
Medyaya koyduğum şarkılar güzel oluyor genelde dinleyin heeee💖💖
"Belki ikimizde pişman oluruz. Sen gelmediğine, ben beklediğime..."
(Yazar'ın anlatımıyla)
Paris’in sabahları, her zamanki gibi kendine has bir zarafetle uyanmıştı. Ilgaz’ın küçük, sade dairesinin penceresinden içeri sızan solgun ışık, duvara asılı kitap raflarını altın tonlarında boyuyordu.
Sokağın karşısındaki pastaneden gelen kruvasan kokusu, açık pencereden içeri sinsice süzülüyor, Ilgaz’ın battaniyesine sarınmış hâlini uykuyla uyanıklık arasında bırakıyordu.
Kendine sıcak bir kahve yaptı. Kupayı avuçlarının arasına aldı. Küçük mutfağın penceresinden dışarıyı izlerken içinden geçen o cümle, günlerdir kafasının bir köşesinde dönüp duruyordu:
“Onunla hâlâ evliyim... Kağıt üzerinde bile olsa. Bu ne kadar saçma.”
Yüzüne hafif bir bıkkınlık oturdu. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra derin bir nefes verdi. “Bugün başlıyorum,” diye mırıldandı. “Bu defteri kendim kapatacağım.”
Sokağa çıktığında yaz güneşi bulutların arasından süzülüyordu. Hafif bir esintiyle saçları savrulurken, sırt çantasını omzuna taktı. Postaneye uğraması gerekiyordu; Türkiye’den gelen birkaç resmi evrak vardı.
Yolda, tanıdık bir ses duyuldu. Bu Selimden başkası değildi.
“Madame Ilgaz!”
Başını çevirdiğinde Selim, elinde file pazar çantasıyla geliyordu. Siyah tişört giymişti, yüzünde her zamanki rahat gülümsemesi vardı.
“Bugün havada bir ‘pazara gidelim’ havası var. Sen nereye?”
Ilgaz hafif gülümsedi. “Postaneye. Belge gelmiş. Resmi işler.”
“Ne kadar sıkıcısın!”
Selim bunu söylerken yanına gelmişti bile.
“Benim planım çok daha eğlenceli. Sebze meyve alıp, sonra parka gidip seninle limonata içmek.”
Ilgaz kısa bir kahkaha attı.
“Resmi belgeler beni parktan daha fazla ilgilendiriyor.”
“Bugünlük bir istisna yapsan? Belgeler bekler ama sıcak günler kaçıyor,” dedi Selim, yüzünü göğe kaldırarak.
Ilgaz durdu. Omzundaki çantayı düzeltti. Gözleri Selim’in gülümseyen yüzüne kaydı. Sonra istemsizce başını salladı.
“Peki... Ama önce limonata.”
Küçük, sakin bir parktaydılar. Ağaçların gölgesi serinlik veriyordu. Selim, seyyar bir arabadan aldığı ev yapımı limonataları karton bardaklara koymuş, Ilgaz’a uzatmıştı.
Ilgaz bankta otururken çevresini izledi. Koşu yapan bir kadın, çimlere uzanmış kitap okuyan genç bir adam, çocuklarını kovalayan bir baba… Bütün bu yabancı hayatlar arasında bir parça huzur buluyordu.
“Biliyor musun,” dedi Selim, limonatasından bir yudum aldıktan sonra, “seni ilk tanıdığımda, hep bir yere kaçacak gibiydin. Gözlerin çok yorgundu.”
Ilgaz önce sessiz kaldı.
Sonra yavaşça başını salladı.
“Çünkü gerçekten kaçıyordum. Herkesten. Her şeyden. Hatta bazen kendimden bile.”
Selim gözlerini kısarak onu inceledi. “Şimdi?”
Ilgaz derin bir nefes aldı. Gözleri uzaktaki bir ağacın gövdesine takıldı.
“Artık kaçmak istemiyorum. Bitirmek istiyorum. Defterleri kapatmak. Kapanmamış kapıları aralık bırakmamak... O yüzden boşanacağım.”
Selim'in yüzünde şaşkınlıkla karışık bir anlayış belirdi.
“Yani… hâlâ evli misin?”
“Kağıt üstünde evet. Zorla. Herkesin unuttuğu bir evlilik, sadece benim içimde yankılanıyor.”
Bir süre sessiz kaldılar.
Selim başını iki yana salladı.
“Bazen… bazı savaşları sadece sen hatırlarsın. Diğerleri çoktan unutmuştur ama senin içinde hâlâ devam eder. İzin ver artık bitsin.”
Ilgaz hafifçe gülümsedi.
“İşte onu yapacağım."
Eve döndüklerinde Selim, “Sana yardım edeyim,” deyip aldığı sebzeleri mutfağa taşıdı. Ilgaz, evrakları masasının üstüne yaydı. Avukata atacağı maili tasarlamaya başladı.
Selim içeriden seslendi:
“Bu domatesleri doğramak için sertifikam yok ama deneyeceğim!”
Ilgaz kahkaha attı.
“O zaman ben de avukata mail atarken çeviri hatası yaparsam senin yüzünden!”
Selim başını uzattı, elinde domatesle:
“Anlaşma şöyle olsun: sen boşan, ben yemek yapayım. İkimiz de bir yükten kurtulmuş oluruz.”
Ilgaz ona baktı. Gülümsedi ama gözleri bu kez buğuluydu.
Bazı insanlar... hayata sanki ikinci bir şans gibi girer. Selim, hiçbir şey sormadan, hiçbir şeyi zorlamadan sadece 'orada'ydı.
Belki de bazı iyilikler sessizdir. Ama ruhu en çok besleyen de onlardır...
***
Mutfağın penceresinden sızan gün batımı ışığı, dolap kapaklarında altın sarısı izler bırakıyordu. Ilgaz tezgâha dirseklerini yaslamış, bir avuç taze nane yaprağını ayıklarken Selim’in mutfakta gezinmesini izliyordu.
Adam mutfakta sanki yıllardır yaşıyormuş gibi rahattı; domatesleri doğrayıp tavanın içine bırakıyor, sonra tencerenin altını yakıp baharat kavanozlarını elden geçiriyordu.
“Sen gerçekten… bu kadar iyi yemek mi yapıyorsun, yoksa sadece iyiymiş gibi mi davranıyorsun?”
Ilgaz gözlerini hafif kısarak sordu.
Selim hafifçe güldü.
“Çok acımasızsın. Paris’in en meşhur domates soslu makarnasını yapıyorum şu an.”
“Paris’te makarnayı sen mi temsil ediyorsun yani?”
“Kesinlikle,” dedi ve dramatik bir şekilde elindeki spatulayı havaya kaldırdı. “Yaralı ruhlara yemekle merhem oluyorum.”
Ilgaz başını iki yana sallayıp içten bir kahkaha attı.
“Belki de bu yüzden iyi geliyorsun,” diye geçirdi içinden. “Zorlamıyorsun. Yargılamıyorsun. Sadece varsın.”
Yemek kokusu mutfağı sararken ikisi de biraz sustular. Tezgâhın üstündeki radyodan eski bir Fransız chanson çalıyordu. Camın ardından dışarıya bakan Ilgaz, uzaktan geçip giden tramvayın ışıklarını izledi bir süre.
“Burada neyi en çok seviyorsun?” diye sordu Selim.
Ilgaz, düşünmeden cevap verdi:
“Kimsenin beni tanımamasını.”
Durdu, sonra sessizce devam etti:
“Beni geçmişimle yargılayan, adımı duyar duymaz bir hikâye uyduran kimse yok burada. Sadece… biriyim. Sadece Ilgaz.”
Selim, o an onun yüzüne çok uzun süre baktı. Hiçbir şey söylemeden. Gözleri, onun o ince ama ağır sözlerinin arasında dolandı, sonra başını hafifçe eğdi.
“Bazen sen konuşurken arada kalmış bir şarkı gibi hissediyorum,” dedi yavaşça. “Nakaratını unutan bir şarkı.”
Ilgaz donakaldı. O cümlede kendinden fazlasını bulmuştu.
Yemek hazırlandığında masa çok sade ama sıcaktı. Bir tabak makarna, bir kâse salata, iki bardak su. Selim, masaya otururken sandalyesini biraz gıcırtıyla çekti.
“Sana Paris’in en iyi tarifini sundum. Hazır mısın?”
Ilgaz çatalını aldı, biraz makarnadan aldı. Yavaşça çiğnedi. Gülümsedi.
“Fena değil. Belki de... biraz fazla iyi.”
Selim gözlerini devirdi.
“Yani itiraf ediyorsun, benden etkileniyorsun.”
“Etkilendiğim tek şey bu sarımsak tadı olabilir,” diye güldü Ilgaz.
Yemek boyunca laf lafı açtı. Geçmişten, Selim’in çocukluğundan, Türkiye'de doğup Fransa’da büyümesinden, annesinden kalan eski bir kitap koleksiyonundan… Ilgaz’ın gözleri her anlattığında hafifçe parlar gibi oluyor, sonra sönüyordu.
“Sen hep böyle miydin?” diye sordu bir ara Selim.
Ilgaz kaşlarını çattı. “Nasıl?”
“Yalnız. Güçlü. Ve bir duvarın arkasında konuşan gibi.”
Ilgaz çatalını tabağa bıraktı. Derin bir nefes aldı.
“Ben yalnız kalmadım… yalnız bırakıldım. Ve sonra alıştım. Güçlü değildim. Güçlü olmam gerektiği için öyleymişim gibi davrandım. Aslında hâlâ çok yorgunum.”
Sessizlik oldu.
O an sadece uzaklardan gelen araba sesleri ve mutfaktaki saat tıkırtısı duyuluyordu.
Selim, gözlerini Ilgaz’ın gözlerinden kaçırmadan, yavaşça başını salladı.
“Yorgun olabilirsin. Ama hâlâ buradasın. Ve hâlâ gülüyorsun. Bazen sadece bu bile yeter.”
Yemekten sonra bulaşıkları birlikte yıkadılar. Ilgaz suyu açtı, Selim kuruttu. Lavabonun başında, yorgun ama sakin bir dinginlik vardı.
Balkona çıktıklarında gece, serinliğini getirmişti. Ilgaz battaniyesine sığınırken Selim yanına bir fincan çay bıraktı.
Hiçbir şey söylemediler bir süre. Sadece oturdular.
Ve gökyüzünü izlediler. O gökyüzünü izlemek bile huzurdu onlar için. Konuşmadan, yargılamadan, sadece bakışlarıyla birbirlerini anlıyorlardı.
Kimi vedalar bir kapı kapatmaz...
Sadece bir pencereyi açar.
Ve Ilgaz, o gece ilk kez, kendi hikâyesini yazabileceğine inandı...
***
Ertesi sabah, Paris sessizce uyanmıştı. Sokaklar hâlâ uykudaydı, sadece fırıncıların telaşlı ayak sesleri, açılan kepenklerin metalik tınıları ve yoldan geçen bir-iki taksinin uğultusu duyuluyordu.
Ilgaz, mutfağın küçük masasında oturuyordu. Önünde bir kâğıt, boş bir eposta taslağı ve ellerinin arasında sımsıkı tuttuğu kalem vardı. Yazmaya defalarca başlamış, sonra cümleleri silmişti. Sanki ne söylese ya eksik kalıyordu ya da fazla sert.
Sırtındaki gri hırkayı daha sıkı sardı üzerine. Radyoyu açmadı bu kez. Sessizliğin içinde kendi sesini duymak istiyordu.
“Bu sadece bir boşanma değil. Bu, içimde kalan son bağın da çözülmesi demek.Bir çığlık değil bu, bir fısıltı. Ama belki de en çok fısıltılar özgürleştirir insanı.”
Ekrana döndü. Derin bir nefes aldı. Yazmaya başladı:
Konu: Boşanma Süreci Hakkında
Sayın Avukat Hanım,
Ben Ilgaz Çakmak. Türkiye'de yapılmış olan evliliğimin geçersizliğine dair dava açmak ve resmi olarak boşanma sürecini başlatmak istiyorum. Evlilik, baskı ve zorlamayla gerçekleşmiştir. Herhangi bir duygusal ya da yasal bağ kurmadığım, sadece korkuyla kabul ettiğim bu evliliğin artık üzerimdeki yükünü taşımak istemiyorum. Gerekli belgeleri hazırlamaya hazırım.
İletişim için bu e-posta adresinden devam edebilirsiniz.
Saygılarımla,
Ilgaz Çakmak.
Maili yazıp gönder tuşuna basmadan önce parmakları tuşların üstünde durdu. Derin bir sessizlik çöktü o an.
Sanki her şey, sadece o bir tıklamaya bağlıydı.
Sanki o tıklama, geçmişte bırakılmamış ne varsa açığa çıkaracaktı.
Tam bastığı an, içinde bir ürperti hissetti. Geri dönülmez bir şeydi bu. Ama tam da bu yüzden gerekliydi.
Selim içeriden çıktı, gözlerini ovuşturarak salona geldi. Üzerinde salaş bir tişört vardı, saçları darmadağındı.
“Bu kadar erken uyanan biri olduğuna hâlâ inanamıyorum.”
Ilgaz başını çevirmeden, ekrana bakmaya devam ederek cevapladı:
“Gönderdim.”
Selim bir an durdu.
“Neyi?”
Ilgaz bu kez dönüp ona baktı. Gözlerinde garip bir rahatlama vardı.
“Artık onun karısı değilim. En azından, olmamak için ilk adımı attım.”
Selim’in yüzündeki uyku bir anda silinmiş gibiydi. Ciddileşti, ama gözlerinde gurur vardı.
“İyi misin?”
Ilgaz bir süre düşündü. Omzunu hafifçe silkti.
“Bilmem. Hafifim galiba. Ama aynı zamanda boş gibiyim. Sanki bir şey çıktı içimden... ama henüz yerine bir şey koyamadım.”
Selim yanına geldi. Masanın diğer ucuna oturdu. Bir şey söylemedi.
Sadece gözleriyle onu izledi.
Bazen hiçbir şey dememek, en doğru cevap olurdu.
Ilgaz, pencereden dışarıya baktı. Sokak yeni yeni hareketleniyordu. Gri gökyüzü yerini yavaş yavaş maviye bırakıyordu.
Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi.
“Ben... değişiyorum. Bu şehirde, bu sessizlikte, bu yalnızlıkta... Belki ilk kez gerçekten ben oluyorum.”
Bir evlilik bitmemişti sadece.
Bir zincir kırılmıştı.
Ilgaz, o sabah ilk kez kendini bir isim gibi değil, bir insan gibi hissetmişti...
Bölüm sonuuuuuu
Nasıldıııı????
Yakında sezon finali yapıp ikinci kitaba geçeceğimiz için biraz hızlandırmayı düşündüm bu süreci.
Gözüm yaşlı.
Yavaş yavaş koca bir serüvenin sonuna geliyoruz.
Umarım beğenirsiniiiiizzzzz.
Bol bol yorum bekliyorummmmm
Yeni bölümlerde görüşürüzzzzzz
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |