği değil.”
“Ilgaz-” dedi Tolga. Sesi yumuşaktı, ama yetmedi.
“Hayır!” dedim bir adım geri çekilip. “Siz de sustunuz. Siz de bana gitmiş dediniz. Ne zaman gittiniz? Ne zaman böyle acımasızlaştınız?”
Çiğdem başını önüne eğdi. Tolga bir adım atıp konuşmak istedi ama elimi kaldırdım.
“Sen bana abim gibi davrandın,” dedim ona, gözümde biriken yaşlar artık yanaklarıma iniyordu. “Sen benim güvendiklerimden biriydin. Bana bir defa bile ‘Ilgaz, Oğuz seni seviyor ama gitti çünkü mecbur kaldı’ deseydin, belki yine kırılırdım ama bu kadar… bu kadar paramparça olmazdım!”
“Ben seni korumaya çalıştım…” dedi Çiğdem. “Sadece biraz zaman… biraz nefes al diye…”
“Korudunuz mu?” dedim acıyla gülümseyerek. “Yoksa beni kendi yalanlarınıza mı hapsettiniz?"
Oğuz araya girdi. “Onları suçlama. Bu benim kararımdı. Ben seni bırakmak istedim çünkü Burak senin karnında bir çocuk taşıdığını söyledi. Kızımız olacak dedi Ilgaz! Kızımız olacak dedi. Sevdiğim kadının başka bir adamdan kızı olacaktı. Ben bu acıyla nasıl bakardım suratına. Ve ben... seni sevdiğim için, seni kendi ellerimle bıraktım. Oyun oynadım, çünkü başka çarem yoktu.”
Yüzümdeki ifade çözülüyordu. Her kelimesi, kalbime çiviydi.
“Ben hamile falan değildim,” dedim yutkunarak. “Ve sen beni hiç tanımamışsın Oğuz. Çünkü beni tanısaydın, bir yalanla beni kaybetmezdin.”
"Bu mu son sözün Ilgaz?" dedi Oğuz hayal kırıklığıyla.
"Bu." dedim acımasızca. Oysaki canım çok yanıyordu. Göz yaşlarım akmaya devam ediyordu.
"Aşkımıza ne olacak?" dedi akan göz yaşıyla. Hemen silip sözüne devam etti.
"Ne olacak bize Ilgaz?! Susma bir şey söyle! Bana bir şey söyle Ilgaz! Nasıl yok sayarsın sana olan aşkımı!"
Susmuş, göz yaşlarımla birlikte karşımdaki yıkılmış adama bakıyordum. Onu çok özlemiştim. Sarılmak için, kokusunu içime çekmek için nelerimi vermezdim ki. Ama yapamazdım. Yok olduğumu bile bile yalan söylemişti bana.
"Ben sana kızgın değilim Oğuz. Dargın değilim, kırgın değilim. Kısacası ben artık sana hiç bir şey değilim..."
Sessizlik oldu. Çiğdem’in gözünden yaş süzüldü. Tolga hâlâ bakamıyordu yüzüme.
Ve ben…
Ben tüm bu insanların arasında yapayalnız hissettim kendimi.
Yavaşça montumu düzelttim. Saçlarımı savurdum geriye, gözyaşımı silmeden.
“Ben size sadece bir şey söylemek istiyorum,” dedim.
Gözlerim her birine tek tek döndü.
“Beni bu kadar kolay unutabildiniz ya... en çok da bu koydu.”
Ve yürüdüm. Bu defa kimse arkamdan gelmedi. Gelmesinler de.
Çünkü bu, artık yalnız yürümem gereken bir yoldu.
***
Hava soğuktu. Yaz akşamıydı ama rüzgârda bir sonbahar burukluğu vardı.
Kaldırım taşlarının üzerinden yürürken, ayak seslerimi bastıran kalabalık uğultusunun içinde bir başıma kalmıştım.
Yüzümde hâlâ o evin kapısında dökülen yaşların ıslak izi vardı. Kurumaya bile fırsat bulamadan yeniden doğan damlalar, sanki içimdeki kırık yerleri dışarı taşıyordu.
Adımlarım birbirine karışıyordu.
Gözlerim bulanıktı.
Sanki dünya, gözyaşlarımın ardından izlediğim bir film şeridiydi.
Ve ben o filmin başrolünde değil, sadece terk edilmiş bir karakteriydim.
Bir banka oturdum. Sokak lambasının altıydı. Üzerime düşen sarı ışık, içimdeki karanlığı aydınlatamıyordu.
İnsanlar yürüyordu önümden. Gülüyorlardı. Konuşuyorlardı.
Ben ise sadece susuyordum. İçim çığlık çığlığa olsa da, dışımda tek bir ses yoktu.
Gözlerimi kapadım. Kalbim çok sesliydi.
İhanet, yalan, terk ediliş, oyunlar… Ve en kötüsü: Sevilmeden değil, yanlış anlaşılmaktan kaybolmuş bir sevda…
“Ben ne yaptım ki…” diye fısıldadım. “Ne yaptım da herkesin yalanı bana denk geldi?”
Cevap gelmedi.
Zaten cevabı olan bir soru değildi bu.
Sadece içimi sızlatan, sesli bir yara gibiydi.
Birden ayağa kalktım. Nefesim kesiliyordu. Sanki o bankta biraz daha otursam, nefes almayı unutacaktım.
Eve dönmeliydim.
Konuşmalıydım.
Ve bir daha aynı hatanın içinde kalmamalıydım.
***
Kapıyı açtım. Sessizlik karşıladı beni.
Salona yürüdüm. Işık açıktı. Burak, koltukta oturuyordu. Elinde kahvesi vardı. Gülümsemeye yeltenir gibi yaptı.
“Geldin,” dedi. Sesi sakindi. Çok sakindi. Ama bende fırtınalar vardı.
Yavaşça yaklaştım. Gözlerim gözlerine kilitlendi.
“Bana bir şey söyle Burak,” dedim. Sesim çatladı. “Ben sana ne yaptım?”
Kahvesini masaya bıraktı. Kaşlarını çattı. “Ne diyorsun Ilgaz?”
“Beni neden kandırdın?” dedim. “Neden Oğuz’a benim hamile olduğumu söyledin? Neden onun gitmesine sebep oldun?”
Sessizlik.
Sonra o gülümsemeye çalıştı. Ama bu sefer beceremedi.
“Çünkü…” dedi, “çünkü ben seni kaybetmek istemedim.”
İşte o an, kalbim bir kez daha kırıldı. Ama sessizce. Bağırmadım.
Sadece yaklaştım, gözlerinin içine baktım.
“Kaybetmek istemediğin şeye... hiç sahip olmadın ki,” dedim. “Ben sana hiçbir zaman ait olmadım. Kalbim, her zaman bir başkasındaydı. Sen bunu bildiğin hâlde, kendini kandırdın. Ve beni de…”
Yutkundum.
“Beni de onunla birlikte yaktın.”
Burak başını eğdi. Dudaklarını ısırdı. Sanki bir şeyler söylemek istiyordu ama dili tutuk kaldı.
Yavaşça arkamı döndüm. O sırada bile, gözlerim hâlâ doluydu. Ama bu defa düşmedi yaşlar. Çünkü artık düşse de ne değişirdi?
...
Odamın kapısını kapattım. Derin bir nefes aldım.
Elimi dolaba attım.
Eski bir bavul vardı. Tozlu, köşesi yıpranmış ama sağlam.
Kıyafetlerimi tek tek yerleştirdim. Katlamadım. Artık hiçbir şeyi düzgün yapmaya niyetim yoktu. Bu, bir kaçış değildi. Bu, bir dur demeydi.
Sonra çekmeceden Oğuz’la birlikte sahilde çektirdiğimiz o fotoğraf çıktı.
Arkası boş. Yazı yok.
Ama gülümsüyordum o karede.
Şimdi bile bakarken içim acıdı.
Bazı anılar sadece bir yere kadar gelir. Ondan ötesi, sadece kalpte kalır.
***
Sessizce kapımı kapattım.
Evde kimse uyanmasın istedim.
Ayak seslerim bile fısıltıydı.
Kapının koluna elim değdiğinde durdum.
Bir daha döner miydim?
Bilmiyorum.
Ama o an sadece gitmem gerekiyordu.
Kapıyı sessizce açtığım an, kalbim göğsümde öyle hızlı atıyordu ki…
Sanki birazdan bir yere değil, sonsuzluğa gidecektim.
Bavulun tekerlekleri sessizdi ama içimde dönen fırtınalar kadar gürültülüydü o an.
Ama daha ilk adımı atmıştım ki, arkamdan bir ses yankılandı:
“ILGAZ!”
Donakaldım.
Arkamı döndüğümde Burak, koridorun sonunda dikiliyordu. Gözleri kan çanağı gibiydi. Uykusuzdu belli. Ama daha çok, haksızlığa uğramış gibiydi.
“Elinde bavulla nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Sesi titriyordu ama öfkesinden değil; çaresizliğinden.
“Cevap ver!” dedi bu kez, bir adım daha attı bana doğru. “Beni de böyle mi bırakacaksın? Herkesi kandırıp, şimdi de beni mi terk edeceksin?!”
“Neyi kandırdım ben?” dedim sessizce ama gözlerine baka baka.
“Sadece senin yarattığın bir yalanı, ben temizlemeye çalışıyorum. Sen yalan söyledin Burak. Sen Oğuz’a bile yalan söyledin. Her şeyi çaldın elimden. Ve ben… ben artık nefes alamıyorum burada.”
“Sen beni hiç sevmedin mi?” diye sordu.
Sesindeki kırılganlık bir çocuğunkinden farksızdı.
Ama ben onun gözyaşlarına değil, yaptıklarına bakıyordum artık.
“Hayır,” dedim. “Hiç sevmedim.”
Bir an sessizlik oldu. Sonra o bağırdı.
“Bunu bana yapamazsın! Her şeyimi verdim sana! Her şeyimi! Onun dönmemesi için ne gerekiyorsa yaptım ben!”
Bu sözleriyle başını öne eğdi. Sonra yüzüme baktı.
“Sen de gittin. Hepiniz gittiniz…”
O an kalbimde bir anlığına sızladı. Ama hemen ardından geri çekildim.
“Ben bir yere gitmiyorum Burak. Ben sadece kendime dönüyorum.”
Arkamı döndüm. Gözlerimi sımsıkı kapattım.
Çünkü eğer bir saniye daha bakarsam… belki içimdeki karar bozulur diye korktum.
Kapı kapandı.
Arkamda kalan her şey, içimde sustu.
***
Havalimanı…
Burası, binlerce vedanın aynı anda yaşandığı dev bir bekleme salonu gibiydi.
Gökyüzüne açılan kapıların ardında umutlar, pişmanlıklar ve hayaller bir araya gelmiş, usulca sıraya dizilmişti. Ben de aralarındaydım.
Ayaklarım yerdeydi ama sanki adım attıkça toprağı değil, bir geçmişi ezip geçiyordum.
Geniş camlardan içeri vuran sabah güneşi, zeminle birleşmiş valiz izlerinin üstüne düşüyor, her şey daha da gerçekleşiyordu gözümde.
Yüzlerce yabancı insan, yüzlerce farklı hikâye… Ama hiçbirinin bakışı, içimdeki boşluğu dolduramıyordu.
Elimde pasaportum.
Titreyen parmaklarımın arasındaki belgeye baktım uzun uzun.
Bir isim yazıyordu üstünde: “Ilgaz Çakmak.”
Aynaya bakar gibi baktım o isme.
Bu ben miydim hâlâ?
Arkamda kalan şehirde, bir sürü hatıra bırakmıştım.
Sahildeki sessiz yürüyüşler, Oğuz’un gözlerimin içine bakarak sustuğu anlar, Çiğdem’in kocaman sarılışları, Tolga’nın utangaç bakışları...
Ve en çok da içimi en çok kanatan şey: kendimi tanımaya başladığım yerde, bir başkasının yalanlarıyla yeniden kaybolmuştum.
Şimdi önümde bir ekran yanıp söndü:
“Paris Charles de Gaulle – Kapı 211 – Biniş Başladı.”
Kalbim hızlandı.
Hızla yürümeye başladım.
Valizim yerlerde sürünürken, içimde kalan son bağlar da sanki o tekerleklerin ardından kopup gidiyordu.
İçimden yükselen uğultu… insanların sesini bastırıyordu.
Duyduğum tek şey, kendi kalp atışımdı.
Güvenlikten geçerken gözlerimi kapattım.
Belki geçince her şey silinir diye.
Ama geçmiş, valizime değil, omuzlarıma yapışmıştı.
Son kontrolden geçip yürüyen merdivene binerken, başımı hafifçe geriye çevirdim.
Kimse yoktu.
Kimse beni durdurmamıştı.
Kimse "kal" dememişti.
Belki bu da bir cevaptı.
Uçağın kapısına vardığımda görevli kadın gülümsedi.
“İyi yolculuklar dilerim.”
Kafamı salladım ama dudaklarım kıpırdamadı.
Paris.
Bir harf uzaklıkta ama bir ömür kadar uzaktaydı.
Uçağa adım attım.
Kabinin içi loştu. Yumuşak bir müzik çalıyordu arkada.
Pencereden dışarı baktım.
Güneş yükseliyordu.
Ve içimde yıllardır hiç doğmamış bir sabah vardı.
Gözlerimi kapattım.
Derin bir nefes aldım.
“Bitti…” diye fısıldadım.
Sonra kendime ilk kez şu cümleyi kurdum:
“Artık kendim için yaşıyorum...”
Bölüm sonuuuu
Bölüm nasıldııı
Bayadır bölüm atmadığım için uzun bişey atmak istedim.
O son sahneleri neydi be
Yazarken ben bile ağladım😪😪😪😪
Bol bol yorum bekliyorummmmm
Oy atmayı da unutmayınnn
Yeni bölümlerde görüşmek üzereeeee
Bayyyysssssss
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |