44. Bölüm

43. Bölüm

Sümsime🤍
oylesine_yazan.__

"Sen benim çocukluğumsun..."

 

(Yazar'ın anlatımıyla)

(X kişisi...)

 

Gece hastanenin en sessiz saatleriydi. Koridorlarda yalnızca floresan lambaların soğuk ışığı vardı; duvarlara yansıyan beyazlık insanın içini ürpertecek kadar donuktu. Sessizlik, arada bir yankılanan ayak sesleriyle bozuluyordu. Ama bu sesler, nöbetçi bir hemşirenin aceleci adımları değildi. Bu, ağır ve temkinli, sanki bir sır taşıyan, sanki bir suçun eşiğinde dolaşan adımlardı.

 

O adımların sahibi, simsiyah bir pardösüye bürünmüştü. Kapüşonu yüzünü gölgeliyordu, gözleri bile seçilmiyordu. Gecenin gölgesi gibi süzülüyordu koridorlarda. Yanından geçen tek tük görevliler onu fark etmediler; belki fark etseler bile “ziyaretçi” diye düşündüler. Ama onun gözlerinde öyle bir telaş, öyle bir korku vardı ki… insan görse içini rahatsız eden bir şey hissederdi.

 

O adımlar sonunda en uçtaki yoğun bakım odasının kapısında durdu. Kapının üzerindeki küçük camdan içeri baktı. Odanın ortasında, makinelerin gözetiminde, beyaz çarşaflara bürünmüş bir beden yatıyordu. Solgun, ama hâlâ yaşayan bir beden…

Ilgaz.

 

İçeri girdiğinde makinelerin düzenli sesi hemen kulağını doldurdu:

Bip… bip… bip…

 

Her ses, odadaki yabancının kalbine bir hançer gibi saplanıyordu. Parmakları titredi. Bir an için ilerleyemedi, kapının yanında dondu kaldı. Yalnızca gözleri Ilgaz’a kilitlendi. Yavaş yavaş yaklaştı. Ilgaz’ın yüzünü görür görmez nefesi hızlandı; o kadar savunmasız, o kadar masum görünüyordu ki.

 

Simsiyah kıyafetli yabancı, boğazında düğümlenen bir nefesle fısıldadı:

"Bunu yapmak zorundayım… başka çarem yok…"

 

Titreyen elleriyle Ilgaz’ın yatağının yanındaki monitör kablolarına uzandı. O an parmakları kablonun plastiğine değdi. Gözlerini sımsıkı kapattı, derin bir nefes aldı. Ama kalbi öyle hızlı atıyordu ki göğsünden çıkacak gibiydi.

 

Elini çekmedi, ama kabloyu da sökmedi. Parmaklarının arasındaki plastik bir anda taş gibi ağırlaştı. Baktı, uzun uzun baktı Ilgaz’ın yüzüne. Dudakları titredi.

 

"Hayır… hayır yapamam…" dedi fısıltıyla.

 

Gözünden bir damla yaş süzüldü, yanaklarını yakarak aşağı indi.

“Yapmam gerek” dedi tekrar ama bu sefer sesi daha boğuktu, daha acı doluydu.

 

Elini bir kez daha kabloya götürdü. O an Ilgaz’ın parmağındaki sensör ışığı küçük bir kırmızı parıltı verdi, kalbinin hâlâ attığını gösterircesine.

 

Siyahlı yabancının gözleri doldu. Geri çekildi. Ellerini başına götürdü, saçlarını yolacakmış gibi tutundu. Sessiz, içten bir çığlık attı:

"Neden ben? Neden bunu bana yaptırıyorlar…"

 

Sonra dizlerinin bağı çözüldü. Yatağın kenarına oturdu. Ilgaz’ın eline dokundu, ince uzun parmaklarına… Eli buz gibiydi. O an, gözyaşlarını tutamadı. Hıçkırıklarını bastırmak için dudaklarını ısırdı, ama ses yine de odanın sessizliğinde yankılandı.

 

Bir an Ilgaz’ın yüzüne eğildi, öylece baktı. Dudaklarından şu kelime döküldü:

"Affet beni… yapamıyorum…"

 

Ayağa kalktı, hızla gözyaşlarını sildi. Kapıya yöneldi. Her adımı, omuzlarına binmiş tonlarca ağırlıkla atılmış gibiydi. Kapıyı açtı, çıkmak üzereyken göz ucuyla Ilgaz’a son kez baktı. Yutkundu, dudaklarını sıktı. Sonra sessizce odadan kayboldu.

 

Ama çıkarken fark etmediği bir şey oldu. Koridorun karanlık köşesinde bir çift göz, onu çoktan görmüştü.

Selim.

 

Selim’in kaşları çatıldı, kalbi hızlandı.

“Bu da kim?” diye fısıldadı kendi kendine.

 

Kapının kolunu tutan siyahlı figür, bir anlık sezgiyle arkasına baktı. Karanlık koridorun ucunda Selim’i gördü. Bakışları buluştuğu an yabancının gözbebekleri büyüdü, sanki kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oldu. O an korkuya kapıldı, refleksle başını öne eğip hızla adımlarını sıklaştırdı.

 

Selim’in dudaklarından tek bir kelime döküldü:

"Dur! Hey! Sen kimsin?"

 

Ama yabancı durmadı. Tam tersine, sanki bu kelime bacaklarına daha da hız verdi. Uzun pardösüsünün etekleri arkasından savrularak koşmaya başladı. Koridorun yankılı sessizliği artık ayak sesleri ve çarpan kalplerle dolmuştu.

 

Selim kaşlarını çattı, adımlarını hızlandırdı.

"Dur dedim! Kaçma!"

 

Yabancı kapıyı itti, merdivenlere yöneldi. Parmakları titriyordu, nefesi boğazında düğümlenmişti. Ayakları merdiven basamaklarına çarptıkça “tak, tak, tak” sesi karanlığa karışıyordu. Selim de hemen arkasındaydı.

 

"Yakalayacağım seni, nereye kaçıyorsun!" diye haykırdı Selim, öfkeyle.

 

Yabancının içinden sadece bir fısıltı geçti:

"Hayır… hayır beni görmemeli… beni bilmemeli…"

 

Merdivenlerden indi, hastanenin arka kapısından dışarı attı kendini. Bahçeye çıktığında soğuk gece rüzgârı yüzüne çarptı, saçlarını savurdu. Çimenler, taş yollar, yaprak hışırtıları… Hepsi kulaklarında uğultuya dönmüştü. Arkasından gelen Selim’in adımlarını çok net duyuyordu artık.

 

Selim bağırdı:

"Kim olduğunu söyle! Neden odadaydın?"

 

Yabancı dişlerini sıktı, arkasına bile bakmadı. Kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Kaçarken ayakları bir taşın ucuna takıldı, sendeledi ama düşmedi. Pardösüsünün kapüşonunu daha da yüzüne çekti.

 

Selim gözlerini kısmış, öfkeyle koşuyordu. Adımları giderek hızlandı. Bahçenin arka köşesine doğru dar bir patikaya girdiler. Yabancının nefesi kesiliyordu artık, ama durmaya niyeti yoktu.

 

Selim içinden fısıldadı:

"Bu yüzü gördüm… tanıyorum ben onu. Bu kız… bu kız Ilgaz’ın kuzeni değil mi?"

 

Ama henüz emin değildi. Sadece kalbinde ağır bir şüphe büyüyordu.

 

Yabancı ise içinden haykırıyordu:

"Allah’ım ne olur yakalamasın… ne olur görmesin yüzümü…"

 

Ay ışığı altında iki siluet… biri kaçıyor, biri kovalıyordu. Bahçenin hışırtıları arasında, gergin bir oyun başlamıştı...

 

 

***

 

Ay ışığı Yaren’in yüzünü açıkça gösterdiğinde, Selim’in yüreğine sert bir yumruk oturmuş gibi oldu. Öfkeyle karışık bir şaşkınlık… ama aynı zamanda içinde açıklayamadığı bir sızı.

 

Omzundan tutarken sesini yükseltti:

"Yaren! Bana doğruyu söyle, ne işin vardı orada?!"

 

Yaren’in gözleri doldu, dudakları titredi. Kaçacak yeri olmadığını anladığında kısık bir sesle fısıldadı:

"Ben… ben istemedim…"

 

Selim’in kaşları çatıldı.

"O zaman niye oradaydın? Neden Ilgaz’ın başında öylece bekledin? Neden o makineye elini uzattın?"

 

Yaren’in gözünden yaş süzüldü, yanaklarına aktı. Başını eğdi.

"Yapamadım… elim gitmedi… ne kadar denesem de yapamadım…"

 

Selim’in içindeki öfke yerini ağır bir sessizliğe bıraktı. Omzundaki tutuşunu gevşetti. Kalbi hızla çarpıyordu. Önündeki bu ağlayan kıza bakarken, bir yandan Ilgaz’a yapılmak istenen şey için içi yanıyor, bir yandan da Yaren’in bu kırılgan hâline karşı koyamıyordu.

 

"Neden?" diye sordu, bu defa sesi daha yumuşaktı.

"Neden böyle bir şeyin içinde buldun kendini?"

 

Yaren gözyaşlarıyla başını kaldırdı. Ay ışığı gözlerinde titreyen yaş damlalarını parlatıyordu.

"Buna mecburdum Selim... Ama olmadı....o benim çocukluğum ben ona nasıl kıyarım..."

 

Selim’in boğazı düğümlendi. Gözlerini kaçırdı bir an, sonra tekrar ona baktı. O an, kendi içinde bir karmaşa hissetti; kızgınlıkla karışık bir koruma içgüdüsü…

 

"Böyle şeylere izin veremezsin, Yaren," dedi alçak ama sert bir sesle.

"Kendini de, Ilgaz’ı da ateşe atıyorsun."

 

Yaren hıçkırarak yere çömeldi, ellerini yüzüne kapadı.

"Biliyorum… ama yapamadım işte! Onun nefesini duydum, yüzüne baktım… kıyamadım…"

 

Selim’in yüreği bir an titredi. Yavaşça eğildi, omzuna dokundu. Parmağının ucu bile Yaren’in titreyen bedenine değdiğinde, içinde tuhaf bir his kıpırdadı.

 

"Yaren…" dedi, sesi ilk defa yumuşamıştı.

"Korkuyorsun, belli. Ama yolunu yanlış seçiyorsun."

 

Yaren başını kaldırdı, gözyaşlarının içinden ona baktı. O an bakışları birbirine kilitlendi. Selim istemese de gözlerinde acının yanında başka bir şey gördü: anlatamadığı, adını koyamadığı bir bağ.

 

Ama hemen kendini toparladı. Öfkesini hatırlattı kendine. Geri çekildi, sertleşti yine.

"Yine de unutma, dedi. Ilgaz’a zarar verecek herkes karşısında beni bulur. Sen olsan bile."

 

Sözleri sertti, ama sesinin tonunda saklı, çok derinlerde gizlenen başka bir şey vardı. Yaren de hissetmişti bunu; gözleri Selim’in gözlerinden ayrılmadı.

 

Rüzgâr ağaç dallarını sallarken, ikisi de bir anlık sessizlikte birbirlerine baktılar. İçlerinde anlamlandıramadıkları bir bağ kıpırdamıştı, ama ikisi de o anın yükünü dillendiremedi...

 

***

 

Yaren o gece eve adımını attığında, evin sessizliği insanın içine işleyen türdendi. Koridorun loş ışığıyla gölgelenen duvarlar, sanki olan biteni önceden biliyor ve şahitlik etmeye hazırlanıyordu. Kapıyı kapatır kapatmaz içeriden o tok ses duyuldu:

 

"Nihayet geldin."

 

Hatice Çakmak salonun ortasında, bastonuna yaslanmış halde duruyordu. Gözleri, karanlığın içinde bile jilet keskinliğinde parlıyordu. Yaren’in nefesi sıkıştı, kalbi çırpınan bir kuş gibi göğsüne vuruyordu. Daha bir şey söylemeye fırsat bulamadan salonun havası ağırlaştı.

 

Yaren titrek bir sesle mırıldandı:

"Ben… ben yapamadım…"

 

O an, salonu çınlatan bir tokat sesi yankılandı. Yaren’in yanağı kızarırken, adeta bütün ev bu şiddeti duymuş gibi sarsıldı. Hatice’nin bastonu yere sertçe vuruldu; bu ses, öfkesinin bir yankısıydı.

 

"Ne demek yapamadım?!" diye bağırdı Hatice Çakmak.

"O çocuk yaşamayacak dedim sana! Sen ne yaptın? Göz göre göre onu hayatta bıraktın!"

 

Yaren’in gözlerinden yaşlar boşandı, dudakları titredi. Ama ağzından tek bir kelime çıkamadı. Anne ve babası köşede durmuş, adım atamadan olanları izliyordu. Onların bakışlarında çaresizlik vardı; ne kızlarını koruyabiliyorlardı ne de Hatice’nin karşısına dikilebiliyorlardı.

 

Hatice öfkeyle Yaren’in kolunu tuttu, bastonunu yere vurdu ve boğuk bir sesle fısıldadı:

"Madem vicdanın kıyamadı, ben sana kıydırırım."

 

Sonra onu koridorun sonunda, penceresiz karanlık bir odaya itti. Kapı büyük bir gürültüyle kapandı, ardından kilidin sesi duyuldu.

 

Yaren içeride, duvarlara sinmiş soğuğun arasında, dizlerinin üstüne çöktü. Gözyaşları yanaklarından süzülürken, kalbi hâlâ hastanenin soğuk koridorlarında çarpıyordu. İçeride yalnız değildi aslında; vicdanı, korkusu ve babaannesinin çığlığı karanlıkta yankılanıyordu...

 

***

 

Kapının kilitlenmesiyle birlikte Yaren, dizlerinin üzerine çökmüş halde uzun süre sadece sessizliğin ağırlığını dinledi. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu, ama o an daha çok kalbinin içinde bir şeyler kırılıyordu. Karanlık, sanki üzerine kapanan bir örtü gibiydi. Nefes alması bile zorlaştı.

 

Sonra birden, o zifiri karanlığın içinde bir ışık kıvılcımı gibi çocukluğunun sesi çınladı kulaklarında:

 

"Yaren, koşsana! Bak, düşeceksin yine…"

Küçük Ilgaz’ın kahkahası…

 

Yaz akşamlarının serinliğinde, babaannesinin bahçesinde koşturdukları günler geldi gözünün önüne. Çimlerin üzerinde yalınayak koşan, saçları rüzgârla savrulan o iki çocuğun görüntüsü… Küçük Yaren’in elinde renkli bir uçurtma vardı, Ilgaz da ipi tutmuş, havaya kaldırmaya çalışıyordu. Birlikte gökyüzüne bakıyor, bulutların arasından süzülen uçurtmayı izliyorlardı.

 

"Bak Yaren," demişti küçük Ilgaz gözleri ışıl ışıl parlayarak.

"Ne kadar yükseğe çıkarsa çıksın, ipi tutarsan asla kaybolmaz."

 

Yaren’in yanaklarından yaşlar süzülürken dudakları titredi.

“Asla kaybolmaz…” diye mırıldandı karanlığın içinde.

Ama şimdi o bağ kopmak üzereydi. Ilgaz, ölümle yaşam arasında çırpınırken, o onu hayatta tutacak ipi elinden bırakmak zorunda kalmıştı.

 

Bir başka anı düştü aklına… Ilgaz’ın bayramlarda cebindeki şekerleri önce Yaren’le paylaşışı… Çocukça, ama tertemiz bir sevgiyle “Sen benim kardeşim gibisin,” deyişi… Yaren gözyaşlarını durduramadı.

 

Karanlığın içinde kendi kendine fısıldadı:

"Kardeşim gibiydin… Ben nasıl kıyarım sana, nasıl kıyarım Ilgaz…"

 

Duvarlara başını yasladı. Zihninde babaannesinin tokadıyla küçük Ilgaz’ın kahkahaları birbirine karışıyordu. Bir yanda baskı, öfke, zorbalık; diğer yanda çocukluklarının masumiyeti…

 

O an içi parçalandı. Yaren’in gözlerinden süzülen yaşlar artık sessiz değildi, hıçkırıklara dönüştü. Karanlık odada yankılanan tek ses onun boğuk ağlayışıydı...

 

Yaren, başını titreyerek duvara yaslamıştı. Ağlamaktan göz kapakları ağırlaşmıştı ama kalbi uyumaya izin vermiyordu. Bir anda karanlık odanın duvarları arasından başka bir görüntü belirdi zihninde; çocukluğun saf ve dokunulmamış günlerinden bir sahne…

 

O yaz akşamı, evlerinin bahçesinde eski tahta salıncağa oturmuştu Yaren. Ilgaz da hemen yanında durmuş, salıncağın iplerini tutuyordu. İkisi de küçüktü, ama çocukluklarının o ciddiyetsiz masumiyeti içinde bile derin bağlarla kenetlenmişlerdi birbirlerine. Gökyüzü pembeleşmiş, güneş ufka doğru ağır ağır kayıyordu.

 

"Biliyor musun Yaren" , demişti küçük Ilgaz o kendine özgü masum sesiyle.

"Sen bazen üzülüyorsun ya… ben seni hiç bırakmayacağım. Hep yanında olacağım."

 

Küçük Yaren’in gözleri büyümüştü. Çocukça bir masumiyetle, avuçlarını Ilgaz’ın avuçlarının içine koymuştu. O an için tüm dünyaları, o küçücük temasın içinde saklıydı.

 

"Sen de bana söz ver," demişti Ilgaz.

"Ne sözü?" diye fısıldamıştı Yaren.

"Asla yalnız bırakmayacaksın beni. Ne olursa olsun."

 

Bir anlık sessizlikten sonra Yaren başını sallamış, dudaklarından titrek ama kararlı bir söz dökülmüştü:

"Söz. Ne olursa olsun seni yalnız bırakmayacağım Ilgaz."

 

Ve şimdi… O karanlık odanın içinde, yıllar sonra Yaren o sözü hatırladığında, kalbine hançer gibi saplandı. Elleriyle yüzünü kapadı, hıçkırıkları daha da derinleşti.

 

"Ben sana nasıl kıyarım?" diye fısıldadı boşluğa.

"Ben seni nasıl yalnız bırakırım? Babaannem ne derse desin… Ben yapamam, Ilgaz… yapamam."

 

Karanlık, onu yutmak ister gibi ağırlaşıyor, duvarlar üzerine doğru kapanıyordu sanki. Ama en ağır olan, zihninde çınlayan o masum çocuk sesi oldu:

 

"Söz ver bana Yaren, yalnız bırakmayacaksın…"

 

Yaren avuçlarını yumruk yaptı, gözyaşları yanaklarına aktı. Dudaklarından kopan cümle, titrek bir yemin gibi yankılandı:

"Ben sana ihanet etmeyeceğim Ilgaz ne pahasına olursa olsun..."

 

Bölüm sonuuuu.

Nasıldı????

Umarım beğenmişsinizdir. Bol bol yorum bekliyorum. Umarım hayırlısı ile ikinci kitabımızı da final ederizzz.

Yeni bölümlerde görüşürüzzzzzz.

 

 

 

 

Bölüm : 01.09.2025 14:19 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...