41. Bölüm

40. Bölüm

Sümsime🤍
oylesine_yazan.__

 

 

Medyayla okuyabilirsiniz...

 

"Kız çocuklarının ilk aşkı babasıydı... Ama onun o gece babası yanında olmayacaktı..."

 

(Ilgaz Çakmak)

Günler sonra -ertelenen duruşma-

 

Sabahın ilk ışıkları pencereye değdiğinde uyanmıştım ama gözlerimi açmamıştım. Kalbim, duruşma salonunun kapısını çalacakmışım gibi hızlı atıyordu. Günlerdir beklediğim gündü bu; aylarca içimde tuttuğum tüm yükleri bırakma günü.

 

Oğuz çoktan uyanmıştı. Mutfaktan gelen hafif tencere sesi ve kahve kokusu, zihnime az da olsa sükûnet veriyordu. Ama içimde hâlâ taş gibi oturan bir şey vardı.

 

Sessizce doğrulup yatağın kenarına oturdum. Avuçlarımı birbirine kenetledim. Ayaklarımı yere bastığım an, yılların yükü dizlerime çökmüş gibi geldi. Boşanma kelimesi kulağa ne kadar kesin, ne kadar soğuk geliyordu. Oysa benim için bir kurtuluştu. Ama yine de… insan, yıllarca süren bir yanlışı bitirirken bile içten içe titriyordu.

 

Bir süre banyoda aynaya baktım. Karşımdaki kadının gözleri yorgundu ama içindeki kıvılcım ilk kez bu kadar kararlıydı.

 

Alt kata indiğimde Oğuz’un bana dönük sıcacık gülümsemesiyle karşılaştım. Elindeki iki fincandan birini uzattı.

 

"Uyandığında tek kelime etmeden aynaya en az beş dakika baktığına bahse girerim," dedi.

Sesinde tatlı bir şaka ama ciddi bir endişe vardı.

 

"Altı buçuk dakika," dedim.

Gülümsedim ama gözlerimdeki gerilim yüzüme yansımış olmalı ki Oğuz yaklaştı, omzuma dokundu.

 

"Yanındayız. Hem Neslihan çok sağlam hazırlandı. Bunu bitireceğiz."

 

Başımı hafifçe salladım.

"Biliyorum. Ama Burak ne yapar, ne der, kestiremiyorum."

 

"Ne yaparsa yapsın, sen bugün özgür kalacaksın Ilgaz."

 

O an, bu sözün ne kadar değerli olduğunu hissettim. Çünkü ben yıllarca sadece ‘katlanmıştım’. Artık özgürlüğü hak ettiğime kendim bile inanıyordum.

 

 

Adliyeye vardığımızda kapının önünde onlarca kişi vardı. Herkes kendi davası, kendi derdi için gelmişti ama ben, o kalabalığın ortasında sadece Burak’ı aradım gözlerimle.

 

Neslihan çoktan oradaydı. Elinde evraklarla bizi bekliyordu. Siyah ceketinin omuzları dümdüz, duruşu kendinden emindi. Bir avukattan çok, savaş alanına çıkan bir komutan gibiydi.

 

"Ilgaz, Oğuz," dedi, başıyla selamladı.

"Hazır mıyız?"

 

"Neslihan, ben sabaha kadar tüm ihtimalleri düşündüm," dedim iç çekerek.

"Ama sen ne dersen o. Rehberimsin."

 

"Sen sadece gerçekleri anlat, Ilgaz. Gerisi bende. Mahkeme dosyasındaki her detay, her darp raporu, her tanık beyanı hazır. Sadece anlatman yeterli."

 

Başımla onayladım.

 

Salona girmeden önce Oğuz kolumdan tuttu. Kalabalığın ortasında bana doğru eğilip yavaşça fısıldadı:

"Bugün sadece geçmişinden değil, kendinden de gurur duyacaksın. Ne olursa olsun, sen güçlüsün."

 

Ona baktım. Gözlerindeki güven bana kendimi ilk kez bir bütün gibi hissettirdi.

 

 

Salonun kapısı açıldığında içeri ilk adımı attığımda, dizlerim titredi. Hâkim henüz gelmemişti ama Burak yerini almıştı. Göz göze geldik. Ne bir pişmanlık, ne de öfke… sadece boşluk. Beni, yıllarca yok saydığı gibi şimdi de sadece bir dosya olarak izliyordu.

 

Neslihan dosyaları önüne yerleştirdi. Ben yerime oturdum. Avuç içlerim terliyordu ama içimdeki ses netti:

“Bitiyor.”

 

Hâkim içeri girdiğinde, herkes ayağa kalktı. Dosya numarası okundu. Ardından klasik bir cümle duyuldu:

 

"Taraflar hazır mı?"

 

Neslihan net bir tonla yanıtladı.

"Davacı Ilgaz Çakmak hazır efendim. Vekili olarak ben de hazır bulunuyorum."

 

Burak’ın avukatı da hazır olduğunu belirtti.

 

Ve sonra… cümle cümle, anı anı, ben konuştum. Bazen gözyaşlarımı yutmak zorunda kaldım. Bazen sesim titredi. Ama hiçbir an geri çekilmedim. O gün, kendime verdiğim sözü tuttum.

 

Hâkim tanıkları dinledi. Evraklar okundu. Ve sonunda, duruşma karar aşamasına geldiğinde tüm salon nefesini tutmuş gibiydi.

 

Sonunda, hâkimin net ve keskin sesi duyuldu:

"Deliller, tanıklar ve taraf beyanları birlikte değerlendirildiğinde… Mahkememiz, tarafların evlilik birliğini sürdürmelerinin mümkün olmadığına kanaat getirmiştir. Boşanma kararı verilmiştir."

 

Bir uğultu yayıldı. Ama ben sadece başımı eğdim. Gözlerim dolmuştu ama ağlamıyordum. Bu seferki gözyaşım özgürlüğe ait bir serinlikti.

 

Yanımda Oğuz’un eli elime değdi. Kısacık ama sağlam. Neslihan dosyaları toplarken eğilip fısıldadı:

"Geçmişini arkanda bırak. Şimdi yaşama zamanı."

 

Ben de kendime fısıldadım:

"Bitti. Gerçekten bitti."

 

 

***

 

 

Duruşma salonunun çıkış kapısı üzerimize kapanırken Oğuz’un elini sıkıca tuttum. Parmaklarımın arasına yerleşen o tanıdık sıcaklık, içimde aylardır biriken ağırlığı eritiyordu.

 

Mahkeme bitti. Ciddi ciddi bitti. İçimde çığlık atmak isteyen bir çocuk vardı ama bu kez ağlamak değil, gülmek istiyordu.

 

“Sahi,” dedim gözlerimi Oğuz’a çevirerek,

“biz şimdi ne yapıyoruz?”

 

Oğuz gülümsedi.

“Kutluyoruz. Sessizce. Usulca. Ama içimizden bağıra bağıra.”

 

Kahkaha attım. Gerçekten attım. Belki de ilk kez içimden geldiği gibi.

 

Araba yolculuğu boyunca radyo çalmadı. Sessizlik vardı ama kötü değildi. Gözüm dışarıdaydı, İstanbul’un kalabalığı bile bugün gözüme güzel görünüyordu. Oğuz’un eli hâlâ elimin üzerindeydi vitesin hemen yanında.

 

Eve vardığımızda derin bir nefes aldım. O kapıdan kaç kez geçmiş, ne çok duyguyla girip çıkmıştım. Bugünse başka. Bugün sonunda kendi hayatımın kapısından giriyordum. Oğuz cebinden anahtarı çıkardı ama ben başımı iki yana salladım.

 

“Bir fikrim var,” dedim.

 

“Belli.” dedi, bir kaşını kaldırarak.

 

“Arka bahçeden girelim,” dedim heyecanla.

“Çaktırmadan. Sürpriz yapalım onlara.”

 

Oğuz bir an durdu. Sonra sırıttı.

“Seninle çocuk gibi hissediyorum kendimi.”

 

“Söz ver, çimlere basarken sessiz olacaksın.”

 

“Söz veriyorum ama ayağım kayarsa suç bende değil.”

 

Gülüşerek çalıların arasından geçtik. Oğuz eğilerek kapıyı araladı, içeriden kahkaha sesleri geliyordu. Büyük ihtimalle Tolga yine komik bir şey anlatıyordu.

 

Çiğdem’in sesi netti, “Ama öyle denir mi birine, Tolga, senin mantığının...”

 

O an kapıyı araladım.

 

“Sürpriiiiz!” dedim aniden.

Ve Çiğdem’in elleri havaya kalktı, sonra hızla üstüme atladı.

 

“Ne oldu?! Kazandınız mı?!” diye çığlık attı. Gözleri yaşlıydı.

 

Başımı salladım.

“Boşandım.”

 

Bu kelimeyi ilk defa bu kadar özgürce söyledim. Boşandım. Bitirdim. Kurtuldum. Kendime kavuştum.

 

Selim'in gözlerinde ise gurur vardı. Büyük bir gurur. Sadece gözlerimi kapatarak onayladım onu. Çünkü Selim konuşmazdı. Ama ne demek istediğini her zaman hissettirirdi.

 

Tolga yanımıza geldi. Oğuz’a sarıldı önce, sonra bana.

“Bu, kutlamayı hak ediyor. Hatta büyük bir ziyafeti.”

 

Ve öyle de yaptık.

 

Akşam olduğunda, masa özenle hazırlandı. Herkes bir şeyler yapıyordu.

 

Çiğdem masanın ortasına koca bir salata kasesi koyarken bana döndü:

“Senin için özel bir tatlı yaptım. Kayısılı şeyli bir şey. Tarifi uydurdum ama sen çok seversin diye düşündüm.”

 

Gözlerim doldu.

“Senin gibi biri beni düşünüyor ya… Şu an dünyanın en zengin insanıyım.”

 

Masaya oturduk. Bir süre sadece yemeklerin sesi duyuldu.

 

Sonra Tolga, çatalını tabağa bırakıp “Peki şimdi ne yapacaksınız?” diye sordu.

 

Oğuz’la göz göze geldik.

 

“Evleneceğiz,” dedim. İçim titreyerek.

“Ama bu kez sadece kağıtla değil. Gerçekten. Kalple. Ruhla.”

 

Oğuz başını bana çevirdi.

“Yarın hemen nikâh için tarih alalım mı?”

 

Yutkundum.

“Yarın?”

 

“Evet. Bu defa ertelemeyelim hiçbir şeyi.”

 

Çiğdem çığlık attı. Tolga şaşkın şaşkın güldü. Oğuz'un eli elimdeydi yine.

 

Selim ise yine sessiz, yine gurur dolu.

 

O gece uzun uzun konuştuk. Nerede olsun, nasıl olsun. Oğuz başını salladı.

“Sen nerede mutluysan, orası benim yuvamdır.”

 

Gece ilerlerken, ben sessizce içeri geçip odamda aynaya baktım. Aynadaki kadın yorgundu, ama kararlı. İçimdeki küçük kız ağlamıyordu artık. Sustuğu yerde gülümsüyordu.

 

Ve ben o gece ilk kez kendimi kendime emanet ettim...

 

***

 

Sabah ışığı perdeyi aşıp gözlerime dokunduğunda, ilk kez kalbim bu kadar hafifti. Sanki yıllardır sırtımda taşıdığım yükler bir gecede boşanmıştı içimden. Gerçek anlamıyla boşanmıştım… Burak’tan, korkularımdan, o geçmişin izinden.

 

Bugün, hayatımın geri kalanına ilk adım.

Üstelik yanımda artık gerçek bir aile var.

 

Alt kata indiğimde herkes kahvaltıya çoktan başlamıştı. Tolga hâlâ yumurtasını karıştırıyordu, Selim arada sırada ekmeğin kenarlarını koparıp ağzına atıyor, Oğuz telefonundan bir şeylere bakarken ciddi görünüyordu.

 

Çiğdem ise sırtını sandalyeye yaslamış, mutfak masasının üzerinde duran meyve suyuna uzanıyordu.

 

“Günaydın,” dedim yavaşça.

Sesim kendim bile tanıyamadım; öyle huzurluydu ki...

 

Herkes aynı anda başını çevirdi.

 

“Günaydın gelin hanım,” dedi Tolga sırıtarak.

“Bugün gelinlik bakmaya gideceğiz ya, artık öyle hitap edeyim dedim.”

 

Gülümsemek kaçınılmazdı.

“Gelin hanım biraz kahvaltı etmeden çıkmıyor ama.”

 

Çiğdem hemen ayağa kalktı.

“O zaman ben sana çay koyayım. Bugün seni en az on elbisenin içinde göreceğim, güçlü olman gerek.”

 

Oğuz başını kaldırdı.

“Yalnız kendinizi de unutmayın. Gelinlik ve damatlıktan sonra sizin için de bir şeyler bakalım.”

 

Selim, gülerek başını iki yana salladı.

“Yine her şeyi planlamış. Ama güzel fikir.”

 

Kahvaltının ardından birkaç mağazaya uğrayabileceğimiz bir çarşıya doğru yola çıktık. Arabada Tolga ön koltukta oturuyordu, Selim ise arka koltukta cam kenarındaydı. Yanına iliştim. Oğuz arabayı sürerken Çiğdem’e bir şeyler anlatıyordu, arka koltuktaki biz ise sessizliğin keyfini çıkarıyorduk.

 

İlk durağımız gelinlikçiler sokağıydı.

 

Mağaza vitrininde asılı duran gelinliklerin her biri adeta kendi masalını anlatıyor gibiydi. Uzun danteller, kabarık etekler, zarif satenler... İçimden bir ses

“Hepsi güzel, ama sen hangisisin?” diyordu.

 

“İlk hangisine gireceğiz?” diye sordu Çiğdem, koluma girerek.

 

“Soldaki hoş görünüyor,” dedim biraz heyecanla.

 

İçeri girerken mağazanın tavanından sarkan minik avizeler göz kırptı sanki. İçeriye adım attığımda yeni bir hayatın eşiğinde olduğumu daha net hissettim.

 

“Hoş geldiniz,” dedi mağaza görevlisi kadın.

Güleryüzlüydü.

“Size nasıl yardımcı olabilirim?”

 

Çiğdem hemen atıldı.

“Gelinlik bakıyoruz. Ama biraz farklı bir tarz istiyoruz. Klasik kabarık modeller dışında da seçeneklere açığız.”

 

Kadın başını salladı ve “Tabii,” diyerek bizi kabinlere yönlendirdi.

 

İlk denediğim gelinlik, zarif ama çok kabarıktı. Kabinden çıktığımda Tolga alkışladı.

 

“Görkemli bir giriş. Ama biraz fazla değil mi?” diye sordu.

 

Oğuz hiçbir şey söylemeden sadece baktı. Bakışında bir duraksama vardı, dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme.

 

“Ne düşünüyorsun?” diye sordum, gözlerimi onunkilere dikip.

 

“Güzel... Ama sen daha sade bir güzelliğe sahipsin. O seni biraz gölgeliyor.”

 

***

 

Kabin perdesini açmamla birlikte içeri bir sessizlik çöktü.

Çiğdem’in gözleri dolmuştu. Tolga, “Vay be...” dedi hafifçe, ağzı açık kalmıştı.

 

Oğuz’un bakışlarıysa gözlerimin ta içine saplandı, yüzünde hafif bir tebessüm vardı ama o bakış... O bakışta anlatamadığım binlerce şey vardı.

 

“Böyle mi diyorsun yani? Bu mu?” dedim kendi etrafımda dönerken.

 

Etek kısmı hafif kabarık, omuzları tül detaylı, beli incecik saran bir gelinlikti. Ama işte... bilmiyorum, içime tam sinmemişti. Ya da fazlasıyla sinmişti de duygularım boğazıma düğüm olmuştu, karar veremez hâle gelmiştim.

 

“Bir de şu var!” dedim heyecanla, kabine geri girip on dakikada ikinci gelinliği denemek üzere soyundum.

 

Çiğdem kabin perdesinin arkasından, “Bak bunu da beğenmezsen seni burada bırakırız!” diye seslendi gülerek.

 

Oğuz, “Kaç oldu bu? Altı mı yedi mi?” diye Tolga’ya sordu.

 

“On iki,” dediler Selim’le aynı anda.

 

Kıkırdadım istemsizce. Çıkarken “Hazırım,” dedim fısıltıyla. Bu sefer üzerimde sırtı dantelli, kolları transparan ama eteği daha düz bir modeldi. Kabinden çıktığımda herkes bir an sessizleşti.

 

Selim, sessizce gülümsedi.

“Sanırım bu…”

 

Tolga başını salladı.

“Bence de bu.”

 

Çiğdem’in gözleri dolmuş gibiydi.

“Tam bir Ilgaz bu. Ne fazla, ne az.”

 

Oğuz ise gözlerini kaçırmadı bu kez.

“Evet… Bu sensin.”

 

Yüzümde istemsiz bir tebessüm yayıldı. Kalbim, üzerimdeki o kumaşla birlikte bir şeylere daha sıkı sarıldı sanki.

“Tamam,” dedim, “bu olsun.”

 

Bir saat sonra, erkek mağazasına geçtik.

 

Bu sefer sıra Oğuz’daydı.

 

“Hazır mısın damat bey?” dedim hafif dalga geçerek.

 

“Senin kadar hazırlıklı değilim,” dedi.

“Ama elimden geleni yapacağım.”

 

Oğuz siyah klasik bir takım giydi ilk olarak. Ama Tolga hemen itiraz etti.

 

“Yok yok, bu çok klasik. Düğünümüz magazin dergisine kapak olacak gibi değil ki.”

 

Çiğdem kıkırdadı.

“Beyaz gömlek, siyah kravat… Bu değil. Bunu geç.”

 

Selim hafifçe başını eğdi.

“İlla şov yapacağız yani.”

 

Oğuz ikinci olarak kruvaze kesim, lacivert-siyah karışımı bir takım elbise denedi. Ceket biraz uzun, yaka detayı dikkat çekiciydi.

 

“İşte bu,” dedim.

“Bu sende duruş. Bu sende güven.”

 

Aynaya baktığında Oğuz da kendini beğenmiş gibiydi.

“Tamam o zaman… Ben de kararımı verdim.”

 

 

Gün sonunda herkes kendine göre bir şeyler bulmuştu.

 

Çiğdem gece mavisi bir elbise aldı, sırt dekoltesi zarifti ama göz alıcıydı. Tolga ise lacivert bir takım elbise alırken ayakkabısıyla kırmızı çorap almayı da ihmal etmedi.

 

“Bir farklılık olmalı, değil mi?”

 

Selim ise gri bir takım elbise almıştı. Tabi biraz benim zorumla da almış olabilirdi. Ama ona çok yakışacağından emindim.

 

Mağazadan çıkarken ellerimiz doluydu, ama kalbimiz daha da doluydu.

 

Selim koluma girdi.

“Gelin hanım yorulduysa, biraz dondurma mı yesek?”

 

Gülümsedim.

“Tamam, ama sade alırım.”

 

Oğuz başımı eğip baktı.

“Sadelik sana yakışıyor.”

 

Çiğdem gözlerini devirip koluma girdi.

“Ayy çok fenayız. Dondurma yerken bile aşk…”

 

Tolga gülmeye başladı.

“Hadi yürüyün yürüyün, az kaldı düğüne. Gündüz alışveriş, akşam planlama. Ama önce şu dondurmaları yiyelim de enerji kazanalım.”

 

Ve yürüdük…

 

Kimi önde, kimi arkada. Ama her adımda birbirimize biraz daha yakındık artık...

 

***

 

Eve döndüğümüzde herkesin ağzında aynı cümle vardı.

“Ayaklarımı hissetmiyorum!”

 

Ben de hissetmiyordum. Ama yorgunluk bu sefer hiç şikâyet ettirecek cinsten değildi. Çünkü bugün…

 

Bugün bir rüyanın ete kemiğe büründüğü, bir umudun bembeyaz tüllere sarındığı gündü.

 

Elimde gelinlik torbası, içimde tarifsiz bir karmaşa… Kapının eşiğinden geçerken içimden “Gerçek mi bu?” diye geçirdim.

 

Gerçekti.

 

Selim arkamdan girerken elindeki torbayı bırakıp, “Biri bana hâlâ rüyada olmadığımızı söylesin,” dedi.

 

Tolga iç geçirdi.

 

“Ben düğün yaklaştıkça kendime elbise değil de oksijen tüpü alacağım sanırım.”

 

Çiğdem kahkahayla güldü.

“Damat mısın, derin dalış eğitmeni mi anlamadım?”

 

Oğuz bana yaklaştı. Usulca…

Gözleri gözlerime değdiğinde, her şey sustu.

 

“Bugün, her şey daha da gerçek oldu,” dedi fısıltıyla.

 

Sadece başımı salladım. Kalbimle konuştum çünkü kelimeler fazla kalabalık olacaktı.

 

Akşam yemeğini hep birlikte hazırladık.

Mutfağın her köşesi ayrı bir sesle çınladı.

 

Selim eline unu alıp Tolga’ya doğru üflediğinde, Tolga kollarını yana açıp, “Beyaz atlı prens olsam bu kadar beyaz olmazdım!” diye bağırdı.

 

Oğuz, Çiğdem’le birlikte salatayı hazırlarken arada birbirlerine laf soktular, gülüştüler.

 

Ben bir yandan tenceredeki yemeği karıştırıyor, diğer yandan içimdeki sonsuz şükür duygusuna tutunuyordum.

 

Daha bir yıl önce, her şeyim dağılmışken şimdi…

Şimdi bir sofranın çevresindeydim.

Ait olduğum yerdeydim.

 

Yemek bitince, herkes çaylarını alıp salona geçti.

Masada hâlâ gelinlik torbam duruyordu. Üzerindeki kurdeleye dokundum.

Oğuz karşımdaki koltukta bacak bacak üstüne atmış, bana bakıyordu.

 

“Artık oturup konuşmamız gerekiyor,” dedi.

 

Başımı eğdim.

“Evet… Düğün günü, yer… her şey…”

 

Tolga ortaya atladı.

“Yalnız lütfen kumsalda yapın da, ayakkabısız geleyim. Hem zaten ayakkabı ayağımı vuruyor.”

 

Çiğdem kaşlarını kaldırdı.

“Ben kumsalda topuklu giymeyi düşündüm ama...”

 

Selim el çırptı.

“Tamam tamam, herkes sakin. Ilgaz nerede isterse orada yapılacak, değil mi Oğuz?”

 

Oğuz başını salladı.

“Tabii ki. Sen nereye istersin Ilgaz?”

 

Koltuktan doğruldum.

 

“Babamla bir defter almıştık bir zamanlar. Üzerine düğün hayalimi çizmiştim. Kocaman çiçeklerle dolu bir yer, kır düğünü gibi ama ağaçların gölgesinde… Belki masalar beyaz örtülü olur, belki fenerler asılır yukarıya…”

 

Sesim titredi.

“Babam göremeyecek ama… belki o hayalime yaklaşabiliriz. O zaman belki... içim biraz daha rahat eder.”

 

Bir sessizlik oldu.

Sonra Oğuz yerinden kalktı, yanıma geldi, diz çöktü.

 

“Senin o defterde çizdiğin her şeyi görmek istiyorum. Hatta yetmez… Daha fazlasını yaşatmak istiyorum.”

 

Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı.

Bunu gören Çiğdem, kendi gözünü silerken bana çaktırmamaya çalıştı.

 

Tolga burnunu çekti.

“Bu gece kesin ağlamayacaktım ben ya…”

 

Selim yanıma geldi, omzuma kolunu attı.

“Evin kızını verirken ağlamayacağız da ne zaman ağlayacağız, değil mi?”

 

Herkes bir şeyler söyledi. Fikirler uçuştu.

 

“İzmir’deki o bağ evi olur mu?”

“Ya da ormandaki kır düğünü yerleri?”

“Ben DJ tanıyorum, hallederiz.”

“Kuaför ayarladım bile!”

 

Ama ben sadece Oğuz’a baktım.

O ne derse desin, nerede olursa olsun…

Yanımda o olduktan sonra, her yer evimdi artık.

Her yer yuvaydı...

 

***

 

Toprağın kokusu sabah serinliğine karışmıştı. Ayaklarım ürpererek ilerliyordu. Oğuz sessizce arkamdan geliyordu ama onun varlığı sadece sessizlikte yankılanıyordu.

 

Elimde bir demet beyaz kasımpatı…

 

Annemin sevdiği çiçekler.

 

Babam da hep “Ne oldu yine annenin kasımpatilerine?” diye takılırdı.

 

Gülümsedim… İçim yandı.

 

İki yan yana olan mezarın önünde durdum. Dizlerim istemsizce çöktü. Ellerimle büyüttüğüm suçluluk, özlem ve o çocukluk korkularım, toprakla arama gerilmişti. Başımı eğdim. Dudaklarım titriyordu. Elleriyle sevmeyi bilen annem… Gözleriyle anlayan babam…

 

“Affedin beni…” dedim sessizce.

 

“Sizin yanınızda olmam gereken onca an varken, ben kaçtım. Kendimden, acıdan, geçmişten…”

 

Titreyen parmaklarım toprakta bir çizgi çizdi. Gözyaşlarım akıyordu. İlk defa izin veriyordum içimdeki çocuğa konuşmasına.

 

“Anne… Sen bana saçlarımı nasıl tarayacağımı öğrettiğinde, ben büyüyeceğimi sanmıştım. Ama sensiz geçen her gün, eksik bir saç teli gibi canımı yaktı.”

 

“Baba… Bana güçlü olmayı öğrettin ama kimse, sen gittikten sonra bu kadar güçlü kalmam gerektiğini söylemedi…”

 

Hıçkırığım göğsümde yankılandı. Sesim çıkmıyordu artık. Sadece içimde binlerce “keşke” çığlık atıyordu.

 

“Sizi Oğuz’la tanıştırmak isterdim… Keşke bir akşam yemeğinde birlikte olsaydık… Annem sen onun gözlerine bakınca ne kadar dürüst olduğunu anlardın… Babam sen onun omzundaki yükü fark ederdin, ama hiçbir şey söylemeden sırtını sıvazlardın…”

 

Duraksadım. Ellerinizi tutmak istedim ama tutamadım. Yalnızlığa alışmış kalbim ilk defa biriyle sarmalanıyor… Sizin yokluğunuzda Oğuz’la var oluyorum.

 

“Ben evleniyorum… Ama siz yoksunuz. Düğünümde koluma girecek bir babam… Saçımı okşayacak bir annem yok. Ama ben yine de sizin bildiğiniz gibi yaşayacağım. Sizi utanmadan, başımı eğmeden, onurla anacağım.”

 

Avuçlarımla toprağı kavradım. Gözyaşlarımın toprağa karıştığını hissettim. Oğuz’un ayak seslerini duymadım ama orada olduğunu biliyordum. Ve içimden geçirdim.

 

“Beni görüyorsan anne… Sarıl bana rüyamda. Baba, beni öyle uzaktan izleme. Gel yanımda yürü. Çünkü ben hâlâ çocuğunuzum. Ama artık yalnız değilim…”

 

Derin bir nefes aldım. Arkadan bir el usulca omzuma dokundu. Oğuz… Sessizdi. Her şeyi duymuştu. Ama hiçbir şey söylemedi.

 

Zaten söylemesine gerek yoktu...

 

Bölüm sonu...

Nasıldı?

Sezon finaline sadece bir bölüm kaldı.

İçim buruk ama yapacak bir şey yok.

Umarım beğenirsiniz yeni bölümlerde görüşürüzz

 

Bölüm : 25.07.2025 22:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...