
Bölümü şarkıyla okumanızı tavsiye ediyorummmm iyi okumalarrr💖💖
"Senin bahçene yel esse yanındaydım.
Benim bahçeme tufan vurdu, neredesin.."
• Aykut Özcan
(Oğuz Arslan)
Sabah erkenden uyanmıştım. Gün ışığı perdenin arasından sızıyor, duvarları silikçe aydınlatıyordu. Sessizlik vardı; beni huzursuz eden bir sessizlik. Uzun zamandır olmayan türden.
Çiğdem’in kahkaha atışları, Tolga’nın saçma esprileri, arada bir atışmaları... Hepsi uzaktan duyulsa bile neşeyle yankılanırdı evin içinde. Ama bu sabah... Ne onların sesi beni güldürebiliyordu ne de aynaya bakacak kadar cesaretim vardı.
Yine de dışarı çıkmamız gerekiyordu. “Tatile geldik” demişti Tolga akşam, “Biraz da kafamızı dağıtalım. Gezmezsek Paris’e geldik demeyiz.”
Haklıydı. Belki yürümek iyi gelirdi. Belki dışarıda bir sokak lambasında asılı kalmış geçmişin gölgelerini biraz da olsa bırakırdım.
Belki...
Sadece bir umuttu bu dediklerim...
Alt kata indiğimde ikisi de hazırdı. Tolga her zamanki gibi siyah gözlüklerini takmış, 'bakın ben turistim' havasına bürünmüş, Çiğdem ise saçlarını ensesinde toplamıştı. Sade ama ona yakışan bir görünümü vardı.
“Uyandın mı brokoli?” dedi Tolga, gözlüklerinin altından bana bakarak.
Omuz silktim.
“Siz çıkmadınız mı daha?”
“Sen olmadan çıkmayız. Paris'te seni kaybetmek istemiyoruz, bir de polise derdimizi anlatmaya çalışırsak ne oluruz düşün.”
“Çok konuşma da yürüyelim,” dedim.
Hafif bir gülümseme kıvrıldı dudağımda.
Buruk bir gülümseme bile olsa sonunda gülüşerek evden çıkabilmiştik.
Paris... Gözümün önünde binlerce fotoğraf karesi gibi canlandı. Sanki her sokağın bir hikayesi vardı. Bazısı aşka açılıyordu, bazısı terk edilişe, bazılarıysa sadece sessizliğe. Ama benim için bu şehir; içinde bir boşluk taşıyordu.
İlk durağımız Seine Nehri oldu. Tolga fotoğraf çekerken, Çiğdem suya taş atmaya çalışıyordu. Bazen isabet ettiriyor, bazen yüzünde çocukça bir memnuniyetsizlikle dönüp bize bakıyordu.
“Sizce buradan dilek tutsam kabul olur mu?” dedi.
“Sen zaten dilek tutmadan da her şeyi elde ediyorsun,” dedim.
“Şaka yapıyor gibi ama tam net emin olamıyorum,” dedi Çiğdem, Tolga’ya dönerek.
Tolga güldü, “O ciddi bile olsa, biz gülüp geçiyoruz. Onun huyu böyle.”
Ben yine susmuştum. Gülüyormuş gibi yaparak. Halbuki içimde bir şeyler hep eksik çalıyordu.
Sonra Notre Dame’a doğru yürüdük. Çiğdem gözlerini koca yapıya diktiğinde göz bebekleri büyüyordu; o an sadece katedralde değil, onun gözlerinde de mimari vardı.
“İçine girelim mi?” dedi.
Tolga cevap vermeden ona bakıp, “Senin içine girelim daha iyi. Bu kadar detaylı incelediğine göre tarihi sen yazmışsın gibi,” dedim.
Bir an başımı çevirdim. Yan tarafta, sokakta kitap satan küçük bir tezgâh gördüm. Eski ciltli kitaplar. Fransızca, İngilizce, hatta birkaç Türkçe kitap...
Bir tanesini elime aldım.
“İkinci el hayatlar” dedim içimden.
Ben de tam öyleydim. Kullanılmış, biraz yıpranmış, ama hâlâ bir şeyler anlatmak isteyen bir cilt gibi...
Sonra Montmartre’a çıktık. Merdivenler yorucuydu ama Tolga nefes nefese kalınca bu sefer biz gülmeye başladık.
“Bu yüzden merdiveni olan evlerde oturmuyorum,” dedi Tolga, elleri dizlerinde.
Çiğdem kahkahayla, “Bu yüzden apartman dairesi bile almamış adam,” dedi.
Ben ise sadece arkamdaki manzaraya baktım. Paris ayaklarımızın altındaydı.
Ama ben... ben hâlâ kendi içimdeydim.
Çiğdem yanımda sessizleşti bir anda.
“İyi misin?”
Kafamı eğdim.
“İyiyim. Paris işte.”
“Senin için burası başka bir anlam taşımadı mı?”
Bir an cevap veremedim. Cevaplarım vardı, ama susmayı tercih ettim.
Tolga arkamızdan geldi, “Siz burada dramatik sahne mi çekiyorsunuz? Beni niye çağırmadınız?”
Güldük. Belki birkaç saniye gerçekten gülümsedim. Ama içimdeki eksiklik, tam da o anda daha çok hissedildi.
Çünkü gözüm, kalabalığın içinde tanıdık bir silueti arıyordu.
Ilgaz yoktu.
Ama aklımın bir köşesinde, kalabalığın arasından çıkıp karşımda durması ihtimali hep vardı...
***
Ordan da çıktıktan sonra aklım hâlâ dalgındı. Ne kadar kendimi mutluymuş gibi göstersem de başaramıyordum. İçimdeki nefesim gitmişti sanki.
Sevdiğim kadın yoktu.
Ruhum çıkmıştı bedenimden.
Hâlâ yaşamam bile hataydı...
Düşüncelere dalmışken Çiğdemin kahkaha sesi duyuldu.
“Sen gerçekten bu kadar hazırlıksız mı geldin buraya? Eyfel'e çıkacağız Tolga. Terlikle Eyfel'e çıkacak hâlde misin?”
Tolga, ağzının kenarından sarkıttığı kruvasanı Çiğdem’e göstererek göz kırptı.
“Paris’te stilimle fark yaratıyorum.”
Ben hafifçe gülümsedim. Sesim çıkmadı. Gözüm caddenin köşesinde yürüyen çiftlere takıldı. El eleydiler. Biri eğildi, diğerinin kahkahasını duydum sanki bir anlığına.
Boğazım düğümlendi.
Dar sokaklarda yürürken, yol kenarına dizilmiş küçük resim atölyeleri arasında kaybolduk. Çiğdem, bir ressamla Fransızca konuşmaya çalışırken karıştırdığı kelimeler Tolga’yı kırıp geçiriyordu.
“Je suis… şey... şey… Türküm demek neydi ya?” dedi Çiğdem, eliyle havada daireler çizerek.
“Sen sus, adam seni İspanyol zannedecek şimdi,” dedim istemsiz bir tebessümle.
“Ben mi? Baksana suratıma, tam bir Parisli havası yok mu?”
Tolga hemen atladı, “Hava var da Paris’ten mi gelmiş tartışılır.”
Aralarında geçen bu şakalaşmalara eşlik ettim ama içimde bir boşluk vardı. Dışarıdan biri bizi izlese üç arkadaşın keyifli bir Paris tatiline çıktığını düşünürdü. Ama ben, her kahkahada içimde bir yerin sustuğunu fark ediyordum.
Sokak ressamlarının önünden geçerken biri seslendi. Bizim Türk olduğumuzu anlamıştı.
“İstanbul? Türkiye?” dedi gülümseyerek.
“Evet!” dedik üçümüz birden, alışkanlıkla. O an sanki memleket kokusu geçti içimden. Güldüm ama gözümde bir yanma hissettim.
Yürüdük, çok yürüdük. Çiğdem haritaya bakarken Tolga kaybolduğunu iddia etti, aslında sadece kruvasan satan bir fırın keşfetmişti. Hepimiz kahkahalarla karışık homurdanarak onu takip ettik. Küçük bir kafede oturduk sonra.
Çiğdem telefonunu çıkardı, poz verdirtti, “Hadi anı yakalayalım,” dedi.
Ben istemsizce karşı binaya baktım. Balkon demirlerinde sarkan sardunyalar vardı. Ilgaz’ın balkonda kitap okurken saçlarını kulak arkasına atışı geldi gözümün önüne. Hiç bu kadar uzak hissetmemiştim ona.
İç çektim fark etmeden.
“İyi misin?” dedi Tolga sessizce.
Başımla onayladım.
“İyiyim, sadece... Paris fazla geliyor galiba.”
Daha fazla soru sormadılar. Çünkü soracakları pek bir şey kalmamıştı...
***
Gök bulutluydu. Paris’in o kartpostallara sığmayan ihtişamı, gri tonlara bulanmıştı bugün. Ama Eyfel yine de aynı görkemle yükseliyordu önümde. Çiğdem her zamanki gibi heyecanla koşturuyordu önde. Tolga da onun ardından gülerek yetişmeye çalışıyordu.
Ben… sadece arkalarından yürüyordum. Ayaklarım beni nereye götürüyorsa oraya. Bugün, güzel bir gün olmalıydı, değil mi? Ama içimdeki ağırlık, Eyfel’in çelik kollarından bile daha sağlam sarılmış gibiydi kalbime.
“Haydi Oğuz, yavaşsın!” diye bağırdı Çiğdem, dönüp bana.
Sesindeki neşeyi kıskandım bir an. İnsan nasıl bu kadar kolay gülümseyebiliyordu?
“Biraz da siz yavaşlayın,” dedim gülümseyerek. Ama dudaklarım ne kadar kıvrılsa da içim oralı olmadı. Sadece eşlik ettim. 'Mış' gibi yaptım.
Turnikeden geçtik, kalabalığın arasında yavaş yavaş yukarı çıkmaya başladık. Her adımda rüzgâr biraz daha sert esiyordu, saçlarımı dağıtıyordu ama ben o esintide başka bir şey taşıyordum: geçmişin yankısını. Ilgaz’ın bakışlarını… sustuklarını.
Asansörde Çiğdem sürekli konuşuyordu.
“Yukarıdan Paris’e bakmak nasıl bir şey acaba?” dedi.
“Daha önce hiç yüksekten korkmadın mı sen?” diye sordu Tolga.
“Yok canım, ben gökyüzünü severim. Aşağıdaki her şey önemsiz görünüyor yukarıdan. Sanki dertlerin bile küçülüyor.”
Sustuğum fark edildiğinde, Tolga bana döndü.
“Sen ne diyorsun Eyfel konusunda? Romantik mi, sıkıcı mı?”
“Metal yığını işte,” dedim omuz silkerek ama ardından ekledim. “Ama bazı metal yığınları, bazı anıları taşıyorsa... kıymetli oluyor galiba.”
Sessizlik oldu. Herkes bir an, ne dediğimi anladı.
Asansör “tık” diye durdu. Kapı açıldı. Rüzgâr hemen yüzümüze çarptı. Çiğdem, “Vay canına!” diyerek koşar adımlarla demir korkuluklara yöneldi. Tolga da ardından.
Ben birkaç saniye durdum. Nefes aldım.
Yukarıdan Paris bambaşkaydı. Düzensiz ama büyüleyici. Hayat gibi.
Demirlere yaklaştım. Şehir ayaklarımın altındaydı. Ama benim gözüm, onun içinde bir sokakta kaybolmuş birini arıyordu. Saçları rüzgârla savrulurken içine kapanan, gözleriyle sustukça daha çok şey anlatan birini.
Ilgaz'ı...
“Bak!” dedi Çiğdem, yanıma gelip.
“Anahtarlık satıyorlar!”
“Gel Tolga, bana bir tane al!” diye seslendi. Tolga mırıldanarak onun peşine takıldı.
Ben de ilerledim. Küçük bir tezgâhtı. Şehir simgeleri, minyatür Eyfeller dizilmişti yan yana.
Parmaklarım bir tanesine uzandı. Ufacık bir anahtarlıktı, ama ağırlığı başka bir yerdeydi.
“Bunu alacağım,” dedim satıcıya.
Fransızca bildiğimi sanıyordum ama dudaklarım ağırlaştı. Parayı uzattım.
Çiğdem yanıma geldiğinde gülümsedi.
“Ooo, birine hediye mi yoksa kendine mi?”
“Hatıra işte,” dedim başımı eğerek.
“Günün anısına.”
Çiğdem sessizce baktı bana. Gözlerinde bir şey vardı, anlayış gibi. Belki de sormadı, sormaması daha iyiydi.
Tolga birkaç fotoğraf çekti, birini özellikle bana çevirip “Gül biraz,” dedi.
Zorladım kendimi. Dudaklarım kıpırdadı, ama içimdeki o tanıdık boşluk yine yerinden kıpırdamadı. Şehir güzeldi, manzara muhteşemdi. Ama içimde bir kişi eksikti.
Ve o eksiklik, Paris’in bütün ışıklarını silik yapıyordu...
***
Bazen kalbin bir anlığına durduğunu hissedersin. Öylece yürürsün ama artık nereye bastığını fark etmezsin. Gözlerin bir noktaya takılır ve dünya sessizleşir. Paris’in o kalabalık, gürültülü, rengârenk sokaklarında, sanki biri uzaktan gelip ruhumu aldı, götürdü, geriye yalnızca kabuğum kaldı.
Kalabalığın arasından bir çift göz çarptı önce. O gözleri bin kez görsem yine tanırdım. Ilgaz’dı.
Ve onun yanında…
Omzuna atılmış bir kol.
Elinde bir oyuncak ayı.
Diğer elinde papatyalardan oluşan bir demet.
İçimde bir şey adını koyamadığım ama çok iyi tanıdığım o eski acı boğazıma düğümlendi. Gözüm o gülüşe takıldı.
Sahi, ne zamandır böyle gülmüyordu?
Yüzünde öyle bir huzur vardı ki… Yabancı bir huzur.
Benimle hiç taşıyamadığı kadar hafifti o an.
İç sesimle konuştum sadece:
"Sevdiğin kadın çok mutlu Oğuz..."
Ayaklarım durdu. Ne yürüyebildim ne kaçabildim. Ne yapacağımı bile bilmiyordum.
Sanki Paris'in bütün sesi bir anda sustu. Sokak müzisyeninin çaldığı melodi uzaklaştı. Arkamdan konuşan Çiğdem ve Tolga'nın sesi yankı gibi geldi kulağıma ama ben hiçbir şey duymadım.
O sadece gülüyordu.
Ve ben, sadece bakıyordum.
Karnımın altına saplanan tanıdık sızı, geçen haftalardan değil, daha da eskilerden kalan bir hisle yankılandı içimde:
Kayıp.
Eksiklik.
Ve geç kalmışlık.
Bir adım atmak istedim, olmadı.
Bir şey söylemek istedim… ama kelimeler düğüm düğüm oldu.
Sesim bile çıkmadı.
Kafamın içinde tek bir cümle yankılandı:
"Ben onun yanında yoktum..."
Sahi, yoktum.
O en çok ağladığında yoktum.
O ayakta kalmak için direnirken, sadece uzaklardan izledim.
Ve şimdi?
Bir yabancı gibi bakıyorum ona.
Eğildi, ayının kulağına bir şeyler fısıldar gibi yaptı.
Güldü.
Adam da güldü.
Ve bir an bana döndü gözleri.
İşte o an…
Gözlerimizin kesiştiği an…
Dünyanın kalbi durdu.
O gülümsemesi söndü bir anda.
Yüzündeki renk gitti.
Gözleri büyüdü, elindeki çiçekler titredi.
Ve ben…
Sadece orada durdum.
Kıpırdayamadım.
Yüzümde donuk bir ifadeyle, ruhum darmadağın halde, sadece izledim.
Tolga bana bişey söylemek için seslendiğinde onun da gözleri Ilgazla buluştu.
Kelimeler ağzında yuvarlandı. Kardeşi gibi gördüğü kız karşısındaydı.
Çiğdem ikimizin de bir yere baktığını görmüş olmalı ki birden o da yerinde donakaldı.
Ne onları duyacak bir hâlim vardı ne bir şey söyleyecek...
Hâlâ şaşkınlıkla karşımdaki kadına bakıyordum.
Yürek yangınım olan sevdiğim kadın.
Saçlarını kesmişti Ilgaz... Benim dokunmaya kıyamadığım, kokladıkça canımı verdiğim saçlarını...
Nasıl kıyabilmişti...
Ne kadar da zayıflamıştı sevdiğim kadın. Ne kadar da solmuştu... Kendimi kötü sanardım. Ama görüyordum ki Ilgaz çok çetin bir sınavdan geçmişti...
Ve şimdi mutluluğunu bozmaya hakkım yoktu...
"Oğuz... Bu... Ilgaz." dedi Çiğdem.
Sanki ne diyeceğini bilemiyordu.
Evet oydu.
Karşımda olan kadın sevdiğim kadından başkası değildi...
Dolu gözlerle bakıyordu bana. Sanki beni görmek onun canını yakmıştı...
Nefes almak zorlaştı.
Gözlerimi kaçırmak istedim, ama bir yandan da kaçamadım ondan.
Onun bakışları, gözleri, her şey vardı içinde; hem sevgi hem hüzün, hem öfke hem özlem.
Bir sürü kelime söylüyordu ama biz susuyorduk.
Belki de susmak, konuşmaktan daha çok şey anlatıyordu.
Bana ait olan Ilgaz gitmişti; yerine yanında bir başka adamla, başka bir hayatla yürüyen biri gelmişti.
O an, kelimeler boğazımda düğümlendi, kalbim ise bir anda taşmıştı.
Suskunluğumu kırmaya karar verdim.
Adımlarım ağır ve kararlıydı.
Bir an bile düşünmedim, sadece yürüdüm ona doğru. O ise şaşkın gözlerle bana bakmaya devam ediyordu.
“Ilgaz!”
Sesim yankılandı sokağın taşlarında.
Gözlerindeki o huzur aniden sarsıldı.
İçimde bir yerler parçalanırken devam ettim:
“Nasıl gidebildin böyle… Nasıl çekip gittin hayatımdan? Nasıl bırakıp gittin beni?”
Yüzündeki o titrek ifade, bir anda çöktü.
Gözleri doldu.
Ben ise yüreğimi dökmek istiyordum, daha fazla dayanamazdım artık:
"Söyle bir şey söyle bana Ilgaz! 'Gittim çünkü zorundaydım de' yalan da olsa bir şey söyle bana! Yalan da olsa yanımda hep kalacağına dair sözünü tuttuğunu söyle!"
"Oğuz..."
Bir yıl.
Koskoca bir yılın sonunda ilk defa duydum sesini. Çatallaşmıştı. Ama ben yüreğimin acısına engel olamıyordum.
"Oğuz Oğuz Oğuz ne Ilgaz ne!"
Derin derin nefes aldım. Sıcak bir gözyaşı süzüldü yanağımdan.
“Biliyor musun? Ben bir yıl boyunca senden haber bekledim. Sayısız mektup yazdım. Her satırda, her kelimede, adını haykırdım. Ama sen yoktun. O satırlar, o kalemim, yalnızca kendi yalnızlığımı büyüttü!"
Sesim çatladı, titredi.
Bir anda tüm sokağı dolduran bir acı seliyle devam ettim:
“Ne olurdu da bir kere dönseydin, ‘Oğuz, üzgünüm’ desen, yeterdi! Ama sustun. Sustuğun her dakika, içimde kopan fırtınaydı.”
Ilgaz göz yaşlarını tutmaya çalışırken, titrek bir sesle karşılık verdi:
“Oğuz... yapma böyle...”
Sözleri kırık, yüreği ağırdı.
Tolga yanıma gelmiş, sessizce omzuma dokunuyordu.
“Yeter artık, Oğuz. Sakin ol...”
Ama ben susturulmaktan çok uzaktım.
İçimde yılların birikmiş kırgınlığı vardı.
“Anlamıyorum!” diye haykırdım.
“Nasıl anlayayım? Gitmek ne demek? Kaçmak ne demek? Beni yalnız bırakmak, en karanlıkta kendi başıma bırakmak ne demek?”
Kendime engel olamıyordum. Sanki içimdeki bütün acıyı kusmak istiyordum.
"Lan gittin sen gittin! Arkana bakmadan veda etmeden çekip gittin sen! Ve ben o gün anladım Ilgaz! Ben o gün anladım beni hiçbir zaman sevmediğini!"
"Ben seni çok sevmiştim..." dedi sevdiğim kadın titrek bir sesle.
Elindeki papatya demeti düşmek üzereydi.
"Ya ben sensiz öldüm Ilgaz! Nefes alamadım! Allah'ım canımı al dedim! Sevdiğim kadın yok benim canımı al kurtulayım! Sen ne yaptın?! Gidip kendine yeni birini bulmuşsun bile! Bu kadar mı saygın vardı benim sevgime?! Bu kadar çabuk mu unuttun lan beni?!"
İkimiz de artık gözyaşlarımızı tutamıyorduk.
Ilgaz’ın omzundan hıçkırıklar yükselirken, ben dizlerimin üstüne çökmüştüm.
Gözlerimiz, birbirine kilitlenmişti; kelimeler yerine yaşlar konuşuyordu...
"Ben seni çok sevdim be Ilgaz... Burada mı karşı karşıya gelecektik..."
Yorgundum. Ve bu sesime yansımıştı.
Çiğdemin ağlama sesleri gelse de umursamadım. Halime üzülmesini istemiyordum.
Sevdiğim kadın bana üzülmüyordu. Sevdiğim kadın beni görmüyordu.
Çiğdemin ağlaması neyi değiştirirdi.
"Kardeşim... Kalk hadi..."
Tolganın omzumu sıkmasıyla ona döndüm. Yüzündeki çaresizlik bir daha hançer gibi battı yüreğime...
"Kaybettim değil mi Tolga... Ben onu sonsuza dek kaybettim..."
"Geçecek kardeşim... Sana söz veriyorum bu yürek yangının bir gün sönücek..."
Geçmeyecekti.
Hiçbir zaman.
Hiçbir vakit.
Bu yürek yangını ölene kadar sürecekti...
Kalbimde bir hançer varmış gibi hissediyordum.
Hançerin sapı sanki Ilgaz'ın elindeydi. O benden gittikçe daha da kanıyordu içimdeki yara.
Çevreme göz gezdirdim... İnsanların yüzündeki çaresizlik bile canımı yaktı...
Yavaş yavaş gözlerimi ona çevirdim.
Dokunmaya kıyamadığım kadına.
Kaldırıma çökmüştü... Oyuncak ayısı ve papatya demeti yanı başındaydı.
Önündeki adam siliyordu göz yaşlarını.
O, o adama mı ait olmuştu artık...
Gerçekleri duymak istemiyordum.
Ve o an anladım ki...
Ben Ilgaz’ı yalnızca kaybetmemiştim…
Ben onun gülüşünü de sonsuza kadar bir başkasına bırakmıştım.
"Hadi Oğuz... Kalk lütfen."
Çiğdemin dolu gözlerine baktım. Uzattığı elinden tutarak yavaşça kalktım çöktüğüm yerden.
Gitmeden son kez döndüm arkama. Ilgaz o adama sarılarak ağlıyordu.
Diyecek pek bir söz kalmamıştı. Çiğdem ve Tolganın yardımıyla ayrıldım oradan. Sanki onlar beni tutmasa çökecektim. Yıkılacaktım bu yabancı olduğum yerde...
Ve bir kez daha Paris bana seslendi:
"Sevdiğin kadını sonsuza dek kaybettin, Oğuz Arslan."
***
Eve adım attığımda, kapının ardında sanki zaman durdu.
Duvardaki sıcak ışıklar bile, yüreğimdeki karanlığı aydınlatmaya yetmiyordu.
Çiğdem ve Tolga, arkamda sessiz adımlarla ilerliyordu.
Onların varlığı bir yandan huzur veriyordu, diğer yandan üzerimde ağır bir yük gibi hissediliyordu.
“Kendimi toparlamak...”
Düşündüm, ama bunu nasıl yapacaktım?
Yıllardır sırtımda taşıdığım yük, bu kadar kolay kalkacak gibi değildi.
İçimde biriken tüm acılar, kırgınlıklar, pişmanlıklar…
Hepsi bir arada, ruhumu parçalıyor, nefesimi kesiyordu.
Çok az konuştum.
Kelime bulmak zor, duygularımı ifade etmekse imkânsızdı.
Sadece gözlerim, içimde fırtına koparken, dışarıya sızan birkaç damla yaşla konuştu.
Pencereden dışarı baktım.
Akşamın serinliği, yüzümü hafifçe okşadı.
Ama içimdeki yangını söndürmeye yetmedi.
Her nefes alışımda, Ilgaz’ı düşündüm.
Elindeki oyuncak ayı, o papatya demeti…
Onu gördüğüm an, sanki bir yılın tüm ağırlığı omuzlarıma çöküverdi.
Tolga’nın omzumdaki hafif dokunuşunu hissettim.
Çiğdem’in nazik sesi kulaklarımda yankılandı.
“Yavaş ol, Oğuz. Her şey bir anda düzelmez.”
Biliyorum...
Zaman gerekiyor.
Sabır gerekiyor.
Ama ben yorgunum. Çok yorgunum.
Gözlerimi kapattım.
Kendimle, geçmişimle, hatalarımla yüzleştim.
Ve o an anladım ki; iyileşmek, yürümek, yeniden sevmek için en küçük bir adım bile atmasam, bu karanlıkta kaybolmaya mahkûmum.
“Belki...”
Fısıldadım kendi kendime.
“Belki başlamak için hâlâ bir şans var.”
***
Akşamın serinliği bahçeye inmişti.
Hafif esen rüzgâr, ağaçların dallarını usulca sallıyor, yaprakların hışırtısı kulağıma fısıldıyordu.
Çiğdem, yanımıza uğrayıp elindeki kitabı alarak sessizce bahçeye doğru yürüdü.
Küçük verandanın köşesine kurulmuştu, sessizce sayfaları karıştırmaya başladı.
Onun orada oluşu, o an için en huzurlu görüntüydü belki de.
Biz ise bahçenin ortasındaki masaya geçtik, Tolga ve ben.
Masanın üzerinde birkaç küçük tabak, yanlarında bir şişe kırmızı şarap ve iki kadeh duruyordu.
Tolga, kadehini nazikçe kaldırdı,
“Bakalım, içimizdeki yangını biraz söndürebilecek mi...” dedi, hafif bir tebessümle.
Kadehimi elime aldım, kırmızı sıvının koyu rengini izledim.
Şarap, dudaklarımı yakmasa da yüreğimi ısıtıyordu sanki.
Derin bir nefes aldım,
“Yangın hâlâ içimde, Tolga.” diye fısıldadım.
“Bir yıl, bir yıl geçti... Ama içimdeki sızı, hiç azalmadı. Her gece, her an Ilgaz’ı düşündüm. Beni terk ettiğinde, yüreğimden bir şeyler kopmuştu ama ben o kopan parçayı hala yerine koyamadım.”
Tolga, dikkatle dinliyordu,
“Anlıyorum Oğuz, gerçekten anlıyorum.” dedi.
“Bazen insanın içindeki yangın, en soğuk kış gecesinde bile sönmez. Ama şunu bil ki, bu yangını yalnızca sen söndürebilirsin. Kendine izin vermelisin iyileşmek için.”
Kafamı hafifçe salladım.
“Artık bu tatil yeter, Tolga. Dönmek istiyorum. Türkiye’ye... toparlanmak belki iyileşmek... Onu burada görmek canımı yakıyor. Burası bana iyi gelmiyor. Her adımda geçmişin hayaletleri peşimi bırakmıyor.”
Tolga gözlerini bana dikti,
“Biliyorum, Oğuz... Ama acele etme. Henüz hazır değilsin. Bir adım daha at, sabret biraz. Burada, bu ortamda, biraz daha kalmalısın. İçindeki o yangın soğuyana kadar...”
Yeniden içtim kadehimden.
“Çok zor Tolga.” dedim,
“Ama bazen kaçmak değil, yüzleşmek gerekir. Ve benim yüzleşme vaktim geldi.”
Tolga başını hafifçe çevirdi,
“Anlıyorum dostum... Ama unutma, yalnız yürümüyoruz bu yolu.”
"O adam... gerçekten Ilgaz'ın hayatında olan birisi mi?" dedim sesim titrerken.
"Öyle gözüküyordu Oğuz... Ilgaz'ı hâlâ kardeşim gibi görüyorum, onu hâlâ çok özlüyorum ama belki de seninde onu unutma vaktin gelmiştir... Onun gibi hayatına bakmak zorundasın."
"Yapamam Tolga... Başka bir kadının gözlerine nasıl bakarım... Nasıl dokunurum başka bir tene?"
"Ilgaz yok artık Oğuz... Lütfen buna alış."
Gözlerim sadece uzaklara daldı. Diyecek hiçbir şeyim yoktu.
Ne zaman vardı ki.
Dilim tutulmuş gibiydi sanki.
Ruhum sıkılıyor gibiydi.
Kalp acısını nasıl anlatabilirdim ki.
Benim dışarda gözüken bir yaram yoktu. Benim yaram en derinde, en içte olandı.
Yüreğim kanıyordu benim.
Sevdiğim kadın çoktan başkasına ait olmuştu...
O gece, iki dostun sessizliği, dertleri ve umutları arasında ağır ağır örüldü.
Bölüm sonuuu...
Nasıldı??
Biraz duygusallaştığım bir bölümdü benim için. Umarım size de duyguları iyi yansıtabiliyorumdur. Çünkü yazarken gerçekten biraz zorlandım ama umarım olmuştur.
Yüzleşme nasıldı?
Benim de Oğuzun ki gibi yüreğim acıdı biraz.
Hayat da hep böyle değil midir?
Zorlu ve yokuşlu.
Kendinize iyi bakın.
Yeni bölümlerde görüşürüzzzzzz
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |