43. Bölüm

42. Bölüm

Sümsime🤍
oylesine_yazan.__

 

 

 

Bence medya Ilgaz'ın babasının feryadı gibi ondan koydum...

 

"Gırtlağa kadar dolup hiç kimseye hiçbir şey anlatamamanın verdiği his..."

 

(Oğuz Arslan)

 

Sireni delen bir geceydi. Ilgaz'ın bedenini kollarımda taşırken zaman benim için durmuştu. Sanki dünya çekilmişti ayaklarımın altından, ben sadece o kanlı gelinliğin içindeki kızı kurtarmaya çalışıyordum.

 

"Ilgaz! Dayan!" diye bağırdım, ciğerimden sökülürcesine.

 

Bir elimi boynunun altına diğerini beline koymuştum. Kalabalık panik halindeydi ama ben hiçbir şeyi duymuyordum.

 

Sadece onun çıkan nefesini hissetmeye çalışıyordum. Zor, çok zor nefes alıyordu. Dudaklarında bir beyazlık, teninde bir soğukluk vardı.

 

"Dayan Ilgaz! Sakın... sakın kapatma o gözlerini..."

 

Arabaya bindirdiğimizde çığlıklara boğuldum. Çiğdem yanımızdaydı, elleri titriyordu. Selim direksiyonun başındaydı, Tolga sırtımda kanlı peçetelerle destek veriyordu. Ama benim dünyam Ilgaz'ın alnındaydı...

 

 

Hastanenin kapılarından içeri girdiğimizde, içimde bir şeyler kırıldı. Gerçek anlamda paramparça oldum. Bağırdım...

 

"Yardım edin! Vuruldu! Yardım!"

 

Sesim duvarlara çarptı, yankılandı, ama çaresizliğime çare olmadı.

 

 

Bir doktor koşar adım geldi, sedyeler getirildi, Ilgaz'ı ellerimden aldılar. Ama ben bırakamadım.

 

"Ben de geleceğim! Bırakmam onu!"

 

İki hemşire kollarımdan tuttu, o an dünya gerçekten sustu. Ilgaz'ın elini bırakırken sadece bir cümle fısıldadım:

 

"Lütfen... bana onu geri verin..."

 

Kapı kapandı. Arkasından baka kaldım.

 

Duvara yaslandım, dizlerim tutmadı. Gözlerimden yaşlar akarken, çaresizliğin soğuk eli boynuma dolandı.

 

Çiğdem yere oturmuş ağlıyordu. Selim dua ediyordu, sesi titreyerek. Tolga kafasını duvara yaslamış, kimseye bakmadan nefes alıp veriyordu.

 

Ama ben... ben sadece onun nefesini duymak istiyordum yeniden. Sadece

"Oğuz..." deyişini...

 

Dakikalar geçmedi. Saatler ilerlemedi. Zamana sinir oldum, bağırasım geldi tekrar:

 

"NEREDESİNİZ! NE OLDU! YAŞIYOR MU!"

 

Ama bağırmak da faydasız... Tek yapabildiğim beklemekti.

 

Ve beklemek... o gece beni en çok yoran şeydi...

 

***

 

Kapı kapandıktan sonra dünya bambaşka bir sessizliğe büründü. O an, zamanı ölçmenin imkânsız olduğunu hissettim.

 

Her saniye, bir dakika, bir saat... Hepsi birbirine karışmış, hayatın anlamı sadece o kapının ardında gizliydi artık.

 

Bekleme salonunun soğuk havası ciğerlerimi yaktı. Derin bir nefes almaya çalıştım ama ciğerlerim yanıyordu. Ellerim terli, kalbim deli gibi atıyor ama damarlarda kan donmuş gibiydi. Etraf sessiz, hatta neredeyse ölüm sessizliği...

 

Sadece kalbimin sesini duyabiliyordum kendi kulaklarımda. O ince, hızla atan kalp sesi sanki dışarıdaki dünyadan koparılmış gibiydi.

 

Selim, yanımda, omzuma hafifçe dokundu, ama gözleri yere bakıyordu. O da kendisiyle savaşıyordu.

 

“Oğuz...” dedi, sesi titreyerek.

“Sakin ol, her şey iyi olacak.”

 

Ama gözlerindeki korku, umutla korku arasındaki ince çizgiyi ele veriyordu.

 

Ben ise ne yapacağımı bilemez halde, bir adım atıyor, sonra duruyordum. Ellerim cebimdeydi, ancak ceplerim bomboştu; içinde hiçbir şey yoktu. Yanımdaki sandalyeye oturdum. Kafamı ellerimin arasına aldım. Ilgaz’ın yüzü gözümün önünde belirdi. O gülüşü, o ışık, o umut.

 

Her saniye kalbim ağrıyordu.

 

Saatin tik takları duvarlarda yankılanıyordu. Zaman geçmiyordu. Geçmek bilmiyordu. Birkaç saniye, birkaç dakika, belki bir saat... Hepsi birbirine karıştı. İçimde kocaman bir boşluk vardı.

Boşluk, büyüyor, genişliyordu.

 

Gözlerimi kapattım. Ilgaz’ı düşündüm. Nasıl güçlü olduğunu, nasıl savaşçı olduğunu, bana hayat verdiğini, her zorluğa göğüs geren o kadını düşündüm.

 

Sonra kendimi suçladım.

 

“Neden koruyamadım seni?” diye sordum kendi kendime.

 

“Neden o kurşun benim yerime seni buldu?”

 

Gözlerim doldu, yanaklarımdan yaşlar süzüldü. Ama ağlayacak halim yoktu, çünkü o an hissettiklerimi kelimeler ifade edemezdi.

 

Yalnızca acı vardı, çok derin, içimi delen bir acı.

 

Kafamı kaldırdığımda, Selim gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu.

 

“Oğuz, sakin ol... Biz buradayız.” dedi.

 

Ama ben duymuyordum. Sadece “Ilgaz, yaşa...” diye fısıldıyordum.

 

Beklemek... En büyük işkenceydi.

 

O koridorun sonunda, o kapının arkasında, hayat ve ölüm savaşı veriliyordu. Ben dışarıda, yürek yangını içinde, hiçbir şeyi değiştirememenin acısıyla kıvranıyordum.

 

Bir ara Çiğdem kalktı, biraz yürüdü, sonra geri geldi. Tolga, sessizce dışarı çıktı, ardından geri döndü. Biz hep orada, o soğuk bekleme salonunda, yaşadığımız duygularla boğuşuyorduk.

 

O anda ne geçmişin ne geleceğin önemi vardı. Sadece Ilgaz vardı.

 

Saatler geçti. Bir ameliyat bu kadar uzun sürebilir miydi... Ilgaz'ın savaşmaya gücü kalmamış mıydı...

 

Gözlerim kanlanmış, ellerim buz gibi olmuştu. Belim tutulmuş, ayaklarım uyuşmuştu...

 

 

Kapı aralandı, doktorun yorgun ve endişeli yüzü içeriye süzüldü. Gözleri ağır çekilmiş, sanki dünya yükünü omuzlarında taşıyordu. Adımları usul, sesi ise titrekti.

 

“Lütfen,” dedi, “oturun.”

 

Biz, sanki ayaklarımız yerden kesilmişçesine yerimize oturduk. O an nefes almak bile zor geldi.

 

“Ameliyat... beklediğimizden çok daha karmaşık geçti,” diye başladı.

 

“Kurşun, çok kötü bir bölgeye isabet etmişti. Kanama fazla ve çok derinlerdeydi. Çok dikkatli ilerledik, ama süreç tahminimizden uzun sürdü.”

 

Gözlerimizi doktorun yüzünden ayıramıyorduk, her kelimesi yüreğimize saplanan bir bıçak gibiydi.

 

“Ilgaz’ın durumu hâlâ çok kritik. Şu an bilinçsiz, ama koma değil. Beyin fonksiyonları takip ediliyor. Damarlarındaki hasar yüzünden bazı fonksiyonlarda gecikmeler olabilir. Her an her şeye hazırlıklı olun.”

 

Hazırlıklı olmak...

İnsan hiç yaşamadığı hiç bilmediği bir şeye nasıl hazırlıklı olabilirdi ki...

 

Doktorun cümleleri bittiğinde, ortamda buz gibi bir sessizlik oldu. Herkesin nefesi tutulmuş, gözlerde korku ve umut bir arada yanıyordu.

 

Ben yere bakarken, Selim kolumu sıktı ve fısıldadı:

“Sabret, Oğuz. Ilgaz güçlü.”

 

Gözlerimi kapatıp tekrar onun o güçlü, o cesur bakışlarını hatırladım. Ve fısıldadım:

“Dayan, Ilgaz. Seni bekliyorum.”

 

Saatler, günler gibi uzamıştı. İçimdeki acı, umuda dönüşmek için savaşırken, biz o küçük bekleme odasında hayatla ölüm arasında asılı kalmıştık...

 

***

 

Hastane koridorundaki o soğuk ışıklar altında, zamanın anlamı kaybolmuştu. Her nefesim ağırdı, her düşüncem Ilgaz’ın o son bakışındaydı. Gözlerimi kapattığımda, Ilgaz’ın o cesur, azimli yüzü gözümün önüne geliyordu.

 

İlk tanıştığımız gün... Sahilde karşılaşmamız... O anki o sert, mesafeli tavrı... Ama içinde sakladığı kırılganlığı hiç fark etmemiştim.

 

“O kadar güçlü ki,” demiştim kendi kendime, “kırılması imkânsız.”

Ama yanılmışım.

 

Şimdi düşünüyorum da, ben ne yaptım? Onu koruyabildim mi? Herkes gibi ben de gözlerimin önünde yavaşça yok olmaya izin verdim sanki. İçimi kemiren suçluluk, kalbimi sıkıştırıyordu.

 

“Ilgaz, ben burada seni bekliyorum,” dedim sessizce, “Geri dön... Hadi, savaşmaya devam et.”

 

Hatırlıyorum; bir gün, yıldızların altında yürürken nasıl gülmüştük... O anın masumiyetini, umut dolu hayallerimizi... Şimdi hepsi birer hayal gibi. Ama vazgeçemem ondan.

 

Yüzümü ellerime gömdüm, gözyaşlarımı tutamadım. Ama biliyorum, Ilgaz benim güçlü yanım, benim savaşım. Bu sessiz bekleyiş, onun geri dönme mücadelesiyle paralel.

 

Her dakika, her saniye, ona dair yeni bir anı canlanıyordu zihnimde. Bu anılar hem acı hem umut veriyordu.

 

Bir yandan geçmişe takılıp kalmak, diğer yandan umut etmek... İkisi arasında gidip geliyordum.

 

O an, tüm dünya sustu. Sadece Ilgaz’ın güçlü varlığı hissettim içimde.

 

Ve söz verdim.

“Ne olursa olsun, seni bırakmayacağım. Bu savaş bizim... Ve biz kazanacağız.”

 

***

 

Saatin tik takları boğazıma düğüm olmuştu sanki. Her bir saniye, kalbimin üzerine düşen ağır taşlar gibi çınladı. Doktorun sesi hâlâ kulaklarımdaydı:

 

“Ameliyatı atlattı ama… hayati riski devam ediyor. Her şeye hazırlıklı olun.”

 

 

Hazır olmak...

Ben Ilgaz'sız bir hayata nasıl hazır olabilirdim?

 

Bir hemşire usulca yanıma yaklaştı.

 

“İsterseniz… steril kıyafetlerle bir süreliğine yanına girebilirsiniz,” dedi fısıltıyla.

 

Sanki yüksek sesle söylerse, gerçekliğin keskinliği daha çok can yakacaktı.

 

Hiç düşünmeden ayağa fırladım. Ayaklarım beni nereye götürüyorsa oraya gidiyordum. Tıpkı ilk karşılaştığım gün gibi... Ona doğru, içgüdüyle, kalbimle yürüyordum...

 

Steril odadaydım.

Beyaz bir önlük, maske, bone, eldivenler...

Ama ne giyersem giyineyim, kalbimdeki çıplak acıyı örtemedim.

 

Kapı yavaşça açıldı.

Bir uğultu.

Bir antiseptik kokusu.

Ve sonra...

 

Ilgaz.

 

Odanın ortasında, bir hastane yatağında, solgun teniyle yatıyordu.

Saçları alnına dökülmüş, dudaklarının rengi neredeyse gitmişti.

 

Göğsü yavaşça inip kalkıyor… bir ritim hâlâ vardı.

Yaşadığını gösteren küçük, narin bir hareket.

 

Ama gözleri kapalıydı.

 

Yavaşça yanına gittim.

Başucundaki sandalyeye oturdum.

 

Ellerine bakmaya kıyamadım önce. Parmak uçları hâlâ narin, hâlâ güzel ama soluktu.

 

Titreyerek eldivenli elimle onun elini tuttum.

Yavaşça, çok hafif…

Sanki dokunsam kırılacak gibi.

 

“Selam…”

Sesim kısıldı, kelime bile söylemek yordu beni.

 

“Ben geldim Ilgaz. Beni duyuyorsan… sadece parmağını kıpırdat. Lütfen…”

 

 

Hiçbir şey olmadı.

Sadece o sessiz monitörün kalp atışına benzer sesi.

Ve nefesini hatırlatan suni solunum cihazının iç çekişi gibi uğultusu.

 

 

“Seninle dans ettik,” dedim.

 

Gözlerime yaşlar doldu, gözyaşlarım maskenin içine aktı.

 

“Şarkıyı hatırlıyor musun? Bu güller senin için… demiştim sana. Gül yapraklarını üzerine serptim. Ben gül serperken, dualar serdim sana haberin yok.”

 

Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapadım.

 

“Herkes çok korkuyor. Ama ben… ben sadece seni istiyorum. Yaşamanı istiyorum Ilgaz. Çünkü sensiz hiçbir şeyin anlamı yok. Bak, hâlâ alyansın elimde… daha onu birlikte takmadık bile."

 

 

Bir an başımı onun göğsüne koymak istedim. Ama cihazlar… kablolar… iğneler…

 

Hayatla ölüm arasında uzanmıştı o yatakta.

 

“Elimi sıkarsan, sadece azıcık… …Her şeyi affedeceğim. Kaderi bile.”

 

İçimde bir şeyler kırıldı o an.

Kelimeler boğazıma dizildi.

Çocuk gibi titriyordum.

 

Elini avuçlarımın arasına aldım, sanki avucumun içinden kalbine ulaşabilecektim.

 

“Sana o gelinliğin içinde bakarken içimden geçeni biliyor musun? ‘Ben bu insanın yanında ölürüm’ dedim. Ama sen... beni bırakırsan, ben burada tek başıma öleceğim.”

 

 

Bir anlık sükûnet.

Bir anlık umut.

 

 

Monitör bir kez hızlıca bipledi.

Kafamı kaldırdım.

Gözlerine baktım.

 

Ama hâlâ kapalıydı.

 

“Yarınım sensin Ilgaz. Gözünü açmazsan... ben karanlığa hapsolurum. Beni duyuyorsan, ne olur... Ne olur gözünü aç.”

 

Ellerimi onun başına götürdüm. Parmak uçlarımla saçlarını düzelttim.

 

Küçük bir öpücük kondurdum alnına.

Sıcağı hissedemedim, çünkü eldiven vardı.

 

Ama kalbim onun alnına dayanıyordu sanki.

 

“Seni seviyorum...”

“Her şeyinle. Hayatınla. Korkularınla. Bu sessizliğinle bile.

 

O sırada arkamdan yavaşça biri kapıyı araladı.

Ziyaret süresi dolmuştu.

 

Yavaşça kalktım.

Ama gözüm hâlâ onun üstündeydi.

Her adımda biraz daha kırıldım.

 

Kapıdan çıkarken son kez döndüm.

 

“Lütfen… ...beni yalnız bırakma.”

 

***

 

"Üzerini değiştir artık, bak hâlâ üstünde Ilgaz’ın kanı var, kendine gel oğlum..."

 

Tolga’nın sesi kulaklarımda yankılandı, ama içimde karşılığı yoktu.

 

Kendime gelmem isteniyordu.

Kendimi bulduğum kişi, ölümle savaşırken...

 

Ben hangi “kendime” gelebilirdim?

 

“Oğuz, lütfen... biraz uyu, duş al, bir şey yap. Böyle olmaz,”

Çiğdem gözümün içine baka baka yalvarıyordu.

 

Selim sustu.

Yaren sadece sarıldı.

Ama hiçbiri, Ilgaz’ın teni gibi değildi.

 

Hiçbir sarılış onun “tamam” diyen sessizliği gibi değildi.

 

Zorla ikna edildim.

Arkamdan iterek arabaya bindirdiler.

Evin yolu sessizdi.

 

Arabanın camından dışarı bakarken, insanların sıradan hayatlarına devam ettiğini görmek midemi bulandırdı.

 

Dün evlendiğimiz bu şehirde, bugün ben karımı ölümle bırakmıştım...

 

Evin kapısı açıldığında, ilk nefesimi tuttum.

 

Ilgaz'ın kokusu...

O lavanta kokan yastığı...

Şu koltukta gülümseyerek çay içişi.

Şu aynanın önünde tokasını düzeltişi.

 

Hepsi aynıydı.

Sadece o yoktu.

 

 

Yavaş adımlarla içeri girdim.

Üzerimdeki gömlek hâlâ kurumuş kanla sertleşmişti.

Bir gömleğin bu kadar ağır geldiğini ilk kez fark ettim.

 

Ilgaz’ın kanı.

Benim üzerimde.

Ben hâlâ nefes alıyordum.

O...

Oysa bir makineye bağlı.

 

Yavaşça yatak odasına yürüdüm.

Kapısını açarken tereddüt ettim.

Sanki içeride o varmış gibi.

 

Sanki ben geç kalmışım da, o beni bekliyormuş gibi.

 

Ama... içerisi sessizdi.

İlk adımı attım.

 

Gözüm direkt yatağa kaydı.

Yastığın üzeri hâlâ onun saç telleriyle doluydu.

Küçük, ince, kahverengiye çalan o bukleler.

 

Bir elimi yavaşça yatağa koydum.

Ona ulaşmak ister gibi.

Ama elim boşlukta kaldı.

 

“Ilgaz...”

 

Sadece adını söyledim.

Ama odada yankılandı.

Sadece ben vardım.

 

Çekmeceyi açtım.

İçinde tokaları, birkaç parfümü, ve...bir kağıt.

Katlanmış, kenarları hafif kıvrılmış bir kağıt.

 

Üzerinde tanıdık bir el yazısı.

"Oğuz'a..."

 

Kalbim durdu sanki.

Titreyen parmaklarımla açtım.

 

“Eğer bu mektubu okuyorsan, büyük ihtimalle düğün sabahıdır. Ya da ben korkup sana verememişimdir. Kim bilir…”

 

Boğazıma bir şey düğümlendi.

Dizlerimin bağı çözüldü.

Yatağın kenarına oturdum.

 

“Biliyor musun, çok mutluyum Oğuz.

Ama çok da korkuyorum.

Seninle bir ömür geçirecek olmak beni hem heyecanlandırıyor, hem de içimi titretiyor. Ya beceremezsem? Ya seni hep sevecek kadar güçlü kalamazsam?”

 

“Bazen geceleri uyanıyorum. Yanımda yoksun. Henüz evli değiliz çünkü.

Ama o an ellerimi sıkıyorum, çünkü aklıma senin gözlerin geliyor.

O gözler bana ‘buradayım’ diyor ya...

İşte, ben hep orada kalmak istiyorum.”

 

Gözyaşlarım süzülmeye başladı.

Kağıdın üzerine damladılar.

Harfleri bulanıklaştırdım.

Ama okumaya devam ettim.

 

“Oğuz, olur da bir gün ben susarsam, lütfen benim için de konuş. Ben yorgun düşersem, bana güç ver. Ama en çok da... beni unutma.

Ben seni hep seveceğim.

Ve eğer bugün beyazlar içinde yürürken gözlerim dolarsa, bu seni sevdiğimdendir.

Korktuğumdan değil.

Çünkü seninle her şeyin sonu bile, bana başlangıç gibi geliyor.”

 

Kağıdı göğsüme bastırdım.

 

“Ben seni unutamam ki, Ilgaz. Unutmak ne demek… Ben senden başka bir şeyi hiç öğrenmedim ki.”

 

Kafamı yastığa koydum.

Mektubu elimde tuttum.

Sanki sesini duyuyordum.

Sanki yanında nefes alıyordu.

 

“Ne olur... gözünü aç. Bu mektubu yazdığın gibi, bana yine bir şeyler söyle. Ne olur... Ilgaz...Daha biz birlikte yaşlanacaktık.”

 

Yastığın kokusu onun.

Başımı yasladığım yer, onun her sabah saçlarını taradığı yer.

Bir zamanlar, bu odada sadece aşk vardı.

Şimdi…

Şimdi yalnızlık çöküyor her bir köşeye.

 

Mektubu göğsüme bastırmıştım.

Sanki kalbimin altına onu sıkıştırırsam, kaybetmem gibi.

Ne kadar saçma.

 

Gözlerim istemsizce kapanmaya başladı.

Direndim…

Uyumak istemiyordum.

Ya uyanamazsam?

Ya Ilgaz yokken, uykuda da yoksan?

Ama vücut dinlemiyor.

 

“Biraz… sadece biraz dinleneyim…” fısıltı gibi çıkan cümlem, odamızda yankılandı.

Odamızda...

 

 

Sonra her şey karardı.

 

Bir boşluk.

Sonsuz, sessiz bir karanlık.

 

Adım attım…

Zemin yok.

Hava yok.

Ama içimde ezici bir ağırlık var.

 

“Ilgaz?”

Sesim yankılandı.

Ama cevap gelmedi.

 

Bir adım daha…

Ve bir anda ışık belirdi.

 

Ilgaz.

Bembeyaz bir elbiseyle, çıplak ayaklarla yürüyordu.

Saçları açık.

Gülümsemiyor.

Gözleri bana bakıyor ama… tanımıyor gibi.

 

“Ilgaz!”

Sesim çatladı.

Koşmak istedim, ayaklarım yere çakılmıştı.

 

O yürümeye devam etti.

Benden uzağa.

Her adımında bedenimden bir şeyler koptu sanki.

 

“Dur! Ne olur dur! Ilgaz! Ben buradayım! Bak buradayım!”

Avaz avaz bağırıyorum ama o sanki… hiç duymuyor.

 

Sonra…

Durdu.

Ve bana baktı.

 

Ama o Ilgaz değildi.

Gözleri bomboştu.

Sesi… soğuktu.

 

“Oğuz… neden beni koruyamadın?”

 

Kalbim yerinden çıkacak sandım.

Ağzımı açtım ama kelimeler gelmedi.

 

“Neden orada değildin?”

“Ben sana güvenmiştim.”

“Sen beni hep sevecektin…”

 

Her kelimesi hançer gibi girdi içime.

Her cümlesiyle nefesim kesildi.

 

“Ben seni hâlâ seviyorum!” diye haykırdım.

 

Ama bir anda her şey karardı.

O yoktu.

Ben karanlığın ortasında, dizlerimin üzerinde kalmıştım.

 

“Ilgaz…”

“Ilgaz, ne olur… gitme… yalvarırım...”

 

Ağladım.

İlk kez bir kâbusta, gerçekten ağladım.

 

 

Gözlerimi açtığımda Ilgaz’ın yastığına sarılmıştım.

Nefes nefese…

Ter içindeydim.

Ellerim titriyordu.

Gözlerim kıpkırmızı.

Yanaklarım sırılsıklam.

 

Odanın sessizliği içimi kemirdi.

 

Rüya değildi.

O gitmişti.

Ama hâlâ nefes alıyordu.

 

Benim çırpınışım, onun sessizliğinde boğuluyordu.

 

“Ben oradaydım…”

“Yemin ederim Ilgaz… Ben hep oradaydım.”

“Ama yine de yetişemedim sana. Affet beni…”

 

Yastığa sarıldım.

Sanki bir parçası hâlâ oradaymış gibi.

 

“Ne olur… dön bana.”

“Bu sefer her şeyimi veririm… yeter ki dön..."

 

 

Bölüm sonuuuu..

Bir aradan sonra tekrar buradayızzzz.

4 kader mahkûmu her zaman yazılmak isteyen ama bir türlü yazılmayan bir kurguydu. Çok yazıp sildim en başlardayken. Ama o çok direndi ve kendisini yazdırdı. Dilerim ki güzel bir şekilde bu hikâyeyi de bitiririz.

İkinci kitaba geçmek benim için bir burukluk.

Bir büyümüşlük.

Bir farkındalık.

Bir zamanlar karakterleri kafamda tasarlarken şimdi bu kadar ilerleyeceğimizi bilemiyordum.

İkinci kitaptan tekrardan merhaba.

Tekrardan hoşgeldiniz.

Umarım beğenmişsinizdir.

Yeni bölümlerde görüşürüzzzzzz

Hoşça kalın hissederek kalın.

☘️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 08.08.2025 12:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...