3. Bölüm

3. Bölüm

Sümsime🤍
oylesine_yazan.__

(Yazar'ın anlatımıyla)

(Oğuz Arslan)

 

Gecenin sessizliğine sığınmak istemişti.

Sahile gitmek, zihninin içini susturmanın en kolay yoluydu onun için. Şehrin gürültüsü geride kalmış, dalgaların birbirini kovalayan sesleri sadece ona ait bir müzik gibi yankılanıyordu. Bu saatlerde sahilin bomboş olacağını biliyordu; kimse yokken nefes almak daha kolaydı.

 

Soğuk esen rüzgâr saçlarını hafifçe dağıtırken, siyah ceketinin yakasını kaldırıp kendini içine sardı. Ellerini cebine soktu, başını öne eğdi. Adımları kumda sessiz izler bırakırken, denize bakan eski bir banka ilerledi. Oturdu.

Denizi izlemeye başladı.

 

Koyu lacivert su, ay ışığını içine çekiyor, sonra ince ince parçalayıp geri salıyordu. Bu manzarayı severdi. Denizi hep bir ayna gibi görmüştü — içinde kaybolduğunda kendini bulur, sustuğunda konuşurdu.

 

Derin bir nefes aldı. Tuz ve serinlik doldu ciğerlerine. İçine dolan huzurun ağırlığıyla, farkında olmadan dudak kenarında yarım bir tebessüm belirdi.

Tam o sırada, cebindeki telefonun sesi sessizliği yırttı.

Kaşları çatıldı. Bu saatte kim arardı ki?

 

Ekrana baktı: Asistanı.

 

Kısa bir şaşkınlık geçti yüzünden. Bu saatte araması tuhaftı. Tereddüt etmeden açtı telefonu.

 

“Efendim,” dedi, her zamanki soğuk, net sesiyle.

 

Karşısındaki kişinin hızlı nefeslerle bir şeyler anlatmasını dinledi. Yüzündeki ifade giderek ciddileşti.

 

“Tamam,” dedi kısa bir sessizliğin ardından.

 

“Ben hallederim. Yarın sabah görüşürüz.”

 

Telefonu kapattığında bir an durdu. Boşluğa baktı.

Bir zamanlar hiçbir şeyi kalmamıştı. Annesini kaybettiğinde, hayat da onun elinden çekip gitmişti. Ama o, inatla hayatta kalmıştı.

Diş hekimi olmuştu.

Kendi kliniğini açmıştı.

Kendine bir dünya kurmuştu.

 

Ve şimdi, bu sessizlikte gökyüzüne bakıp fısıldadı:

 

“Yaptım, güzel gözlüm… Kazandım.”

 

Sözleri, rüzgârla birlikte kayboldu.

Derin bir nefes aldı, telefonunu cebine koydu. Artık eve dönmesi gerekiyordu. Ailesi merak ederdi.

 

Tam yürümeye başlamıştı ki, birine sertçe çarptı.

 

Kızcağız sendeledi, neredeyse düşecekti.

 

“Pardon!” dedi, sesi titrek, soluğu kesik.

 

Oğuz refleksle elini uzatıp onun kolundan tuttu.

 

“İyi misiniz?”

 

Kız başını kaldırdığında Oğuz, bir an duraksadı.

Simsiyah giyinmişti.

Gözleri kıpkırmızıydı. Ağlamaktan şişmiş, yorgun ve boş.

Rimel izleri yanaklarına akmış, saçlarının arasında parlayan birkaç tuz tanesi gibi kalmıştı. Parmaklarının arasında neredeyse bitmiş bir sigara vardı, külü rüzgârla dağılıyordu.

 

Kız sadece başını salladı.

 

“İyiyim…” dedi ama sesi o kadar kısılmıştı ki, kelime neredeyse çıkmadı.

 

Oğuz gözlerini kısmıştı.

 

“İyi değilsiniz siz.”

 

Kız bir şey demeden başını çevirdi. Gözleri denize takılıp kaldı.

Oğuz, onun hâlini gördüğünde içinden bir his geçti; sanki tanımadığı birine bile kaygı duyabilirdi.

Bir adım atmaya kalmadan, kızın dizleri çözüldü.

 

Oğuz refleksle kollarını uzattı, kızın yere düşmesine izin vermedi.

Kucağına aldığı o an, vücudunun sıcaklığını hissetti. Hafifti… kırılacak kadar hafif.

 

Yakınlardaki banka doğru yürüdü, dikkatle oturttu.

 

“Hey, duydun mu beni? Hanımefendi?”

 

Cevap yoktu.

Bir an etrafına bakındı. Köşede küçük bir seyyar satıcı, termosundan çay döküyordu. Hızla yanına gitti.

 

“Bir şişe su verir misiniz?” dedi, sesi aceleci.

 

Suyu alıp kızın yanına döndü. Kapağını açtı, elini hafifçe ıslatıp kızın yüzüne sürdü.

Soğuk suyun değdiği yerde kızın kirpikleri titredi.

Burnu küçüktü. Dudakları solgundu ama dolgun.

Ve o koku…

Lavanta.

Temiz, sade, ama içinde acı gizleyen bir koku.

 

Oğuz istemsizce içine çekti. Sonra kendi kendine kızdı.

Ne yapıyorsun Oğuz?

Bu hâlde birine bakılır mıydı?

 

“Hanımefendi, uyanın lütfen.”

 

Kız yavaşça gözlerini açtı. Kirpikleri birbirine yapışmıştı. Bir süre bulanık baktı.

Sonra fark etti…

Kafası Oğuz’un dizine yaslanmıştı.

Aniden doğrulmaya çalıştı.

 

“Ben… ben ne-”

 

“Sakin olun,” dedi Oğuz, yumuşak ama kararlı bir sesle.

 

“Bayıldınız. Şimdi daha iyisiniz.”

 

Kız, utanmış gibi başını eğdi.

 

“Teşekkür ederim…”

 

“Bir şey değil. Sizi evinize bırakayım, gece bu saatte burada kalmayın.”

 

Kız hemen başını iki yana salladı.

 

“Hayır. Gerek yok. Ben… burada kalacağım biraz.”

 

Rüzgâr biraz daha sert esti. Omuzları titredi.

Oğuz bir süre baktı. Sonra sessizce ceketini çıkardı.

Kızın itirazına fırsat vermeden omuzlarına bıraktı.

 

“Geri verirsiniz,” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Üşümeyin.”

 

Kız başını kaldırıp bir şey söyleyecekmiş gibi yaptı ama sustu.

 

Sadece dudaklarını aralayıp “Tamam…” diyebildi.

 

Sonra fazla bir şey demeden ayağa kalktı.

Birkaç adım yürüdü, dönüp arkasına baktı.

Kız, sessizce oturuyor, denizi izliyordu.

Ceket omuzlarından kaymış, saçları rüzgârla savruluyordu.

Lavanta kokusu hâlâ burnundaydı.

 

Eve vardığında kapıyı cimcimesi açtı.

 

“Elinde poşet yok, suratında yorgunluk… Nerde kaldın ya?”

 

Oğuz derin bir nefes aldı, yorgun ama sakin.

 

“Sahile gitmiştim. Hava almak istedim.”

 

“İnsan haber verir bari,” dedi, kaşlarını kaldırarak.

 

Oğuz gülmeye başladı, kahkahası evin sessizliğini doldurdu.

Cimcimesinin göz devirişine karşılık, “Tamam, kızma,” dedi.

 

O an, evin sıcaklığını hissetti.

Ailesi yoktu belki ama onların varlığı bir boşluğu dolduruyordu.

 

Ve o gece, uyumadan önce, aklında tek bir şey vardı:

Lavanta kokusu.

Ve sahilde karşılaştığı, ismini bile bilmediği o kız...

 

 

(Ilgaz Çakmak)

 

Kahvaltıyı stresli bir sessizlik içinde yaparken, Yaren’in bakışlarını üzerimde hissediyordum. Kaşlarını çatmış, benden bir kelime duymak ister gibi duruyordu. Onun da benim kadar tedirgin olduğunu anlamamak imkânsızdı. Babaannemin yaptığı şey sadece beni değil, onu da etkilemişti. Kaşığımı tabağa bıraktım, elimdeki bardağı masaya koyarken içimdeki sıkışmışlık artıyordu.

 

“Ben yukarı çıkıyorum.” dedim. Sesim öyle yorgun, öyle boğuk çıkmıştı ki Yaren arkamdan kalktı.

 

Odamın kapısını kapatır kapatmaz terasa çıktım. Soğuk sabah havası yüzüme çarptı, nefesim buğulu bir şekilde havaya karıştı. Bir sigara yakıp dumanını gökyüzüne üfledim. İçimde biriken öfke, dumanla birlikte dağılsın istedim ama dağılmadı.

 

“Gelirler mi diyorsun?” diye sordu Yaren.

 

Bakışlarımı denizin siluetine çevirdim. Gözlerim bir noktaya kilitlendi.

 

“Bilmiyorum Yaren. Hatice Çakmak’tan bahsediyoruz.” dedim dişlerimin arasından.

 

“Çağırmıştır kendisi gibi birilerini… Ne yaptığımı, ne istediğimi bile anlamıyor.”

 

Yaren yaklaştı.

 

“Bak, her kararında arkandayım. Ne olursa olsun. İstersen ona da ev-”

 

Sözünü hemen kestim.

 

“Öyle bir şey olmayacak.” dedim sertçe, sonra gözlerimi kapayıp daha yumuşak bir tonda ekledim:

 

“Sana söz veriyorum Yaren, olmayacak.”

 

Gözlerimin içine baktı, başını yavaşça salladı.

 

“Güveniyorum sana.”

 

Gülümsedim ama içimde fırtına vardı.

 

“Şimdi benim dışarda birkaç işim var. Sen biraz dinlen. Akşamki misafirleri ben halledeceğim.”

 

Yaren de bana benzer bir gülümsemeyle başını salladı.

 

“Hadi odana,” dedim.

 

O odadan çıkınca derin bir nefes aldım. Sessizlik, içimdeki gürültüyle çarpıştı.

 

Dolabıma yöneldim. Bugün Oğuz’un ceketini götürecektim. O an içimde beliren heyecan beni bile şaşırttı. Sebebini bilmediğim bir huzursuzlukla birlikte, midemde sanki taşlar yuvarlanıyordu. Kendi kendime kızdım.

 

“Ne bu hâlin Ilgaz?” dedim aynadaki yansımama.

 

Dolabı açtım. Kumaşların hışırtısı odada yankılandı. Elbiseleri sevmezdim ama gözüme takılan siyah bir etek ilgimi çekti. Krem rengi bir kazakla tamamladım. Aynada baktığımda sade ama derli toplu görünüyordum. Siyah ince çoraplarla bir bütün olmuştu.

Saçlarımı düzleştirip aynanın önünde durduğumda, yüzümde uzun süredir görmediğim bir ifade vardı: huzura benzeyen bir şey.

 

Lavanta kokulu parfümümü sıktım. O koku… Oğuz’un ceketinden gelen kokuyla karıştı. Gülümsememe engel olamadım.

 

Yatağımın üzerindeki paketi elime aldım. Kumaş hâlâ Oğuz’un kokusunu taşıyordu. O kadar tanıdık, o kadar güven vericiydi ki içim bir anlığına yumuşadı.

Ardından elimdeki kağıda baktım: dün gece yazdığım adres.

 

Navigasyona girdim. Adres uzak görünüyordu ama içimde garip bir merak vardı. Sanki bilmediğim bir yere değil de, çoktan tanıdığım bir huzura gidiyormuşum gibiydi.

 

Uzun bir yolculuktan sonra araba nihayet bir evin önünde durdu. Direksiyondan ellerimi çektiğimde, karşımdaki manzarayı bir süre sessizce izledim.

 

Ev müstakildi. Bahçesi geniş, ağaçlarla çevriliydi. Çimenlerin arasına serpiştirilmiş taş yollar sabah güneşiyle parlıyordu. Rüzgar çiçeklerin arasından geçip hafif bir hışırtı bırakıyordu. Bu ev, dışarıdan bile huzur kokuyordu.

Karmaşadan, insan kalabalığından uzak bir sığınak gibiydi.

 

Oğuz’un ne iş yaptığını merak ettim. Böyle bir yerde oturmak… belli ki iyi bir işi vardı.

Bahçeyi adım adım inceledim. Çardağı gördüğümde içim sıcacık oldu. Üzerini saran sarmaşıklar, etrafındaki rengarenk saksılar… Her ayrıntı özenliydi.

 

“Biri burayı sevgisiyle düzenlemiş.” dedim içimden.

 

Kapıya geldiğimde derin bir nefes aldım. Uyuyor olabilirdi. Ya da rahatsız eder miydim?

 

Bu soruların sonu gelmeyeceğinden kapıyı iki kez tıklattım.

 

Acaba çikolata alsa mıydım? Ya da çiçek?

 

Sonra kendi kendime söylendim:

 

“İstemeye mi gidiyorsun Ilgaz?"

 

Gülümsemem dudaklarımda belirdi.

 

Cevap gelmeyince tam geri dönecektim ki kapı yavaşça açıldı. Karşımda Oğuz’u değil, kızıl saçlı bir kız buldum. Elindeki havluyu sıkarak kapıyı açmış, merakla bana bakıyordu.

Bir an ne diyeceğimi unuttum.

 

“Şey… ben…” dedim kekeleye kekeleye.

 

Kız kaşlarını hafif kaldırdı.

 

“Kime bakmıştınız?”

 

“Ben… Oğuz Bey’e bakmıştım.”

 

Kızın saçlarının kızıllığı gün ışığında alev gibi parlıyordu. Çilleri yanaklarına serpiştirilmiş küçük yıldızlar gibiydi. Kibarca gülümsedi.

 

“Buyurun, içeri geçin.”

 

Ayakkabılarımı çıkarırken önüme küçük bir çift terlik bıraktı.

Teşekkür edip giydim, ardından merdivenlerden indim.

Ev, dışarıdan göründüğünden daha sıcaktı. Loş bir aydınlık, krem rengi duvarlar, şöminenin üzerinde asılı duran fotoğraflar… Her detay yaşanmışlık kokuyordu.

 

Koltuklar açık bej tonundaydı. Ortada kocaman bir sehpa, üzerinde birkaç dergi ve minik bir vazo içinde kurumuş lavantalar vardı.

Oğuz’un evi, bir “yuva” gibiydi.

Bizim evin aksine, burada nefes almak kolaydı.

 

“Klinikten arkadaşı mısın?” diye sordu kız.

 

“Ha? Yok. Ceketi bendeydi, onu getirmek istedim.” dedim utangaçça.

 

Kız başını salladı.

 

“Oğuz şu an evde değil ama birazdan gelir.”

 

“Ben rahatsızlık vermeyeyim o zaman.” dedim hemen.

 

“Hayır tabii ki. Kendi evinmiş gibi rahat et. Kahve yapayım ben.”

 

Kibar oluşu karşısında şaşırdım. İnsanların iyi niyetine alışık değildim.

Paketimi ayak ucuma bıraktım, salonu daha dikkatli incelemeye başladım.

 

Fotoğraf çerçeveleri dikkatimi çekti. Ahşap bir rafın üzerine sıralanmışlardı. Yavaşça yaklaştım.

 

İlk fotoğrafta, kızıl saçlı kız dondurma yiyor, Oğuz da elini onun başına koymuş gülüyordu. Kız somurtmuştu. O anda bile aralarındaki bağı hissedebiliyordum.

 

Yanındaki çerçevede kıvırcık saçlı, kumral bir çocuk vardı. Yaramaz ama masum bir gülüşü vardı.

 

Bir başka karede üçü birlikteydi. Mezuniyet töreninde çekilmiş belli ki. Oğuz siyah bir gömlek giymişti; düğmelerinden biri açıktı. Saçları karışmış, boynunda gümüş bir zincir vardı.

 

Yanaklarında bir çift gamze… şaşkınlıkla gülümsedim.

 

Sert bir yüz ifadesine sahip o adamın, bu kadar içten güldüğü bir an görmek… garipti.

Kızıl saçlı kız kırmızı elbisesiyle parlıyordu, diğer çocuk da gülümseyerek onlara sarılmıştı.

 

Diğer çerçevede Oğuz ata binmişti. Yüzündeki ciddiyet, poz değil, karakterdi sanki.

 

Yanındaki fotoğrafta kıvırcık saçlı çocuk tek başınaydı; belli ki değer verilen biriydi.

 

Bir karede Oğuz’un doktor önlüğüyle gülümseyen bir hâli vardı. Yanında aynı çocuk, yine o haylaz ifadeyle poz vermişti.

 

Fotoğrafları izlerken boğazım düğümlendi. Sanki her kare, bana bilmediğim bir hikâyeyi anlatıyordu.

Bir an burnumun direği sızladı. Oğuz’un geçmişini, o kahkahaların ardındaki hikâyeyi merak ettim.

 

Tam o sırada kızıl saçlı kız salona girdi.

 

“Ellemene kızmam, merak edilecek kadar güzel fotoğraflar.” dedi gülümseyerek.

 

“Çok özür dilerim. Dayanamadım bakmak istedim.”

 

“Önemli değil. Kahveler hazır.”

 

Kahve fincanını elime aldım. Buhar yüzüme vurdu, lavanta kokusu kahveyle karıştı.

 

“Ellerine sağlık, çok güzel olmuş.” dedim.

 

“Afiyet olsun.”

 

Sessizlik aramıza çöktü.

Kız bakışlarını benden kaçırmadan konuştu:

“Oğuz’un arkadaşısın sandım.”

 

“Aslında olay biraz karışık.” dedim, utanarak gülümsedim.

“Ceketi bende kalınca getirmek istedim.”

 

“Anladım. Bu arada ben Çiğdem.”

 

“Ilgaz.” dedim, elimi uzatarak. “Memnun oldum.”

 

“Ben de. Ama seni bir yerden tanıyor gibiyim.”

 

“Öyle mi?”

 

“Evet… yüzün çok tanıdık geldi.”

 

“İnsan insana benzer derler.” dedim gülümseyerek.

 

Çiğdem de kocaman gülümsedi.

 

Tam o anda kapı çaldı.

“Fıstığımmm!” diye bir ses yankılandı.

O sesi duyar duymaz kalbim bir an durdu.

Oğuz.

 

Çiğdem’in yüzü aydınlandı, kapıya koştu. Ardından üçü birden içeri girdi.

 

“Selam.”

 

“Ilgaz?”

 

Oğuz’un şaşkın sesi odayı doldurdu.

 

“Evet ben.” dedim, biraz çekinerek.

 

“Hoş geldin. Hangi rüzgar attı seni buraya?”

 

Koltuklara geçtik. Kalbim deli gibi atıyordu.

“Ceketini getirmek istemiştim.”

 

“Gerek yoktu ama sağ ol yine de.”

 

“Rica ederim, ben artık kalkayım.”

dedim. “Kahve için teşekkürler Çiğdem.”

 

“Akşam yemeğine kalsana Ilgaz.”

 

“Yok, rahatsızlık vermeyeyim.”

 

“Ne olacak, beraber yeriz.”

 

Oğuz’a baktım. Gözlerimle “kalayım mı?” diye sordum sanki.

Başını hafifçe salladı. “Kal.” der gibiydi.

 

Bir süre sonra masaya oturduk. Çiğdem yemekleri hazırlamıştı. Kıvırcık saçlı çocuk da aramıza katıldı, adının Tolga olduğunu öğrendim.

Hepsi birbirini yıllardır tanıyormuş gibiydi. Kahkahaları, ufak tartışmaları, o sıcaklık… içimde bir yerleri sızlattı.

Ben sessizdim. Sadece onları izliyordum.

 

“İyi misin Ilgaz?” dedi Çiğdem, tabağıma bakarak. “Hiç dokunmamışsın.”

 

“Biraz rahatsızım sanırım.”

 

“Ağrı kesici verebilirim.”

 

“Teşekkür ederim, evde hallederim.” dedim gülümseyerek.

 

Sonra çay faslı başladı.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım.

Uzun zamandır böyle hissetmemiştim. s Sanki annemden sonra ilk kez bir “gün” bana iyi gelmişti.

 

Telefonum çaldığında irkildim.

Ekranda “Yaren” yazıyordu.

 

“Yaren?”

 

“Neredesin sen Ilgaz?”

 

“Geliyorum, sen idare et, hemen geliyorum.”

 

Telefonu kapatınca herkesin bakışları bana döndü.

 

“Ben artık kalkayım.” dedim, gülümsemeye çalışarak.

 

“Kalsaydın biraz,” dedi Tolga.

 

“Başka sefere,” dedim. “Her şey için teşekkür ederim.”

 

Kapıya kadar Oğuz geçirdi beni.

 

“Güzel gündü, isimsiz.” dedi alaycı ama samimi bir ifadeyle.

 

Ne demek istediğini anladım.

 

Gülümsedim. “Biliyorum…”

 

“Hoşça kal.”

 

“Sen de.”

 

Kapı kapanınca derin bir nefes aldım. Arabama binerken bile Oğuz’un sesi yankılanıyordu zihnimde.

Ve ben o evin kokusunu, o fotoğrafların sıcaklığını içimde taşıyordum...

 

Bölüm sonuuuuu.

Nasıldı?

Bol bol yorum bekliyorummmm.

Sevgiyle kalınn...

 

 

 

 

 

Bölüm : 15.12.2024 20:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...