
"Bir serçenin gözyaşı kadarsın yüreğimde..."
(Yazar'ın anlatımıyla)
~Günler sonra~
Hastane koridorunun ışıkları sönük, hava ağırdı.
Bir tek antiseptiğin keskin kokusu vardı, nefes aldıkça ciğerlere yapışıyordu.
Kimse konuşmuyordu.
Sadece monitörlerden, cihazlardan gelen o tiz bip sesleri yankılanıyordu arada.
Zamanın akmadığı yerler olur ya… işte tam öyle bir andı.
Selim, ellerini birbirine kenetlemiş, başını eğmişti.
Gözlerinin altı morarmış, dudakları çatlamıştı.
Oğuz bir sandalyede oturuyordu, elleri hâlâ kurumuş kan içindeydi.
Tolga başını iki eli arasına almış, Çiğdem’in omzuna yaslanmıştı.
Herkesin suskunluğu, bağırıştan daha çok yankılanıyordu.
Kapı açıldı.
Doktorun beyaz önlüğü bile sanki kirlenmişti bu günlerde.
Bir yorgunluk, bir ağırlık taşıyordu yüzünde.
Yaklaşırken ayak sesleri bile korku gibi yankılandı.
Doktor, beyaz önlüğünün cebinde ellerini gezdirirken bir an gözlerini kaçırdı. Bu bakıştan, kötü bir şey geleceğini herkes anladı. O an koridorun soğukluğu bile keskinleşti sanki.
Selim’in kalbi, o suskunlukla aynı anda sıkıştı.
“Söylesenize hocam,” dedi Selim, sesi titriyordu.
“Durumu nasıl?”
Doktor yutkundu. O yutkunma bile anlatıyordu bazı şeyleri.
“Ameliyat… başarılıydı evet şu an yoğun bakımda olduğu gibi bir süre daha kalabilir, durumu kritik. Kalp atışları zayıf… Kurşun, göğsüne çok yakın bir noktadan geçmiş. Organlara verdiği hasar… ciddi."
Sanki koridorun havası bir anda çekilmişti.
Bir an herkesin içi buz kesti.
Selim bir şey diyemedi, sadece doktora baktı.
Göz bebekleri büyüdü, dudakları aralandı ama kelimeler çıkmadı.
Doktor devam etti.
“Ameliyat başarılıydı ama… toparlaması uzun sürecek. Bu süreçte bazı komplikasyonlar yaşanabilir. Özellikle…”
Doktor sustu, gözleri Selim’le buluştu.
“…bazı iç hasarlardan dolayı… ileride çocuk sahibi olamayabilir.”
Bir cümleyle dünya yıkıldı.
O cümlenin yankısı o kadar ağırdı ki, duvarlar bile çatlasa şaşılmazdı.
Oğuz’un parmakları titredi, sandalyenin kenarını tuttu.
Çiğdem ağzını kapattı, Tolga’nın omzuna düştü başı.
Ama Selim… Selim öylece dondu.
Sanki biri göğsünü yarıp kalbini almıştı da o hâlâ ayakta kalmaya çalışıyordu.
Bir süre konuşamadı.
Gözleri boşluğa takıldı.
Sonra yavaşça bir şeyler fısıldadı kendi kendine.
Gözlerini kapattı, o sahne gözlerinin önünde canlandı.
Paris sokakları, Ilgaz’ın kahkahası, ellerinde kahve bardakları.
Bir rüzgâr saçlarını savurmuştu o gün...
***
Ilgaz, önündeki tabaktan yayılan buharla birlikte kocaman gülümsüyordu. Makarnayı o kadar iştahla yiyor, o kadar içten kahkahalar atıyordu ki, sanki bütün gün aç kalmış gibiydi. Çatalı ağzına götürürken sos dudak kenarına bulaşmış, o farkında bile olmadan konuşmaya devam etmişti.
Selim, karşısında bu hâliyle Ilgaz’a bakarken başını yana eğdi.
“Şunu temiz yer misin sen?” dedi, gözlerini kısarak.
Ilgaz bir an durup çatalı havada tuttu, sonra öyle bir kahkaha attı ki masadaki su şişesi devrildi.
“Sen bana yemek yaptın, suç benim değil!” dedi gülerek.
Selim ellerini iki yana açtı.
“Yemek yaptım diye masayı da mı yiyeyim demek istiyorsun?”
Ilgaz yine kahkaha patlattı. Makarna öyle lezzetliydi ki, ağzına atarken gözleri kendiliğinden kısılıyordu. Selim’in yaptığı yemekleri hep severdi ama bu sefer ayrı bir özen vardı.
Selim de gülümsemesini saklayamadı. Elindeki peçeteyi masadan alıp Ilgaz’a yaklaştı.
“Dur bakayım, Picasso, ağzının kenarına sanat yapmışsın,” dedi, peçeteyi dudak kenarına dokundururken.
Ilgaz istemsizce geri çekildi, ama Selim çoktan salçayı silmişti.
“Senden küçük bir tane daha hayal edemiyorum, Ilgaz…” dedi Selim hafif bir kahkaha atarak.
“Allah’tan seni kimse almıyor da bekârsın. Yoksa o evde hayat kalmazdı.”
Ilgaz kaşlarını çatıp elindeki çatalı tehdit eder gibi havaya kaldırdı.
“Biraz daha konuşursan o makarnayı senin suratına yapıştırırım, haberin olsun!”
Selim kahkahayı bastı. Kahkahasının arkasında, o alışıldık sıcaklık vardı. Yine de elini çekmeden, Ilgaz’ın ağzının kenarındaki son salça lekesini temizledi.
“Sen var ya,” dedi gülümseyerek, “hem bela hem bereket gibisin. Evde olduğun an gürültü, ama gidince sessizlik bile sanki eksik kalıyor.”
Ilgaz kısa bir an sustu, gözlerini kaçırdı. Sonra sırf ortamın duygusallaşmasına izin vermemek için ağzına bir çatal daha tıktı.
“Ben olmasam kim güldürür seni ha?”
Selim omuz silkti.
“Belki küçük bir versiyonun…” dedi alayla. “Ama düşününce senden küçük bir tane daha hayal edemiyorum. Ev patlardı kesin.”
İkisi de gülmekten kendini alamadı. Ama o kahkahaların arasında Ilgaz'ın sesi yavaş yavaş alçaldı.
“Ben çocukları çok severim biliyor musun?” dedi, çatalıyla makarnasını karıştırırken.
“Hep bir kardeşim olsun istemişimdir. Evde koşuşturan, bana sataşan, ama sonra gelip sarılan biri…”
Gözleri bir an uzaklara daldı. Selim fark etti ama sustu.
“Dilerim ki,” dedi Ilgaz, sesi bu kez daha kısıktı, “bir gün… ona benzeyen bir çocuğum olur.”
O demişti.
Bir isim belirtmemişti. Çünkü biliyordu Selim anlardı.
Sussa da, konuşsa da bir bakışıyla anlardı...
O an odada sadece çatalın tabağa değen sesi kaldı. Ilgaz’ın yüzündeki gülümseme yavaşça silindi. Gözlerinde, Selim’in fark edemediği bir şey parladı kısacık bir hüzün, sonra yine sustu.
Selim, “E tabii, eğer yeğenim senin kadar yer ve konuşursa ben genç yaşta giderim,” diye ekleyip ortamı yumuşatmaya çalıştı.
Ilgaz bu kez hafifçe güldü ama gülüşünün altında bir kırılma gizliydi.
İşte o an, o masum, gülüp geçtikleri an…
Yıllar sonra, doktorun “Anne olamayabilirsin” dediği o gün, Ilgaz’ın zihninde yankılanacak bir anıya dönüşecekti...
***
Selim başını kaldırdı, sesi titreyerek çıktı:
“O… o bana demişti ki…nasıl... nasıl anne olamayabilir?.."
Doktor susuyordu.
Tolga yanına yaklaştı ama Selim elini kaldırdı.
“Sakın dokunma bana.”
“Ne diyorsun sen?!” diye patladı Selim.
“Nasıl yani, bir ihtimal mi diyorsun sen? Hangi ihtimal lan bu?!”
Doktor sustu, gözlerini yere indirdi. O sessizlik daha da yıktı onu.
Selim bir adım geri çekildi, ellerini başına koydu.
“Ben… ben onu buraya niye getirdim?!”
“Ben onu koruyacaktım!”
Sesi yankılandı.
“Benim kardeşimi vurdular lan! Vurdular!”
O an herkes sustu.
Tolga gözyaşlarını saklamaya çalıştı, Çiğdem başını eğdi.
Oğuz ise yerinden bile kıpırdayamadı.
Selim’in sesi kırılmıştı artık. Bağırmıyor, yalvarıyordu sanki.
“Onu buraya getirmeyecektim… hiç getirmeyecektim… Bana inanmıştı… bana güvenmişti…”
Bir anda yumruğunu duvara geçirdi.
Kan aktı parmak aralarından, ama acıyı hissetmedi.
Sadece yere çöktü. Dizleri hastane zeminine değdiğinde gözyaşları da yanaklarından aktı.
“Ben onu sana emanet etmiştim Oğuz,” dedi dişlerinin arasından.
Başını kaldırdı, gözleri kırmızıydı.
“Senin yanında güvende olacaktı. Öyle söylemiştin bana.”
Oğuz sustu. Boğazındaki düğüm çözülemedi, nefes bile alamadı.
Selim ayağa kalktı, gömleğinin yakasını çekti, Oğuz’un yanına yaklaştı ve sertçe omzuna vurdu.
“Senin yüzünden değil demiyorum!” dedi, sesi kırılmıştı.
“Ama seninleydi, seninleydi lan! Ben onu sana emanet ettim… sen… senin gözünün önünde…”
Cümleyi tamamlayamadı. Nefesi titredi. Gözyaşlarını silmeye çalıştı ama boşunaydı.
Bir an için gözleri doldu, sesi fısıltıya dönüştü.
“O daha çok küçüktü be…”
Koridorun sonunda bir hemşire geçerken kimse kımıldamadı.
O an, sanki bütün hastane onların sessizliğine yas tutuyordu.
Tüm dünya o koridorda durmuş gibiydi.
Ve sadece bir ses kaldı geriye…
Selim’in kalbinden kopan o cümle:
“Benim kardeşimi vurdular lan… hem de onun gözlerinin önünde…”
***
Hastanenin o uzun, antiseptik kokulu koridoru hâlâ Selim’in sesiyle doluydu. Bağırışının yankısı, duvarlardan sekip geri dönüyor; sanki kimse susturamıyor, kimse o sesi taşıyamıyordu. Oğuz ellerini yüzüne bastırmış, bir köşede sessizce oturuyordu. Gözlerinin altı morarırken nefesi titriyordu. Herkes bir şeyler söylüyor ama hiçbir kelime yerini bulmuyordu.
Tolga hâlâ yerinden kalkmış, hemşirelerle tartışan güvenliği sakinleştirmeye çalışıyordu. Çiğdem, duvara yaslanmış, sessizce ağlıyordu.
Ama kimse Selim’in fırtınasını durduramıyordu.
O anda kapının açıldığını duydular.
Bir çift sert ayakkabı sesi… Ardından tok, net bir ses.
“Rüzgâr Yalçın, Asayiş Büro. Silahlı saldırı değil mi?”
Bir an herkes sustu.
Oğuz başını kaldırdı, o sesi tanımıştı.
Yıllar öncesinden başka bir hayattan, başka bir acısız zamandan kalma bir ses.
“Rüzgâr…?”
Karşısında duran adamın yüzü değişmemişti. Soğukkanlı, dikkatli ama gözlerinin içinde eski bir dostluğun kırıntısı vardı.
“Uzun zaman oldu, Oğuz,” dedi.
“Keşke başka bir sebeple karşılaşsaydık,” diye fısıldadı Oğuz, sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısıktı.
Rüzgâr gözlerini kısarak etrafa baktı.
“Kim saldırıya uğradı?”
Oğuz boğazını yutkundu, kelimeler zor çıktı.
“Ilgaz...”
Rüzgâr başını eğdi, defterini çıkardı.
“Yoğun bakımda olduğunu söylediler. Kurşun giriş açısı ters yönden. Bu bir uyarı değil, hedef alınmış bir atış.”
Cümleleri keskin, acımasızdı.
Selim o an irkildi.
“Ne demek istiyorsun sen?” diye bağırdı.
Rüzgâr sakince yanıtladı.
“Yani onu öldürmek istemişler.”
Bir sessizlik oldu.
Bir hastane sessizliği.
Kalp monitörlerinin ritmik sesleri arasında bir şeyler içlerinden koptu.
Rüzgâr, dosyasını koltuğunun altına sıkıştırdı, Oğuz’un yanına çömeldi.
"Kamera kayıtlarını aldık. Düğün bahçesinde, vurulma anından birkaç saniye öncesine kadar net görüntüler var."
Oğuz’un nefesi kesildi.
"Ne gördünüz?"
"Kadrajda bir karartı var. Bahçenin arka kısmında, ışığın gölgeye vurduğu yerde bir siluet. Kadın gibi… ama emin değiliz."
Oğuz’un yüzü bir an gerildi. Göz kapakları titredi.
"Kadın mı dedin?"
"El hareketleri, vücut ölçüsü öyle gösteriyor. Yüzünü göremedik. Kameranın görüş açısı tam orayı kapatıyor."
Rüzgâr kalktı, dosyayı açtı. Fotoğrafları çıkardı.
Karanlık karelerin arasında bir tanesi dikkat çekiciydi: Ilgaz’ın arkasında duran bir figür, elinde bir parıltı — silahın namlusu.
Oğuz fotoğrafa baktı. Elini yavaşça ağzına götürdü. Göz bebekleri titriyordu.
"Bu… o an mı?"
Sevdiği kadının gelinlikle olduğu an... Uzun süredir hayallerini kurdukları ama bir gecede mahvolan an...
"Evet. Şans eseri ışık o an yanmış. Fakat birkaç saniye sonra görüntü tamamen kararıyor. Ateş sesi duyuluyor ama silahın parlama anı kayda geçmemiş."
Rüzgâr gözlerini Oğuz’un gözlerine dikti.
"Oğuz, bunu kim yapardı?"
Oğuz derin bir nefes aldı. İçi daralıyor, ne diyeceğini bilemiyordu.
"Bilmiyorum… ama bir nedeni olmalı."
"Nedeni var. Her şeyin bir nedeni var."
Rüzgâr yavaşça yürüdü, koridorun penceresinden dışarı baktı.
"Garip olan şu…"
Bir dosya kâğıdını çevirdi.
"Güvenlik görevlilerinden biri kayıp."
Oğuz’un bakışları keskinleşti.
"Kayıp mı?"
"Evet. Düğünden birkaç saat sonra işten ayrılmış, telefonu kapalı. İsmi Nihat Karabay."
Rüzgâr dönüp Oğuz’a baktı.
"Onu bulmadan kimseyi temize çıkaramayız."
Oğuz ayağa kalktı. Gözleri kararmıştı.
"Eğer Ilgaz’a bunu o yaptıysa…"
Rüzgâr hemen araya girdi, sesi sertleşti.
"Oğuz! Şu an doktor gömleğini değil, duygularını giyiyorsun. Bir adım atarsan geri dönemezsin."
Oğuz dişlerini sıktı.
"Sen olsan durabilir miydin?"
Rüzgâr sustu. Kısa bir süre, yalnızca floresanların vızıltısı duyuldu. Gözlerinden belli belirsiz bir hüzün geçti. Ne anlaşılır ne de tam anlaşılmayan...
Sonra Rüzgâr alçak bir sesle konuştu:
"Hayır. Durmazdım. Ama yine de durmak zorundaydım."
Bir süre sessizlik oldu.
Sonra Rüzgâr dosyasını kapattı.
"Ben sana güveniyorum, Oğuz. Ama bu dosyayı kapatmadan Ilgaz uyanmamalı. Çünkü uyanırsa… anlatacak çok şeyi olacak gibi."
Oğuz’un gözleri hafifçe büyüdü.
"Ne demek istiyorsun?"
Rüzgâr çantasından küçük bir zarf çıkardı.
"Olay yerinde bulundu. Ilgaz’ın elinde sıkıca tutulmuştu. Parmak izleri sadece ona ait. Ama üzerinde bir damla kan var başka birine ait."
Oğuz’un elleri titredi.
"Kimin kanı?"
Rüzgâr başını eğdi.
"Henüz bilmiyoruz. Ama bulacağız."
O an koridorun ucundan bir “bip” sesi duyuldu. Monitörlerden birinin uyarısıydı. Oğuz’un kalbi bir anda hızlandı, koşmak istedi ama Rüzgâr kolundan tuttu.
"Sakin ol. Henüz hiçbir şey belli değil."
Ama Oğuz zaten duymuyordu. Gözleri o kapıya kilitlenmişti.
Yavaşça fısıldadı:
"Sakın sana bir şey olmasın, Ilgaz…"
***
Hastanenin koridorları geceye teslim olmuştu. Loş ışıklar duvarlara donuk gölgeler düşürüyor, hemşirelerin adımları yankılanıyordu. Hava; antiseptiğin keskin kokusuyla, insanın içine işleyen bir sessizliğin karışımı gibiydi.
Selim, bekleme odasının köşesinde oturuyordu. Dirseklerini dizlerine dayamış, ellerini kenetlemişti. Göz kapakları ağırdı ama kapanmaya cesaret edemiyordu. Ilgaz’ın adı geçtiğinde, uyumak suç gibi geliyordu insana.
Kapı sessizce aralandı. Yaren içeri girdi. Elinde iki tane karton kahve bardağı vardı, biri Selim’in önüne bırakırken hafifçe gülümsedi.
“Bunu içmezsin diye düşündüm ama... denemeye değer,” dedi kısık sesle.
Selim başını kaldırmadan mırıldandı.
“Sağ ol... ama ne içsem mideme oturuyor bu aralar.”
Yaren derin bir nefes aldı, onun yanına oturdu. İkisi de bir süre konuşmadı. Aralarındaki sessizlik ne yabancıydı ne de rahatsız edici.
Sadece yorgundu.
Bir süre sonra Yaren, bakışlarını duvara çevirdi.
“Ben onu... hep güçlü biri sanırdım,” dedi usulca. “Hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir şey onu deviremez sanırdım. Ama orada, o bahçede...” sesi titredi, “...çok küçüktü. Çok savunmasızdı.”
Selim başını kaldırdı, gözleri kan çanağı gibiydi.
“Biliyorum,” dedi boğuk bir sesle. “Onu hep öyle görürdük ya... güçlü, dimdik... Oysa kırılmadığı için değil, kimseye göstermediği için güçlüydü.”
Yaren dudaklarını ısırdı, gözlerinden yaş süzülüyordu artık.
“Keşke... keşke biraz daha yanında olsaydım. Düğün günü, her şey o kadar güzeldi ki... sonra bir saniyede mahvoldu. Her şey bir saniyede.”
Selim, başını öne eğdi. Elleri titriyordu.
“Ben onu koruyamadım,” dedi fısıltıyla. “Ne Paris’te, ne burada... her defasında bir şey eksik kaldı. Her defasında geç kaldım.”
Yaren onun eline dokundu, ilk kez o kadar yakındılar.
“Sen elinden geleni yaptın,” dedi.
Selim acı bir gülümseme kondurdu.
“Elimden geleni yapmadım, Yaren. Elimden gidenleri seyrettim sadece.”
Bir sessizlik daha çöktü aralarına. Bu kez daha ağır, daha içe çeken bir sessizlikti.
Koridordan bir hemşire geçti, makinelerin tiz sesi yankılandı, sonra yine sessizlik...
Yaren kısık sesle sordu:
“Sence... uyanır mı?”
Selim’in dudakları kıpırdadı ama ses çıkmadı. Sonra birden, neredeyse duyulmayacak kadar kısık bir sesle,
“Uyanmak zorunda,” dedi. “Çünkü ben bu kez affedilmek için yaşamak istiyorum.”
Yaren gözyaşlarını tutamadı. Kahveler soğudu, saat ilerledi. Ama o odada, iki yorgun kalbin arasında zaman durmuştu sanki...
Tolga nefes nefese, saçları dağılmış hâlde kapıdan içeri fırladı. Yüzü korku ve heyecanla doluydu, gözleri bir yandan telaşla, bir yandan da hafif bir umut ışığıyla parlıyordu.
"Selim! Yaren! Ilgaz…" diye bağırdı, sesi koridor boyunca yankılandı. Selim bir anda yerinden fırladı, Yaren de arkasında titreyerek durdu, nefesleri kesilmişti.
"Ne dedin, Tolga?" Selim’in sesi hem öfke hem de korku taşıyordu, ama gözlerinde kelimelere dökülemeyen bir umut kıvılcımı belirmişti.
Tolga başını salladı, gözleri kocaman açılmıştı.
"Ilgaz… Ilgaz parmağını oynattı!"
O anda Yaren’in eli Selim’in eline dokundu, ikisi de birbirlerine bakarken gözlerinde inanç ve heyecan birikmişti. Sanki yıllardır bekledikleri bir mucizeyi, o anın içinde bulmuş gibiydiler.
Selim adımlarını hızlandırarak Tolga’ya yaklaştı. "Nasıl yani? Gerçekten mi?"
Tolga tekrar başını salladı, sesi titriyordu:
"Doktor odada, ben gördüm! Parmağını… hafifçe hareket ettirdi!"
Yaren gözlerini ovuşturdu, kalbi deli gibi çarpıyordu. İçinde hem sevinç hem korku, hem umut hem endişe bir arada dönüyordu.
"Selim…" dedi, sesi titreyerek ama umut dolu bir tonda, "O hâlâ bizim Ilgaz'ımız… hâlâ buradaymış."
Tolga onları hastanenin yoğun bakım kapısına doğru yönlendirdi. Kapıyı açtıklarında içeriye yayılan beyaz, steril ışık ve makine sesleriyle birlikte, Oğuz'un Ilgaz’ın yanında sessizce beklediğini gördüler. Oğuz’un gözleri Ilgaz’a kilitlenmişti; bir yandan korku, bir yandan da gözlerindeki sessiz sevgiyle umut ışığını taşıyordu.
Tolga hızla anlatmaya devam etti:
"Doktor, bir anlığına bakışı var gibi dedi… Parmaklarını oynatıyordu!"
Selim ve Yaren birbirine baktı, nefeslerini tuttular. Selim titreyen elleriyle Yaren’in elini sıktı, gözleri dolu doluydu. Yaren de titreyerek, sessizce, "Oğuz…" dedi.
Oğuz başını kaldırdı ve ikisine kısa, anlamlı bir bakış attı; içinde hem korku hem de tarifsiz bir şefkat vardı.
Tolga bir adım geri çekildi, ikisinin sessizliğine saygı gösterir gibi durdu. Selim Ilgaz’a doğru adım attı, gözleriyle her şeyi konuşurcasına bakıyordu.
"Ilgaz… lütfen… dayan," dedi, sesi boğuk ve kırık.
Yaren, Selim’in arkasında dururken, Ilgaz’a bakıp gözyaşlarını silmeye çalıştı; ama içinde taşan hisleri engelleyemiyordu.
Oğuz diz çökerek Ilgaz’ın yanına yaklaştı, elleri titreyerek Ilgaz’ın bileğini yokladı. Makine bip sesleri arasında Ilgaz’ın parmağı hafifçe kıpırdadı; o küçük hareket, odadaki herkesi adeta duraklatmıştı. Herkes sessizce bu mucizeyi izliyordu.
Selim nefesini tutarak fısıldadı:
"Gördün mü? O hâlâ burada… O hâlâ bizimle…"
O an odadaki her şey değişmişti. Cihazların bip sesleri sanki ritmini kaybetmiş, kalbin atışı gibi dalgalanıyordu. Havada umut, korku ve sevinç karışımı bir koku vardı; steril ama insanın yüreğini saran bir yoğunluk.
Ama dışarıda… koridorun köşesinde, loş ışıkların altında, bir gölge duruyordu. Kadının yüzü yarı gölgede, gözleri odadakilere kilitlenmişti. Her hareketi dikkatle ölçülmüş, sessiz ama gözleriyle her detayı yakalıyordu: Tolga’nın sevinçten titremesi, Çiğdemin dolu dolu bakması , Yaren’in titrek nefesi… Hepsi kayıtlara geçmeden önce tek tek beyninde işleniyordu.
Kadının nefesi derindi, tedirgin ama bir o kadar da kararlıydı. Sanki bir adım daha atsa her şey değişecek, bir karar vermesi gerekiyordu ama elleri hâlâ havada duruyordu, bir tuğla gibi kalbinin üzerinde ağırlık yapıyordu. İçinde bir çatışma vardı; yapmak zorunda olduğu şey ile yapamayacak kadar insan olmanın gerilimi arasında sıkışmıştı.
O yoğun bakımdaki sessiz sevinç, dışarıdaki karanlık gölgeyle tezat oluşturuyordu. İçeride umut var, dışarıda gizem… Herkes kendi sessizliğiyle savaşırken, dışarıdaki o kadın kendi kararının pençesindeydi.
Bir an geldi, Tolga parmağıyla Ilgaz’ın elini işaret etti, Selim ve Yaren daha da yaklaştı, bir ağırlık azaldı sanki. O gölge kadının gözlerinde bir kıpırtı oldu; sanki yapamayacağını biliyor ama yine de bir süre daha izlemek istiyordu. Sessizce geri adım attı, koridorun karanlığına karıştı; ardında sadece gözlerinde kalan gölgeyle kalıyordu.
İçeride ise herkes hâlâ o mucizeyi sindirmeye çalışıyordu. Nefesler ağır, gözler dolu, parmaklar hâlâ birbirine kenetlenmiş… Ve o an, zaman sanki durdu. Bir serçenin gözyaşı kadar küçücük bir umut, yüreklerde büyük bir fırtına yaratmıştı.Yaren titreyerek başını salladı, gözlerinden süzülen birkaç damla yaş, hem korku hem sevinç dolu bir sel gibi yanaklarından süzüldü...
Bölüm sonuuuuu.
Nasıldı?
Bayadır atamadım düzenleyip atayım dedim.
Bol bol yorum yapmayı unutmayın.
Diğer bölümlerde görüşürüzzzzzz.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |