
Bölümü şarkıyla okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Sanki şarkı sözleri Oğuzun Ilgaza bir haykırışı gibi...🥹
"Kalbimin yamacında gül gölgesisin. Bir şiirlik hakkım olsa, yine seni severdim.."
• Cahit Zarifoğlu
(Ilgaz Çakmak)
Gözlerimi açtığımda perdenin arasından sızan ışık, burnumun ucuna kadar gelmişti sanki. Bir sabahı ilk defa bu kadar sevdiğimi hissettim. Bedenim hâlâ yorgundu ama içim… İçim sanki yürümek istiyordu. Sokak sokak, kaldırım kaldırım yürümek. Düşünmemek. Hatırlamamak.
Ya da belki sadece Selim’le konuşmak…
Yanımdaki boşluğa döndüm. Selim, pencerenin önüne geçip gömleğinin düğmelerini ilikliyordu. Üstünde kahverengi ince bir kaban vardı. Yakışmıştı. Hatta fazla yakışmıştı.
“Paris’te giyinme çabası… Modaya mı ayak uyduruyorsun, yoksa Fransız kızlarını etkileme çabası mı?” dedim, sesim hâlâ uykudan sarkarken.
Selim bana dönüp kaşlarını kaldırdı.
“Fransız kızları mı? Lütfen… Ben hâlâ ‘bonjour’un yazılışını çözememiş biriyim.”
“Yazılışını boş ver, sen dün ‘bağcuna’ dedin, daha ne olsun.”
İkimiz de güldük. Sabah sabah gülmek… Paris’in en güzel yanlarından biri bu olabilirdi.
“Hazırlan da çıkalım,” dedi Selim.
“Bugün turistliğe terfi ediyoruz."
“Plan ne?”
“Plana ne gerek var? Elimizde harita varmış gibi yürürüz işte, kaybolduğumuz yerde bir kafe bulup kruvasan yeriz. Sonra da seni Eyfel’e çıkarır, Paris’in tepelerinde başın dönerken tutarım seni.”
“Eğer elimde sıcak kahveyle başım dönerse seni tutmam, ikimiz de yuvarlanırız haberin olsun.”
Yarım saat sonra aynanın karşısındaydım. Kahverengi triko elbisemi giydim, üstüme bej rengi ince bir palto attım. Saçlarımı saldım, çok uğraşmadan. Kendimi güzel hissetmiyordum ama “fena değil” kıvamı iyiydi.
Zaten Paris'te insan güzel olmaya değil, özgür hissetmeye çalışıyordu.
Selim dış kapının önünde beni bekliyordu. Elinde kocaman bir harita vardı.
Evet… Bildiğimiz kâğıt harita.
“Ciddi misin?”
“Telefonun şarjı biter, ben klasikçiyim.”
“Ama o harita ters.”
“O da benim taktiğim.”
Kahkaham kaldırım taşlarına çarpıp geri döndü. Paris sokağında, sabahın serinliğinde bir kahkaha bırakmak güzel bir histi.
Sokağa adım attığımız an, burnuma kruvasan ve kahve kokusu çarptı. Her sokakta ayrı bir tat, her adımda ayrı bir dil vardı. Bir yanda kahkaha atan insanlar, bir yanda elinde paletle resim çizen gençler… Sanki biri hayatı tablo gibi boyamış da biz onun içinde yürüyorduk.
“İlk durağımız neresi?”
“Senin ruhuna göre bir yer buldum,” dedi Selim.
“Çok mu duygusal?”
“Hayır. Çok sessiz. Yani senin konuşup konuşup sonunda ‘Bilmiyorum ya’ demene uygun.”
İtiraz edecek oldum ama sonra gülümsedim. Haklıydı. Gerçekten bazen cümlelerimi kendim de anlamıyordum.
İlk durağımız: Shakespeare and Company Kitabevi.
Dışarıdan küçük, içeriden bambaşka bir dünya. Ahşap rafların arasına sıkışmış eski kitap kokusu...
Selim gözlerini gezdirdi, sonra bana dönüp fısıldadı:
“Burada sana şiir yazmak isterdim.”
“Niye fısıldıyorsun?”
“Çünkü bir şiir, yüksek sesle okunmaz. Hele Paris’te hiç okunmaz.”
Kalbim gıdıklanmış gibi oldu. Ama belli etmedim.
Rafların arasından geçerken elim bir kitaba uzandı. Adı: Lettres à un jeune poète.
Kitabı çantama koyarken fısıldadım: “Bunu senin için alıyorum.”
“Ben de sana bir tane seçeyim,” dedi
Selim ve biraz sonra döndü.
Elindeki kitap: Les Misérables.
“İçeriği biraz sert ama mesajı net: Hayat zordur ama insanlar hep yeniden başlar.”
“Sen kesin dramatik Fransız dizileri izliyorsun, Selim.”
“Bir ara çok sarmıştım ya, altyazıyı unutup Fransızca konuşmaya kalkmıştım, annem beni muska yaptırmaya götürüyordu az kalsın.”
Çıkarken kahkahalarımızı bastıramadık. Kitapçıdan iki adım sonra küçük bir kafeye girdik.
Küçük demek haksızlık olur… Masa dört tane. Menüde iki şey var. Ama kahvesi efsane.
Selim bir şeyler anlatıyordu, ama ben gözümü pencereden dışarıya diktim.
Paris’in pencereleri bile bir başka güzel.
Yukarıdan sarkan çiçekler, minik saksılar, eski perdeler… Sanki herkesin hayatı bir pencerede asılı duruyordu.
“Beni dinlemiyorsun,” dedi Selim.
“Dinliyorum. Annen seni neden muskaya götürdü?”
“O kısmı geçti,” dedi gözlerini kısarak. “O kısmı kaçırdın.”
“Hadi ya. Ne dedim en son?”
“Fransızca ödevime yardım etmeni istedim.”
“Of ya, ne ara ben bu tuzağa düştüm?”
Kahvelerimiz geldi. Bir yudum aldım. Dudaklarımda hafif bir gülümseme oluştu.
“Ne oldu?”
“Ben bu kahveye aşık oldum sanırım.”
“Beni geçmesi zor olur ama denesin bakalım.”
“Ne?”
“Kahveyi diyorum.”
“Tabii… Kahve...”
Kafede çok kalmadık. Yürüyerek Seine Nehri kıyısına indik. Suya yansıyan gökyüzü, aklıma çocukluğumu getirdi. Babamın bana suyun kenarında anlattığı masalları.
Bir an duraksadım.
“İyi misin?” dedi Selim.
“Bugün iyiyim.”
“Yarın da iyi olalım.”
“Yarın biraz daha iyi olalım.”
Sessizce yürüdük sonra. Hızlı adımlar yoktu. Acelemiz yoktu.
Ve o an fark ettim.
İlk defa… hiç kimse olmaya çalışmadan, sadece “ben” olarak bir sokakta yürüyordum...
***
Paris sokaklarını dolaşırken ne düşündüğümü bilmiyorum ama Eyfel’e yürüdüğümüz o an… Başkaydı. Kalbim sanki birkaç sokak geride kalmış da hâlâ oraya bakıyormuşum gibi. Selim önümde yürüyordu, omzunda bir çanta, elinde telefon…
Sanki o an bile hâlâ neyi planladığını düşünüyordu. Ben ise gözümü onun sırtından, şehrin dokusundan ve göğe doğru yükselen o dev demir kuleden alamıyordum.
"Eyfel'e çok az kaldı," dedi dönüp bana.
"Ama önce, bir iddia."
Şaşırdım.
"Ne iddiası?"
"Eğer bana on saniyede romantik bir şey söylersen, kuleye kadar sana kahve ısmarlayacağım."
İçimden bir kahkaha bastım.
"Selim, benim romantikliğim kahveye bile değmez."
"Yine de dene," dedi ve kolunu bana doğru uzattı. Tutmam için.
"Beraber yürüyelim, belki kol desteğiyle aşk doğar."
Gülmemek elde değildi ama... kolunu tuttum.
"Tamam," dedim. "Romantik bir şey söylüyorum: Seninle Eyfel’e çıkmak, sanki... asansörle duyguları hızlandırmak gibi. Ama benim asansör bozuk, yürüyerek çıkacağız sanırım."
Selim kahkahayı bastı.
"Çok kötüydü."
"Ben demiştim!"
Ama sonra sustum. Çünkü Eyfel’in tam altına gelmiştik. Boynumu yukarı kaldırırken, sanki birden dünyanın geri kalanı küçüldü. İnsanlar, kuşlar, sesler… her şey uzaktan gibiydi. Gözüm dolduğunda fark ettim ki, büyülenmek sadece bir manzaraya değil… yanındaki kişiye bağlıymış.
"Ilgaz?" dedi Selim, yüzüme dikkatlice bakarak.
"Şey… iyi ki gelmişim," dedim sessizce.
"Buraya değil sadece… seninle gelmişim."
Bir an sessizlik oldu. Selim gözlerini benden kaçırmadan gülümsedi.
"Yukarı çıkalım mı?"
Kafamı salladım.
"Çıkalım... Ama asansör bozuk olmasın."
Eyfel Kulesi…
Fotoğraflardan bakınca demir yığını gibi gelen o yapı, şimdi tam karşımdaydı ve… saçma ama, elimdeki makaron torbasından daha az etkileyiciydi. Belki de gerçekler, hayaller kadar şaşalı olmuyordu.
Ama sonra bir rüzgâr esti. Selim'in kabanının ucunu havaya kaldırdı, saçlarımı dağıttı.
Ve Eyfel Kulesi… birdenbire sanki konuşmaya başladı.
“Ne düşünüyorsun?” dedi Selim. Elindeki kahveyi uzattı, dudaklarım kurumuştu ama cevap vermek için sustum.
“Biraz soğuk ama manzara sıcak değil mi?”
Kahkaha attım.
“Saçma bir şey söyleyip beni güldürmeye çalışıyorsun.”
“O konuda profesyonelim.”
Yukarı doğru çıkan asansörde, diğer turistlerle sıkışmışken, Selim kulağıma eğilip fısıldadı:
“İçimden biri birazdan ‘Paris’i ayaklar altına aldım’ diye poz verip kollarını açacak gibi hissediyor. Büyük ihtimalle sen.”
Dirseğimle göğsüne hafifçe vurdum.
“Saçmalama. Ben sadece Eyfel’in demirlerine dokunacağım, ‘Eyfel’e dokundum’ diye story atacağım.”
“Efsane plan.”
Yukarı çıktığımızda, her şey durdu.
Paris serildi ayaklarımızın altına. Turuncu çatıları, ince yolları, yukarıdan minicik gözüken insanlar, her şey... sanki bana yabancı değildi.
Ben buraya aitmişim gibi.
Ya da... bir zamanlar burada biri ağlamış gibi.
Selim konuşmadı bir süre. Sonra sessizce bir şey çıkardı cebinden. Küçük bir müzik kutusu.
“Bu ne?”
“Bilmiyorum. Çok turistçeydi. Hoşuna gider sandım.”
Kutunun üstünde Eyfel vardı. Kurunca klasik bir müzik çalmaya başladı. Bir vals.
Sokak çalgıcıları gibi.
Kalbim bir an sustu.
"Gerçekten mi?"
"İçinden biri dans etmek ister mi?"
Gözlerim kısıldı. “Eyfel Kulesi’nde? Kalabalığın ortasında?”
“İşte o yüzden çılgınca olurdu. Hadi. Kollarını aç. Paris’i ayaklarının altına al.”
Gülerek bir adım geri attım. Ama sonra...
Bir adım öne.
Ve sonra Selim’in elinden tuttum.
Dans etmeye başladık.
Ne ritmi vardı, ne uyumu. Ama eğleniyordum.
Güldüm. Gülümsedim. Döndüm.
Saçlarım savrulurken, bir an gözüm takıldı...
Gökyüzüne.
Ve içimden şu geçti:
Biri şu an burada olmalıydı.
Olmadığı her saniye, bu dans biraz eksik kalıyordu.
Ama o biri kimdi?
***
Bir an gözlerim dalıyor Eyfel’in tepesinden şehre bakarken. Göz alabildiğine uzanan sokaklar, minik minik arabalar, parlayan çatılar… Burası gerçekten büyüleyici. Ama içimde tuhaf bir sızı var, anlam veremediğim bir şey… Sanki her şey güzel ama bir şey eksik. Belki de birisi.
“Buradan aşağı atlasam paraşüt açılır mı?” diye sordu Selim, kollarını açmış, saçlarına hafif rüzgar çarparken.
“Denersek öğreniriz,” dedim sırıtıp. “Ama seni önce deneriz tabii, ben daha gencim.”
“Nasıl ya?” dedi sanki ciddiye almış gibi.
“Ben yaşlı mıyım yani?”
“Yani... Çaktırmadan söyledim ama anlamışsın demek ki, ne yapayım,” dedim gülerek. Selim bir an sustu, sonra kaşlarını çattı.
“Tamam, ben de seni Eyfel’in tepesinden atmıyorum ama olur da elin kayarsa... kader der susarım.”
Bu sefer ikimiz de güldük. İçimizden taşar gibi bir kahkahayla, rüzgarın bile sesini bastırarak güldük. Bize bakan bir çift turist gülümseyerek başını salladı.
“Bak, Fransızlar bizi yanlış anlayacak,” dedim. “Zannedicekler ki sevgiliyiz falan.”
“Olsun, senin gibi bir partnerim olsa Fransızların saygısını kazanırım.”
“Ooo,” dedim, kaşlarımı kaldırarak.
“İltifatla gönlümü mü alıyorsun, Monsieur?”
Selim ciddileşir gibi yaptı, elini göğsüne koyup eğildi. “Mademoselle Ilgaz… Bu şehir size çok yakıştı. Belki de Paris’i kıskandıracak tek şey sizsiniz.”
Bir an boğazıma bir düğüm oturdu. Oyun gibi başlayan cümle, bir damardan vurmuştu. Gülümsedim.
“Ben bu şehirdeki en romantik şeyin Eyfel olduğunu sanırdım… Şu ana kadar.”
“Peki en komik şey?” dedi, anında enerjiyi değiştirerek.
“Sensin tabii,” dedim. “Ne sandın?”
Birlikte yürüyerek aşağı indik. Selim ısrarla Eyfel’den minik bir anahtarlık almamı istedi. “Hatıra,” dedi.
“Bir gün buraya yalnız gelirsen, bunu çıkarır bakarsın... dersin ki ‘ben buraya yalnız da gelmedim aslında’.”
Aldım. Gülümsedim. Cebime koyarken içimden “bir şey eksik” hissi biraz dağıldı. Paris’in bana fısıldadığı, “belki de iyi gelirim” dediği şey... birinin varlığı olabilir miydi sadece? Kim olduğu önemli olmadan?
Selim, kocaman bir dondurma alıp bana doğru uzattı. “Bunu ye, gerçek Fransız dondurması,” dedi.
Dondurmanın tepesinde çilek vardı, ama çileği düşürdüm. Yere yuvarlandı.
“Gitti,” dedim üzgünce.
Selim gözlerini devirdi.
“Dünyanın sonu gibi bakmasana... dur, şunu sana vereyim.”
Kendi dondurmasındaki çileği çıkarıp bana uzattı.
“Buyrunuz madam. Kalpten kopmadır.”
“Aa bak, ilk defa kalbini açtın bana,” dedim teatral bir edayla.
“Dondurma çileğiyle başladık, kalbime kadar geldik… Bu tempoyla geceye evlenmiş oluruz,” dedi.
Bu cümleyi öyle rahat söyledi ki, sanırsın cidden nikah işlemleri başlatılmıştı.
“O kadar hızlı gidersek senin soyadını almak yerine seni soyadımdan çıkartırım,” dedim kahkaha atarak.
Sonra göz göze geldik.
O kısa anda, sadece birkaç saniyede, sessizlik oldu. Komik cümlelerin arasından süzülen bir his vardı. Ama yine de ikimiz de o hissi kelimelere dökmedik. Dökmememiz gerekiyordu. Çünkü Selim benim için buradaydı, ben de onunla gülebilmek için.
Kalbin adı Oğuz'du belki, ama Selim bu şehirde bana neşe getiren adamdı. Ve bu da bir minnettarlık şekliydi.
“Haydi,” dedi sonra, o sessizliği dağıtarak.
“Sana Paris’in en saçma oyuncakçılarını göstereceğim. Şirin şeyler bakacağız.”
“Ben sana şirin şeyi göstereyim mi?” dedim göz kırparak.
“Göstermesen olur. Zaten aynaya bakıyorum.”
Gülerek koluma girdi. Yavaş adımlarla Eyfel’in gölgesinden ayrıldık.
Paris’in gecesi yeni başlıyordu.
***
Paris sokaklarında yürürken Selim, elinde harita olmadan yolları biliyormuş gibi davranıyordu.
“Buradan sağa dönücez, sonra düz gitttik mi , hemen solda göreceksin,” dedi kendinden emin adımlarla.
Ben ise arkasından ilerleyerek, içimden hafif hafif gülüyordum. Çünkü bu yollar bana hiç tanıdık gelmiyordu, tam anlamıyla labirent gibiydi.
Bir ara göz ucuyla Selim’in yüzüne baktım. Gözlerindeki o kendinden emin ifadeye bakılırsa, ya gerçekten Paris’in yerel rehberi ya da biraz fazla özgüvenli bir gezgin rolündeydi.
“Peki ya burası neresi?” diye sordum, kafamı çevire çevire.
Selim durdu, etrafa baktı, sonra gayet ciddi bir ifadeyle, “Sıradaki dönemeçten sonra büyük meydan var,” dedi.
Ama meydan nerede? Etraf apartmanlarla, küçük dükkanlarla doluydu. Büyük bir meydan yoktu.
Adımlarımız yavaşladı. Ben gülmemek için kendimi zor tutuyordum.
“Selim,” dedim sonunda, “burada sanırım yollar birbirine karışmış. Bence sen aslında haritayı biraz unutmuş olabilirsin.”
O an Selim suratını buruşturdu, sonra birden kahkahaya boğuldu.
“Tamam, itiraf ediyorum! Haritayı okumayı unuttum. Ama en azından seninle kayboluyorum, o yüzden sorun yok.”
Gözlerim doldu, öyle güzel, öyle içten bir kahkahaydı ki bu.
“Biliyor musun,” dedim, “Paris’te kaybolmak, sanırım daha önce hiç bu kadar keyifli olmamıştı.”
Yürüyüşümüz biraz daha dağınık hale geldi, ama kalplerimiz bir hayli doluydu.
Sonunda, küçük bir parkın kenarına geldik. Banka oturduk, ikimiz de biraz soluklandık.
Selim hafifçe tebessüm etti, “Burası gerçek bir Paris havası değil mi?”
“Evet,” dedim. “Kaybolmanın en güzel yanı, sonunda böyle bir yer bulabilmek.”
O sırada yanımızdan bir sokak sanatçısı geçerken gitarıyla yumuşak bir melodi çalmaya başladı.
Gözlerimi kapadım, o an bütün Paris bizimmiş gibi geldi...
***
Paris’in küçücük, rengârenk ışıklarla donatılmış lunaparkına yaklaştığımızda, içimde tuhaf bir heyecan vardı. Çocukluğumdan beri lunaparklar, hem korku hem de mutluluk demekti. Kalbim hızla atıyor, ama içimde bir yerlerde eski çocuk Ilgaz da gülümseyip bana cesaret veriyordu.
Selim, elini uzatıp “İlk önce hangi oyuncağa binmek istersin?” diye sordu. Gözlerim parladı ama cevabımda tereddüt vardı: “Belki dev dönme dolaba? Ama… ya yükseklik korkumu yenemezsem?”
O an Selim, alaycı bir ifadeyle, “Korku? Seninle berabersem hiçbir şeyden korkmam. Hadi bakalım, bak nasıl da iddialıyım.” dedi. Gülüştük.
Sıra dev dönme dolaba geldiğinde, bineceğim yerde ayaklarım geri geri çekildi.
Selim hemen yanıma gelerek “Yoksa vaz mı geçiyorsun? ‘Cesaret’ kelimesini unutma.” dedi.
Göz kırparak, biraz da zorlayarak, kendimi bindirdim. Dönme dolap yavaş yavaş yükselirken, Paris’in ışıkları ayaklarımın altında küçücük parıldıyordu.
O yükseklik biraz da korkutmuştu, ama Selim’in elini tutmak tüm korkularımı bastırdı.
“Bak, şu ışıklara bak,” dedi.
“Paris gecesi bile burada özel.”
Ben, küçük bir kahkahayla “Sanırım artık yükseklikle barıştım,” dedim.
Dönme dolap yavaşça inip yere indiğinde, Selim “Şimdi sıra pamuk şekere geldi,” dedi. “Senin favorin.”
Pamuk şekeri elime alırken, Selim “Bak, pamuk şekeri yer gibi yumuşak bir kalbin olduğunu söyleyecektim ama…” dedi, göz kırparak.
“Ne demek bu şimdi?” diye cevap verdim gülerek.
“Pamuk şekeri yedikten sonra biraz yapış yapış oluyor ya, işte o kalbin,” dedi.
Biraz kızdım, sonra ikimiz de kahkaha attık.
O akşam, lunaparkın o ışıkları altında, Paris’te olmanın ve basit mutlulukların tadını çıkarırken, kalbimin birkaç köşesi yavaş yavaş açılıyordu. Selim’in dostluğu, kahkahaları, ve o anın büyüsü, bana yeni bir başlangıcın kapılarını aralıyordu.
Lunaparkın ışıkları, geceyi adeta bir masal diyarına çevirmişti. Renk renk yanıp sönen lambalar, kahkahalar, ve tatlı kokular etrafı sarmıştı. Selim’in koluna hafifçe girerek yürürken, kalbim hem huzurla hem de heyecanla doluyordu.
“Şimdi,” dedi Selim, yüzünde o gizemli gülümseme, “ikinci durak; oyuncak ayı kazanma alanı.”
“Yani o zor olan mı? Hep orada bir şeyler kazanmak için uğraşanları izlerim, ama kimse kazanamaz,” dedim hafifçe çekinerek.
Selim aldırmadı, elini cebine attı, birkaç jeton çıkardı. “Bugün şansımız dönecek. Hadi bakalım.”
Oyuncak ayılar, rengârenk, kocaman yığılmıştı. Her biri sanki “Beni kazan!” diye bağırıyordu. Gözlerim oyuncakların parlak tüylü yüzlerine takıldı, içim yumuşadı.
Selim, oyun makinesinin önünde durdu, dikkatle hedefe nişan aldı. Ben de kenardan destek vermek için gülümsüyordum.
“Tamam, konsantre ol,” dedim.
“Ama biliyorum, senin bu işte pek şansın yok.”
“Bak, sadece eğleniyoruz,” diye savundu kendini, ama gözleri ciddi bir şekilde makineyi takip ediyordu.
İlk atış… pat diye boşluğa gitti. Ben kahkahayı patlattım.
“Harika başladı,” dedim, dalga geçerek.
Selim hafifçe suratını buruşturdu.
“Biraz şans lazım sadece.”
İkinci atış… Bu sefer ipin ucu tam kenara takıldı ama oyuncak hala düşmedi. Üçüncü atışa geldiğinde ise ip, sonunda oyuncak ayıyı yerinden oynattı ve… yavaş yavaş aşağı kaymaya başladı.
“İnanamıyorum!” diye bağırdım.
“Kazandın!”
Selim büyük bir kahraman edasıyla ayıyı aldı, sanki Oscar ödülü kazanmış gibiydi. Ayıyı bana uzatırken, yüzünde kocaman, çocuk gibi bir gülümseme vardı.
“Senin için,” dedi. “Artık senin bir oyuncak ayın var.”
Oyuncağı alırken, kalbimde küçük bir mutluluk kıpırdadı. Bu basit an, büyük bir anlam taşıyordu.
Ardından, selim beni çılgın bir salıncağa götürdü. “Bu,” dedi, “korkma, sadece seni biraz havada sallayacak.”
“Yok ya,” dedim korkarak. “Beni havaya fırlatacak gibi görünüyor.”
Salıncağın sepetine oturduk. Bağlandım, kalbim deli gibi atıyordu. Selim kolumu sıkıca tuttu.
“Üç, iki, bir…” diye saydı ve salıncağı hızla salladı.
Rüzgar saçlarımı darmadağın etti, kahkahalarım havada uçuştu.
“Tamam, tamam, indirin beni!” diye bağırdım gülerek.
Selim gülerek, “Yavaş yavaş, bu sadece başlangıç,” dedi.
Gözlerimiz birbirine takıldı, içimizde hafif bir sıcaklık yayıldı.
O gece lunaparkta, sadece oyuncaklar değil, kalplerimiz de biraz daha hafifledi...
***
Lunaparkın ışıklarından biraz uzaklaşmış, küçük ve salaş bir burger standının önünde durmuştuk. Hava serin ama burgerin sıcaklığı içimi ısıtacak gibiydi. Selim, elinde büyük, bol malzemeli bir hamburgerle bana bakıyor, sanki dünyanın en önemli işi buymuş gibi.
“Hazır mısın?” diye sordu, gözleri parıldıyordu.
“Hazırım ama bu kadar büyük bir şeyle nasıl başa çıkacağım, bilmiyorum,” dedim gülerek.
Selim kahkaha attı. “İşte tam da bu yüzden buradayım. Nasıl yeneceğini gösteriyorum.”
İlk ısırığı aldı, ama öyle bir ısırdı ki, hamburger neredeyse patlayacak gibiydi. Ben biraz tereddütle ama cesaretle ısırdım. Aniden domates suyu dudağımın kenarından aktı, yüzümde istemsiz bir ifade belirdi.
“Selim! Şu domates… bir saldırı gibi!” diye bağırdım. Selim gözlerini kocaman açtı, kahkahasını tutamadı.
“Domates mi? Bu sadece başlangıç, bak bu sos var, o daha tehlikeli!” dedi.
Bende hamburgeri biraz aşağıya indirip, tam büyük bir ısırık daha alacakken, tam o sırada bir cıvıltı geldi. Hamburgere saklanmış küçük bir yeşillik, tam suratımı sıyırdı. Selim bunu görünce gülmekten yerlere yattı.
“Bana saldırıyor bu yeşillik!” dedim, ama gülmekten kendimi alamadım.
Selim elini uzatıp, yüzümü silmeye çalıştı. “Aman dikkat, tam da o anlık pozunu kaçırma!”
Birden etrafımızdaki insanların da bize gülümsediğini fark ettim. Öyle bir an yaşadım ki, ne Paris’in romantizmi ne de Eyfel’in büyüsü; o an sadece iki deli, büyük hamburgerleriyle savaşan iki dosttu.
“Bence buraya sık sık gelmeliyiz,” dedim.
“Kesinlikle,” dedi Selim, “Hamburger savaşı, yeni favorimiz oldu.”
***
Paris’in akşamının hafif serinliğinde, elinde Selim’in aldığı demet papatyalarla yürürken, sanki tüm şehir bizim etrafımızda yavaşça dans ediyordu. Sol elimde yumuşacık oyuncak ayı, sağ elimde taptaze, hafif mis gibi kokan papatyalar vardı.
Selim ise kolunu nazikçe omzuma atmış, adımlarımız uyum içinde, sohbetimiz ise o kadar samimiydi ki, etrafın karmaşası gözlerimizin önünde eriyip gidiyordu.
“Bak,” dedi Selim, hafif tebessümle,
“papatyalar sade ve güzel… Tıpkı senin gibi.”
Gülümsedim, biraz utana utana, biraz da içim ısınmış halde: “Ya, şimdi utanma sırası bende. Bu kadar güzel benzetmeyi nasıl kabul edeceğim?”
Selim bir an durdu, gözleriyle hafifçe beni süzdü. “Bazen kelimeler, en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyi söyler, değil mi?”
“Evet, bazen. Ama ben papatyaları gerçekten çok sevdim. Onların tazeliği, neşesi…” Ellerimle papatyaları hafifçe salladım. “Sanki umut taşıyorlar gibi.”
“Umut,” dedi Selim, “ve senin gülümsemen, Paris’in en güzel ışığı.”
O anda kahkahalarımız havada buluştu, sanki sokak lambaları bile bizimle birlikte parlıyordu. Birkaç adım ileride, küçük bir kafeden gelen müzik, gecenin sakinliğine tatlı bir melodi ekliyordu.
“Şimdi, papatyalar ve ayı ile tamamlandık,” dedim gülerek.
“Sanırım şehir de bizi onayladı.”
“Kesinlikle,” dedi Selim.
“Ama şunu bil, benimle yürürken hep bu kadar özel hissediyorsan, her an daha da güzelleşir.”
Yol boyunca yürürken, Selim arada sırada komik şakalar yaptı, ben de gülmekten karnım ağrıyana dek ona eşlik ettim. Göz göze geldiğimizde ise, kelimelere dökemediğimiz bir şeyler vardı; sadece iki dostun paylaşabileceği bir huzur, o anın içinde saklıydı...
***
Selim’in kolu hâlâ omzumdaydı. Oyun standından kazandığı koca oyuncak ayı kucağımda, diğer elim ise papatya demetine sıkıca tutunmuştu.
Gün boyu güldüğümüz , birbirimizin saçına ketçap sıçrattığımız , oyun oynayıp çocuklar gibi eğlendiğimiz saatlerin ardından, iç içe geçmiş dükkânlara, cam vitrinlerin yansımasına bakarak ilerliyorduk.
Bir bileklik standının önünde hafifçe yavaşladım. Küçük taşlı, incecik bir bileklik vardı gözümün takıldığı. Selim de ilgimi fark etmişti.
“Alayım mı sana?” dedi gülerek, cebine eğilerek bozukluk aramaya başladı.
İçten bir şekilde güldüm.
“Yeter Selim! Oyuncak ayı, papatya… Bir de bileklik mi? Düğünümüz mü var?”
Selim göz kırptı. “İleride neden olmasın?”
Kahkaham , o akşamki lunapark seslerine karıştı...Tam o an işte… işte o an duydum. Kalabalığın içinden süzülen, zamanın bile durduğu bir ses.
"Tolga, onu daha fazla yorma artık… Oğuz’a bir şey olacak diye korkuyorum."
Donakaldım. Kafamı yavaşça çevirdim, bir yabancı gibi. Bir isim duymuştum ve o isim bana dünyanın bütün yükünü aynı anda hatırlatmıştı: Çiğdem...
"Ne oldu?"
"Bi’ şey değil… sanırım yanlış duydum."
Yanlış duymak istedim. Ama kalbim delicesine atarken gözlerim çoktan o yöne çevrilmişti. Ellerimde ayı ve papatya olmasa, elimle bastırmak isterdim kalbime. Sanki çıkacakmış gibi… sanki taşan bir su gibi.
Selim bir şeyler anlatmaya devam ediyordu, sesi uzaklaşıyordu. Adımlarım ağırlaştı. Gökyüzü bile bir anda kararır gibi oldu.
Ve sonra...
Gördüm.
Gördüm...
Bir kaldırımın ucunda, üç kişi:
Çiğdem, Tolga…
Ve Oğuz.
Yıllardır görmediğim Oğuz.
Sakallar uzamış, yüzü daha sert… Ama o gözler… hâlâ aynı.
Hâlâ tanıdığım, hâlâ kırıldığım, hâlâ… içime işleyen gözler.
Kahve gözlü gamzeli çocuktu o benim için.
Gözlerindeki yorgunluk canımın yanmasına sebep oldu.
Saniyeler içinde çözülmeye başladım. Omuzumdaki Selim’in kolu, elimdeki papatyalar, kucağımdaki ayı… Hepsi bir anda yabancılaştı.
Gözüm Oğuz’a kaydı. Oğuz’un gözü de… bana.
Beni gördü.
Beni...
Önce anlamadı. Tanıyamadı. Belki de hayal gördü sandı.
Sonra gözleri kısıldı, kaşları çatıldı, adım atmak istedi ama sanki ayakları yere mıhlanmıştı. Ne yapacağını bilemez bir hâli vardı.
Ve sonra…
Bakışları Selim’e kaydı.
Selim’in koluna.
Benim omzuma.
Gözlerinde bir şey titredi.
Acı mıydı?
Kıskançlık mıydı?
Yoksa sadece hatıraların hızlıca üstümüze çarpması mı?
Çok özlemiştim... Onu gördüğümde yüreğim haykırmıştı sanki...
"Nereye kaçarsan kaç ona yeniliyorsun, Ilgaz.." dedim kendime.
Tolga da gördü.
Gözleri büyüdü, Çiğdem’e bir şey söyledi.
Çiğdem döndü.
Beni gördü.
Ve dudakları titredi. Gözleri nemlendi sanki. O anne gibi bakan gözlerinde kırgınlığa karışmış merhamet vardı.
Bir an kimse konuşmadı.
Sanki zaman durmuştu.
Sanki kalabalık, lunapark, ışıklar, kahkahalar, müzik… hepsi sustu.
Sadece bakışlar konuşuyordu.
Ben, Ilgaz…
Onlardan uzakta, ama hepsine aynı anda yakın.
Elimde bir çocuk gibi sarıldığım ayıyla, içimde hâlâ yanmaktan vazgeçmeyen geçmişimle duruyordum...
Bir yıl.
Kırk iki hafta.
Üç yüz altmış beş gün.
Saymadım sandılar belki. Ama her sabah gözlerimi açtığımda, her gece kapattığımda eksilmelerimi tek tek topladım.
Kendimi toparladığımı sanıyordum. Belki de sadece kandırıyordum.
Yıl boyunca kurduğum cümleler boğazımda yığıldı. Gitmeseydim dediğim her gün, geri dönmeyi düşündüğüm her gece, sabahlara kadar içime attığım her acı… birer birer gözlerimin önünden geçti...
Yüreğimdeki acıyı nasıl anlatabilirdim ki...
Buradaydı.
Oğuz.
Kaçtığım, onu kendimden sakındığım, sevdiğim adam karşımdaydı.
Ne kadar da çökmüştü. Ne kadar da mahvolmuştu...
Ellerinin yumruk olduğunu gördüm o an. Ben yerimde çakılı hâlde dururken o Selimle olan pozisyonuma bakıyordu...
Ve o gün anladım ki...
Paris aşıklar şehri falan değildi. Paris benim sevdiğim adamı karşıma çıkaran, onun bu çökmüş halini yüzüme vuran bir cehennemdi...
Bölüm sonuuu...
Nasıldı?
Oğuzla Ilgaz'ın karşılaşması iyi mi oldu yoksa kötü mü?
Bir yıl sonra nasıl bir yüzleşme olacak...
Sezon finaline çok az kaldı...
Bölümdeki detayları unutmayalımmm
Yeni bölümlerde görüşürüzzzzzz
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |