35. Bölüm

34. Bölüm

Sümsime🤍
oylesine_yazan.__

 

 

 

 

Bölümün çoğunu bu şarkıyla yazdım. Sizde bu şarkıyla okuyabilirsiniiizzz💖💖

 

"Gelememeyi sen anlat, gidememeyi ben anlatayım..."

 

(Yazar'ın anlatımıyla)

 

Sabah, evin üzerine yumuşak bir sessizlikle indi.

Güneş henüz doğmamıştı ama gökyüzü açık griden maviye dönüyordu.

İstanbul’un serin yaz sabahı…

 

Pencereden içeri sızan rüzgar, perdeleri nazikçe oynatıyor, evin duvarlarını bir sabah duaları gibi dolaşıyordu.

 

Mutfakta yine üç kişilik kahvaltı hazırlanmıştı.

Ama bu kez, üçüncü sandalye boş kalmadı.

 

Oğuz, merdivenlerden sessizce indi.

Adımlarının sesi zeminde yankılanmadı, ama Tolga ve Çiğdem’in kalbinde derin iz bıraktı.

İlk kez, bir yıl aradan sonra, onların yanına sabah indi.

 

Saçı dağınıktı, sakalları uzamıştı.

Üzerindeki gri tişört ve kot pantolon bir anlamda hâlâ içinden çıkamadığı dağınıklığın izlerini taşıyordu.

Ama gözleri…

Yorgun da olsa, bu kez kaçmıyordu.

 

Çiğdem o an hiçbir şey demedi.

Sadece hafifçe gülümsedi.

Tolga da öyle.

Kelimelerin boğazda düğümlendiği o sabahlardan biri daha.

Ama bu kez, düğüm çözülmeye başlamıştı.

 

Oğuz sandalyeye oturdu.

Uzun bir süre kimse konuşmadı.

Sadece çatal-bıçak sesleri, çay bardağının ince çınlaması…

 

Tolga göz ucuyla baktı ona.

“Valizini indirdim,” dedi sessizce.

 

Oğuz başını hafifçe eğdi.

“Sağ ol.”

 

Çiğdem, Oğuz’un fincanına çay doldurdu.

“İç istersen. Yol uzun.”

 

Oğuz o an elini bardağa götürdü.

Sıcaklık, parmak uçlarını ısıttı.

Bir yıl sonra ilk defa, gerçekten bir şeyi hissetmiş gibiydi.

Bardağı kaldırdı, bir yudum aldı.

Boğazında bıraktığı tanıdık sıcaklıkla gözlerini kapattı...

 

***

 

Havaalanı yolu sessizdi.

Arka koltukta Oğuz, yan koltukta Çiğdem, önde Tolga...

Radyoda hafif bir Fransız müziği çalıyordu.

Kimse şarkıyı anlamıyordu ama melodi içe işliyordu.

Bu yolculuk, sadece başka bir ülkeye değil… başka bir kendiliğeydi.

 

Uçakta kimse pek konuşmadı.

Oğuz, cam kenarında oturuyordu.

Yanından geçip giden bulutlara baktı.

Yolculuk boyunca parmak uçlarıyla dizine dokunup durdu.

Gergindi.

Ama kaçmıyordu artık.

 

Çiğdem, uçuş sırasında uyudu ama elini koltuk aralığından uzattı, Tolga tuttu.

Sanki sadece yolculuğu değil, Oğuz’u da birlikte taşıyorlardı.

 

Oğuzun yolculuğu ise düşünmeyle sonlandı.

 

İstanbul onun acılarının yeriydi. Ve gitmek istemiyordu. O şehir hâlâ Ilgaz'ın nefes aldığı bir şehirdi. Ne kadar ıssız ne kadar terk edilmiş olsa da.

 

Ilgaz'ı bırakıyor gibi hissetti bir an. Sanki onu bırakıp gidiyordu bilmediği, görmediği bu ülkeye.

 

"Sen zaten onu bıraktın!" dedi kafasındaki ses.

 

Gözleri karardı Oğuzun. Başı dönmeye başladı. Derin derin nefes alsa da pek bir işe yaramadı.

 

"Yaptığın hatayı duymak acıttı mı Oğuz Arslan!"

 

"Sus dedim sana sus!"

 

Oğuzun bağırması uçağı inletti. Yolcular Oğuza şaşkın gözlerle baksa da umursamadan kafasına vurmaya devam ediyordu.

 

Kafasındaki sesi duymak istemiyordu. Gerçeklerin bir kez daha yüzüne vurulmasını istemiyordu.

 

Çiğdem çatmış olduğu kaşlarıyla Oğuza döndü.

"Noluyor Oğuz?"

 

Üstündeki tişörtü yırtmak ister gibi çekiştiren Oğuza şaşkınlıkla bakıyordu.

 

Göz yaşları döküldü bir süre sonra...

 

***

 

Fransa...

Havalimanından çıkarken yüzlerine vuran hava, İstanbul’dan çok farklıydı.

Daha serin, daha açık...

Sanki buranın gökyüzü daha dürüst konuşuyordu insanla.

 

Kiraladıkları ev şehre biraz uzaktaydı.

Yol boyunca yeşil tarlalar, küçük köyler geçtiler.

Lavanta bahçeleri arasından dolanan yollar, sessiz taş evlerin yanından süzüldü arabaları.

 

Ve sonunda...

Taş duvarlı, beyaz panjurlu o evin önüne geldiler.

Çiğdem arka koltuktan inince uzun bir nefes aldı.

Tolga, valizleri bagajdan çıkarırken Oğuz’un gözleri evi inceliyordu.

 

Kapı aralandı.

İçerisi sade ama sıcaktı.

Tahta zemin, açık renk perdeler, kitap rafları, küçük bir şömine...

Ve belki en önemlisi: sessizlik.

 

Ama bu sessizlik, İstanbul’daki gibi değildi.

Bu sessizlik… iyileştirici bir sükûnetti.

 

Oğuz valizini kapının girişinde bırakıp salona geçti.

Camın önüne oturdu.

Oradan görünen manzara; taş yollar, birkaç çiçek saksısı ve uzaklardaki deniz çizgisi...

Bir an gözlerini yumdu.

İçinden bir şey fısıldadı:

“Belki burada... bir şey değişir.”

 

Çiğdem mutfağa yöneldi, ufak tefek yiyecekleri yerleştirmeye başladı.

Tolga kitaplığı karıştırıyordu.

Sessiz ama umutlu bir akşam yaklaşıyordu.

Ve bu evde artık sadece geçmişin yorgunluğu değil, geleceğin ihtimali de dolaşıyordu...

 

***

 

Gün, Fransa’nın ufkunda ağır ağır batarken gökyüzü turuncu ve mor tonlarında parlıyordu.

Sokağı sessizlik sarıyordu, uzaktan bir horoz sesi, ardından bir bisikletin zil sesi duyuldu.

Evin camları, batmakta olan güneşin ışığıyla ılıktı.

 

Mutfakta, küçük bir telaş vardı.

Ama bu telaş, İstanbul’daki aceleci, hızlı hayattan değildi…

Sakinliğin içine serpiştirilmiş bir umut gibiydi.

 

Tolga ellerini önlüğe sildi.

“Makarnayı çok haşlama, buranın tadı biraz diri kalınca güzel oluyor,” dedi.

 

Sos tenceresinde domates, sarımsak ve fesleğen dans ediyordu.

 

Çiğdem, masayı kuruyordu.

Üç kişilik...

Her tabağın yanına birer zeytin dalı iliştirdi.

Çatal-bıçakların hizasını iki kere kontrol etti.

Peçeteleri katladı.

Sanki bu masa, sadece bir akşam yemeği değil de, bir kalbi yeniden sofraya çağırma niyetindeydi.

 

“Tatlı da aldık, değil mi?” dedi Tolga arkasını dönmeden.

 

“Evet,” dedi Çiğdem. “Lavantalı bir kek. Burada çok meşhurmuş.”

 

Sonra durdu, hafifçe iç geçirdi.

“Umarım... gelir.”

 

Tolga, arkasını döndü.

O an Çiğdem’in yüzündeki kırılganlığı fark etti.

“Gelecek,” dedi yumuşakça.

“Bu ev, onu çağırıyor.”

 

Oğuz, üst katta eski püskü sandalyede oturuyordu.

Evin sessizliği, başını yasladığı duvara kadar yayılmıştı.

Dışarıdaki kuş sesleri, buradaki boşluğu bir nebze olsun dolduruyordu ama içindeki boşluk, onlardan daha derindi.

 

Dizlerinde tuttuğu defteri çevirdi.

Bir şey yazmadı.

Sadece boş sayfaya baktı.

Yıllardır yazdığı mektuplar geldi aklına.

Gönderilmeyenler.

Hiç açılmayacak zarflar.

 

Bir an gözleri doldu.

Ama o an, mutfaktan gelen sesler...

Bir çatalın yere düşüşü, Çiğdem’in küçük bir kahkahası, Tolga’nın "Aman dikkat et!" deyişi...

İçini hafifçe sızlattı.

 

Ayaklarını yere bastı.

Yavaşça kalktı.

Aynadaki yansımasına baktı.

 

Kendine ilk defa şöyle dedi:

“Git.Bu insanlar senin için hâlâ çabalıyorsa, en azından sofraya oturmayı hak ediyorlar.”

 

Aşağı indiğinde, masa hazırdı.

Tolga ve Çiğdem, fırına lavantalı keki veriyordu.

Oğuz’un ayak seslerini duyunca ikisi de aynı anda döndü.

 

Sessizlik.

Ama bu kez, içinde umut taşıyan bir sessizlikti.

 

Çiğdem hafifçe gülümsedi.

“Tam zamanında geldin. Makarnayı onsuz yemem dedim Tolga’ya.”

 

Tolga da yavaşça tebessüm etti.

“Seni beklemek artık bizde alışkanlık oldu.”

 

Oğuz, başını hafif eğdi.

Sandalyeye oturdu.

 

Önünde duran tabağa, sonra iki yanına baktı.

Gözleri nemliydi ama ağlamıyordu.

 

Sadece, ilk kez içinden gelen bir şeyi fısıldadı:

“Teşekkür ederim.”

 

Ne çok şey saklıydı bu üç kelimede…

Yanlarında olduğu için, sustukları zaman bile kalbini dinledikleri için, zorlamadıkları, ama hiç de bırakmadıkları için...

 

Çiğdem, onun bardağına su doldurdu.

Tolga sos tenceresini ortaya koydu.

 

Ve o gece, Fransa’nın küçük bir kasabasında, bir adam ilk defa sıcak bir sofraya oturdu.

Kırık kalbiyle, ama yalnız değildi...

 

***

 

Sabah, Fransız kıyılarının üzerinde pembe bir aydınlık ağır ağır yükselirken, yeşil bir kasabada, yumuşak rüzgârlar yavaşça perdeyi aralıyor, loş odaların içine serinlik taşıyordu. Evin içi sessizdi. Henüz kimse uyanmamıştı. Kuşlar, çatıya yakın dallarda ötüyor, bahçeye sabahı duyuruyordu.

 

İlk hareket mutfaktan geldi. Çiğdem, saçlarını gevşek bir topuzla toplamış, sabahın dinginliğinde mutfağa sessizce süzülmüştü. Tiril tiril beyaz bir gömlek giymişti; gözlerinin altı hâlâ uykunun silik izlerini taşıyordu.

 

Raflardan birer birer sepetleri, cam kavanozları indirdi. Taze baget ekmekler, çeşit çeşit peynirler, vişne reçeli, ince doğranmış meyveler, tereyağı… Ve küçük bir termosun içine demlediği kahveyi dikkatlice döktü. Masaya dizmeden önce sepetin içine yerleştiriyordu her şeyi.

 

Yanına kısa bir not bıraktı:

“Tolga, erken uyanırsan sepeti arabaya indir, Oğuz'u ikna etmemiz gerek.”

 

Çiğdem kapıya yönelirken Tolga'nın odasından bir kapı gıcırtısı geldi. Üzerinde sadece bir tişört ve eşofman altıyla çıkan Tolga, gözlerini ovuştura ovuştura mutfağa girdi. Masadaki sepeti görünce dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı.

 

“Gizli görev mi?” dedi boğuk bir sesle.

 

Çiğdem gülümsedi. “Piknik. Oğuz’un buna ihtiyacı var. Renk gelsin yüzüne istiyorum artık.”

 

Tolga hafifçe başını salladı. “Yani umut ediyoruz?”

 

“Hayal değil bu, Tolga. Ilgaz burada değil, evet… ama Oğuz hâlâ burada. Nefes alıyor. O zaman toparlanmalı. O yüzden hadi, sen sepeti arabaya taşı, ben de onu kaldırmaya gidiyorum.”

 

Oğuz’un odasına çıkan Çiğdem, kapıyı iki kez tıklattıktan sonra usulca açtı. Oğuz, sırtını duvara yaslamış, camdan dışarıya bakıyordu. Gözlerinin altında yorgunluk halkaları vardı. Ama ilk kez, pencereden dışarı bakarken ifadesi bomboş değildi. Dalgındı.

 

“Hazırlan,” dedi Çiğdem nazikçe.

“Kahvaltıyı dışarda yapacağız. Değişiklik olur.”

 

Oğuz başını çevirmedi.

“Ben istemiyorum.”

 

“Ben de istemediğim çok şeye katlandım bu zamana kadar. Ama bazen... iyi geliyor. Denemeden bilemezsin.”

 

Oğuz’un dudakları azıcık aralandı, sonra tekrar kapandı. Çiğdem bir adım daha yaklaştı.

 

“Bak, Ilgaz gitti. Ama sen gitmedin. Senin burada olman demek... hâlâ yapabilecek bir şeylerimizin olması demek. Sadece bir sabah, Oğuz. Sadece birkaç saat. Güneşin altında, temiz havada, birlikte. Biz, senin için buradayız. Sen de kendin için bir şey yap.”

 

Oğuz, sessizce başını eğdi. Çiğdem beklemedi. Kapıyı yavaşça kapatırken arkasından duyduğu cümle, beklediğinden daha yumuşak ve kırılgandı:

“Biraz zaman ver, hazırlanırım.”

 

 

Yarım saat sonra, ormanın kıyısında, şehrin kalabalığından uzak, göz alabildiğine uzanan bir çayırda durdular. Hafif meyilli tepeciklerin üzerine serilmiş battaniyelerin üzerine, sepetten çıkan her şey birer birer yerleştirildi.

 

Tolga, termoslardan çıkan buharlı kahveyi üç bardağa bölüştürürken Oğuz, gözlerini geniş alana çevirmişti. Havadaki kuş sesleri, uzaktan gelen çocuk kahkahaları... hepsi bir araya geldiğinde, yüreğindeki daralmayı biraz da olsa gevşetiyordu.

 

Çiğdem bir kayısı uzattı ona.

“Ye, moral için reçeteye yazılır bu.”

 

Oğuz, kayısıyı aldı ama gözleri hâlâ etrafı tarıyordu. Ağaçların gölgesi, battaniyenin ucuna kadar uzanıyordu. Üzerlerine düşen ışık lekeleri arasında hafif bir tebessüm belirdi yüzünde. Göz kenarındaki çizgiler gevşemişti.

 

Tolga, meyve tabağını yerleştirirken göz ucuyla Oğuz’a baktı.

“Fark ettin mi? Bu ilk gülümseyişin. Gerçekten. Haftalardır...”

 

Oğuz dudaklarını birbirine bastırdı ama gülümsedi.

“Belki de unuttum nasıl yapıldığını.”

 

“Hatırlarsın,” dedi Çiğdem yavaşça.

“Sadece biraz daha böyle anıya ihtiyacın var.”

 

Bir süre sessizlik oldu. Kuşlar ötmeye, yapraklar esmeye devam etti. Oğuz'un gözleri bir noktaya takıldı. Uzakta, pembe elbiseli küçük bir kız, babasının elinden tutmuş koşuyordu. O an kalbinin içinde bir şey kıpırdadı. Ilgaz’ın sesi, bakışı, gülümsemesi... Ne kadar sessiz kaldıysa, o kadar çok özlemişti onu. O an fark etti.

 

“Keşke burada olsaydı,” dedi aniden, sesi çatallıydı.

 

Tolga ve Çiğdem, cümleyi yarıda bırakmadılar. Oğuz’un dudakları titredi. Sadece gözlerini kapadı.

 

Piknik yavaşça sona erdiğinde, güneş batmaya başlamıştı. Dönüş yolunda üçü de fazla konuşmadı. Oğuz’un yüzünde hâlâ kırılgan bir sıcaklık vardı. Sanki kalbinin üzerine bir battaniye örtülmüştü ama hâlâ altından sızan bir sızı vardı.

 

Eve vardıklarında, Çiğdem mutfağa yöneldi.

“Akşam için bir şeyler hazırlayayım. Hafif bir şeyler... belki patates kızartması, biraz peynir tabakları... yanına zeytin, ekmek falan. Olur mu?”

 

Tolga başını salladı. “Planları da konuşuruz. Gezeceğiz ya. Bakalım Oğuz nereye zorla sürüklenecek.”

 

Oğuz başını kaldırdı.

“Zorla sürüklenmemek için fazla isteksiz değilim sanırım artık.”

 

Çiğdem hafifçe gülümsedi.

“İşte bu cümle için bile sabaha kadar uğraşılır.”

 

Çiğdem, üstünü çıkarmaya bile zahmet etmeden mutfağa geçti.

“Ben bir şeyler hazırlarım hemen,” dedi, sesi günün coşkusundan biraz daha yorgundu ama hâlâ tatlıydı.

 

Dolabı açtı, elleri meyve tabaklarına, küçük peynir çeşitlerine uzandı. Tezgâhta bir kasenin içine birkaç şey karıştırmaya başladı. Zeytin ezmesi, biraz domates kurusu, ince kıyılmış roka… Sonra başını kaldırmadan seslendi:

 

"Tolga, biraz ekmek keser misin?"

 

Tolga, hâlâ salondaki koltuğa gömülmüşken mırıldandı:

"Bıçağı verirsen keserim... Ama öyle düzgün olmaz bak, söylüyorum şimdiden."

 

Gülümsedi Çiğdem, sonra mutfağın kapısından Oğuz’a baktı. Oğuz pencere kenarına geçmiş, dışarıyı seyrediyordu. Günün gülüşleri, yüzündeki çizgilere dolmuştu ama şimdi yeniden eskiye dönmüş gibiydi; sessiz, içine kapanık, uzağa bakan bir hâli vardı. Gözleri yolculuğu tamamlamamış bir insanın gözleri gibiydi.

 

Çiğdem, o hâli gördü. Zorlamadı, sadece sesini biraz daha yumuşattı:

"Oğuz, sofrayı balkona mı kuralım? Hani şu minik masayı açalım, hava güzel..."

 

Oğuz dönüp sadece başını salladı. “Olur,” dedi, hepsi bu.

 

Beş dakika sonra küçük balkon, sıcak çaylar, kuruyemişler ve taze peynirlerle dolu bir sofraya dönüşmüştü. Üç kişi, günün yorgunluğunu atmak istercesine masaya oturdu. Kuş cıvıltıları yerini hafif esintiye bırakmıştı. Kaldırım taşlarında sessizlik vardı.

 

Tolga, elindeki zeytin çekirdeğini tabağın kenarına bırakıp söze girdi:

"Yarın nereye gideceğiz peki? Ben şu köprüden geçmek istiyorum. Hani Seine Nehri'nin üstündeki... Ne deniyordu ona?"

 

"Pont Alexandre III," dedi Çiğdem.

"O zaman Eyfel'e de yakın zaten, o tarafa gideriz."

 

Oğuz sessiz kaldı. Elindeki bardağa baktı uzun uzun. Sonra Çiğdem konuşmaya çalıştı, hem onu sohbetin içine çekmek hem de biraz olsun bu durağanlık duvarını kırmak ister gibiydi.

 

" Oğuz? Sence de güzel olmaz mı? Eyfel, o meşhur kitapçılar, biraz sokak sokak gezmek?"

 

"Güzel olurdu," dedi sadece. Sonra sustu.

 

Tolga bu sefer eğlenceli bir tonla araya girdi:

"Oğlum bak hâlâ trip modundasın. Fransa'dayız be! Yapılacaklar listesi hazırlayalım. Bence her akşam bir sokak sanatçısına para atmalıyız, bu gelenek olmalı.

 

Çiğdem güldü:

" Evet, ve her sabah bir Fransız kruvasanı yemeliyiz. Kurallar koyuyorum, not al."

 

Oğuz istemsizce gülümsedi, sadece dudak kenarında beliren bir kıvrım, ama yine de gülümsedi.

 

" Tamam" , dedi sonunda.

"Liste yapalım. Ben de varım."

 

Tolga gözlerini devirdi:

"Zorla ‘varım’ deyişinle bizi mutlu ettin kardeşim."

 

Gülüştüler. Oğuz, çay bardağını yeniden eline aldı, bu kez balkondan görünen dar sokağa değil, karşılarındaki küçük ağaca baktı. Yapraklar hafifçe sallanıyordu. Bir sessizlik geldi, rahatsız edici değil...

 

Kabullenişle örülmüş bir sessizlikti. Oğuz’un iç sesi, Ilgaz’ın eksik yanını doldurmaya çalışıyordu. Onun burada olmaması, bu güzel planlara dahil olamayışı… içinde bir şeyleri ağırlaştırıyordu.

 

Ama yine de, bu akşamda bir iyilik vardı. Belki de insanların yanında olmak, onların gülüşleriyle biraz daha durmak, unutmak değil ama alışmak için bir adım daha atmaktı...

 

Yarın yeni bir gündü... Bu ülkede yeni bir arayış...

 

Belki de gerçekten iyi gelirdi Oğuz için. Belki de yürek yangının artmasına sebep olurdu bu ülke.

 

Sahi...

Paris, Oğuzun göz yaşlarının hesabını nasıl verecekti...

Bir zamanlar Ilgaz'ın göz yaşlarının da hesabını veremediği gibi...

 

Bölüm sonuuuuuu...

Nasıldıııı.

Ay bugün bölüm atamıycam diye korktum he yarım olan bölümü tamamladım ve attımmmm.

Umarım beğenirsinizzzzz

Oğuzun hâli hâl mi sizce??

Peki Ilgazla karşılaşsalar sizce nasıl bir hesaplaşma görülür aralarında?

Bol bol yorum bekliyorummmm

Yeni bölümlerde görüşürüzzzzzz

 

Bölüm : 18.07.2025 20:42 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...