34. Bölüm

33. Bölüm

Sümsime🤍
oylesine_yazan.__

 

 

 

 

Medyadaki şarkıyı şiddetle tavsiye ediyorum dinleyerek okuyuuunnn🤭💖💖

 

"Sensizliğin yorgunluğu çöktü üzerime..."

 

(Yazar'ın anlatımıyla)

 

Sabah, ince bir serinlikle sızmıştı pencerenin aralığından.

Geceden kalma karanlık, evin içinde hâlâ kırıntılarını bırakmıştı;

salonun köşesinde unutulmuş bir ceket, sehpanın üzerinde bekleyen boş bir çay bardağı, ve hâlâ uyandırılmamış bir sessizlik.

 

Mutfakta üç kişilik masa kurulmuştu.

Her zamanki gibi...

Bir yıl önce neyse, o gün de oydu.

Ama fark; masada hâlâ bir sandalye boştu.

 

Çiğdem, demlikten yükselen buharı izliyordu.

Gözleri camdaydı ama aklı yukarıdaydı.

Saat sabah sekizi geçmişti.

Ve Oğuz, yine inmedi.

 

Bir yıl boyunca hemen her sabah böyleydi.

İnmedi.

Sessiz kaldı.

Yok saydı her şeyi.

Kendi nefesini bile.

 

Tolga, elinde çayıyla sandalyeye oturdu.

Çiğdem’in göz ucundan ona baktığını fark etti.

 

“Yine inmeyecek,” dedi kadın, cümleyi bıçak gibi keserek.

Sanki içinden gelen bir kırgınlıkla değil de, artık kabullenilmiş bir vazgeçişle.

 

Tolga başını eğdi.

Cevap vermedi.

 

Bir anlık sessizlik çöktü aralarına.

Ama o sessizlik, mutfağın dört duvarını saran koca bir sızı gibiydi.

İnsanı nefessiz bırakan cinsten.

 

Çiğdem dudaklarını ısırarak başını çevirdi, sonra yavaşça konuştu:

“Tolga... böyle olmuyor. Bu böyle gitmiyor.”

 

Sesi çatallıydı.

“Onu kaybediyoruz.”

 

Tolga bakışlarını bardakta bıraktı.

Kendine ait bir suçluluk vardı içinde.

Belli etmiyordu, ama bir yıldır her sabah, Oğuz’un kapısına dokunmamış olmanın yükünü taşıyordu.

 

“Bugün odasını toparlayalım mı?” dedi Çiğdem.

“Yani… belki... bir şey buluruz. Belki bir şekilde… ona ulaşırız.”

 

Tolga bir süre cevap vermedi.

Sonra başını salladı.

“Ama onun haberi olmadan yapamayız.”

 

Tam o an, evin giriş kapısı açıldı.

Sessiz bir gölge geçti koridordan.

Çiğdem ve Tolga, aynı anda doğruldular.

 

Oğuz’du.

Yüzü solgun, gözleri yorgun.

Gömleği kırışıktı.

Üzerinde hâlâ geceyle vedalaşamamış bir uykusuzluk vardı.

Ve gözlerinin içinde, hâlâ Ilgaz’ın adı yazılıydı.

 

Ayakkabılarını sürüyerek giydi.

Sırtını kapıya yasladı.

Ne “günaydın” dedi.

Ne de “çıkıyorum.”

Sadece orada durdu.

Ve sonra çıktı.

 

Kapı ardından yavaşça kapandı.

 

Çiğdem, ellerini yüzüne götürdü.

Bir süredir tuttuğu nefesi saldı.

Sonra Tolga’ya döndü.

 

“Şimdi.”

“Şimdi yapalım.”

 

Oğuz’un odasına girmeleriyle beraber, sanki içeriye bambaşka bir hava doldu.

Bir mezar gibi ağır.

Bir hatıra gibi keskin.

Ve bir yılın sessizliği gibi derin.

 

Perdeler gün ışığını içeri almıyordu.

Yerde kitaplar, dağılmış defterler…

masa üzerinde yarısı dolu kahve kupası, altı kurumuş…

bazı kıyafetler sandalyeye yığılmış.

Ve yatağın kenarına sarkmış bir kutu.

 

Tolga eğildi.

Kutunun kapağı aralıktı.

İçinden düzgünce katlanmış kâğıtlar sarkıyordu.

 

Birini aldı.

Parmakları titredi.

Kağıdın kokusu, eski zamanların bir fotoğrafı gibiydi.

Mürekkep kurumuştu.

Ama acısı hâlâ tazeydi.

 

Başlığı yoktu.

Sadece, Oğuz’un el yazısıyla yazılmış tek bir kelimeyle başlıyordu:

Ilgaz.

 

“Seni unutmaya çalışmak, boş bir bardakta boğulmak gibi.

İçinde hiçbir şey yok, ama hâlâ boğuluyorum.

Bu sabah gözlerimi açtım ve bir an… seni gördüm sanıp doğruldum.

Ama oda boştu.

Aynı ben gibi.”

 

Tolga başını eğdi.

Mektubu usulca Çiğdem’e uzattı.

Kadın kâğıdı aldı, okurken soluğu kesildi.

Gözlerinin içi nemlendi.

Mektup ellerinde titriyordu.

Sanki kâğıt değil de Oğuz’un kalbiydi ellerinde tuttuğu.

 

Bir başka mektubu aldı.

Bu kez tarih yazılmıştı üstüne:

22 Kasım.

 

“Bugün seni rüyamda gördüm.

Ellerini tutuyordum ama bir türlü yüzüne bakamıyordum.

Uyandığımda avuçlarım boştu.

Gittin mi gerçekten, Ilgaz?

Yoksa ben mi bıraktım ellerini?”

 

Çiğdem ağlıyordu artık.

Sesi çıkmıyordu ama gözlerinden süzülen yaşlar, mektubun köşesini ıslatıyordu.

 

Tolga, kâğıt yığınına tekrar uzandı.

Bir başkası… bu kez daha uzun.

Sanki içini döktüğü bir haykırış gibi.

 

“Sana hiç söyleyemediklerimi yazıyorum.

Çünkü yüzüne bakmaya utanıyorum artık.

Yalancı oldum.

Korkak oldum.

Seni sevdim ama sakladım.

Ve şimdi seni her sabah biraz daha kaybediyorum.

İçimde bir şehir yandı.

Adını sen koyduğun o sokaklar…

şimdi harabe.

Ve ben, hâlâ o sokaklarda dolaşıyorum.

Sensiz.”

 

Çiğdem dizlerinin üzerine çöktü.

Artık mektup tutacak hâli kalmamıştı.

Omuzları sarsılarak ağlıyordu.

Sadece Ilgaz için değil…

Oğuz için, kendisi için, hepsi için.

 

Tolga onun yanına çömeldi.

Elini sırtına koydu.

Kıpırdamadı.

Çünkü bazı acılar sustururdu insanı.

 

Çiğdem boğuk bir sesle konuştu:

“Keşke… keşke bir gün… bu mektupları okusaydı Ilgaz.”

 

Tolga, yavaşça cevap verdi.

“Sadece Ilgaz değil… Oğuz’un da okuması gerek bunları. Ne kadar sustuğunu görmesi gerek. Ve... ne kadar acı çektiğini.”

 

O sırada evin dışında,

Oğuz sahile varmıştı.

Ayakkabısına kum doluyordu.

Gökyüzü griydi.

Rüzgâr hafifti ama içindeki fırtına hâlâ dinmemişti.

 

Elini cebine attı.

Boştu.

 

Ama artık içinde ne taşıdığını biliyordu:

Gönderilmeyen onlarca mektup.

Söylenememiş yüzlerce cümle.

Ve hâlâ unutulamamış bir isim:

Ilgaz.

***

 

Ev kapısı ağır ağır açıldı.

İçeriye yorgun adımlar düştü.

Tolga ve Çiğdem, yerleştikleri odada mektupları birbirinden ayırırken, kapının arkasındaki gölgeyi fark etmediler.

 

Oğuz, yüzünde yorgunluk ve öfke karışımı bir ifade ile içeri girdi.

Ayakkabısını çıkarmadan, doğrudan odaya doğru yürüdü.

Kalbinde bir şeyler kıpırdanıyordu ama henüz dışa vuramamıştı.

 

Kapı arkasında, masadaki kağıtların üstüne eğilmiş olan Çiğdem’in ve Tolga’nın duruşu, Oğuz’u aniden durdurdu.

Gözleri genişledi, sesi çatallandı:

“Ne yapıyorsunuz burada?”

 

Tolga, şaşkınlıkla döndü, kâğıtları yere bıraktı.

Çiğdem ise titreyen elleriyle mektupları sıkıca kavradı.

Ama kimse hareket etmedi.

O an, odanın havası ağırlaştı.

 

Oğuz, öfkesini saklamaya çalışarak adımlarını hızlandırdı.

Ama kalbindeki fırtına kontrolden çıkmak üzereydi.

 

“Beni neden izliyorsunuz?

Beni neden anlamıyorsunuz?

Beni neden bu kadar sıkıyorsunuz siz?"

 

Sesi yükseldi, odanın duvarlarına çarparak geri döndü.

 

“Yıllardır susuyorum, her gece uyanıyorum, yazıyorum! Ama kimse bilmiyor, kimse okumuyor! Ben… ben o kadar çaresizdim ki, kelimeler bile ağlayamadı benim yerime!”

 

Çiğdem titreyerek adım attı:

“Oğuz, biz… seni kaybetmekten korkuyoruz. Sen yokken, sen sustukça biz de parçalandık.”

 

Oğuz’ın gözleri dolmaya başladı.

Çenesini tutmaya çalıştı, ama kelimeler artık boğazında düğümlendi.

“Buram yanıyor Kardeşim. Buramda bir yangın var söndüremiyorum."

 

Kendisine acımadan göğsüne vuruyordu. Tolganın gözleri doldu. Kardeşinin yürek yangınına bir faydası bile yoktu.

 

"Yüreğim yanıyor benim! Aldığım nefes bile boğazımı tırmalıyor! Nasıl inandım ben o şerefsize! Nasıl inandım da sevdiğim kadını kaybettim ben Tolga!"

 

Oğuz’un elleri titredi, sonra hızla odaya savurdu.

Kitaplar, kağıtlar havaya savruldu.

Defterler yere saçıldı.

Bir çığlık gibi dağıldı bütün düzen.

 

Gözlerinden sıcak yaşlar süzülmeye başladı.

İlk defa, sakladığı acı, gizlediği hüzün dışarıya taştı.

 

"Yüreğim özlüyor onu Tolga... Kalbim atmıyor gibi hissediyorum. Ona kavuşamadım ki daha ben... Kavuşamadan ayrılmak benim sınavım mıydı..."

 

Tolga hemen yanına yaklaştı, Anlıyordu kardeşini. Yürek yangınını. Kendisi de aynı şeyleri yaşamıştı. Ağlamamak için çenesini sıktı.

“Dur! Dur! Yapma!” dedi, sesinde çaresizlik vardı.

 

Ama Oğuz, onu itekledi.

“Anlamıyorsun! Hiç kimse anlamadı! Ben buradayım, Ama içim hep boş!”

 

Duygularıyla boğuşurken, odayı darmadağın etmeye devam etti. Sinirden kendi kendine konuşmaya başlamıştı bile.

 

"Ben senden kaçtım Ilgaz, Ama aynı zamanda… Senden kaçtıkça, daha çok seni sevdim. Her mektup, her satır, her kelime… Sadece sana dokunmayı istedi.”

 

"Tolga bişey yap lütfen... Oğuz kendinde değil." dedi Çiğdem göz yaşlarıyla.

Arkadaşını, abisi gibi gördüğü adamı tanıyamıyordu. Bu kadar çökmüş olamazdı.

 

Gözlerinden yaşlar sel gibi aktı Oğuzun.

Kollarını açtı, kelimeleri titrek, yürek parçalayan bir haykırışa dönüştü:

“Beni bırakmayın! Artık dayanacak gücüm kalmadı! Bu yalnızlık, bu sessizlik, Beni bitiriyor!”

 

Tolga ve Çiğdem, gözyaşları içinde Oğuz’a sarıldılar.

Üçü, yıllardır hissettiklerini, korkularını, özlemlerini birbirine açtı.

Sessizlik, yerini içten gelen bir ağlamaya bıraktı.

Ve o an, belki de ilk kez,

Oğuz’un kalbi gerçekten hafifledi.

 

***

 

Mutfaktaki masa, yine üç kişi için hazırlanmıştı ama her zamanki gibi biri eksikti.

Bardaklardaki çay yavaşça soğuyor, tabaklardaki peynir ve zeytin dokunulmadan duruyordu.

Hava durgundu; dışarıda kuşlar cıvıldıyordu ama evin içinde onların sesi bile yankı bulamıyordu.

 

Tolga başını eğmiş, kahvaltılıkları karıştırmadan çatalını tabağa batırıp çıkarıyordu.

Yanı başında oturan Çiğdem, çayından bir yudum almadan bardağın buğusuna uzun uzun baktı.

Oğuz’un sandalyesine, sonra da merdivenlere göz gezdirdi.

Saat ilerliyordu ama Oğuz yine inmiyordu.

 

Sessizliği ilk bozan Tolga oldu.

“Kaçıncı sabah bu?”

 

Çiğdem, yavaşça iç geçirdi.

“Saymayı bıraktım,” dedi.

“Artık sadece... eksikliğine alıştık sanıyorum. Ve bu, alışmamız... en kötüsü.”

 

Tolga bir an durdu.

Eli çataldan kayıp dizine düştü.

Gözleri hâlâ tabakta ama zihni bambaşka bir yerdeydi.

 

“Çiğdem…”

Bakışlarını ilk kez gözlerine çevirdi.

“Sence buradan uzaklaşsak mı biraz?”

 

Çiğdem şaşırmıştı.

“Nasıl yani? Evden mi?”

 

Tolga başını salladı.

“Evet. Bir yerlere gitsek. Sessiz, sakin, deniz kenarı ya da küçük bir şehir. Oğuz’a iyi gelir belki. Yani... Bu evin duvarları onu sıkıyor, belli. Hep aynı köşeye kapanıyor, hep aynı karanlık. Ama başka bir hava… başka bir yer… belki içinde taze bir nefes açar.”

 

Çiğdem düşünmeye başladı.

Bir süre konuşmadı.

 

Sonra masaya yaslandı, kollarını kavuşturdu.

“Senin düşündüğünü ben de düşündüm, biliyor musun?” dedi.

 

“Bazen geceleri sessizce onun odasının kapısına gidiyorum. Sesini duymaya çalışıyorum. Bir şey kıpırdıyor mu hâlâ içinde, anlamaya çalışıyorum. Ama hep sessizlik. Sanki... orada biri yokmuş gibi.”

 

Tolga’nın sesi bu kez daha yumuşaktı.

“Biz oraya götürürüz onu. Onun içindeki Oğuz'u. Yeter ki deneyelim.”

 

Çiğdem gözlerini kısıp düşüncelere daldı.

“Nereye gideriz peki?” dedi.

“Sakin bir yer demiştin...”

 

Tolga elini çenesine götürüp düşündü.

Birden kaşları hafifçe kalktı, sesi hafif bir neşeyle karıştı:

“Fransa olabilir. Paris değil ama daha küçük, daha sakin bir kasaba. Gurbet ama kalabalık değil. Temiz hava, yeni sokaklar... Oğuz’un geçmişini değil, geleceğini hatırlatacak bir yer.”

 

Çiğdem’in yüzüne ilk kez ince bir gülümseme yayıldı.

“Fransa mı?”

Kafasını eğdi, sonra gülümseyerek başını iki yana salladı.

“Sen romantiksin Tolga.”

 

“Yorgunuz,” dedi Tolga.

“Bazen romantiklik değil, sadece bir nefes gerek.”

 

Çiğdem başını salladı.

Bir an sustular.

Dışarıda bir kuş ötüşü duyuldu.

Bir pencere aralığından içeri hafif rüzgar girdi.

Sanki hava bile yer değiştirmenin zamanını fısıldıyordu.

 

“O zaman,” dedi Çiğdem kararlı bir sesle, “bunu Oğuz’a anlatmalıyız.”

 

Tolga kaşlarını çattı.

“Anlatmak yetmeyecek. Onu ikna etmeliyiz. Ve bunun için... birlikte savaşacağız.”

 

Çiğdem sandalyesinden doğruldu.

“Ne gerekiyorsa yaparız.”

 

Masada bırakılan çaylar hâlâ ılıktı.

Ama ilk defa, evin içinde bir umut ısınmaya başlamıştı...

 

***

 

Ev sessizdi.

Çatal-bıçak sesi bile yoktu artık.

Çiğdem ve Tolga, mutfakta birkaç dakika daha oturmuş ama sonra yerlerinden yavaşça kalkmışlardı.

Sözleşmiş gibiydiler; biri “hadi” demese de ikisi aynı anda doğrulmuştu.

 

Merdivenlerden ağır adımlarla çıktılar.

Her basamak, zihninde bir düşünceye denk geliyordu Çiğdem’in.

 

“Ya yine duvar örerse?”

“Ya daha çok uzaklaşırsa?”

 

Ama vazgeçmeyecekti.

Bu adam, bir zamanlar her şeylerini toparlayan kişiydi.

Şimdi sıra onlardaydı.

 

Tolga, Oğuz’un odasının kapısını yavaşça tıklattı.

Ses gelmedi.

Bir kez daha...

Yine sessizlik.

 

Sonra kapıyı usulca araladı.

 

Oda hâlâ dağınıktı.

Gün ışığı, kalın perde aralığından sızarken kitapların arasında gölgeler dans ediyordu.

Köşedeki koltukta oturan Oğuz’un başı eğikti.

Dirseklerini dizlerine yaslamış, iki eliyle alnını tutuyordu.

 

Çiğdem önce kapının eşiğinde durdu.

Sonra adım attı, yavaşça konuştu:

“Oğuz...Biraz konuşabilir miyiz seninle?”

 

Oğuz, başını kaldırmadı.

Ama sesi geldi, yorgun ve mesafeli:

“Yine neyi toparlamaya çalışıyorsunuz?”

 

Tolga içeri girdi, arkasından kapıyı yavaşça kapattı.

“Oğuz, toparlamıyoruz,” dedi.

“Bu sefer seni de yanımıza alıp biraz uzaklaşmak istiyoruz.”

 

Oğuz başını yavaşça kaldırdı.

Gözleri kan çanağı gibiydi.

Gülümsemedi, şaşırmadı.

Sadece baktı.

 

“Nereye?” dedi.

Sözcük kısaydı ama içinde koca bir yorgunluk taşıyordu.

 

“Fransa,” dedi Çiğdem, biraz cesaretle.

“Sakin, kalabalık olmayan bir şehir.

Biraz nefes almak için.”

 

Oğuz güldü.

Acıyla.

Kısa, alaycı ve iç acıtan bir gülüştü bu.

 

“Benim nefesim burada kesildi,” dedi.

“Nereye gidersem gideyim… Taşıdığım ben aynı ben.”

 

Tolga yaklaştı.

Bir sandalyeyi çekti, tam karşısına oturdu.

Sesi yumuşaktı ama kararlıydı:

“Oğuz, sen her zaman başkaları için savaştın. Biz seni şimdi kendi savaşında yalnız bırakmayacağız.”

 

“Ben savaşmıyorum.”

Oğuz’un sesi bu kez çatallıydı.

“Ben çoktan teslim oldum.”

 

Çiğdem yanına çöktü, göz göze geldiler.

“Bunu söyleyen adam... Beni annemin ölümünden sonra ayağa kaldıran adam mı?”

 

Oğuz, gözlerini kaçırdı.

Ellerini birbirine kenetledi.

“Ben artık o adam değilim.”

 

Tolga başını eğdi.

“Olmak zorunda değilsin,” dedi.

 

“Yeniden biri olman da gerekmiyor. Ama sadece… bir gün başka bir gökyüzüne bakarsan, belki içinde kıpırdayan bir şey olur.”

 

Sessizlik.

Kimse bir süre konuşmadı.

 

Sonra Oğuz yavaşça gözlerini yumdu.

Derin bir nefes aldı.

O an, kalbinin içinde hâlâ bir şeyin yaşadığını kendisi de fark etti belki.

 

“Gitsem ne değişecek?” dedi fısıltıyla.

 

Çiğdem cevapladı:

“Hiçbir şey değişmeyebilir. Ama belki... sen bir sabah kendi sesinle uyanırsın. Kendi isteğinle... yürümek istersin.”

 

Tolga gözlerinin içine baktı.

“Sadece bir şans ver kendine. Bir yolculuk, bir mucize için değil. Sadece… içinden çıkmak için.”

 

Oğuz sustu.

Sonra, ilk defa hafifçe başını eğdi.

Sanki “tamam” demedi.

Ama “hayır” da demedi.

 

Ve o yetti onlara.

 

***

 

Evin içindeki hava, hâlâ sessizdi ama o sessizlik artık farklıydı.

Kırılmış bir camın ardından sızan gün ışığı gibi…

Solgundu, ama umutsuz değildi.

 

Oğuz, o sabah yine kahvaltıya inmedi.

Ama bu sefer masadaki iki kişi, suskunluğuna alışmamış gibi değil;

onun adına da nefes almaya kararlı gibiydi.

 

Tolga, bilgisayarın başında saatlerdir oturuyordu.

Gözleri ekranın ışığında iyice yorulmuştu ama ısrarla aramaya devam etti.

Sessiz, yeşili bol, sahile yakın, küçük bir Fransız kasabası arıyordu.

 

“Burası olabilir mi?” dedi, ekranı Çiğdem’e çevirerek.

Çiğdem koltuğa kıvrılmış, elindeki ajandaya notlar alıyordu.

 

Göz ucuyla ekrana baktı.

Küçük taş evler, pencerelerinden sarkan çiçekler, dar ama düzenli sokaklar, ve arka planda uzak bir deniz…

Fotoğraflardan bile huzur sızıyordu.

 

“Tam Oğuz’un ihtiyaç duyduğu yer,” dedi yavaşça.

“Kimsenin onu tanımadığı bir şehir. Ve onun da kendini yeniden tanıyabileceği bir yer.”

 

Tolga başını salladı, gözlerinde bir kıvılcım belirdi.

Hemen konaklama sitelerine geçti.

 

“Ev gibi bir yer olsun,” dedi kendine.

“Ona ait gibi hissetsin.”

 

Kısa bir süre sonra, şehir merkezinden biraz uzak, bahçeli, iki katlı, taş bir ev buldu. Beyaz panjurları vardı, önünde küçük lavanta fidanları…

 

“Bu,” dedi kararlı bir sesle.

Çiğdem yanağına dayadığı elini indirip ekrana doğru eğildi.

 

“Bu,” diye tekrarladı fısıltıyla.

“Bizi oraya götürecek ev.”

 

Öğleden sonra, Tolga internetten evin rezervasyonunu yaptı.

Birkaç günlüğüne değil; tam üç hafta.

Oğuz’un tek bir günü sindirmesi için bile uzun zamana ihtiyacı vardı.

Bu tatil bir kaçış değil, bir iyileşme süreci olacaktı.

 

Biletler ayarlandı.

Sessizce, telaşsız ama umutla…

 

Akşam olduğunda, Çiğdem eline boş bir bavul aldı.

Oğuz’un odasının kapısında durdu bir süre.

İçeri girmeden önce derin bir nefes aldı.

Sanki sadece eşyaları değil, içindeki burukluğu da toplayacaktı.

 

Kapıyı araladı.

Oğuz pencerenin önünde oturuyordu.

Perdeyi hafif aralamış, uzaklara bakıyordu.

Bakışları donuktu ama oradaydı.

 

“Merhaba,” dedi Çiğdem usulca.

“İzin verirsen… biraz eşya toplamak istiyorum. Senin için.”

 

Oğuz başını çevirip onu süzdü.

Gözleri yorgundu ama eskisi kadar boş değildi.

Başını hafifçe salladı.

 

Çiğdem bavulu yere koydu, dolaba yöneldi.

Gömlekleri tek tek katladı.

Her katlayışta, Oğuz’un bir zamanlar ne kadar özenli olduğunu hatırladı.

 

Ama şimdi…

Birkaç gömleğin kolu buruşturulmuştu.

Bazı ceketlerde toz vardı.

 

“En sevdiğin beyaz gömlek burada,” dedi gülümseyerek.

“Bunu da koyuyorum.”

 

Oğuz hafifçe omzunu silkti.

“İstersen hepsini bırak. Ne fark eder ki...”

 

Çiğdem durdu.

Eline aldığı gömleği yavaşça katladı, bavula yerleştirdi.

Arkasını dönmeden konuştu:

“Fark eder. Çünkü biz seni o gömlekle gülümserken hatırlıyoruz. Ve senin yeniden öyle olmanı istiyoruz.”

 

Birkaç dakika boyunca sadece katlama sesi duyuldu.

Arada pencereden geçen bir kuşun sesi,

bir de bavulun fermuarı…

 

Sonunda Çiğdem kapıyı kapatırken usulca ekledi:

“Yarın sabah uçağımız var.İstersen gelme. Ama istersen... yanında oturmamıza izin ver.”

 

Kapı kapandı.

Oğuz başını cama yasladı.

Gözlerini kapattı.

 

İçinden sessizce şunu fısıldadı:

“Belki bu sefer...bir yer, bana dokunur.”

 

Bölüm sonuuuuu

Nasıldıııı

Yavaş yavaş gerçekten sezon finaline yaklaşmak duygulandırdı.

Oğuz hakkında ne düşünüyorsunuz? Çökmüş değil mi?

Bol bol yorum bekliyorummm

Yeni bölümde görüşürüzzzzz

Bölüm : 17.07.2025 20:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...