
Bölümü şarkıyla okumanızı tavsiye ediyorummm çok güzel gidiyor çünkü💖💖
"Seni doyasıya yaşamak isterdim... Sabahını, akşamını, yazını, kışını... Ve de vazgeçilmez o sonbaharını..."
(Ilgaz Çakmak)
Eve döndüğümüzde her şey aynıydı ama içimde hiçbir şey aynı değildi. Duvarlar hâlâ o eski suskunluğuyla çevremdeydi. Koltuklar, perdeler, odanın köşesindeki o solmuş çiçek… Hepsi yerli yerindeydi. Ama ben yerli yerimde değildim.
Ayakkabılarımı bile çıkarmaya mecâlim yoktu. Salona geçtim, halının tam ortasına diz çöktüm. İçimde, içimi lime lime eden bir acı vardı. Ağlamamak artık bir seçenek değildi.
Gözlerim kendiliğinden boşalmaya başladı. Ne bir çığlık attım ne bir kelime söyledim. Sadece sustum. Sessiz bir çöküştü bu. Sadece ruhumun ağlamasıydı.
Birden omzuma biri dokundu. Başımı kaldırdım. Selim… Gözleri telaşlı, sesi yumuşak.
“Ilgaz… Lütfen böyle oturma yerde. Üşürsün.”
Sanki bedenimi değil de yüreğimi yerden kaldırmak istiyordu. Kollarımda hiç güç kalmamıştı. Sözcüklerin boğazıma düğümlendiği o anlardan biriydi.
“Ben… Selim, ben ne yapacağım?” dedim.
Sesim tanımadığım birine aitti sanki. O kadar kırıktı, o kadar paramparça.
O yanıma diz çöktü.
“Yanındayım, buradayım. Ne yapmak istersen… neye ihtiyacın varsa.”
“Beni bırakma olur mu?” dedim. Gözlerine bakmadan. Çünkü gözlerine bakarsam, daha çok ağlayacağımı biliyordum.
Başını salladı. “Bırakmam.”
“Ne istersem yapar mısın?” dedim birden, hızla nefes alarak.
Yapmak zorundaydı. Beni bu cehennemden çıkarmalıydı.
Tereddüt etmeden, “Yaparım,” dedi.
O an başımı ona çevirdim. Yüzümü sildiğim ellerim hâlâ titriyordu.
“O zaman… Benim sevgilim gibi davranmanı istiyorum,” dedim.
Sessizlik. Koca bir boşluk çöktü aramıza. Sadece saate ait tik taklar duyuluyordu. Sonra o sessizliği Selim’in sesi böldü. Düşünceli, kırgın ama sevgi dolu bir sesle:
“Hayır, Ilgaz… Bunu yapamam.”
Kaşlarımı çattım. Gözyaşlarım hâlâ akıyordu.
“Neden? Madem yanımdasın, neden?”
“Çünkü…” dedi yavaşça. “Sen onu seviyorsun. Oğuz’u…”
Bir an yutkundum. Gözlerimi kaçırdım. Duygularım darmadağın olmuştu. Kalbimde binlerce şey konuşuyordu ama ağzımdan sadece şu döküldü:
“Olmaz. Onunla olamam. O bana ait değil. Hiçbir zaman da olmayacak.”
Bir ara Oğuz'un bana ait olmasını istediğim gözümün önüne geldi. Daha çok ağladım. Daha çok akıttım göz yaşlarımı. O kahve gözleri bana parlasın istiyordum.
Ama hepsi geçmişte kalmıştı. Artık geri dönüşü yoktu...
Selim usulca başını salladı. Yanıma oturdu, dizlerini kendine çekti. Elini elime koydu.
“Sadece kalbini kandırmak istiyorsun, biliyorum,” dedi. “Ama ben buna yardımcı olamam. Çünkü seni kırmak istemem. Hem onu, hem seni, hem de beni...”
Artık gözlerim açık ağlıyordum. Gözyaşlarım sessizliğin içinden akıyor, yere bir bir düşüyordu. Kalbimle savaşırken, içimde Oğuz’a dair susturamadığım her şey çığlık çığlığa bağırıyordu.
“Ben... onun gözlerini unutmam, biliyor musun?” dedim.
“Yaralıydı ama saklamaya çalışıyordu. Bana bakarken bir kere bile cesur davranmadı, hep içinden konuştu benimle. Ama yine de… hissediyordum. Beni duyuyordu. Anlıyordu. Ama… yaklaşmıyordu.”
“Çünkü onun da canı yanıyor,” dedi Selim.
“Sadece senin değil.”
Bir süre daha sustuk. O başını öne eğmişti. Ben tavana bakıyordum. Gözlerimde hâlâ yaş, yüreğimde hâlâ sızı.
“Biz olamayız Selim... Oğuz ve ben olamayacak kadar imkânsız bir hikâyeyiz." diye fısıldadım gözyaşlarımın arasında.
Selim o anda başını bana çevirdi.
“Böyle daha mı mutlu olacaksın... Söyle Ilgaz... Oğuza oyun oynayarak, başkasını seviyormuş gibi yaparak."
"Olmalıyım Selim! Duydun mu olmalıyım! Ben nefes alamıyorum artık!"
Elim ayağım titriyordu. Selim dolu gözlerle bana çevirdi bakışlarını.
"Gel buraya..."
Beni kollarının arasına alıp sıkı sıkı sarıldı. Ve daha çok ağladım... Daha çok sarsıldım onun kolları arasında. Uzun uzun öptü saçlarımdan.
"Ne yapıcam ben Selim... Bana bir şey söyle lütfen..."
Hıçkırıklarımla söylediğim kelimeler tam çıkmıyordu.
"Şşş şimdi konuşmayalım... Sadece dinlen... Ben hep yanındayım."
Ağlamam yavaş yavaş azalırken gözlerim yorgunluktan kapanıyordu. İçli içli ağlamak derlerdi ya hani. Öyleydi benimkisi.
İçim kanaya kanaya ağlamıştım...
Oğuz'un gözleri geldi aklıma.
O buruk, kırgın bakışları..
Bana haykırışı, sesini duyurmaya çalışır hâli.
Ben onu gerçekten çok mu üzmüştüm?.. Benim yüzümden mi bu kadar çökmüştü...
Eski hâlinden eser kalmamıştı... O düzenli titiz adam gitmiş, yerine yorgun argın biri gelmişti...
İçimden bir şey koptu o an. Belki pişmanlık, belki bir özür. Ama adı yoktu.
"Hadi kalk... Böyle yaparsan hiç toparlanamazsın." dedi Selim fısıltıyla.
Kucağından çıkıp kızarmış gözlerle, dağılmış saçlarımla baktım ona. Gözyaşlarım hâlâ istemsiz bir şekilde yanağımdan süzülüyordu.
"Ben onu çok özledim Selim..."
Gözyaşlarım hızla akmaya devam etti. Nefes alamıyordum. Ruh daralması diye bir şey gerçekten vardı. Ve şuan onu yaşıyordum.
"Selim... ben..."
Ağlamam şiddetlendi. Daha içli içli daha hıçkırık dolu.
Yerimden kalkıp duvarlardan destek alarak kendimi banyoya attım.
Kapıyı kapatır kapatmaz kilidi çevirdim. Parmaklarım hâlâ titriyordu. İçimdeki her şey üstüme yıkılmış gibiydi. Sırtımı kapıya yasladım, bir anlık bile olsa kendimi korumaya almış gibi hissettim.
Ama neye karşı? Dışarıda endişelenen biri mi vardı, yoksa içeride susmayan o parçalanmış kalbim mi?
Ağlamaya devam ettim. Sessiz kalmaya çalışsam da boğazımdan çıkan her hıçkırık, içimdeki kırıkların yankısıydı. Gözyaşlarım hızla yanaklarımdan süzülüyor, çenemden süzülen yaşlar tişörtümün yakasına damlıyordu. Titriyordum. Sanki içimde yıllardır biriken her şey aynı anda boşalıyordu.
Kapının diğer tarafından Selim’in sesi geldi.
“Ilgaz…”
Sesi biraz titrekti. Derin, bastırılmış bir korku gizliydi içinde.
“Ne olur… aç şu kapıyı. Lütfen. Korkutuyorsun beni.”
Cevap veremedim. Ağzımı açsam, daha çok ağlardım. Susmak tek savunmamdı. Ama o da yetmiyordu.
“Ilgaz, bak… seni böyle bırakamam. Nefes alışını bile zor duyuyorum. Aç şu kapıyı lütfen. Sadece... sadece konuşalım.”
Sırtımı kapıdan çekip birkaç adım attım ama dizlerim beni taşıyamadı. Banyonun soğuk seramik zeminine çöküverdim. Dirseklerimi dizlerime dayadım, ellerimle yüzümü kapattım. İçimden bir inilti koptu. Bastıramadığım bir şeydi bu. Gözyaşı değil sadece… hayal kırıklığı, terk edilmişlik, sevilememişlik… hepsi birden boğazıma düğümlendi.
“Ne olur bir ses ver Ilgaz…” dedi yine. Bu kez sesi kırılmıştı. “Ne olur bir şey söyle… İyi misin, tamam demeni istemiyorum… ama... orada mısın?”
İçimden cevap vermek geçti.
“Buradayım,” demek istedim. Ama boğazımdaki düğüm konuşmama izin vermedi. Hıçkırıklarım daha da sıklaştı. Bir çocuğun annesiz bir geceye ağlaması gibi… içimi yırta yırta.
Sonra bir ses duyuldu. Paniklemişti artık. Kapı kolunu sertçe çevirdi, sonra kapıya bir yumruk attı.
“Ilgaz, bu kapıyı kıramam sanma. Sana bir şey olursa, kendimi affetmem. Ne yapıyorsun içeride? Lütfen, Ilgaz… ne olur… bir ses…”
“Git...” dedim kısık bir sesle.
“Git buradan, Selim. Ne olur…”
“Gidemem!” dedi anında.
“Çünkü sen bana az önce, ‘Beni bırakma,’ dedin. Şimdi bırakıp gidersem… ben senin en büyük korkunla baş başa kalmana neden olurum.”
Kapının önüne gelip yere oturduğumu anlamış olmalıydı. Çünkü sesi biraz daha yaklaştı.
“Bak… hayatında ilk kez biri gerçekten yanındayken, kendini kapatma. Ilgaz… bu karanlık seni içine çeker. Ben burada duruyorum ama… bir kelimenle kapıyı kırarım. Ne yapacağını bilmediğini biliyorum. Ama bir daha ‘yalnız kaldım’ deme diye... gerekirse kapıları parçalarım.”
O an dizlerimin bağı çözüldü. Omuzlarım düştü. Ellerimi yavaşça indirdim. Kalbimden bir inilti daha yükseldi. Tüm bu acıyı nasıl taşıdığımı bilmiyorum ama artık taşıyamadığım bir şey vardı: sessizlik.
“Yoruldum…” dedim. Dudaklarım titriyordu. “Çok yoruldum…”
“Biliyorum,” dedi Selim. “Beni içeri al, Ilgaz. Bırak, biri ilk kez gerçekten şahit olsun bu yorgunluğuna. Yanında ağlayayım, olur mu? Seninle beraber… bu karanlıkta oturayım.”
Ama artık hiçbir şey yapacak hâlim kalmamıştı. Yattığım yerden doğrulmaya çalışırken başım döndü. Gözlerim karardı. Ellerim banyonun zeminini yokladı, ama vücudumun gücü tükenmişti. Birden düşer gibi oldum, alnım fayansa değdi. O anda istemsiz bir ses çıktı ağzımdan.
“Ah…”
Dışarıda yankılandı o ses. Ve hemen ardından tok bir darbe sesi duyuldu.
Kapı titredi.
“Ilgaz?!”
Bir darbe daha.
“Ilgaz, kapıyı açamıyorsan… ben açarım!”
Ve sonunda… o eski tahta kapı çatırdayarak açıldı. Işık bir anda üzerime vurdu. Selim gözleriyle beni aradı ve sonunda yerde yatan hâlimle göz göze geldi.
Yüzünde o an gördüğüm ifade… ömrüm boyunca unutamayacağım bir şeydi. Korkuydu. Panikti. Ama en çok… sevgiydi.
Yanıma koştu, yere diz çöktü. Elleri omuzlarımdaydı.
“Ilgaz… Ilgaz iyi misin? Ne oldu? Başını mı çarptın?”
Başımı yavaşça salladım.
“Hayır… sadece… gücüm kalmadı…”
Beni kucaklayacak gibiydi ama sonra durdu. Sadece yüzüme baktı. Gözleri dolmuştu onun da. İlk kez… gözleri benim kadar ağlamış birine benziyordu.
“İzin verir misin?” diye sordu.
“Sana dokunayım mı?”
O an başımı hafifçe salladım. Sadece bir evet... başka hiçbir şey demeden.
Kollarını usulca omzuma sardı. Beni kaldırmadı. Yere çöktü ve beni olduğu gibi tuttu. Ve ben… bir çocuk gibi sığındım o kucağa.
“Çok kırıldım, Selim…” dedim, boğuk bir sesle. “Her yerim… paramparça.”
“Ben seni kırmak için değil, toplamak için buradayım,” dedi.
Ve o an… ilk kez gözyaşlarım biraz hafifledi. Kalbim hâlâ ağrıyordu ama ilk defa… birinin sesinde merhem vardı...
Kucağında, bir şey söylemeden beni tuttu uzun bir süre. Kalbimin atışını, nefesimin titreyişini, omuzlarımdaki ağırlığı hissedebiliyordu. Bense gözlerimi kapatmış, sadece o anın sessizliğine sığınmıştım.
İçimde hâlâ ağlamaya devam eden bir çocuk vardı ama artık sesi biraz daha yumuşaktı. Çünkü biri onu duymuştu.
Zaman aktı mı bilmiyorum. Gözyaşlarım yanaklarımı ıslattı, sonra kurumaya başladı. Başımı usulca kaldırdım. Selim bana bakıyordu. Gözlerinde biriken yaşları fark etmemek imkânsızdı.
Göz göze geldiğimizde, o an titrediğini gördüm. Ama ağlamadı. Sadece sustu. Çünkü kelimelerin bazen hiçbir anlamı yoktu.
“Beni böyle gördüğün için üzgünüm,” dedim, sesi çıkmayan bir fısıltıyla.
Kaşlarını çattı. “Üzgün olman gereken tek şey… bu kadar yalnız bırakılmış olman, Ilgaz.”
Bir an gözlerimi kaçırdım. Çünkü bu kadar basit bir cümle, içimde daha büyük bir boşluk açtı.
Selim, bana zarar vermemeye dikkat ederek yavaşça yerinden kalktı. Ardından bana döndü.
“Yatmak ister misin?” diye sordu.
“Odan hazır. Dinlenmek… belki iyi gelir.”
Başımı hemen salladım.
“Hayır. Lütfen… kapalı bir yerde yalnız kalmak istemiyorum. Yine düşerim. Yine kaybolurum. Lütfen…”
Sözlerim panik halinde döküldü ağzımdan. Hâlâ tam toparlanamamıştım. Sanki bir daha yalnız kalırsam o anki karanlığa yeniden gömülecektim.
Selim bir şey demedi. Sadece başını yavaşça salladı. Ardından, iki eliyle beni yerden kaldırdı. Titreyen dizlerim beni hâlâ taşımıyordu ama o dikkatlice koluma girdi. Beni mutfağa kadar götürdü ve yumuşak sandalyeye oturttu. Hâlâ ürkek bir kuş gibiydim. Yanağımdaki tuz izlerini eliyle silmedi, ama gözleriyle defalarca okşadı.
Sonra önümde diz çöktü. Gözlerini gözlerime kaldırmadan konuştu.
“Biliyor musun,” dedi, “senin yerinde başka biri olsaydı… çoktan vazgeçmişti. Ama sen buradasın. Ayaktasın. Sarsılmışsın ama düşmemişsin. Yıkılmışsın ama hâlâ içindeki sesi duyuyorsun. Bu… kolay değil.”
Yutkundum. Elimle saçlarımı düzeltmeye çalıştım ama ellerim hâlâ titriyordu.
“Güçlü değilim,” dedim. “Sadece… hayatta kalmak zorundayım. Başka şansım yok. Güçlü değilim, Selim… sadece mecburum.”
Selim başını kaldırdı. Gözlerinde bir parıltı vardı.
“Bazen… mecburiyetlerimiz, bizim en büyük cesaretimiz olur.”
Derin bir nefes aldım. Gözlerim yavaşça mutfağın köşesine kaydı. Duvarlar aynıydı. Eşyalar aynı. Ama o an, içerisi biraz daha yaşanabilir görünüyordu. Çünkü biri orada, diz çöküp bana gerçekten bakıyordu.
Selim ayağa kalktı.
“Sana bir şey yapacağım,” dedi.
“Açsın değil mi?”
Karnımı düşündüm. Ne hissettiğimi bile bilmiyordum ama başımı salladım.
“Aç değilim ama... sıcak bir şey belki iyi gelir.”
“O zaman... elimden gelenin en iyisini yapayım.”
Ve göz kırptı bana. Gülümsemeye çalıştı. O sahte bir neşe gibiydi, ama samimiyetle sarılıydı. Onu kırmak istemedim. Zorlukla da olsa, dudaklarımı kıpırdattım. Gülümser gibi yaptım. Ama o... fark etti.
O yüzümdeki acıya batırılmış gülümsemeyi hemen çözdü.
“Gerçek değil,” dedi.
“Ama olsun. Bir gün içinden gelenini de göreceğim. Acelem yok.”
Mutfağa yöneldi. Ben hâlâ sandalyedeydim. Kafamı yavaşça çevirip onu izledim. Buzdolabını açtı, tencereleri çekti, domatesi doğradı. Her hareketi sessiz bir şefkat gibiydi. Sanki yemek değil de… beni onarmaya çalışıyordu. Sırtı dönüktü ama bir yandan da konuşuyordu.
“Yumurtalı ekmek yapacağım,” dedi.
“Çocukken annem moralim bozulunca hep yapardı. Sarımsak da koyardı, nefret ederdim ama iyileştirirdi.”
Bir şey söylemedim. Ama içimden bir teşekkür büyüdü. Onun için değil sadece... varlığı için...
Sonra… eliyle ocağı ayarlarken bir şey dikkatimi çekti. Sol elinde, başparmağının üstünde ince bir kesik vardı. Hafif kan toplamıştı. Ama o farkında bile değildi.
Gözlerimi hemen oraya diktim. Yerimden kalkmadan sordum:
“Selim… elin?”
Döndü. Elini fark etti. Hafifçe güldü.
“Kapıyı kırarken… sanırım biraz sert davrandım.”
“Canın çok yanıyor mu?”
Başını iki yana salladı.
“Senin ki kadar değil.”
Birden gözlerim doldu. O cümle… basit gibi ama içimi delip geçti. Çünkü biri ilk kez... benim acımı ölçü alıyordu.
Yerimden kalkmak istedim ama bacaklarım hâlâ güçsüzdü. Sadece sandalyede hafif doğruldum.
“Selim…” dedim kısık bir sesle.
“Kapılar kolay kırılmıyor, değil mi?”
“O kapı kırılmadı aslında,” dedi.
“Sadece… senin duvarların biraz çatladı.”
Ve sonra… gülümsedi.
Gerçekten.
Ben de ilk defa… biraz olsun gülümsedim. O an çok küçük bir şey gibiydi. Ama içimdeki karanlık, ilk defa bir yerinden ışık sızdırdı...
***
Balkona çıktığımda hava serin ama bunaltıcı değildi. Gecenin sessizliği, şehrin uyuyakalmış sokaklarına yorgan gibi serilmişti.
Işıkları az açmış Selim… Masaya beyaz bir masa örtüsü sermiş, üstüne çorba kaselerini, iki tabak, iki kaşık, bir de ortada kararmaya yüz tutmuş metal bir tuzluk koymuştu. Ve tabii bir de… yumurtalı ekmek.
Kokusunu daha mutfaktayken almıştım ama o an fark etmemişim. Şimdi ise o tanıdık koku boğazıma düğümlenmişti. Babam sabahları işe giderken yapardı, ne zaman karnım acıksa hemen onu isterdim.
Yumurtalı ekmek… İnsanın geçmişine bu kadar yakışan başka kaç şey vardı ki?
Selim masanın bir ucunu çekti.
“Gel,” dedi, sesi ince bir gülümsemeyle doluydu, “Bu sabah-akşam fark etmeksizin yenen, iyileştirici, mucizevi bir şey: yumurtalı ekmek. Bilimsel açıklaması yok ama işe yarıyor.”
Ben gülmedim, ya da belki çok hafif bir şey oldu yüzümde, kırık bir kıvrım… O bile içimi yaktı. Ama o fark etti.
“Bak, bir kıpırdama oldu şu dudağında,” dedi, elini çenesine götürüp kendi kendine başını salladı, “Fena değil. Bir iki deneme daha yaparsam tam bir kahkaha alabilirim senden.”
İstem dışı başımı eğdim.
“Zorladım… Gülmeye çalıştım. Ama olmuyor.”
“Biliyorum,” dedi yavaşça.
Sandalyeyi itip önümdeki yere çömeldi. Yine o gözleriyle baktı… Az önceki gibi değil, daha dikkatli, daha… tanıdık bir yerden.
“Biliyorum çünkü sahte bir gülümsemeyle kaç yıl geçirdiğimi tahmin bile edemezsin.”
O an kalbim daha çok acıdı. Sadece kendim için değil, onun için de. Başımı hafifçe salladım.
“Ben de yıllarımı öyle geçirdim. Erken bitecek sandım, hep daha fazlası geldi.”
“Artık gelmeyecek,” dedi kararlı bir sesle.
“Bu gece senin için sadece yumurtalı ekmek yapmadım. Aynı zamanda kendime bir söz verdim. Bundan sonra ne olursa olsun, bir daha yalnız ağlamayacaksın.”
İçimde bir şey kırıldı. Bu söz… Yüzüme değil, kalbimin en karanlık yerine söylendi. Gözlerim yeniden doldu, sustum. Söyleyecek gücüm yoktu. Ama o hâlâ benimle konuşuyordu, kelimeleri yavaş yavaş, sabırla dokuyordu.
“Elini ver,” dedi birden.
İtaat eder gibi uzattım. Ama o kendi elini gösterdi.
“Bak, bunu senin için yaptım. Kapıyı kırarken olmuş. Hafif çizik ama yine de… dert etme. Ben iyiyim.”
Elini gördüğümde boğazım düğümlendi.
“Selim…” dedim fısıltıyla, “Bunu yapmana gerek yoktu. Ya ben gerçekten kendime zarar vermeye kalksaydım? Ya-”
“İşte o yüzden yaptım,” diye böldü beni.
“İhtimal bile yetti. O kapı aramızda dursa… ben bir ömür boyunca ne yemek yiyebilirdim, ne uyuyabilirdim. Kafamın içinde senin hıçkırıkların çınlardı.”
Gözyaşlarım sessizce yanağımdan süzülürken bir kaşık uzattı bana.
“Bu çorba sadece çorba değil. İçinde biraz umut, biraz da sabır var. Çok pişirdim. Şimdi senin için pişsin istedim.”
Bir kaşık aldım çorbadan. Tadını ayırt edemedim. Ama sıcaklığı boğazımdan aşağı inerken içimde bir şey ısındı. Kaşığı bırakmak istemedim.
“Afiyet olsun,” dedi gülümseyerek.
“Ve bak… yumurtalı ekmek hâlâ burada. Evrenin gizli silahı. Ne kalp kırıklığı, ne gözyaşı, ne geçmiş… buna uzun süre dayanamaz.”
O an gerçekten gülümsedim. İlk kez içten. Hafif, kırılgan ama gerçek.
“Bu kadar güzel konuşmasan, belki daha erken gülerdim,” dedim.
O kahkaha attı, ama gözleri hâlâ doluydu.
“Sen gül diye konuşuyorum zaten.”
***
Selim’in o inatçı bakışları, beni sandalyeden kaldırıp paltomu omzuma attığı anda başlamıştı.
“Hadi,” dedi, “biraz hava alacağız.”
Karşı koyamadım. Zaten artık hiçbir şeye karşı koyabilecek gücüm kalmamış gibiydi. Sanki içimdeki her şey ya donmuş ya da bir çığ gibi üstüme yığılmıştı. Ama adımlarımı ona uydururken, omzumu saran montun sıcaklığıyla birlikte bir şeylerin içimde hafifçe çözülmeye başladığını hissettim.
Sokak, akşamın serinliğine bürünmüştü. Sessizdi. Arada bir geçen arabaların sesi dışında her şey sakindi. Birkaç adım yürüdükten sonra Selim, cebinden bir sakız çıkarıp uzattı bana.
“Bu, moral sakızı” dedi, göz kırparak.
Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. Güldüm mü? Hayır, ama gülmeye niyet ettiğimi fark ettim.
Selim de fark etmiş olmalıydı ki, “Az daha uğraşırsam seni güldüreceğim,” dedi alçak sesle.
Parkın yanından geçerken beni bileğimden tuttu, “Yarışalım mı?” dedi bir anda.
“Yarış mı?” dedim şaşkınlıkla.
“Evet. Kaybeden diğerine pamuk şeker ısmarlayacak. Çocukluk yemini olsun. Eğlenmeden eve dönmek yok.”
“Selim saçmalama!” dedim gülerken.
Ama çoktan ayakkabılarımı kontrol etmeye başlamıştım. O sırada yüzümde bir gölgenin gezindiğini fark etti, çünkü yumuşadı birden.
“Hadi Ilgaz… Ne zamandır çocuk gibi eğlenmedin? Bırak bu gece ağlamak da serbest olsun, gülmek de.”
“Ben zaten ağlıyorum,” dedim kısık sesle.
“O zaman şimdi gülme sırası.”
Ve birdenbire başladık koşmaya. Tüm o yük, tüm o acı, o boğazıma dizilen hıçkırıklar… Hepsi birkaç adımlık mesafeye sıkıştı sanki. Ayaklarım çimlere bastıkça, nefesim kısalsa da kalbim hafifledi. Çocuk gibi güldüm. Gerçekten… Uzun zamandır ilk defa.
Koşuyu kim kazandı bilmiyorum. Çünkü durduğumuzda ikimiz de aynı anda yere çöküp nefes nefese kalmıştık. Gözlerim doluydu, ama ağlamıyordum. Bir gülümseme asılıydı dudaklarımda. Selim bana baktı, alnımdaki teri sildi.
“Sen gülerken güzel görünüyorsun,” dedi.
Ciddiydi. Çok ciddiydi.
Tam o sırada gökyüzünden bir damla düştü. Sonra bir tane daha. Sonra…
“Yağmur…” dedim başımı kaldırıp göğe bakarken.
“Tam zamanında,” dedi Selim. Ve ellerimi tutup beni ayağa kaldırdı.
“Ne yapıyorsun?” dedim kahkaha atarken.
“Dans ediyoruz,” dedi.
Ve gerçekten, orada, bir sokak lambasının altında, çimenlerin üstünde, çocuksu bir saçmalığın ortasında, ikimiz de başımız gökyüzüne dönük, gözlerimizi kırpmadan, saçlarımız sırılsıklam olmuşken dans etmeye başladık.
Ayaklarımız yere değil, kalbimize basıyordu sanki. Adımlarımız birbirimize dokunuyordu, ama hiçbir yere değmiyorduk.
Gözyaşlarım yağmurla karıştı. Hangisi daha çoktu bilmiyorum. Ama biri içimi temizliyordu.
“Selim…” dedim titreyen sesimle.
“Elimden bu geliyor,” dedi.
“İyileştiremem seni. Ama yalnız kalmana da izin vermem.”
İşte o an… O an tüm kelimeler anlamsızdı. Çünkü bir insanın çabası, sevgiyle yoğrulmuş bir emeğin suskunluğu gibiydi. Ve o suskunluk, bir çığlıktan daha çok şey anlatıyordu...
Bölüm sonuuuuuu
Nasıldı???
Yavaş yavaş sezon finaline az kaldı ayyyy. İçim bir tuhaf oldu.
Bu duygusal sahneleri size iyi yansıtabiliyor muyum bilmiyorum ama umarım hissettiklerimi yazıya ve size dökebiliyorumdur.
Selim'in çabası peki?
Dokunmak için bile izin istemesi...
Üzümlü kek.
😌🥹
Yeni bölümlerde görüşürüzzzzzz
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |