
Medya ve aşağıdaki söz...
"Sen benim kışımda açan kardelen çiçeğisin..."
(Ilgaz Çakmak)
Günler sonra...
Paris’teki son gecemizdi.
Bunu söylemek bile kalbimi sıkıştırıyordu. Hani bazı anlar vardır… Ağzından “son” kelimesi çıkar ama ruhun hemen inkar eder.
“Hayır, değil. Daha bitmedi,” der gibi. Ama ben biliyordum. Bunu hissetmemek mümkün değildi.
Salondaki pencerenin önünde, Selim’le yan yana oturuyorduk. Işıklar çoktan sönmüştü. Sadece dışarıdaki sokak lambasının solgun ışığı odamızın bir köşesine vuruyor, içeriye sanki bulanık bir anıymış gibi sarı-turuncu bir gölge düşürüyordu.
Camın buğulu yüzeyine parmak ucumla gelişigüzel bir şeyler çizdim. Belki de sadece bir şeyleri tutmaya çalışıyordum; zamana, anıya, kendime… Selim sessizdi. Sanki o da benimle birlikte o camda bir şey arıyordu.
“Selim…” dedim usulca, sesim gecenin o yumuşak sessizliğine karıştı.
“Biliyor musun… Paris’e gelirken her şeyden kaçmak istedim. Ne olduğunu bilmeden, sadece gitmekti derdim. Ama bu şehir bana her şeyimi geri verdi. Önce kendimi… Sonra seni…”
Gülümsedi. Yüzünde belli belirsiz, ama çok tanıdık bir gülümseme vardı.
“Ben de senden öğrendim, Ilgaz. Sessizliği sevmeyi, suskunlukla anlaşmayı… Gözyaşlarının ardında bile gülümseyebileceğini.”
Bir süre sustuk.
Dışarıda bir araba geçti, ardından yine o tanıdık sessizlik. Gecenin bozulmamış kokusu burnuma doldu. Ilık, hafif rüzgarlı.
Temmuz’un Paris hali...
“Ve Oğuz…” dedim.
“Hayatımın en beklenmedik yerinde çıktı karşıma. Kafam karmakarışık. Ama kalbim... kalbim bir şeyler söylemeye çalışıyor.”
Selim bana döndü, gözleri gözlerimde.
“Kalbinin sesini bastırma. Bunu senden çok az insan başarabiliyor. O seni buldu, Ilgaz. Sen onu istemeden bile kalbinde taşıyorsun.”
Başımı eğdim. Boğazıma bir şey düğümlendi. Gözlerim doldu ama ağlamadım.
“Ya gidersem… Ya bırakırsam her şeyi? Ya bir daha o sesleri duyamazsam?”
Selim usulca elimi tuttu.
“O seni unutmaz. Sen onu unutmazsın. Çünkü gerçek hisler, mesafeden korkmaz. Hem… her veda gerçekten bir son mu?”
İşte o an ağladım. Sessizce.
Ne de güzel bir duyguydu birinin seni anlaması.
Senin içindeki bütün yangınlardan haberdar olması...
"Ayakkabımın altına ilk senin adını yazayım diyorum, ne dersin?" dedim ağlamakla karışık gülerek.
Burukça kahkaha attı. Sonra dolu gözleriyle bana döndü.
"Büyüdün be Ilgaz... Küçük kardeşim büyüdü ve evleniyor."
Ağlamak istemiyordum. Gözlerimin dolmasına engel olamasam da ağladıkça içim acıyordu. İşi şakaya vurmak artık alışkanlık olmuştu.
"Aaa ben yirmi yaşına girdim yalnız. Hâlâ yirmilik çıtırım." dedim gülerek.
"Zaten on dokuz yaşındaki hâlin hiç çekilmiyordu biliyor musun... Nasıl diyeyim liseli ergen gibi."
Gözleri bana muzirce bakarken dalga geçtiğini biliyordum. Ama ben çoktan boğa gibi solumaya başlamıştım. Sinirden Selim'in koluna bir tane geçirdim.
"Hiç de bile sen bana kurban ol be." dedim somurtarak.
Gerçekten liseli ergen gibi değildim değil mi?
Hayali bile korkunçtu.
"Olurum lan kurban da olurum gel buraya." diyip beni yine çok sevdiğim kolları arasına aldı.
Kocaman gülümserken o hâlâ benden şikayetçi olduğundan bahsediyordu.
"Yalnız ayakkabı konusunda ciddiyim he." dedim başımı kaldırarak.
Kendinden emin bakışlarıyla bana döndü.
"Beni isteyen çok biliyorsun madam, sadece ben yüz vermiyorum."
Kocaman bir kahkaha attım. Selim ise delirmişim gibi şaşkın gözlerle bakıyordu.
"Selim gerçekten şaka gibisin."
"Ne yani yakışıklı değil miyim?" dedi tek kaşını kaldırarak.
"Aaaa kesinlikle öylesin.. offf vuruldum şu endam şu karizma kimde var be."
"Dalga geçiyorsun gibi hissettim ama neyse."
Birbirimize bakıp kahkahayı yine basmıştık.
Selim Yalın.
İyi ki hayatıma girmişti. İyi ki o bataklıktan beni çekip çıkarmıştı.
Bir çok kez iyi ki...
***
Güneş daha doğmadan uyandım. Ev sessizdi. Selim hâlâ uyuyordu. Yavaşça kalkıp mutfağa geçtim. Kendi evimde son kez kocaman bir kahvaltı hazırlayacaktım. Çünkü bazı anlar hatıra kalırdı. Gerçekten unutulmayacak kadar önemli olduğu için. Bu kahvaltının da öyle olmasını istiyordum. Ne olursa olsun hafızalarda yer edinsin...
Az sonra Selim geldi, saçları dağınık, gözlerinde uyku izi. Ama yüzünde bana özel bir gülümseme…
“Ne yapıyorsun sen?” dedi hafif kahkaha atarak.
“Son kahvaltımız bu evde. Beraber olsun istedim,” dedim.
“Biliyor musun? Belki de son sabahlara bu kadar anlam yüklememeliyiz… Ama yine de içim acıyor.”
“Son değil,” dedi.
“Yeni başlangıçlardan sadece biri.”
O an gözüm saate kaydı.
“Hadi,” dedim.
“Oğuzları da arayalım. Büyük bir veda kahvaltısı yapalım.”
Hemen konumu attık. Oğuz, Çiğdem ve Tolga... Bir saat sonra evdeydiler. Gülüşmeler, sarılmalar, çatal kaşık sesleri, arka planda çalan Fransızca bir şarkı... Ama kalbim hepsinin arkasında bir ayrılık hazırlığı yapıyordu.
Sonra gözüm odanın köşesinde duran bir bavula takıldı. Benimkilerden biri değildi.
“Sana mı ait o?” dedim Selim’e.
Sustum. Kalbim bir anlığına yerinden fırladı.
“Hayır,” dedi gülümseyerek.
“Bize ait.”
Şaşkınlıkla baktım.
“Türkiye’ye birlikte dönüyoruz. Seni yalnız bırakmamı beklemedin değil mi?"
"Sen ciddi misin?" dedim dolu gözlerle.
"Hem ne diyordun daha ayakkabının altına benim ismimi yazacaktık."
O ağlamanın arasında bide gülmeye başladım. İçten kocaman bir gülüştü bu.
"Ben değil miydim ya o ?" dedi Tolga ağzına salatalık sıkıştırırken.
Çiğdem ters ters Tolgaya döndükten sonra Tolga öksürmeye başladı.
Biz ise gülüyorduk. Yine içten ve hiç sönmeyecek bir enerjiyle.
"Doğru benim başım bağlı artık. Darısı sana Selim." dedi ağzını peçeteyle silerken.
Çiğdemin bakışı...
O bakışı asla unutmazdım.
Tolganın ona dönüp göz kırpması...
Bu ikili gerçekten iyi olmuştu. Onların da bir araya gelmesine o kadar çok sevinmiştim ki.
Kendi evlilik teklifimi bile unutmuştum.
Oğuz'a döndüm.
Yine hayran hayran bakıyordu bana. Dünyadaki tek kadın benmişim gibi. İçim öyle bir hisle doldu ki anlatamazdım. Kelimeler yetmezdi yüreğimdeki hissi anlatmaya.
Ama şuna çok emindim. Sevilmek çok güzel bir duyguydu.
Bende kocaman gülümsedim sevdiğim adama. Kahve gözlerine uzun uzun baktım. Bir yılın özlemiyle ezberledim her bir zerresini.
Oğuz yine o gamzesiyle gülümseyince kalbim hızlandı. Ne de güzel gülümsüyordu...
"Ilgaz, hooop hooop aile var burda be. Kardeşimin ağzına düşeceksin."
"Bu tuzluğu kafana yemek istemiyorsan kes o sesini marul kafa." dedim yalancı bir sinirle.
O kadar güzel bir ortamdı ki şuan. Ne desem de anlatamazdım bu olduğum ortamı. O kadar ben gibi hissediyordum ki kendimi.
Gözlerim doldu. Ağlamamak için başımı eğdim ama olmadı. Bu defa tutmadım kendimi.
Oğuz yanıma yaklaştı. Elini omzuma koydu.
“Her şey yeni başlıyor,” dedi sadece.
***
Çay kokusu hâlâ mutfağın içinde dolanıyordu. Çiğdem, tezgâhın başında bulaşıklarla uğraşıyor, ben de yardım etmek bahanesiyle su almak için içeri geçmeye hazırlanıyordum.
Ama kapıya vardığımda Selim ile Oğuz’un yalnız kaldığını fark ettim. İçeri adım atmak üzereydim ki… Oğuz’un sesi durdurdu beni.
“Selim…”
Sesinde alışkın olduğum o keskin ton yoktu. Daha yavaş, daha… kırılgandı.
“Biliyorum… Sana hep biraz serttim. Mesafeli. Belki de fazla… savunmacıydım.”
Selim şaşırmıştı belli ki. Hafifçe gülümsediğini duyar gibiydim. Cevap vermedi, bekledi. Oğuz konuşmaya devam etti.
“Sen, Ilgaz’ın yanında oldun. O giderken, ben burada değildim. Onun kalbinde ne varsa sen gördün. Ben sadece uzaktan düşündüm, hayal ettim. Sen yaşadın. Ve ben… sana bu yüzden teşekkür bile edemedim.”
İçimden bir şey koptu. Oğuz’un bu kadar açık olması… gururunu böyle bir kenara bırakması, beni olduğum yerde dondurdu. Gözlerim doldu istemsizce. Beni anlamıştı… ve Selim’i de.
“Başta kıskandım seni,” dedi Oğuz daha kısık bir sesle.
“Çünkü onun gözlerine bakınca, seni anlatıyordu. Ama sonra… anladım. Sen onun iyiliğini düşündün. Sadece Ilgaz için oradaydın. Bir gün bile bencil davranmadın.”
Selim’in sesi yumuşaktı ama gururlu:
“Çünkü ben onun dostuyum, Oğuz. Bazen konuşmadık. Bazen yalnızca oturduk. Ama oradaydım. Çünkü bazen bir insanı sadece dinlemek değil, onunla susmak gerekir.”
Bir sessizlik oldu. Sanki ikisi de bir şeyleri içlerinden attılar.
Oğuz tekrar konuştu, bu kez daha net, daha samimi:
“Haklıydın Selim. Bunu söylemem uzun sürdü ama… iyi ki vardın. Onun yanında olduğun için teşekkür ederim. Ben belki olamadım ama sen oldun. Onu bu hâle sen getirdin. Güçlü, dimdik, gözleri parlayan bir hâlde döndü. Ve bunda en büyük pay senin.”
Selim bir süre sessiz kaldı. Sonra hafifçe iç çekti.
“Ben sadece elimden geleni yaptım. Sen olsan, sen de yapardın.”
Yavaşça geri çekildim. Suyumu almadan, konuşmadan, bir gölge gibi mutfağın kapısından ayrıldım. Çünkü bazı sözler vardı ki, içeri girip bozmak büyük bir haksızlık olurdu.
Ben… onların beni nasıl taşıdığını o an anladım...
***
(Günler sonra -Türkiye)
Zaman garip bir şeydi. Bazen bir yıl geçer, sanki hiç ilerlememiş gibi olurdu. Bazen bir gün, ömür gibi sürerdi.
Türkiye’ye döndüğümden beri günler geçmişti. Evdeki sessizliği, gürültülü duygularımın altında ezerek yaşamaya çalışıyordum. Oğuz’ların yanında olmak bana iyi gelmişti, ama içimdeki fırtına hâlâ dinmemişti. Çünkü bir hesap daha kapanmamıştı: Burak'la olan evliliğim...
Kahvaltıdan sonra ellerimi yıkarken aynadaki yansıma uzun uzun yüzüme bakmamı sağladı. Saçlarım dağınıktı, ama umursamadım. Yorgun gözlerime bakınca insan kendine bile yabancı hissediyor. Aynada gördüğüm, ben değildim. Ya da belki... artık bendim.
Odaya geçtim, üzerime sade bir elbise giydim. Ne çok resmi, ne çok gündelikti. Renk olarak da gri. Belki ruh halimi yansıtıyordu; ne siyah kadar karanlık, ne beyaz kadar umutlu.
Telefonuma gelen mesajla irkildim.
Neslihan: “Binaya geldim, seni lobide bekliyorum.”
Avukatım Neslihan...
Onunla bu dava sayesinde tanıştık. Normalde insan, avukatına duygularını açmaz; ama Neslihan başka biriydi. Sanki sadece dava için değil, ben düştüğümde beni kaldırmak için de yanımdaydı.
Lobiye indiğimde beni gördü, ayağa kalktı. Üzerinde lacivert bir takım vardı, saçlarını sıkı toplamıştı. Ciddi duruyordu, ama gözleri hep olduğu gibi sıcaktı.
“Hazır mısın?” dedi.
Kafamı salladım, ama yalan söyledim. Hazır değildim. Hiçbir zaman hazır olmadım.
Beraber binanın dışındaki banklardan birine oturduk. Kalemini elinde çevirmeye başladı, bu onun düşünürken yaptığı bir alışkanlıktı.
“Ilgaz,” dedi nazikçe, “bugün konuşacağın her kelime çok önemli. Ama unutma, yaşadıklarını sen değil, sana bunu yaşatanlar utanmalı. Bugün senin susmadığın gün.”
Yutkundum.
“Ya doğru kelimeleri bulamazsam?”
Gülümsedi.
“Ben seni ilk dinlediğimde ne hissettiğimi biliyor musun? Karşımda parçalanmış ama hâlâ dik durmaya çalışan biri vardı. O ilk gün... oturup anlattığında her şeyi, bana en çok ne dokunmuştu biliyor musun?”
“Ne?” dedim. Sesim kısıktı.
“‘Sesimi çıkarmadım çünkü sesimin bir anlamı olduğunu bilmiyordum’ demiştin. Ilgaz... bugün o sesi herkes duyacak.”
Gözlerim doldu. Ellerimi sıkı sıkı tuttu.
“Burak hakkında bilmen gereken bir şey var,” dedi aniden.
“Duruşmada öğreneceksin ama... seni hazırlamak zorundayım.”
Kaşlarımı çattım. Kalbim deli gibi atmaya başladı.
“Ne oldu?”
Neslihan iç çekti.
“Burak son aylarda ciddi psikolojik sorunlar yaşamış. Gözlem altına alındı bir süre. Duruşmaya doktorları da gelecek. Ailesi, sen gittikten sonra durumunun kötüleştiğini söylüyor. Tanık olarak dinlenecekler.”
Nefesim kesildi. Dünya bir anlığına durdu sanki.
“Ben... bilmiyordum,” diyebildim.
“Delirdi mi yani?”
“Mahkeme onun cezai ehliyetiyle ilgili de karar verecek. Bu yüzden bu sadece senin değil, Burak’ın davası da olmuş oldu. Ama sen hâlâ mağdursun. Bunu unutma.”
Başımı salladım. Ama içim karıştı.
“Ilgaz, senin 19 yaşında olman evliliği geçerli kılmaz. Noterden alınan sözde onay belgeleri, annenin ölümünden sonra seni yetiştirme yetkisini alan babaannene ait olabilir ama bu onun seni evlendirme hakkı olduğu anlamına gelmez. Zorla evlilik Türk Ceza Kanunu'na göre suç. Ve biz bunu bugün anlatacağız.”
Omzuma dokundu.
“Korkma.”
O sırada görevli gelip duruşma salonunun hazır olduğunu söyledi. Ayağa kalkarken bacaklarım titriyordu. Neslihan bana döndü.
“Yanındayım,” dedi.
“Unutma.”
Salonun kapısından girdiğimde ilk hissettiğim şey soğukluktu. Beyaz duvarlar, kahverengi ahşap masalar, sessiz oturan insanlar... Hakim, kâtip, avukatlar, izleyiciler... Herkes bir yere bakıyor ama kimse bir yere odaklanmamış gibiydi.
Ve gözüm... Burak’a takıldı.
Simsiyah bir takım giymişti. Zayıflamıştı. Gözlerinin altı morluydu. Yanında avukatı oturuyordu, arkasında annesiyle babası. Kadıncağız dua ediyordu elleri titreyerek. Adam ise başını önüne eğmişti.
Tam karşımda mahkeme heyeti...
Ortadaki hâkim sert bakışlarını üzerimize dikmişti. Sağ tarafımda avukatım Neslihan vardı. Onun varlığı, belki de bu savaştaki tek sığınağımdı.
Biraz önce kuliste onunla konuşmuştuk; ellerim titrerken, "Hazır mısın?" demişti bana. Hazır değildim. Ama girmem gereken yer burasıydı. Susmak artık suçtu.
Katibin sesi yankılandı: Duruşma başlıyor. Dosya numarası 2025/114. Davacı Ilgaz Çakmak. Davalı Burak Taşdemir.
Hâkim dosyaya son kez göz attıktan sonra söze başladı.
"Bu dava, reşitliğe yeni adım atmış bir bireyin ailesi tarafından zorla evlendirilmesi ve evlilik sonrası yaşanan psikolojik baskıların, bireysel özgürlük ihlallerinin değerlendirilmesi yönündedir. Davacı temsilcisi söz alabilir."
Neslihan ayağa kalktı. Kıyafetinin bile yakıştığı bir ciddiyet vardı onda. Her kelimesi ölçülü, sesi netti.
"Sayın hâkim, müvekkilim Ilgaz Çakmak, daha 19 yaşındayken velayet hakkı büyükannesi Hatice Çakmak’taydı. Ne yazık ki bu vesayet yetkisi, Ilgaz’ın rızası dışında yapılan bir evlilikle kötüye kullanılmıştır. Müvekkilim, Burak Taşdemir ile hiçbir duygusal bağ kurmadan, zorla evlendirilmiş ve bu evlilikte psikolojik baskıya, izolasyona ve irade ihlaline maruz kalmıştır. Müvekkilim evlilikten kaçtıktan sonra davalı şahıs ağır bir ruhsal çöküş yaşamış ve tehdit içeren davranışlar sergilemeye başlamıştır. Ancak burada esas mesele Burak'ın ruh hali değil, Ilgaz’ın uğradığı haksızlıktır."
Karşı tarafın avukatı uzun boylu, gri saçlı bir adamdı. Sandalyesinden kalktı. Söz alırken sesinde ince bir küçümseme vardı.
"Sayın hâkim, karşı tarafın iddiaları dramatik ama mesnetsizdir. Davalı müvekkilim, Ilgaz Hanımefendiye asla fiziksel bir şiddet uygulamamıştır. Evet, yoğun duygular beslemiştir. Ancak bu evlilik, aile rızasıyla gerçekleşmiştir. Davacının büyükannesi aynı zamanda onun yasal velisiydi. Burak Taşdemir’in, Ilgaz Hanım'a delice âşık olması onu suçlu yapmaz."
Neslihan gözlüğünü hafifçe düzeltti, ama bakışları keskinleşmişti.
"Söz konusu evlilikte 'rıza' olgusu ortadan kalkmıştır, sayın hâkim. Müvekkilim defalarca evlenmek istemediğini belirtmiştir. Ancak büyükannesi tarafından tehdit edilmiş, özgürlüğü kısıtlanmış ve Burak’ın ailesi tarafından evlilik gününe kadar kontrol altında tutulmuştur. Bu tür evliliklerde rızanın görünürde olması, hukuken geçerlilik kazandırmaz."
Hâkim başını salladı. Ardından:
"Tanıkları dinleyelim."
İlk tanık: Burak’ın annesiydi. Kadın, duruşma salonuna girerken gözleri doluydu. Tanıklık kürsüsünde ellerini ovuşturdu, sesi titriyordu.
"Ilgaz’ı severdim... Kendi kızım gibi... Ama o evden gittikten sonra Burak değişti. Önce sessizleşti, sonra odasından çıkmamaya başladı. Bize, 'Ilgaz gelecek' derdi... Günlerce aynı kıyafetle bekledi. Psikolojisi tamamen bozuldu."
Neslihan aynı ciddiyetle sorularını yöneltti.
"Peki, evlilik sürecinde Ilgaz’ın bu evliliği istemediğini fark ettiniz mi?"
Kadın, başını öne eğdi.
"Evet... ama annesi yoktu, babası yoktu. Hatice Hanım da onun adına karar verdi. Biz... ses etmedik."
İkinci tanık Burak’ın babasıydı. Daha soğukkanlı konuşuyordu.
"Ben Burak’ın delirdiğini ancak Ilgaz gittikten sonra anladım. O zamana kadar uslu, sessiz bir çocuktu. Kafayı yedi. Ama Ilgaz da bizi hiç aramadı, hiçbir şey demedi, evliliğe hayır demedi. Burak Ilgazla evlendikten sonra çok değişti. Ilgaz ona iyi geliyordu. Oğlum bu kıza aşık olmuştu. Ama Ilgaz bunu kabul etmedi."
O an yerimden kalktım. Söz almak istedim. Hâkim izin verdi.
"Çünkü hayır dersem sevdiklerime zarar vereceklerini söylediler!" dedim sesim titreyerek.
"Çünkü babaannem, 'Eğer bu evlilik olmazsa o çok sevdiğin kişilere zarar veririm' diyordu! Çünkü 19 yaşındaydım ama özgürlüğüm yoktu! Çünkü herkes sessizdi!"
Salonda uğultu oluştu. Gözlerim dolmuştu. Devam ettim.
"Ben Burak’tan nefret etmedim. Ama ben onu hiç sevmedim de. Babaannem bunu bildiği için tehdidi bu yönde oldu. O bana bakarken ben içimde boğuluyordum. Hiçbir zaman benimle göz göze gelemedi. Bir defa bile bana 'mutlu musun?' diye sormadı. O sadece beni sevdiğini sandı."
Burak başını eğmişti. Hâkim tokmağını vurdu.
"Sessizlik! Devam edin."
Neslihan son kez ayağa kalktı.
"Sayın hâkim, müvekkilimin genç yaşında uğradığı hak ihlali açıktır. Zorla yapılan evlilikte ne aşk, ne iyi niyet, ne de delilik hafifletici bir unsur olabilir. Biz bu evliliğin iptalini ve müvekkilimin psikolojik olarak yeniden inşası için hukuki zeminin sağlanmasını talep ediyoruz."
Karşı avukat itiraz etmek istedi ama hâkim sözünü kesti.
Ve sonra bir cümle yankılandı salonda.
"Karar için duruşma bir hafta sonraya ertelenmiştir."
Herkes ayağa kalktı. Ben, titreyen dizlerimle yerimde kaldım bir süre. Neslihan omzuma dokundu.
"Çok iyiydin. Her şeyin farkındalar artık."
Bilmiyorum... Belki de ilk kez gerçekten birinin beni duyduğunu hissettim...
***
Adliye binasının ağır kapısı arkamdan kapanırken, ilk kez omuzlarım hafiflemiş gibiydi. Ayaklarım yorgun, kalbim darmadağın ama içimde bastıramadığım minik bir zafer duygusu vardı. Sonunda… sonunda o karanlık dönemi geride bırakmıştım.
Gözlerim bir an kalabalığın içinde Oğuz'u aradı. Sonra Selim’in elini omzuma koyduğunu hissettim.
“Bitti,” dedi fısıltıyla.
“Gerçekten bitti artık, Ilgaz.”
Kafamı çevirdiğimde Neslihan’ı gördüm. Yine dimdik, yine güçlü. Ama bu defa gözlerinde alışık olmadığım bir sıcaklık vardı. Yanıma geldi.
“Ilgaz…” diye söze başladı, sesi titrek ama kararlıydı.
“Bunu birlikte başardık. Ama en çok sen başardın. Mahkemede sustuğun anlarda bile her şeyin içinden geçtiğini, ne kadar güçlü durduğunu herkes gördü. Ben de. Gurur duydum seninle.”
Boğazım düğümlendi. Ne desem eksik olurdu. Ama teşekkür etmem gerektiğini biliyordum.
“Ben… bilmiyorum nasıl teşekkür edeceğimi,” dedim.
Gözlerimi yere indirdim.
“Sen olmasaydın… bu kadar sağlam duramazdım.”
“Sen zaten sağlamdın,” dedi Neslihan.
“Sadece seni unutturmuşlardı. Kendini hatırladın. Savaş bitmedi belki ama cephe değişti. Artık yaşama hakkını koruyorsun.”
Bir an sessiz kaldık. Sonra arkadan Çiğdem'in bağıra bağıra gelen sesiyle irkildim.
“Ilgaz!”
Koşarak yanıma geldi. Ardından Tolga, sonra Oğuz… Onların varlığı, sanki yüreğime bir battaniye sarıyor gibiydi.
Çiğdem boynuma sarıldı.
“Kızım sen var ya… kraliçe gibiydin mahkemede!”
“Abartma,” dedim güldüm ama içimde bir yer gerçekten duymak istiyordu bunu.
Tolga da elimi sıktı.
“Helal olsun,” dedi. “İyi ki çıktın o evden.”
Oğuz’la göz göze geldik. Diğerleri gibi yaklaşmadı hemen. Sadece orada durdu. Gözleri benimle konuştu: Geçti artık... Buradayız...
Sonra yavaşça yaklaştı ve başını eğerek hafifçe mırıldandı:
“Bunu atlattın… ve hâlâ ayaktasın. Geri kalan her şey hallolur.”
Gözlerim doldu. Başımı salladım sadece. Ağlamak istemiyordum. Ama iyi hissetmek… galiba ona hazırdım.
Selim araya girdi.
“Hadi artık,” dedi.
“Daha fazla bu gri duvarların arasında duramayız. Eve gidiyoruz. Ve…”
Çiğdem ağzını açtı, Tolga hemen ağzını kapattı.
“Şey… süprizli falan bir plan varmış galiba,” dedi Tolga.
Çiğdem onun eline vurdu.
“Spoiler verme!”
Oğuz hafifçe gülümsedi.
“Hadi Ilgaz. Bugün senin günün. İtiraz istemiyorum.”
Arabadan indiğimde burnuma ilk gelen şey taze çimen kokusuydu. Güneş, büyük bahçenin üzerine yumuşacık seriliyordu. Ama asıl çarpıcı olan… o manzaraydı.
Bahçenin köşesinde iplerle renkli lambalar asılmıştı. Ağaç dallarına ince tül kumaşlar bağlanmış, bir salıncak kurulmuştu. Müzik sisteminden yumuşak bir caz melodisi çalıyordu. Çimenlerin üzerine minderler serilmiş, büyük bir mangal alanı kurulmuştu. Ve masanın üzerinde… turşu aromalı cips bile vardı.
Durdum. Nefesim kesildi.
“Bu…” dedim fısıltıyla. “Bunu siz mi…?”
Oğuz yanağıyla omzunu silerken başını eğdi.
“Çiğdem ısrar etti,” dedi.
“Tolga da gece boyunca ışıkları astı,” dedi Selim.
Çiğdem ellerini beline koydu.
“O kadar da değil! Fikir benden çıktı, evet.”
Gülümsedim. Gerçekten gülümsedim.
“Bu… çok güzel,” dedim.
Bir anda müzik yükseldi. Çiğdem bir zıplayışta beni çekti.
“Dans!” dedi.
“Hayır, hayır,” dedim kahkaha atarak.
“Yorgunum!”
Ama Tolga gelip onu aldı.
“Madem Ilgaz dans etmiyor, o zaman ben dans ettiririm seni,” dedi.
Oğuz göz göze geldi benimle.
“Ben de mangalı yakayım,” dedi. “Ama sonra… biraz yürüyelim olur mu?”
Başımı salladım.
“Olur,” dedim. “Yürürüz. Hatta belki… konuşuruz da.”
O sırada Selim müzik listesini değiştiriyordu. Bahçeyi, bizimkilerin neşesi ve sarı lambaların ışığı dolduruyordu. Herkes gülüyor, birbirine bir şeyler uzatıyor, bir şeyler anlatıyordu.
Ve ben… belki de ilk kez, gerçekten oraya ait hissediyordum...
Bölüm sonuuuuuu
Nasıldı???
Bu bölümdeki Avukat Neslihan Tunanın 'Bitmeyen Davamız' adlı kitabındaki başrol avukatımız. Ve ben hem anı kalması için hem de küçük olsa bile mutlu edebilmek için Ilgaz'ın avukatını Neslihan yaptımmm.
Ve bu Neslihan normal bir Neslihan değil.
Bu Neslihan o kitaptan.
Özel.
Sezon finaline çok az kaldı...
Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuzzzz Selim'le oğuzun anlaşması falannn?
Yeni bölümlerde görüşürüzzzzzz...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |