
"Acı insanları değiştirir."
(Ilgaz Çakmak)
Paris’in sabahı, dışarıda hafif bir sisle kaplanmıştı. Penceremin önünde duran küçük saksıdaki sardunyaların yaprakları, ince bir ışıltı ile parlıyordu. O an, bir yıl öncesine gittim aklımla...
Annemden kalan o mektubu ilk açtığımda hissettiğim karmaşık duyguları hâlâ hatırlıyorum. İçinde saklı kalan o cümleler, avukat olma hayalini yeniden alevlendirmişti içimde. “Avukat olmalısın, Ilgaz.”
İlk geldiğim günlerde her şey yabancıydı. Fransızca kelimeler dudaklarımda ağırlık yapıyor, anlamak zor, ifade etmek daha da zor geliyordu. Dil kurslarına gittim. İlk haftalar gözlerim yorgunluktan kapanmak üzereydi. Evde defterlerimi açar, kelimeleri tekrar tekrar yazardım.
Geceleyin odama yayılan sessizlikte, bazen kendi kendime söylerdim: “Sen yapabilirsin. Geç kaldın ama pes etme.”
Okulu da bitirdim sonunda. Diplomamı almak için gittiğim gün, kalbimde bir sevinç vardı. Belki geç kalmıştım ama bu sefer daha güçlüydüm.
Evimi kendim döşedim. Her şey kendi hayalimdeki gibiydi. Kimseye sormadan kimsenin kendi kararları altında kalmadan yapmıştım bunu. Beyaz duvarlar, masamın üstünde dizili kitaplar, annemden kalan birkaç fotoğraf... Küçük, huzurlu bir dünya. Boş zamanlarımı burada geçiriyorum. 'Benim' diyebileceğim bir yerin olması çok güzel bir duyguydu.
Şimdi avukatlık sınavlarına hazırlanıyorum. Her gün biraz daha yakınlaşıyorum hayallerime. Zaman bazen çok hızlı akıyor, bazen de ağır bir yük gibi omuzlarımda hissediyorum. Ama vazgeçmek yok.
Geçmişimin üstünü örttüğümü düşünsem de aklıma geldiği günler çok oluyordu...
***
Sabah, alışık olmadığım kadar güzel başladı. Hava ne çok soğuktu ne de bunaltıcı sıcak. Gökyüzü masmaviydi ama sabah güneşinin tonu hâlâ yumuşaktı, sanki beni incitmeden okşuyordu.
Bugün Selim gelecekti. O yüzden öylesine değil, içimden gelerek kahvaltı hazırlamak istedim.
Bilmiyorum... Belki de bazen bir masayı yalnızca yemekler için değil, birine "Senin için buradayım" demek için kurarsın.
Mutfağın raflarına elim alışkın bir biçimde uzandı. En sevdiğim mavi kenarlı tabakları çıkardım. Beyaz peyniri özenle dilimledim, zeytinleri küçük bir kaseye koyarken üzerine birkaç tane limon dilimi serpiştirdim. Domatesleri ortadan ikiye böldüm, yanına taze nane yaprakları koydum.
Reçel kavanozunun kapağını açarken o yoğun vişne kokusu burnuma doldu, içimi sıcacık yaptı. Reçeli tabağa koyarken istemsizce gülümsedim.
“Selim bunu görünce ağzının suyu akacak,” dedim kendi kendime.
Kahveyi cezveye koyarken içerisi mis gibi kokuya büründü. Üzerine birkaç dilim kızarmış ekmek, biraz bal, bir parça tuzlu tereyağı...
Hepsini küçük beyaz tepsiye yerleştirdim ve balkona çıktım. Küçük, yuvarlak masama beyaz masa örtüsünü serdim. Masayı kurarken içimdeki heyecan artıyordu.
O sırada bir uğultu duydum sokaktan. Ayak sesleri... kalbim hızlandı. Sonra zil çaldı.
Zıplar gibi fırladım yerimden. “Selim,” dedim fısıltıyla.
Kapıya koşarken ellerimi hızlıca silip saçımı düzelttim. Kapıyı açtığım an karşımdaki o tanıdık gülümsemeyi gördüm. Elinde beyaz bir kese kağıdı tutuyordu, içinden susam kokusu geliyordu.
“Sürpriz,” dedi gözlerini kısıp. “Simit getirdim. Gerçek İstanbul usulü! Fırından yeni çıktı.”
Dayanamadım. Bir şey demeden boynuna atladım. Sımsıkı sarıldım.
“Bunu bekliyordum biliyor musun? Sadece seni değil, bu kokuyu da,” dedim kahkahalar arasında.
Selim de kollarını belime doladı.
“Sen kahvaltıyı hazırlarken, ben de seni gülümsetecek tek şeyi bulmaya çalıştım. Simit! Ne eksikse tamamlamaktır ya sevgi…”
Birlikte balkona çıktık. Gözleri masayı görünce kısa bir an durdu.
“Ilgaz... Bunu benim için mi yaptın?”
Gülümsedim.
“Hayır, gizli bir kraliyet mensubu için. Şu an masaya oturmak üzere.”
Kahkahasını bastıramadı.
“Ben o kraliyetin simitli prensi olayım o zaman.”
Simidi bölüp peynire batırdı.
“Aman tanrım, bu... Bu resmen çocukluğumun özeti!”
Kahvelerimizi yudumlarken o kadar çok konuştuk ki zaman nasıl geçti anlamadım. Selim bazen komik ses tonlarıyla taklit yapıyor, ben de karnıma ağrılar girene kadar gülüyordum. Bazen susuyoruz, sadece birbirimize bakıp gülümsüyorduk. O anlarda kelimelere gerek kalmıyordu.
Bir ara rüzgâr, saçımı hafifçe yüzüme savurdu. Selim eliyle nazikçe düzeltirken, sesi alçaldı.
“Seninle böyle sabahlara uyanmak... sanırım ben artık sabahları seviyorum, Ilgaz.”
Sadece baktım. Bir şey demedim. Çünkü bazı sabahlar, söylenen her şeyden çok, hissedilen sessizliklerle güzelleşirdi..
Kahvaltı masasındaki sessizlik... ilk başta huzurlu gibiydi. Ama bazen sessizlik, insanın içindeki en gürültülü şey olabiliyordu.
Selim simidini kahvesine batırırken hâlâ yüzünde o rahat gülümseme vardı. Onunla olmak, güvende hissettiren bir battaniye gibi. Sessizce yanımda duruyor ama bir şey demeden beni anlıyordu.
Ben gülüyordum. Hep yaptığım gibi. Yüzümde sıcak bir ifade, dudaklarımda küçük kahkahalar. Ama içimde... içimde hâlâ bir eksiklik vardı. Sanki masadaki her şey yerli yerindeydi ama içim hâlâ boştu.
Birden Selim gözlerini bana dikti.
“Gülüyorsun ama… içinden kaç kere sustun bugün?”
Kahveme baktım. Cevap vermedim. Sadece iç çektim.
O iç çekişim, bir roman kadar cümle taşıyordu belki de.
“Ben seni tanıyorum Ilgaz,” dedi yumuşak bir sesle. “O kadar alışmışsın ki güçlü kalmaya… bazen biri ‘iyi misin?’ dese, ağlayacak gibi oluyorsun.”
Boğazım düğümlendi. Başımı kaldırmadım. Kahvemin buğusuna saklandım. Sonra çok yavaş, neredeyse duyulmayacak bir sesle fısıldadım:
“Onu hâlâ özlüyorum, Selim.”
Sessizlik.
Gözlerim yanıyordu ama ağlamıyordum. Gözyaşlarım yoktu belki, ama içimde hâlâ Oğuz’un sesi vardı. Döndüğü gece, o bakışı… hayatımdan çıkış biçimi.
“Onu hâlâ seviyorum da belki,” dedim. “Ama bunu söylemek... ihanete benziyor. Çünkü o artık burada değil.”
Selim usulca yana kaydı, dizini benimkine değdirdi.
“Bazen biri gitmiş olsa bile, sevgi kalır. Bu ihanet değil. Bu sadakat.”
Gözlerimi kapattım.
“Ben bazen hâlâ onunla konuşuyormuş gibi hissediyorum. Geceleri, rüyalarımda. Uyanınca sanki sesini duymuş gibi oluyorum. Ama yok. Hep yok.”
Selim bir şey demedi. Sadece elimi tuttu.
“İyi ki buradasın,” dedim ona. “Yani... bir şey söylemeden yanımda durduğun için. Çünkü bazen hiçbir şey söylemeden birinin yanında durması, her şeyden daha fazla iyi geliyor.”
“Ben zaten konuşmak için değil, kalmak için geldim,” dedi Selim, gözlerini kaçırmadan.
O an ağlamadım. Ama içimdeki yük biraz hafifledi. Bazen, sevdiklerinin adını anmadan onları özleyebilirsin. Ve bazen, birinin seni anlaması için hiçbir şey anlatmana gerek kalmaz.
O sabah... kahvaltı masasındaki tabaklar kadar doluydu içim. Ama ilk defa, o doluluğu biriyle paylaşabildim.
Dolu gözlerle baktım karşımdaki Selim'e. Bu yabancı olduğum Paris sokaklarında kader onu karşıma çıkartmayı seçmişti.
Bir kez daha iyiki dedim.
Bir kez daha iyiki.
"İyiki varsın Selim." dedim fısıltıyla.
Önce uzun uzun baktı gözlerime. Koyu gözleriyle içine hapsetti beni. Sonrasında dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. O çok sevdiğim gülüşünü bahşetti bana. Güçlü, uzun kollarıyla sarmaladı daha sonra.
O çok sevdiğim, güven duyduğum kollarında sakladı beni...
***
Kahvaltı bitti. Tabaklar mutfağa taşındı, tepsi boşaltıldı. Her şey yerli yerine döndü, masa silindi, güneş pencereden hâlâ içeri süzülüyordu. Ama içimde, hiçbir şey yerli yerinde değildi.
Ayaklarım beni salonun köşesindeki koltuğa götürdü. Neredeyse düşünmeden oturdum.
O sabah... bir şeyler içimde çözülmüş gibiydi. Ama o çözülüşten sonra, bir yerlerim daha da ağırlaştı. Kahvaltıdaki sıcaklık dağıldıkça, yerine o tanıdık boşluk geldi: Oğuz’un yokluğu. Onun adı geçmese bile, konuşulsa da konuşulmasa da içimde yankılanan o tek his.
Sırtımı yastığa yasladım. Gözlerim bir noktaya takıldı.
Sessizdim. Ama zihnim çok sesliydi.
Az önce gülümsediğim şeyler şimdi sanki başkasının hatırası gibi uzak görünüyordu.
“İyi bir sabah geçirdim,” dedim kendi kendime.
Ama sonra sustum. Çünkü o iyi sabah bile sonunda yine aynı yere varıyordu: Oğuz’un eksikliğine.
İçimden bir yer hâlâ onu çağırıyor gibiydi.
Adını anmadan onu düşünmenin ağırlığı…
Konuşurken iyiyim diyebiliyorum ama yalnız kalınca içimden bir ses hep onu soruyor:
“Ne yapıyor şimdi?”
“Beni düşünüyor mudur hâlâ?”
“Unuttu mu?”
Kapının hafifçe gıcırdadığını duydum. Sonra ayak sesleri...
Selim geldi...
***
Selim koltuğun ucundan doğruldu, ellerini pantolonuna silip hafifçe başını yana eğdi.
“Peki... diyelim ki hayat acı biber kadar yakıyor seni. Ne yaparsın?”
Kaşlarımı kaldırdım.
“Biberi çöpe atarım?”
O an gözlerini kocaman açtı, ellerini başına götürdü.
“HAYIR! Hayır, hayır. Onunla menemen yaparsın. Çünkü bazen yakıcı şeyler... tat verir.”
Güldüm.
Sadece ağzım değil, içim de güldü biraz.
Selim parmağını bana doğru salladı.
“Ve işte bu yüzden, seni şimdi hemen markete götürmek zorundayım. Mutfakta devrim var, madam!”
“Yine menemen mi yapacaksın?”
“Hayır, bu seferki daha özel: Makarnalı menemenli hayal kırıklığı soslu sürpriz.”
Kahkaham salonu doldurdu.
Bazen böyle saçmalamak, acıdan daha güçlü geliyordu.
Ve Selim bunu biliyordu...
Alışveriş sepeti neredeyse ağlıyordu. Domates, soğan, limon, bir kutu çikolatalı dondurma, 3 farklı peynir, zeytin değil “zeytinli bisküvi” ve neden alındığı asla açıklanamayan bir kutu çiçekli peçete...
“Selim, biz sadece menemen için gelmiştik.”
Kahvaltı yapmış olmamıza rağmen Selim'in menemen yapma sevdası vazgeçilmezdi.
“Seni mutlu etmek için geldik. Mutfak bahane.”
Bir rafta durup bana döndü.
“Şu an mutsuz biri gibi görünmüyorsun.”
“Çünkü etrafımda deli biriyle alışveriş yapıyorum.”
Selim dramatik bir şekilde sepetin önünde diz çöktü.
“Ben deli değilim. Ben... tadın peşindeki bir kahramanım.”
Oradan geçen yaşlı bir teyze bize baktı. Selim kibarca gülümsedi.
“Madam, bu hanımefendi biraz moralsizdi, ama ben onu limonlu kek ve kaşarlı simitle hayata döndürüyorum.”
Teyze gülümsedi.
“Sen onu bırakma oğlum.”
Ben utandım. O sadece güldü.
Ve işte o an... kendimi biraz daha hafif hissettim.
Hayatta bazen bazı insanlar iyi gelirdi. Sadece orada durması bile yeterliydi içimize su serpmek için.
Selim o kişiydi.
En zor zamanımda çıkmıştı karşıma. En pes ettiğim anda çıkagelmişti.
'Ben buradayım.' demişti sanki bana. Ve öyle de olmuştu. Hiçbir zaman gitmemişti benden.
Kırsam da döksem de bir gün sırtını dönüp gitmemişti benden.
Yalnız olduğumu benimsediğim o karanlık dünyada ışık olmuştu.
Selim Yalın.
İyikim.
***
Marketten döner dönmez çantaları mutfak tezgahına bıraktık. Selim, çantaları boşaltmaya başladı, ben ise mutfağın ortasında durup etrafı süzdüm. O an, mutfak sadece yemek yapılan bir yer değil, bir anılar yumağına dönüştü gözlerimde.
Selim, elindeki biberleri göstererek:
“Bunlar sadece biber değil, cesaretin sembolü. Bugün onları birlikte doğrayacağız.”
Bir an tebessüm ettim, ama içimde hafif bir sızı vardı.
Bıçakları çıkardık, kesme tahtalarını hazırladık.
“Sen doğra, ben karıştırayım mı?” dedi Selim.
“Hayır, ben bu işi hallederim,” dedim, biraz meydan okuyarak.
Bıçak elimde, ilk biberi kesmeye çalıştım. Selim hafifçe gülümsedi:
“Dikkatli ol, biberin yanına gözyaşı da gelebilir.”
“Olsun, ben zaten duygusal biriyim,” diye cevap verdim.
İşte o anda, tavanda hafifçe ışıklar parıldadı, mutfakta hafif bir melodi duyuldu sanki.
Bıçakla keserken, gözlerim birden Oğuz’a gitti.
Onun o ciddi, ama gülümseyen yüzüne…
Geçmişte, aynı mutfakta, birlikte yemek yaparken yaşadığımız o sıcak anlar bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
Ama bu anılar yıpratıcı değil, daha çok sakin ve tatlı bir buruklukla doluydu.
Selim fark etti, sesimi duydu:
“Geldi mi o eski zamanlar?”
“Evet,” dedim, “ama bu sefer içimi acıtmıyor. Sadece… biraz özlüyorum.”
Selim yanımdan sessizce geçti, kolumu sardı.
“Özlemek, hatırlamak kadar değerlidir. Hem geçmiş bizi biz yapan parça değil mi?”
Gözlerim doldu ama bu kez gülecek bir şeyler vardı içimde.
Yemek hazırlığı devam ederken, Selim mutfağın diğer ucunda komik bir hareket yaptı.
“Bak, bu sosisler dans ediyor!” dedi, iki sosis parmağıyla oynayarak.
Gülüşmeler mutfağı sardı.
O an anladım ki, hayat bazen hüzünle, bazen neşeyle dolu.
Ve en önemlisi, bu anları paylaşacak birinin olmasıydı..
***
Mutfağın sıcak ışıkları altında, biberleri kesmeye çalışırken birden bıçak elimden kaydı ve yere düştü.
Gözlerimin dolduğunu, nefesimin daraldığını fark ettim ama kendimi durdurmaya çalıştım.
Ama olmadı.
Göğsümden sanki bir ağırlık inmişti, kalbim sıkıştı.
Bir hıçkırık yükseldi boğazımdan, ardından bir diğeri…
Kendimi yere bıraktım, dizlerimin üzerine çökerek, ellerimle yüzümü kapattım.
Hıçkırıklarım derinleşti, boğazım düğümlendi.
Sesim çıkmıyordu, sadece nefes alış verişim kesik kesikti.
Her hıçkırık, yılların birikmiş acısını, umutsuzluğunu taşıyordu.
Bir süre sonra, sıcak bir el omzuma dokundu.
Selim’in sesi, yumuşacık ve sakinleştiriciydi:
“İzin ver, buradayım. Güvende ol.”
Başımı kaldırdım, gözlerim yaşlarla dolu, utanç ve çaresizlik karışımı…
Ama Selim o an sadece yanında olduğumu hissettirdi.
Kollarını açtı, tereddüt etmeden onun kucağına sığındım.
Başımı göğsüne yasladım, kalp atışları ritmimi yakaladı, nefesim yavaşladı.
“Bazen çok güçlü olmaya çalışıyorum,” fısıldadım, “Ama bazen… sadece yorgunum.”
“Bu tamamen normal, Ilgaz. Ağlamak, kırılmak, yorulmak… Hepsi insan olmak demek.”
Uzun uzun, hıçkırıklarımdan kalan kırıntılarla başımı okşadı.
Kucağında, sanki hayat yeniden anlam bulmaya başladı.
“Bugün uyumalısın,” dedi, “Yarın yeni bir gün. Ve biliyorum, o gün sen biraz daha güçlenmiş olacaksın.”
Selim, ellerimi tutup yavaşça kaldırdı, odama götürdü.
Yatakta uzanırken, gözlerim ağırlaştı, Selim’in sesi son kalan düşüncelerimi huzura dönüştürdü:
“İyi uykular, Ilgaz. Yanındayım, unutma.”
Ve o sözlerle, gözlerim kapandı...
Derin, huzurlu bir uykunun ardından gözlerimi açtığımda geceydi. Başımda hafif bir serinlik, dışarıdaki hafif esinti yüzüme dokunuyordu.
Yavaşça otururken, balkona doğru çekildim.
Karşımda Selim’in özenle hazırladığı masa duruyordu. Hafif ışıklar, mumlar, küçük süsler… Sanki bütün Paris orada, benim için kurulmuştu.
Selim, arkasını döndü ve gülümseyerek kolunu uzattı.
“Buyur, kraliçem. Tahtın burada.”
Gözlerim doldu, ama bu kez mutluluktan, çünkü yanında, böyle anlar için bir dost vardı.
Tam o sırada büyük aynaya baktım.
Topuz dediğim şey neredeyse yamuk bir yığın olmuştu, birkaç tutam saç başımdan fırlamış, yorgunluk hâlâ yüzümdeydi.
O an kendimi tutamadım ve yüksek sesle cırladım:
“Aman tanrım! Bu ne hal, Ilgaz? Böyle bir saçla başla nasıl yemeğe davet edersin beni, Selim?”
Selim arkamdan gülerek:
“E işte kraliçe, doğal güzellik...”
“Doğal güzellik mi? Saçımı görünce ağlarsın! Bak, bak kendime...”
Tekrar aynaya baktım, yüzümü buruşturup hafifçe gözlerimi kısıp:
“Bu tam olarak ‘yeni uyandım, dağınığım ve hazır değilim’ hali!”
Selim yanımdan geçerken hafifçe dokundu:
“Ama buna rağmen harika görünüyorsun.”
Gülmeye başladım, sonra ani bir kararla:
“Bekle bakayım!” dedim ve Selim’in sırtına atladım.
O an şöyle bağırdım:
"Kendisi hazırlanmış beni de bu şekilde yemeğe davet ediyor. Yazıklar olsun sana Selim Yalın." dedim gülerek.
Selim kahkahalarla:
“İyi ki de atladın, çünkü şuan benden kurtuluşun olamayacak."
O gece, hem komik hem sıcacık bir anıyla başladı; hatalarla, kahkahalarla ve içten gelen mutlulukla...
Bölüm sonuuuuuu
Bayadır bölüm atmıyordum atayım dedim.
Selim hakkında düşünceleriniz nelerdir??
Biliyorsunuz 4 kader mahkûmunun ilk kitabı bende hazır ama yazmak biraz zorlayabiliyor bu sahneler önceden ayarlanmış zaten.
Koskoca 1 yılın geçmesi acı dimi?
Bol bol yorum yapmayı unutmayın ve oy vermeyiiii
Yeni bölümlerde görüşürüzzzzz
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |