
Medyadaki şarkıyla okuyabilirsiniiiizz💖
"Kadın gitti, adam bitti..."
(Yazar'ın anlatımıyla)
Güneş ağır ağır odaların duvarlarını yalarken, İstanbul sokakları henüz tam uyanmamıştı.
Kuşların cılız sesi, camdan sarkan tül perdeleri hafifçe titreten esintiye karışıyor, evin içindeki sessizliği nazikçe uyandırıyordu.
Tolga, mutfağa ilk giren kişiydi. Her sabah olduğu gibi, uyanır uyanmaz suyu ocağa koymuş, çayı demlemişti. O, çayın başında dakikaları izlerdi; fokurdayan suyun sesi, sabahın ilk konuşanı olurdu evde.
Sonra bir adım, bir sandalye gıcırtısı, bir esneme sesi… Fakat bu sabah da yine öyle olmadı.
Oğuz’un odası sessizdi. Çiğdem hâlâ uyanmamıştı.
Tolga, fincana biraz limon sıktı. Alışkanlıktı. Limonlu çayı sevmeyen biri bile olsa, evde bir düzenin sürdüğüne inanmak istiyordu.
Dakikalar sonra ayak sesleri duyuldu. Ama ne canlı, ne kararlı.
Ağır, bezgin. Sanki biri değil de, bir gölge yürüyordu.
Oğuzdu.
Yarı açık gri tişörtünün omzu düşmüş, basit bir eşofman giymişti.
Saçları uzamış, alnına dökülüyordu. Sakalları düzensizce uzamıştı. Gözlerinin altındaki halkalar, bir gecelik yorgunluk değil, bir yılın izleriydi.
Çaydanlıkla uğraşan Tolga, yüzünü çevirmedi.
“Uyandın mı?”
“Evet,” dedi Oğuz, sesi duyulmayacak kadar alçaktı.
Kendine bir fincan aldı ama çay koymadı. Fincanı sadece ellerinin arasına aldı. Sıcaklık arıyordu belki de. Ya da tutunacak bir şey.
Tolga sonunda başını çevirdi.
Bir süre onu izledi.
Sonra yavaşça sordu:
“Ne zamandır kesmiyorsun bu sakalları?”
Oğuz gözlerini fincandan kaldırmadı.
“Bilmem. Zaman saymayı bıraktım.”
Tolga cevap vermedi. Bazen bazı cümleler öylesine eksikti ki, üzerine tek kelime eklenmemeliydi.
Derken mutfak kapısından Çiğdem göründü.
Üzerinde sabahlığı, saçları topuz yapılmış, ama yüzünde belli belirsiz bir öfke vardı.
Oğuz’a şöyle bir baktı, sonra direkt masaya yöneldi.
“Yine mi böyle?” dedi Tolga’ya göz ucuyla.
Tolga sessiz kaldı.
Çiğdem, çaydanlığı eline alırken artık susmamaya karar vermiş gibiydi.
“Bak Oğuz… biz senin yasını tutmanı anlıyoruz. Ama bu halin… bu evin üstüne çökmeye başladı artık. Tam bir mezarlık gibiyiz.”
Oğuz ilk kez gözlerini ona kaldırdı.
Yüzünde ne kızgınlık, ne şaşkınlık vardı.
Sadece boşluk.
“Ben kimsenin yasını tutmuyorum.”
Çiğdem’in kaşları çatıldı.
“Hayır, sen tutuyorsun. Hem de öyle bir tutuyorsun ki, kendi içinde gömmeye çalışıyorsun Ilgaz’ı. Ama o kız hayatta. Ve senin burada kendini çürütmene değmez.”
Tolga, usulca araya girdi.
“Yeter Çiğdem…”
“Hayır!” dedi kız, sesi yükseldi. “Birinin bunu söylemesi gerekiyordu. Biz buradayız Oğuz. Biz senin arkadaşınız, aileniz. Ama sen sadece onun gidişine takılıp kaldın.”
Oğuz sandalyesini geri itti. Kalkmadı.
Ama gözleri cama döndü.
Dışarıda bir güvercin konmuştu pencere pervazına.
Bir an sustu. Sonra mırıldandı:
“Ben değil, o gitti. Ben sadece kaldım.”
O sessizlikte, üçü de ne söyleyeceğini bilemedi.
Tolga fincanını yıkamaya koyuldu.
Çiğdem, hışımla salona çıktı.
Ve Oğuz, yine fincanı elinde, pencereye baktı...
***
Çiğdem salona geçtiğinde hızlı adımlarla pencereyi açtı. Evin havası sıkışmıştı.
İçine çektiği ilk serinlik bile boğazına düğüm gibi oturdu.
Arkasından Tolga geldi.
“Gereksiz sertleştin,” dedi usulca.
“Hayır Tolga. Sert değilim. Yorgunum.
Her sabah aynı sahne. Aynı sessizlik. Aynı Oğuz. Aynı boşluk...”
Tolga cevap vermedi. Oturup başını geriye yasladı.
Gözlerini tavana çevirdi.
Tavanda dönen pervaneye değil, hayalinde dönüp duran anılara bakar gibiydi.
Bir süre sonra fısıltıyla konuştu:
“Ben Ilgaz’ı rüyamda gördüm geçen gece.”
Çiğdem başını çevirdi.
“Ne yapıyordu?”
“Gidiyordu. Ama ilk defa dönüp baktı.
İlk defa… durdu.”
Çiğdem’in gözleri buğulandı.
Kucağında tuttuğu yastığı sıktı.
“Hiç haber yok. Bir fotoğraf, bir not, bir iz… Yokluğu bile iz bırakmıyor.”
Tolga hafifçe gülümsedi.
“Çünkü Ilgaz, ardında sessiz bir çığlık bıraktı. Ve biz hâlâ onun yankısındayız."
***
Oğuz ağır adımlarla yürüyordu.
Üzerindeki kapüşonlu mont, sıcağa rağmen omzundan kaymıyordu.
Yürürken her şey bulanık gibiydi.
Sokaklar, tabelalar, arabalar, sesler...
Bir süre sonra durdu.
Karşı kaldırımda, yıllarını verdiği diş kliniği duruyordu.
Ama içeri girmedi.
Sadece baktı.
Camdan yansımasına baktı.
Sakallar uzamış, yüz çizgileri sertleşmiş, gözleri boş.
Ilgaz’ın ilk defa onu gülümsettiği gün geldi aklına.
Gülmek, artık anı gibi bir şeydi. Gerçek değil.
Yürümeye devam etti.
Ayakları fark etmeden onu sahile götürmüştü.
Küçük bir bankın ucuna oturdu.
Ceplerini karıştırdı, sigara yoktu. Zaten bırakalı aylar olmuştu. Ama eli hâlâ arıyordu. Tıpkı kalbinin hâlâ Ilgaz’ı aradığı gibi…
Bankın kenarında buruşturulmuş bir kâğıt dikkatini çekti.
Sıradan bir şeydi belki. Ama eğilip aldı.
Islaklıktan dağılmış kelimelerin arasından sadece tek bir cümle okunuyordu:
“Bazı insanlar gitmez. Sadece daha sessiz yaşarlar içimizde.”
Oğuz’un parmakları titredi.
Kim yazmıştı bilmiyordu.
Ama sanki ona yazılmıştı.
Dönmeye niyetlendiğinde, gözleri sahildeki çocuklara takıldı.
Pamuk şekeri alan küçük bir kız.
Ilgaz’ın gülüşü gözlerinde canlandı.
Sonra, gözleri doldu. Ama ağlamadı. O artık ağlamayı da unutmuş gibiydi.
“Sen gitmedin Ilgaz. Ben bıraktım.
Ama sen… içimde duruyorsun hâlâ.”
Gün yavaşça akşama dönüyordu.
Gri gökyüzü pembeye çalarken, Oğuz ağır adımlarla eve döndü.
Kapıyı açtığında içeride sessiz bir akşam havası vardı.
Çay kokusu sinmişti duvarlara.
Televizyon açıktı ama sesi yoktu.
Tolga, salonun köşesindeki koltukta kitap karıştırıyordu.
Çiğdem, pencerede çamaşırları topluyordu.
İkisi de başlarını çevirdiğinde Oğuz’un geldiğini fark etti ama kimse hemen konuşmadı.
Sanki onu ürkütmemek ister gibi…
Sanki yorgun bir adamı uyandırmamak ister gibi.
Oğuz ceketini çıkarıp askıya astı.
Sonra salona geçti, sessizce koltuğa oturdu.
Bir şey demedi. Ama bu kez bakışları boş değildi.
Yorgundu, ama ilk defa biraz daha... oradaydı.
Çiğdem, çamaşır sepetini kenara koydu.
Yanına geçti.
Oturmadı, ama dizlerinin hizasında durdu.
“Bugün neredeydin?”
Oğuz başını kaldırdı.
“Denizde. Sahilde biraz…”
Durdu.
“Ilgaz’ın gittiği günden beri ilk kez oraya indim.”
Çiğdem, başını usulca salladı.
“İyi gelmiştir.”
Oğuz bir şey demedi.
Ama gözleri çok şey söylüyordu.
Bir süre sonra Tolga konuştu, kitabı kapatarak:
“Biliyor musun Oğuz, senin bu hâlin... Ilgaz gitmiş gibi değil de, sanki hiç var olmamış gibi davranmana benziyor. Ama o vardı. Buradaydı. Bizimleydi.”
Gözlerini dikti ona.
“Ve biz hâlâ onu özlüyoruz.”
Çiğdem içini çekti.
“Her sabah kahvaltıya inecekmiş gibi... Her odadan çıkacakmış gibi hissediyorum bazen.”
Sonra gülümsedi.
“Saçma geliyor ama... banyodaki havlunun rengine kadar hatırlıyorum.”
Oğuz, başını dizlerine yasladı.
Ellerini gözlerine kapattı.
İlk defa orada, onların yanında... sessizliğini paylaştı.
Bu bir itiraf değildi.
Bu bir özür de değildi.
Bu sadece… birinin eksikliğini üç kişi birlikte anımsamaktı.
Ev o gece yine sessizdi.
Ama bu kez sessizlik sanki biraz daha hafifti.
Biraz daha paylaşılmış, biraz daha anlaşılmış...
Ve o an, üçü de farkında olmadan aynı şeyi hissetti:
Ilgaz gitmişti, evet. Ama hâlâ bu evin bir köşesinde nefes alıyordu.
***
Gece, ağır ağır iniyordu İstanbul’un üzerine.
Ev, sessizliğin koyu perdesiyle örtülmüştü.
Oğuz odasına çekilmiş, kapıyı yavaşça kapatmıştı ardında.
Kalanlar ise, aynı duyguların içinde, birbirlerine yakın ama bir o kadar da uzak durmuştu.
Çiğdem, battaniyeyi omuzlarına sıkıca doladı.
Yorgunluk, o gece bedeninden çok ruhuna işlemişti.
Gözleri dalgındı, elleri titrek.
Tolga, bir adım yaklaştı.
Koltuk kenarına otururken, sesini kısarak konuştu:
“Çiğdem...”
“Yorgunum, Tolga,” dedi kadın, sesi incecik, kırılgan.
“Her şey çok ağır artık.”
Tolga, yavaşça başını salladı.
“Biliyorum. Senin yükün çok büyük.”
Çiğdem derin bir nefes aldı.
“Biliyor musun...” dedi, “İçimde yıllardır taşıdığım bir sızı var. Ilgaz’a ne yalanlar söyledik. Onu ne kadar korumaya çalışsak da...Gerçeklerden ne kadar saklasak da... Belki de en çok o incindi, en çok o yalnız kaldı.”
Tolga başını hafifçe eğdi.
“Ve bunu söyleyemedik ona. Söyleyemedik...”
Çiğdem’in gözleri doldu, dudakları titredi.
“Ne olurdu eğer... Ona her şeyi anlatsaydık? Acılar mı çoğalırdı, yoksa bir yük mü kalkardı? Yoksa...”
Sesi boğuldu.
“Yoksa onu bu kadar yıkan biz mi olacaktık?”
Tolga elini uzattı, kadının ellerini nazikçe kavradı.
“Sana söyleyeyim... Bazen gerçekler, bazı yalanlardan daha acıdır. Ama... Gerçek olan tek şey, seni ve Ilgaz’ı ne kadar çok sevdiğimiz.”
Çiğdem titredi, gözlerinden yaşlar süzüldü.
“Bazen kendimi tutamıyorum. Ağlamak istiyorum, ama o güç bile kalmadı. Yalnızca yorgunluk... Ve boşluk.”
Tolga başını kaldırdı, kadının yüzüne baktı.
“Ben buradayım. İstersen her zaman yanında olacağım. Ağla, istersen sus, ama yalnız değilsin.”
Kadın titrek dudaklarını araladı, derin bir nefes aldı.
“Biliyorum... sen ve Oğuz...”
Gözleri dolu dolu, hafif bir tebessümle devam etti:
“İyi ki varsınız.”
Tolga, daha da yaklaştı.
Yavaşça elini yüzüne götürdü, parmaklarıyla gözyaşlarını sildi.
“Sen çok güçlüsün Çiğdem. Bunu unutma.”
Çiğdem başını kaldırdı, göz göze geldiler.
Kalpleri hızla atıyordu.
Tolga, dudaklarını yumuşakça kadının yanağına götürdü, sonra dudaklarına… İlk
öpücük, yılların acılarını, kırgınlıklarını, umutlarını taşıyordu...
Tolga’nın dudağından dökülen o yumuşak öpücük, zamanın akışını yavaşlatmıştı sanki.
Çiğdem, önce donuk bir şaşkınlık yaşadı.
Gözlerini yavaşça açtı, hafifçe araladı dudaklarını; nefesi daralmıştı.
Bir an için dünya durmuş gibiydi; tek duyduğu kalbinin hızlı atışıydı.
Yüzünde beliren kırılganlık, gözlerindeki ışıltıyla dans ediyor; gözyaşları, sıcaklığın içinde minik pırıltılar halinde akıyordu.
Tolga’nın eli hâlâ yüzündeydi, parmakları nazikçe yanağından çenesine doğru yükseldi.
“Çiğdem...” diye fısıldadı, sesi derin, içten ve koruyucuydu.
Kadın gözlerini kapattı, hissettiklerinin ağırlığı altında boğulurken, kalbinin en derinlerinde uzun zamandır bastırdığı duygular bir kıvılcım gibi parladı.
“Bilmiyorum,” dedi usulca.
“Böyle bir şeyi... böyle bir anı hiç beklemiyordum.”
Sesi titriyordu, kelimeler yumuşak ve kırılgandı.
Tolga, başını hafifçe yana eğdi; onu yargılamadan, sadece dinleyerek…
“Biliyorum,” dedi.
“Belki de ben yıllardır bekliyordum. Sana söyleyemedim, çünkü korktum. Korktum kaybetmekten. Korktum, bu evdeki her şeyin kırılganlığından. Ama seni sevmek, bana hayatın en gerçek yanını gösterdi.”
Çiğdem yavaşça başını kaldırdı. Gözlerinin içine bakıyordu Tolga.
İçinde, uzun zamandır çözemediği bir fırtına vardı: Korku, umut, şaşkınlık ve büyüyen bir sıcaklık…
“Sen... yıllardır benimle aynı evde, aynı havayı soludun,” dedi, sesi kısıldı, “ama ben... bunu göremedim. Belki de görmek istemedim.”
Bir yandan gülümsedi, bir yandan gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.
“Bu gece... seninle geçirdiğim bu an... bana umut verdi. Ama aynı zamanda korkutuyor da.”
Tolga, yumuşak bir gülümsemeyle yanıt verdi:
“Korku, yeni bir başlangıcın habercisidir bazen. Ve ben buradayım. Seni korkularınla, yorgunluğunla, bütün gerçeklerinle kabul etmek için.”
Kadının eli, yavaşça Tolga’nın elini tuttu.
“Beni anlaman... bana verdiğin güç için teşekkür ederim.”
Gözleri parladı, içinde taşıdığı tüm kırılganlıkla birlikte bir cesaret doğdu.
Tolga, nazikçe elini çekmedi.
“Birlikte yürürüz, Çiğdem. Yavaş yavaş, adım adım...”
Başını hafifçe eğdi, gözlerinin derinliklerinde sevgi ve kararlılık vardı.
Çiğdem, içine işleyen bu sıcaklıkla hafifçe başını ona yasladı.
Ve o an, evdeki ağır sessizlik içinde, yeni bir hayatın ilk nefesi doğdu...
***
Zaman... bazı insanlar için iyileştirici bir merhemse, bazıları için yavaş bir zehir gibidir.
Burak için geçen bir yıl, ne iyileşmekti ne unutmak...
Tam aksine, her geçen gün, aklının kenarlarını çürüten bir sabırsızlık, bir delilikti.
Gözler, artık parlaklığını yitirmişti.
Simsiyah odasında, tavana boş boş bakan bir adam vardı.
Ne geceyle ilgileniyordu ne gündüzle.
Saatler onun için anlamını yitirmiş, duvarlara sinmiş sessizliğin içinde yaşamayı öğrenmişti.
Evlerinin bir odası…
Artık ne bir genç adamın odasıydı, ne de bir oğlun.
Bir hastane odasını andırıyordu.
Camlar yüksek perdelerle örtülmüş, ışık sadece tavandaki beyaz florasandan sızıyordu.
Karyola demirleri gıcırdıyor, duvarda bir ilaç takvimi asılı duruyordu ama boştu.
Hiçbir ilaç Burak’ın içindeki karanlığı bastıramamıştı çünkü.
Zaten ailesi çoktan anlamıştı: Bu delilik, tedavi edilecek türden değildi.
Onu bir kuruma yatırmak yerine evde tutmayı tercih etmişlerdi.
Çünkü biliyorlardı: Dış dünyaya salınırsa, Ilgaz’a zarar verebilirdi.
Ve belki de kendine.
Burak, her sabah aynı şekilde uyanıyordu.
İlk yaptığı şey, dolabın içindeki eski bir kutuyu açmak…
Kutunun içindeki bir fulardı.
Ilgaz’a ait olmayan, ama onun olduğunu hayal ettiği.
Bir de bir fotoğraf… nikâh günlerinden kalma, solmuş, köşesi yırtılmış.
Fotoğrafa baktığında gözleri parlıyordu.
Ama bir parlamadan çok, yanışa benziyordu bu.
Sessizce mırıldanıyordu:
“Beni bırakmazdı... bırakmadı aslında. Ailesi götürdü... ya da... belki Oğuz kandırdı.Ama dönecek. Dönecek.”
Kapıdan içeri giren annesi, her defasında bir çığlığın kenarına tutunmuş gibi bakıyordu oğluna.
Ona yaklaşmaya çalışıyor, Burak’ın gözlerinde hâlâ “normal” bir şey arıyordu.
Ama her seferinde karşılaştığı şey:
Boşluktu.
“Burak... ilacını getirdim,” dedi kadın kısık sesle.
Burak başını kaldırdı, gülümsedi.
Ama o gülümseme, bildiğimiz türden değildi.
Tuhaf bir eğreti vardı yüzünde.
“Ilgaz geldi mi?”
Kadın durdu.
Boğazı düğümlendi.
“Hayır... bugün de gelmedi.”
Burak başını çevirdi, duvarda olmayan bir saate baktı.
“Geç kaldı... Geç kalmamalıydı.
Bu saatte hep burada olurdu.”
Gözleri yaşardı ama anlamlı bir hüzün değildi bu.
Zihni çoktan başka bir gerçekliğe sapmıştı.
Annesi odadan çıkarken eşiyle göz göze geldi.
“Onu dışarı çıkaramayız,” dedi fısıltıyla.
“Ilgaz’ın yerini öğrenirse... bu sefer...”
Boğazı düğümlendi.
“Onu kendisinden bile koruyamayız.”
Ve o an, koridorun loşluğunda Burak’ın fısıltısı yankılandı:
“Ben karımı alacağım... O benim. Beni bekliyor.
Bekliyor.
Hep bekledi...”
***
Gece yarısını çoktan geçmişti.
Ev sessizdi.
Ama bu sessizlik, huzurun değil…
Fırtınadan önceki o iç gıcıklayıcı durgunluğun habercisiydi.
Burak’ın odasından önce bir cızırtı duyuldu.
Sonra bir vuruş.
Ardından, aniden gelen bir cam kırılma sesi.
Ve sessizlik...
Ama bu kez, çok daha tehditkâr.
Annesi telaşla koridora koştu, titreyen elleriyle kapıyı ittiğinde Burak, pencerenin kenarında ayakta duruyordu.
Gömleği dağılmış, gözleri boş bakıyordu.
Odanın bir köşesinde çerçeveler yerlere atılmış, yastıklar paramparça edilmişti.
Yerde bir masa lambası, telleri açıkta sarkıyordu.
Annesi titrek bir sesle seslendi:
“Burak... oğlum... ne yapıyorsun böyle?”
Burak, yavaşça başını çevirdi.
Gözleri kan çanağı gibiydi.
Dudağının kenarındaki o ürkütücü gülümsemeyle fısıldadı:
“O geliyor anne…
Sesi duydum.
Beni çağırdı.
Ilgaz beni affetti.”
Kadının dizlerinin bağı çözüldü.
“Hayır oğlum… kimse seni çağırmadı. Lütfen gel, yatağına uzan.”
Burak, öne doğru birkaç adım attı.
Elleriyle duvardaki tabloyu yere indirdi.
Camlar etrafa saçıldı.
“Yeter! Kandırmayın beni artık!
Onunla konuşuyorum… her gece geliyor!”
Kadın hemen hemşireyi çağırmak için elini cebine attı.
Titreyen parmaklarıyla telefonun ekranını bulmaya çalıştı.
“Bize yardım et, Allah’ım...”
Hemşire aceleyle içeri girdiğinde Burak çoktan sandalyesini cama fırlatmıştı.
Yerdeki fotoğraf parçalarını eline alıyor, Ilgaz’ın yüzünü öpüyor gibi yapıyordu.
Sonra kendi kendine mırıldandı:
“Bambaşka yer dedi.
Orada bekliyormuş beni…
Gözleriyle söyledi.
Gitmem gerek.”
Hemşire eğildi, arkasından yaklaştı.
Annesi gözlerini kapattı, gözyaşları sessizce süzüldü.
“Burak, sana yardım etmemiz gerek,” dedi hemşire, yumuşak ama hazırlıklı bir sesle.
“Sadece biraz rahatlaman gerek. Beni hatırlıyor musun?”
Burak, başını yavaşça çevirdi.
O saniyede... gözlerinde bambaşka bir şey belirdi.
Bir boşluk.
Bir öfke.
Bir bilinmezlik.
“Siz…siz beni kandırıyorsunuz!”
Elini kaldırdı, cam parçasını savurdu ama hemşire hızlıydı.
Kolu yakalayıp çevirdi, diğer eliyle cebindeki küçük iğneyi çıkardı.
Küçük bir mücadele…
Sonra Burak’ın sesi birden titredi:
“Ilgaz… bekle… bekle beni…”
Son sözleri odanın duvarlarına çarpıp yankılandı.
Sonra vücudu yavaşça gevşedi.
Sırtı yere yaslandı.
Gözleri açık… ama artık hiçbir yere bakmıyordu.
Uykusuz bir deliliğin ortasında, geçici bir sessizlik daha çöktü.
Annesi dizlerinin üzerine çöktü.
“Ne olur bitsin bu...Allah’ım, ne olur oğlumu geri ver.”
Ve Burak...
Zihninde hâlâ o dediği bambaşka yere gidiyordu...
Bölüm sonuuuu..
Nasıldıııı
Dediğim gibi bu süreci hızlandırma kararı aldım çünkü sezon finali olucak.
Bu bölümde biraz da olsa o 1 yıl içerisinde Ilgaz yokken Türkiye'de İstanbul'da kalanlara ne olmuş onu görmenizdi.
Umarım beğenirsiniiiiizzzzz
Yeni bölümde görüşürüzzzzz.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |