
"Her şey yabancıydı kendisine, Paris'in yabancı olması ne fark ederdi ki..."
(Ilgaz Çakmak)
Paris’e indiğimde, içimdeki sessizliğin dış dünyayla hiçbir şekilde örtüşmediğini fark ettim.
Gümrükten geçtiğimde, insanlar ellerinde pasaportlarıyla sıraya giriyor, aceleyle telefonlarına bakıyor, çantalarını düzeltiyor, varacakları yere ulaşmak için her biri kendi hikâyesinin peşinden koşuyordu.
Oysa benim hikâyem, o uçağın içinde çoktan bambaşka bir yöne savrulmuştu.
Gökyüzünden inmemle birlikte, kalbimin üzerine bir ağırlık çöktü; taşıması kolay, anlatması güç bir yalnızlık gibi.
Kendi ülkemden değil, sanki kendimden ayrılmış gibiydim.
Charles de Gaulle Havalimanı’nın yüksek tavanlı koridorlarında ilerlerken, etrafımdaki yabancı tabelalara, farklı dillerde konuşan insanlara, telaşlı adımlara bakarken bir anlığına duraksadım.
Bir yerlere yetişen kalabalığın arasında ben, kimse tarafından beklenmeyen biriydim.
Gidecek bir adresim yoktu.
Kapısını çalacağım biri, beni kucaklayacak bir omuz, adımı burada bilen bir tek ses bile yoktu.
Ama belki de tam olarak bu yüzden buradaydım.
Bilinen her şey kırılmış, tanıdık her yüz susmuşken, kendi sesimi yeniden duymak için.
Uçağa binerken yanıma aldığım küçük bavulumun tekerlek sesi terminalin mermer zemininde yankılandı.
Yalnız başına çıkan bir yolcunun ne kadar yer kaplayabildiğini düşündüm.
Hayatım, o küçücük valizin içine sığmış gibiydi.
Birkaç kıyafet, bir defter, ailemden kalan bazı mektuplar, eski bir kolye ve yetersiz ama geçici bir güvence sayılabilecek kadar az para.
Bir şehirde tutunmaya değil, bir şehirde kaybolmaya yetecek kadar.
RER trenine binebilmek için yönlendirme tabelalarını takip ederken, Paris’in şehir merkezine giden güzergâhların ne kadar karmaşık göründüğünü fark ettim.
Ama asıl karmaşa haritada değil, içimdeydi.
Çünkü bazı adresler sokaklardan değil, yürekten silinirdi.
Denfert-Rochereau durağına giden trenin hangi saatte geleceğini öğrenmek için makinelerin önüne geldim.
İnsanlar biletlerini alırken tereddüt etmeden, alışkanlıkla hareket ediyordu.
Benimse elim, ekrana uzandığında titredi.
Yabancı bir şehre değil, yabancı bir hayata bilet alıyor gibiydim.
Bileti aldıktan sonra istasyona inip trenin gelişini beklerken, yanımda oturan yaşlı bir adam cebinden katlanmış bir gazete çıkardı.
Fransızcaydı.
Bir kelimesini bile anlamadım ama sayfaların çevrilişindeki dinginlik bana bir zamanlar sabah kahvaltılarında babamın yaptığı gazetelik mırıltıları hatırlattı.
Burnumun direği sızladı.
Hayatta kalmak için geçmişe ihanet etmek zorunda kalanlardan biri gibi hissettim.
***
Tren, saat 08.11’de geldi.
İçine girdiğim anda, metalik bir sessizlik sardı içimi.
Cam kenarına oturdum.
Pencereden dışarıya bakarken, geçip giden banliyö binalarının soğuk yüzleri, bana geçmişimden kalan ne varsa hızla geride bırakmam gerektiğini fısıldıyordu.
Oğuz’un sesi, hâlâ kulaklarımda çınlıyordu.
"Ben beni sevmeyen biri olduğuna inandım..."
Bir cümleydi bu.
Ama içimi delip geçen, ruhumda yankılanan, bana ait olmayan bir suçlamanın gölgesi gibiydi.
Burak’ın bana duyduğu şey, sevgiden çok bir sahiplenmeydi belki de.
Ve ben bunu çok geç fark etmiştim.
Yaklaşık yarım saat sonra Denfert-Rochereau’da trenden indim.
İstasyondan çıktığımda, Paris’in sabah kokusu karşılayıverdi beni.
Yeni çekilmiş bir espressonun acılığı, sabah fırınından taşan sıcak ekmek kokusu ve ıslak kaldırımların üzerinden geçen sabah serinliği...
Hepsi içime dolarken, ait olmadığım bu şehirde yine de bir şeyler bana “nefes al” diyordu.
Haritama tekrar baktım.
İnternetten not aldığım birkaç küçük daire ilanı vardı.
Hepsi stüdyo tarzıydı, mobilyalıydı ve fiyatları da ancak birkaç aylık dayanabileceğim türdendi.
Ama yine de önce çevreyi görmem, bir mahalle bulmam, kendimi biraz olsun oralı hissetmem gerekiyordu.
Bir sokakta yürümek, bir pencereye bakmak, bir duvarın gölgesine sığınmak...
İşte ancak o zaman “kalabilirim” diyebilirdim belki.
O yüzden yürümeye başladım.
Valizimi yanımda sürükleyerek, Paris’in ilk sabahında adımlarımı sessizce taş kaldırımlarına bıraktım.
Ve o sabah, hiçbir şey yapmadım.
Bir ev tutmadım, kimseyi aramadım, bir kafeye oturmadım.
Sadece yürüdüm.
Yavaşça, bilinçli olarak.
Çünkü ilk kez kimsenin bilmediği bir şehirde, kendimle baş başa kalıyordum.
Yürüyordum.
Adımlarım yorgundu ama içimdeki ağırlıktan daha hafifti yine de.
Sokağın bir ucundan diğerine, tabelalara, pencerelere, balkon demirliklerine, zaman zaman pencere önündeki çiçek saksılarına baktım.
Bazı insanlar sabah kahvelerini yudumlarken sokaktan geçenlere şöyle bir göz atıyor, bazılarıysa perdelerin ardından bile görünmemeyi tercih ediyordu.
Paris, her yüzüyle farklı bir sessizliği anlatıyordu.
Birden, sokağın köşesindeki yaşlı taş bir binanın ikinci katında asılı duran küçük bir tabela dikkatimi çekti:
“À louer - Studio meublé”
Altında bir numara yazıyordu.
Fransızcam neredeyse yok denecek kadar azdı ama birkaç kelimeyi tahmin edebiliyordum.
“Kiralanacak, mobilyalı stüdyo.”
Gözüm kapının hemen yanındaki küçük zile kaydı.
Tereddüt ettim.
Paris’te, kim olduğunu bilmediğim birinin kapısını çalmak...
Ama başka şansım da yoktu.
Zili çaldım.
Bir süre sonra kapı açıldı.
Karşımda saçları griye çalan, gözleri şaşkın ama yumuşak bakan bir kadın duruyordu.
Üzerinde kalın örgülü gri bir hırka vardı, elleri ise incecik parmaklı ve zarifti.
“Bonjour?” dedi kadın.
Bir kelimeyle hem soruyordu hem karşılıyordu beni.
Bir an ne diyeceğimi bilemedim.
Fransızca bilmediğimi nasıl anlatırım diye düşünürken, elimle yukarıyı işaret edip, İngilizce fısıldadım:
“Studio... à louer. I saw the sign.”
(“Stüdyo... kiralık. Tabelayı gördüm.”)
Kadının gözleri kısıldı, sonra hafifçe başını salladı.
İngilizce konuşmasa da ne demek istediğimi anlamış gibiydi.
“Vous... parlez français?”
(“Fransızca konuşuyor musunuz?”)
Başımı hafifçe iki yana salladım.
“Un peu,” dedim utangaçça.
“Very little.”
Kadın gülümsedi, eliyle içeri buyur etti.
Merdivenler taş kaplıydı ve eskiydi, ama her adımda nostaljiyle doluydu.
Sanki yüzyıllardır birilerinin ayak izini taşıyordu.
Kendimi eski bir Fransız filmindeymiş gibi hissettim.
Üç kat çıktık.
En üstte, sola açılan küçük bir kapıyı açtı kadın.
Anahtarı çevirdiğinde kapı biraz zorlandı, gıcırdayarak aralandı.
İçeri girdiğimde gözlerim önce küçük pencereye kaydı.
Pencere, karşıdaki çatılara ve kış güneşinin solgun ışığına bakıyordu.
Odanın içinde eski ama temiz bir yatak, duvara yaslanmış küçük bir masa, iki raf kitap ve bir sandalye vardı.
Zemin parke döşemeydi, biraz eskimişti ama üzerine serilmiş ince kilim o yorgunluğu örtüyordu.
Bir köşede küçük bir mutfak tezgâhı, lavabonun yanında iki tabak ve bir çaydanlık vardı.
Her şey o kadar sade, o kadar suskundu ki...
Bir an içimi bir huzur kapladı.
Kadın beni bekliyordu.
Kiradan bahsetti, rakamı söyledim — az çok anladım.
Kendimi toparlayarak İngilizce sordum:
“Can I stay... for a few months?”
(“Birkaç ay kalabilir miyim?”)
Kadın anlamış gibi başını salladı.
Sonra küçük bir kâğıda fiyatı, şartları yazdı.
Kafamla onayladım.
Cüzdanımı çıkardım ve peşinat olarak biraz para verdim.
Kadın anahtarı elime uzattığında, garip bir his sardı içimi:
Burası benimdi.
Bir süreliğine, bir pencere kadar da olsa bana aitti.
Teşekkür ettim.
Kadın giderken kapıyı sessizce çekti.
O an yalnız kaldım.
Odanın ortasında ayakta durdum.
Ne ileri yürüdüm, ne yatağa oturdum.
Sadece orada durdum.
Pencereden dışarı bakarken gözlerim doldu.
Çünkü orası yalnızca bir oda değildi.
Orası, bir kararın, bir terk edişin ve yeniden başlamanın noktasıydı...
***
Ertesi sabah pencerenin ahşap pervazlarından sızan loş ışıkla uyandım.
Uyumamıştım aslında.
Yalnızca yorgun düşmüştüm; bedenen değil, içimle.
Tavanın çatlamış sıvalarına, duvarın köşesindeki ince örümcek ağına, pencereden görünen çinko çatılara baktım uzun süre.
Paris uyanmıştı.
Ben hâlâ aynı yerdeydim.
Odanın içi soğuktu.
İç çekerek battaniyeyi üzerimden attım.
Ayaklarım zemine bastığında, parke soğuğu iliklerime kadar işledi.
Ama durmadım.
Kendime çay demlemeye çalıştım — marketten aldığım ucuz poşet çaylardan biri.
Tadı evdekilere hiç benzemiyordu.
Ama sıcaklık, burada küçük bir lüks gibiydi.
İlk iki gün dışarı yalnızca ihtiyaçlar için çıktım.
Market alışverişi, birkaç temel eşya…
Bir de defter.
Kapaksız, çizgili, gri sayfaları olan sıradan bir defter.
İçine henüz tek kelime yazmadım.
Paris’in sokakları ilk başta bana yabancı gibi geldi.
Hiç kimse göz göze gelmiyordu, herkesin bir adım sonrasında başka bir hikâyesi vardı.
Birine gülümsediğimde karşılık alamadım çoğu zaman.
Ama bu bana tuhaf bir şekilde iyi geldi.
Gizlenmeye ihtiyacım vardı; birinin gözünde görünmeye değil...
***
Üçüncü sabah, yatağın kenarına oturmuş elimde çayı tutarken karar verdim.
Artık avukatı aramalıydım.
Anne ve babamdan kalan o kırık geçmiş, şimdi önümde bir gerçeklikti.
Yüzleşmek gerekiyordu.
Telefonu açtım.
E-postalarında bulduğum numarayı çevirdim.
Boğazım düğüm düğümdü ama konuşmam gerektiğini biliyordum.
Telefon çaldı, bir kadın sesi yanıtladı:
“Cabinet Moreau, bonjour.”
Derin bir nefes alarak İngilizce konuştum.
“Hello. My name is Ilgaz Çakmak. I believe I have an appointment request. I’m calling from abroad.”
Kadın birkaç saniye durdu, sonra daha net bir İngilizceyle döndü:
“Of course, Miss Çakmak. We’ve been expecting your call. Are you available this week for a meeting with Monsieur Moreau?”
“...Yes. Yes, I am.”
“Wednesday morning, at ten?”
“Ten is fine. Thank you.”
Adres not ettim.
Rue du Faubourg Saint-Honoré — şehrin merkezine yakın, resmi ve gösterişli bir sokak.
Kalbim göğüs kafesimi sıkıştırdı bir an.
Bu görüşme, yalnızca bir miras işlemi değil, geçmişe atılan bir adım olacaktı.
Ve belki de, artık kendime ait olan yeni hayatın ilk kapısı açılacaktı.
Telefonu kapattıktan sonra uzun bir süre elimde kaldı o sessizlik.
Camdan dışarı baktım.
Paris’te bir çarşamba sabahı, tanımadığım bir avukatla görüşmeye hazırlanıyordum.
Kimsesiz, kırgın ve yorgun...
Ama hayattaydım.
***
Görüşmeden bir gün önce, akşamüzeri sokağa çıktım.
Ellerim cebimde, başım önde yürüyordum.
Rue de la Villette’in taş kaldırımları hafif nemliydi; gece yağmur yağmış olmalıydı.
Havanın griye çalan tonu, içimdeki boşlukla yarışıyordu sanki.
Kaldırımların kenarına park etmiş küçük Peugeot’lar, bisikletler, hafif kahverengiye dönmüş ağaç yaprakları…
Her şey bana sessizce dokunuyordu.
Ama kimse ses etmiyordu.
Köşedeki boulangerie’nin vitrininde birkaç sade kruvasan kalmıştı.
İçeri girip bir tane aldım.
Kadın gülümsedi — ilk kez Paris’te bir gülümseme gördüm.
Teşekkür ederken bile gözlerim doldu.
Eve döndüğümde defterimin sayfaları hâlâ boştaydı.
Yazmak istedim, olmadı.
Yalnızca bir cümle bıraktım sayfanın en üstüne:
"Sustuğum herşey, içimde büyüdü..."
O gece fazla uyuyamadım.
Zaten sessizliği uykuyla bastırmak zor geliyordu.
Ama sabah geldi.
Saat sekizi biraz geçiyordu.
Görüşmeye iki saat vardı ama erkenden hazırlanmak istedim.
Çünkü bu, rastgele bir gün değildi.
Bu, geçmişle hesaplaşmanın günüydü.
Sırt çantama pasaportumu, birkaç belgeyi ve küçük bir su şişesi koydum.
Aynada kendime son kez baktım.
Saçlarım biraz darmadağındı, toparladım.
Sade, lacivert bir kazak giymiştim.
Üzerine trençkot, boynuma da ince bir atkı sardım.
Evden çıkarken anahtarı çevirdiğimde, derin bir nefes aldım.
Küçük stüdyo daire, belki de bana ilk kez “sığınak” gibi hissettirmişti.
Ama bu şehirde hâlâ bir yabancıydım.
Ve yabancılıkla baş etmenin tek yolu, yürümeye devam etmekti.
Metroya binmek yerine yürümeyi seçtim.
Saint-Honoré Caddesi çok uzak değildi.
Yol boyunca Seine Nehri’ni kısaca gördüm.
Köprülerden birinde durup baktım suya.
İçimde, Oğuz’un sesi yankılandı:
"Son sözün bu mu Ilgaz?..."
Cevabım yoktu.
Çünkü hâlâ onu özlüyordum.
Ama bunu bastırmam gerekiyordu...
***
Saat 09:48.
Avukatın ofisine on iki dakika vardı.
Kapısı ahşap çerçeveli, tabelası eski ama zarif bir binanın ikinci katındaydı.
Adım attığım her basamakta kalbim hızlandı.
Kapıyı çaldım.
“Entrez, s’il vous plaît.”
(Lütfen içeri girin.)
İçeriden gelen sesle kapıyı açtım.
Bekleme salonunda beyaz duvarlar, bir tablo, eski bir halı ve sade iki koltuk vardı.
Bir kadın gülümseyerek yaklaştı.
> “Miss Çakmak, welcome. Monsieur Moreau will see you now.”
(Çakmak Hanım, hoş geldiniz. Bay Moreau şimdi sizi görecek.)
Kafamı sallayarak içeri girdim.
Avukat odasında beni bekliyordu.
Gri takım elbisesi, titiz masası ve bakışlarıyla yaşını belli eden biri.
> “Ilgaz Çakmak?”
(Ilgaz Çakmak?)
dedi hafifçe başını eğerek.
“Please, have a seat.”
(Lütfen oturun.)
“I worked with your parents long ago. I was very sorry to hear about them.”
(Ailenizle uzun zaman önce çalıştım. Onları kaybettiğinize çok üzüldüm.)
“There are properties under your name. A small apartment in Montmartre, some savings in a French bank. Also, a personal letter they left for you. In Turkish.”
(Adınıza kayıtlı bazı mülkler var. Montmartre’da küçük bir daire, Fransız bankasında biraz birikim. Ayrıca size bıraktıkları kişisel bir mektup var. Türkçe.)
“Take your time. And when you’re ready, we can proceed with the apartment papers.”
(Acele etmeyin. Hazır olduğunuzda daire evraklarına geçebiliriz.)
***
Paris sokaklarının gri taşları altında yürürken, elime sıkıca tuttuğum zarfın ağırlığı omuzlarıma ekstra bir yük bindiriyordu. Kalbim karma karışıktı; hem umut hem korku vardı içinde. Mektubu hemen açmak istemiyordum. Bir süre daha bekleyecektim.
Etrafımdaki Fransızca cümleler ve uzaklardan gelen kafenin kahve kokusu, içimdeki sessizliği daha da belirgin kılıyordu. Telefonumu çıkardım ve avukatımı aradım.
“Bonjour, Monsieur Moreau? C’est Ilgaz Çakmak. J’ai quelques questions à propos de l’appartement et des documents.”
(Merhaba Bay Moreau? Ben Ilgaz Çakmak. Daire ve belgelerle ilgili birkaç sorum var.)
“Oui, bien sûr, je vous écoute.”
(Evet, tabii, sizi dinliyorum.)
“Est-ce que l’appartement est meublé? Et quels sont les frais mensuels?”
(Daire döşeli mi? Aylık masraflar neler?)
“L’appartement est vide. Il y a des charges communes, environ cent euros par mois.”
(Daire boş. Ortak giderler var, yaklaşık aylık yüz euro civarında.)
“Et concernant les documents, combien de temps cela va prendre pour tout finaliser?”
(Belgelerle ilgili, her şeyi tamamlamak ne kadar sürecek?)
“Normalement, deux à trois semaines, mais je vous tiendrai informée.”
(Normalde iki-üç hafta sürer, ama sizi bilgilendireceğim.)
“Merci beaucoup, Monsieur Moreau.”
(Çok teşekkür ederim Bay Moreau.)
“Je vous en prie, Ilgaz. N’hésitez pas à me contacter si vous avez d’autres questions.”
(Rica ederim Ilgaz. Başka sorularınız olursa çekinmeden arayın.)
Telefonu kapattım. Derin bir nefes aldım. Henüz yolun başındaydım, ama bir adım atmıştım.
Telefonu kapattıktan sonra bir süre öylece kaldım.
Avuçlarımda hâlâ ince kağıttan zarfın soğukluğu vardı.
Çantamın içerisine koydum, yavaşça sırtımı binanın duvarına yasladım.
Yoldan geçen insanlar telaşla bir yerlere yetişmeye çalışıyordu.
Oysa benim ne acelem vardı, ne de bir yere yetişme isteğim.
Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım.
Paris griydi bugün.
Güneşin soğuk bir yansıması vardı, ama içimi ısıtmıyordu.
Yanımdan geçen bir çocuk, elindeki oyuncak uçağıyla “vuuu” sesi çıkararak geçti.
Küçük bir gülümseme belirdi dudaklarımda.
Çocuklar... Nerede olursa olsunlar aynıydılar.
Saf, telaşsız, hesapsız.
Kaldırım taşlarının üzerine dikkatlice basarak yürümeye başladım.
Her adımda içimdeki karmaşayı susturmaya çalıştım.
Mektup... O zarfın içinde ne vardı?
Gerçekler mi? Kırıklar mı? Belki de her şey.
Ama hâlâ hazır değildim.
Henüz değil.
Bir kafeye girdim.
Cam kenarındaki masaya oturup çantamdan defterimi çıkardım.
Yazmak belki iyi gelirdi.
Yazmak, susmaktan daha kolaydı bazen.
Bir garson yaklaştı.
“Bonjour, mademoiselle. Vous voulez quelque chose à boire?”
(Merhaba hanımefendi. Bir şey içmek ister misiniz?)
“Un café noir, s’il vous plaît.”
(Bir sade kahve, lütfen.)
“Tout de suite.”
(Hemen.)
Garson uzaklaşırken defterime eğildim.
Kalem elimdeydi ama kelimeler hâlâ uzaktaydı.
Sadece “Bugün biraz daha iyiyim.” yazabildim.
Sonra kahvem geldi.
Bir yudum aldım.
Ağzımda bıraktığı acılık, içimdekinin yankısı gibiydi.
Ve mektup…
Çantamın içinde, sessizce bekliyordu.
Henüz zamanı gelmemişti.
Ben hâlâ iyileşmeye çalışıyordum...
***
Gözlerimi açtığımda camdan sızan solgun ışık, gri tülün ardından odaya usulca yayılmıştı.
Uyandım ama dinlenmiş değildim.
Rüyalarımda bile dönüp dolaşıp aynı sokaklarda yürüyordum: Oğuz'un gözlerinde, Çiğdem'in sesiyle, Tolga’nın sessizliğiyle.
Yatağımdan kalkıp ince pencereden dışarı baktım.
Montmartre’ın ara sokakları sessizdi.
Uzakta bir kilise çanı çaldı, sonra bir sessizlik daha.
İçimde de aynı ritim vardı; geçmişin çanı çalıyor, ardından sessizlik.
Biraz kahve içip çıktım.
Bugün yalnızca yürümek istiyordum.
Hiçbir şey düşünmeden, ama içten içe her şeyi düşüne düşüne...
Rue des Martyrs boyunca yürüdüm.
Pastanelerden yükselen tereyağlı kruvasan kokusu, sabahın ayazına karışıyordu.
İnsanlar hafif telaşlıydı ama şık.
Elbiseler, atkılar, yürüyüşler…
Hepsi şehirle bir bütün gibiydi.
Ben hariç.
Bir kitapçının vitrinine takıldı gözüm.
İçeri girdim.
Sessizlik hâkimdi.
Ahşap rafların arasında Fransızca başlıklarla dolu kitaplar diziliydi.
Bir tanesini aldım elime: "La Solitude Heureuse"
("Mutlu Yalnızlık")
Adı çarptı içimi.
Bazen yalnızlık da iyi gelmez miydi?
Kitapçı bana yaklaştı, nazikçe sordu:
“Vous cherchez quelque chose en particulier ?”
(Özellikle aradığınız bir şey var mı?)
“Non... Je regarde juste. Merci.”
(Hayır... Sadece bakıyorum. Teşekkürler.)
Rafların arasında yürüdüm.
Ellerim, birden çantama uzandı.
Zarf hâlâ oradaydı.
Birkaç saniye avucumda kaldı...
Sonra geri koydum.
Henüz değil.
Kitabı satın almadan dışarı çıktım.
Sadece bakmak bile yeterdi bazen...
O akşam küçük mutfağımda bir tabak makarna hazırladım.
Penceremin kenarına geçip, Eiffel’in siluetine doğru baktım.
Şehir, geceyle bambaşka bir renge bürünüyordu.
Ama içimde hâlâ aynı gri vardı.
Masamın köşesinde defterim duruyordu.
Bu kez yazmak geldi içimden.
Elime kalemi aldım, yavaşça sayfayı açtım.
Ve ilk kez içten bir cümle döküldü:
“Yalnızım, ama tamamım. Bugün biraz daha fazla yürüdüm..."
***
O sabah her şey biraz daha sessizdi.
Perdeleri aralamadım.
Gün ışığıyla göz göze gelmeye cesaretim yoktu.
Ama içimde bir şey beni dürtüyordu.
Sanki biri omzuma dokunmuş, “Artık zamanı geldi” demişti.
Ve ben biliyordum.
Mektup.
O zarf.
Günlerdir çantamın en dibinde, unutur gibi yaptığım ama her an hatırladığım o ağırlık.
Yavaşça çantayı açtım.
Zarfı çıkardım.
Elleriyle mühürlenmiş gibiydi.
İçinde annem vardı.
Babam.
İkisi birden.
Gittikleri o yerden, bana son kez seslenmek istemişlerdi.
Titreyerek açtım zarfı.
İçinden iki ayrı el yazısıyla yazılmış tek bir mektup çıktı.
Tanıdım.
Annemi ve babamı, aynı kâğıtta yan yana görmek, tuhaf bir teselli gibiydi.
Sanki hiç ölmemişlerdi.
Sanki ben onları hiç kaybetmemiştim.
“Canım Ilgaz’ımız,
Bu satırları okuduğunda biz artık yanında olmayacağız, bunu biliyoruz.
Ama bizim sevgimiz her zaman seninle olacak.”
Okumaya başladığım an, boğazıma bir şey oturdu.
Kelimenin tam anlamıyla.
Nefes almak bile güçleşti.
“Bazen kader bizi zamanından önce ayırır.
Ama bu hayatta tek önemli şey, geride ne bıraktığımız değil, içimizde ne taşıdığımızdır.
Sen bizim en büyük gururumuzsun, Ilgaz.
Her zaman öyleydin.”
Annemi hissettim orada.
Kokusunu.
Yumuşak ses tonunu.
İçimi sarar gibi konuşurdu.
Şimdi ise sadece satırlarda nefes alıyordu.
“Küçücükken bile farkındaydık… Sen bu dünyaya farklı geldin.
Kırılgan ama dirençli, sessiz ama güçlü.
Bir gün seni uzaktan izleyeceğimizi biliyorduk.
Ama bu kadar uzaktan olacağını bilmiyorduk.
Affet.”
Bir yerim çatırdadı.
İçimde onarılmamış bir yer.
Gözlerim istemsizce doldu.
Mektubun ortasında babamın satırları başladı.
“Kızım,
Ben hep seni uzaktan sevdim.
Koruyamadım belki, yeterince anlatamadım sevgimi…
Ama seni tanımak, bir insanın yaşayabileceği en büyük mucizeydi.
Ne zaman aynaya baksan, bizim sana olan sevgimizi gör.
Sen bizim sesimizsin, adaletin ışığısın.
Sen annene benzeyeceksin.
Ve kendi yolunu aydınlatacaksın.”
Parmaklarım kağıda tutunmaya çalışıyordu.
Sanki bırakırsam, onları bir daha hiç duyamayacaktım.
Satırların sonuna geldim.
Son cümlede ikisinin imzası vardı.
İkisi de kendi adını yazmış,
Altına da şunu eklemişlerdi:
“Yaşaman için gittik.
Ama her nefesinde bizimle olacaksın.”
Elimde mektup…
Gözlerim ıslak…
Ve içimde, kelimelerin bile tarif edemeyeceği bir yalnızlık.
O an ilk kez, bu şehirde kalmak istedim.
Kaçmak değil.
Dayanmak.
Tutunmak.
Annemin hayali yarım kalmıştı belki ama ben kendi hayalimi yarım bırakmayacaktım.
Ben…
Avukat olmak istiyordum.
Çünkü içimde hâlâ adalet vardı.
Ve hâlâ onları gururlandırmak isteyen bir çocuk yaşıyordu.
***
Bu sabah, pencereye ilk baktığımda gri bir gökyüzü karşıladı beni. Paris’in sabahları da insanı içine çekiyor ama ısıtmıyor. Tıpkı burada geçen ilk günlerim gibi. Soğuk ama dürüst. Bir yerin seni sahiplenmesini beklemek ne garip… Oysa ben bu şehre kendimi getirdim, geçmişimi değil.
Yastığımın kenarında, dün gece okuduğum mektup hâlâ duruyor. Annemin yazısı. Babamın sesi gibi düşen harfler. Elimi uzatmadım. Sanki dokunursam içimde bir şeyler paramparça olacak. Bir parçam hâlâ küçük bir kız; o mektubu cebine koyup annesinin ellerine sarılmak isteyen bir çocuk. Ama artık o eller yok.
Kalktım.
Çok yavaş. Bir şey kırılmasın, düşüp dağılmasın diye. Her hareketim dikkatli, çünkü içimde hâlâ bir şeyler çok hassas.
Masaya oturdum. O köhne apart otelin küçücük masası… Yine de bugün başka bir anlamı var. İlk defa kalemimi korkmadan elime aldım. Elim titremedi.
Defterin ilk sayfasına sadece şunu yazdım:
"Bugün başladım."
Küçücük bir cümle. Ama yıllardır ertelediğim o cümle.
Kalemden sonra kendime bir kahve yaptım. Tadı kötüydü. Ama sıcak. İlk defa dışımdaki bir şey içimi ısıttı. Sonra bilgisayarı açtım. Klavyenin başında bir süre öylece durdum. Sanki bir karar almak üzereymişim gibi. Ki öyleydim.
"Fransa açık lise sistemi", "Diplôme d'accès aux études universitaires"...
Anlamadığım onlarca kelime çıktı önüme. Google çeviriyle savaşa savaşa ilerledim. Her şey yabancıydı ama artık kaçmak istemiyordum.
Annemin sesi kulağımda:
“İyi bir avukat olmak için önce dünyayı anlamalısın, kızım.”
Ben şimdi o dünyayı, başka bir dilden öğreniyorum.
Bir kağıda notlar aldım. Açık lise denklikleri, Fransızca kursları, üniversite hazırlıkları. Çok uzak geliyor bazı şeyler. Ama artık benim için uzaklık bahane değil.
Saat öğleni geçiyordu. Paltomu giyip dışarı çıktım. Paris yine aynı griydi ama bu kez biraz daha tanıdıktı bana.
Rue de Lyon’un köşesindeki boulangerie’den küçük bir sandviç aldım. Kadın Fransızca bir şeyler söyledi. Yüzüne bakıp sadece gülümsedim. Elimle ‘merci’ dedim.
(Teşekkür ederim.)
Yürürken vitrindeki kitapçılara gözüm takıldı. Raflarda hukuk kitapları… Anlamadım ama hissettim. O kitapların arasında bir yer, bir gün benim için ayrılmış gibi.
Ben hâlâ Ilgaz’ım.
Ama bu sefer, sadece geçmişten kaçan değil...
Kendine bir yer açmaya çalışan bir Ilgaz...
***
Ertesi gün hava, alıştığım gri tonlarının biraz dışına çıkmış gibiydi. Hafif bir aydınlık vardı. Belki sadece ben öyle görmek istedim. Yine de umut, bazen gökyüzüne değil, insanın içindeki boşluğa doğar.
İnternette dün gece not aldığım adreslerden biri için yola çıktım. Bastığım her kaldırım taşı bana hâlâ yabancıydı. Ama bu yabancılığa direnmeyi bıraktım artık. Çünkü burada bir şeyleri yeniden inşa etmeye geldim.
Sokağın sonunda, küçük ama derli toplu bir bina vardı. Kapısında“Alliance Française - Paris Île-de-France yazıyordu.
Burası, Fransızca öğrenmek isteyen herkesin yolu düşen bir yerdi.
Kapıdan girerken içim biraz ürperdi. Paris’te yabancı olmak kolay; ama kabul görmek zor. Resepsiyondaki kadın bana gülümsedi. Şaşırdım.
O an anladım ki bazı başlangıçlar bir tebessümle başlıyormuş.
“Bonjour.”
(Merhaba.)
Zorlukla çıkardım ağzımdan.
Kadın kibarca başını salladı. Sonra yavaşça konuştu, elindeki formu uzattı:
“Cours de français pour débutants?”
(Fransızca başlangıç seviyesi kursu mu?)
Ben de başımı salladım.
“Oui… Je suis nouvelle ici.”
(Evet… Burada yeniyim.)
Kadın gülümsedi. Bu cümleyi anlamıştı. Sonra İngilizce konuştu:
“Do you need help filling the form?”
(Formu doldurmakta yardıma ihtiyacınız var mı?)
“Please…”
(Lütfen…)
Evrakları doldurduk birlikte. Pasaportum, oturum izin belgelerim… Elimde ne varsa sundum. Parayla ilgili kısımda içim yine sıkıştı. Sadece birkaç haftalık kursa yetiyordu cebimdeki para. Sonrasını bilmiyordum.
Ama o sırada başka bir kadın yaklaştı; orta yaşlı, ince yapılı, boynunda ipek bir fular vardı. Elinde çay bardağı gibi duran porselen bir kupa.
Resepsiyonist kulağına bir şeyler fısıldadı. Kadın bana yaklaştı.
“Tu viens de Turquie, n’est-ce pas?”
(Türkiye’den geliyorsun, değil mi?)
Şaşırarak başımı salladım.
“Evet. Ben… Türküm.”
Kadın gülümsedi. Sonra yavaşça Türkçe konuştu:
“Ben İstanbul’da doğdum. Ama yıllar önce geldim buraya. Burada öğretmenim. Sınıfımda seni görmek isterim.”
Gözlerim doldu.
Kelimeler dilime dolandı ama sesim çıkmadı. O an anladım: bazen bir yabancı, seni hiç tanımadığı hâlde ait hissettirebilir.
Formu doldurdum, saatler belli oldu. Haftada beş gün, sabah dokuzda başlayacaktı dersler. Eve dönerken not defterime küçük bir cümle daha yazdım:
“Bir dil, sadece konuşmak için değil; yeniden başlamak için de öğrenilir.”
O gün akşam mektuba dokunmadım.
Ama ilk kez, geleceğe dair bir şey yaptım.
Ve içimden bir ses, annemin sesi gibi dedi:
“Aferin sana, Ilgaz.”
Bölüm sonuuuuuu
Nasıldııı
Beğendiniz miiii
Bol bol yorum bekliyorummmmm ve tabiki oy vermeyi unutmayın.
Ilgaz'ın yeni kararları hakkında ne düşünüyorsunuz????
Sizce daha sonra ne olacak?
Yeni bölümlerde görüşmek üzereeeee
Bayyyysssssss
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |