
Bu karanlık bitse artık, bir ay doğsa
Bir deli rüzgar çıksa; alıp götürse
Yılların içimde bıraktıklarını...
• Ümit Yaşar Oğuzcan
(Ilgaz Çakmak)
Aylar geçti…
Zamanın nasıl aktığını ne takvimlerden ne de gün ışığından anlayabiliyordum artık. Her sabah aynı sessizlikle uyanıyor, her gece aynı sessizliğe gömülüyordum.
Ev — Oğuz’un bir zamanlar birlikte yaşayalım dediği o bahçeli büyük ev — şimdi bana ait bir sığınak gibiydi, ama aynı zamanda mezar kadar sessizdi. Her şey yerli yerindeydi; sadece ben eskisi gibi değildim. Beraber dizayn edip oturmanın hayalini kurduğumuz evde tek başıma kalmak da bunlardan birisi haline gelmişti.
O gece, bahçede, silahın sesiyle yüreğime çöken ağırlık… Hâlâ kulaklarımda. Her ne kadar zaman geçse de o ses bazen gece yarıları duvarların arasından süzülüp içime giriyor, kalbimin tam ortasında yankılanıyordu. Oğuz’un beni nasıl tuttuğunu, gözlerindeki korkuyu, Selim’in elleri kan içinde diz çöktüğünü unutamıyordum. Her şeyi unutsam, o bakışları unutamıyordum.
Doktorlar “şans eseri hayatta kaldı” dediklerinde herkes sevinmişti, ama kimse benim içimdeki sessizliği fark etmemişti. Ben sadece yaşamaya devam ediyordum — nefes alarak, ama yaşamadan.
Sonra bir gün, o odada doktorun yüz ifadesini hatırlıyorum. Gözlerime doğrudan bakamadan söylediği o cümle…
"Bedenin toparlanıyor Ilgaz Hanım, ama... bazı izler kalıcı olabilir. Özellikle... çocuk sahibi olman, zor görünüyor."
O anda gülümsemiştim, garip bir şekilde. Çünkü hayat zaten benden alabileceği her şeyi almıştı. “Olmaz” demesine gerek yoktu. İçimde bir şey çoktan kırılmıştı. O günden sonra kimseye bir şey söylemedim. Herkes “iyileşti” sandı. Oysa ben, sadece susmayı öğrendim.
Oğuz beni eve bıraktığında son kez arkasına baktı. “İstersen bir süre yalnız kal” dediğinde, sesi çok yorgundu. Ama ben o yorgunluğun içinde bir veda hissettim.
“Bir süre değil Oğuz,” demiştim, “belki de hep.”
O sadece başını eğdi. O an bir şeyler daha koptu içimde.
Selim aylar önce Paris’e dönmüştü, işi bahaneydi ama biliyordum — benden kaçıyordu. Haklıydı da. Herkes bir şekilde uzaklaştı. Çiğdem bir iki kez aradı, açmadım. Tolga bir keresinde kapıma kadar geldi, açmadım. İnsanlar, bazen en çok sevdikleriyle yüzleşmekten korkar. Ben de onlardan biriydim.
Bu aylar boyunca evin içinde bir yaşam kurdum kendime. Sabahları bahçedeki o eski taş masada kahvemi içerken, toprağın kokusunu duyarak, sessizliği dinliyordum. Hukuk fakültesinden gelen kayıt mektubunu ilk açtığımda, içimden bir şey kıpırdamıştı. Babamın, benim, çocukluğumun, annemin ruhunun hayaliydi; “sen haklıyı savunursun” derdi hep. Şimdi, onun hayalini ben yaşatıyordum — ama onsuz.
Kütüphanedeki rafları dolduran kitaplar, masanın üzerindeki notlar, hepsi benim konuşamadığım cümlelerin yerini almıştı. Ders çalışmak, yazmak, okumak… insanlardan kaçmanın en masum haliydi.
Ama kaçtığın şey bazen seni en iyi tanıyandı. Geceleri bahçedeki ışığı kapattığımda, o camdan yansıyan gölgemde hep Oğuz’un silueti belirirdi. Bazen, “Gitme” demesini isterdim. Bazen de “Artık dön” demesini.
Hiçbiri olmadı.
Bir sabah, yine kahvemi içiyordum. Hava biraz serindi. Bahçedeki ağaçların dalları çıplak kalmış, kuşlar bile eskisi kadar yakın uçmaz olmuştu. Tam o sırada dışarıdan tanıdık bir ses geldi.
“Ilgaz!”
Kafamı kaldırdım. Kapının önünde Çiğdem’le Tolga, ellerinde birer poşet, yüzlerinde kocaman bir gülümseme…
Bir an içim karardı.
“Kahvaltıya geldik!” dedi Çiğdem, neşeli bir sesle.
“Simit getirdik, sıcak!”
Kapıya kadar gittim. Elimdeki fincanı masaya bıraktım. Kapıyı araladım ama içeriye adım atmalarına izin vermedim.
“Gerek yoktu,” dedim, sesim umduğumdan daha kırılgandı.
Tolga bir adım yaklaştı.
“Ilgaz, seni merak ettik. Aylar oldu. Ne olur, beş dakika.”
Gözlerimi kaçırdım.
“Ben iyiyim.”
“İyi olmadığını biliyoruz,” dedi Çiğdem, sesi yumuşaktı ama içindeki kırgınlık duyuluyordu.
Bir süre sustum. İçimdeki duvarlar, birer birer çatlıyordu.
“Tamam,” dedim sonunda. “Ama sadece kahvaltı.”
İçeri girdiler. Evin sessizliği onlara bile ağır geldi. Her köşe, geçmişin yankısıyla doluydu.
Tolga masaya simitleri koyarken başını eğdi.
“Oğuz arada soruyor,” dedi sessizce.
“Ama seni rahatsız etmek istemiyor.”
Elim fincanın kulpunda dondu. Cevap vermedim.
Çiğdem, göz ucuyla bana baktı.
“Hukuk fakültesi başlamış, öyle duydum.”
Gülümsedim. “Evet. Başladı.”
“Gurur duyuyorum seninle,” dedi.
“Babam da duyuyordur,” dedim. Ve o an, boğazım düğümlendi.
Bahçeden gelen hafif rüzgâr, perdeyi savurdu. İçimde bir şey sanki nefes aldı o anda. Onlarla konuşmak iyi gelmişti ama bir yanım hâlâ mesafeliydi. Onlar farkında olmadan birbirlerine baktılar; belki “geri dönmeye hazır değil” dediler içlerinden. Haklılardı da.
Çay bardakları boşaldı, kahvaltı bittiğinde Çiğdem kapıdan çıkarken bana sarıldı.
“Kendini cezalandırmayı bırak Ilgaz,” dedi kulağıma.
Cevap vermedim. Sadece gülümsedim.
Kapı kapanınca yine sessizlik çöktü. Bahçede bir serçe, pencerenin önüne kondu. Başını yana eğip bana baktı.
O an içimden geçen cümle, kendi sesimle
yankılandı:
"Geri dönüp toparlanmak için... zamanı değil."
✨
Sabahın ışığı perde aralığından içeri süzülürken, evde yine o tanıdık sessizlik vardı.
Hava biraz serindi ama ben buna alışmıştım artık. Sessizlik, soğuk… ikisi de bana dokunmuyordu eskisi kadar.
Mutfağa geçip kahvemi içtim. Aynadaki yansımama kısa bir süre baktım — göz altlarım mor, yüzüm solgun. Ama gülümsedim. Bu da bir şeydi.
Çantamı aldım, kitaplarımı yerleştirdim. Hukuk fakültesine girmek çocukluk hayalimdi, şimdi oraya her gidişimde içimde hem bir huzur hem de bir sancı oluyordu.
Kapı eşiğinde ayakkabılarımı giyerken kısa bir nefes aldım. Her zamanki gibi sessizce çıkacak, kimseyle konuşmadan yoluma devam edecektim.
Ama kapıyı açtığım anda…
Bir adım ötede, bahçe kapısının önünde biri duruyordu.
Oğuz.
Bir an kalbim ritmini unuttu.
Ne oraya ait görünüyordu ne de benden tamamen kopmuş gibiydi.
Sanki o da bu sessiz evin bir parçasıydı hâlâ.
Elindeki montu sıkıca tutuyordu. Üşüyormuş gibi değil, tutunuyormuş gibi.
Gözleri bana değdiğinde zaman birkaç saniyeliğine durdu.
Ne “merhaba” diyebildim, ne de geri adım atabildim.
“Erken çıkmışsın,” dedi sonunda, sesi yumuşak ama titrek.
Yutkundum.
“Okul var.”
“Biliyorum.”
Sustu. Gözleri kaydı, bahçeye baktı, sonra yine bana döndü.
“Bir süredir buradan geçiyorum,” dedi sessizce.
“Sadece… iyi misin diye bakmak istedim.”
Bir süre sadece birbirimize baktık.
Rüzgâr, ağaçların arasında hafif bir uğultu bıraktı.
Bir yanım koşup sarılmak, diğer yanım geri adım atmak istiyordu.
Ama ikisi de olmadı.
“Görmen gerekmiyor,” dedim fısıltıyla.
“İyiyim.”
Oğuz başını eğdi.
“Biliyorum. Ama insan bazen… görmek istiyor. Gerçekten iyi olduğuna inanmak için.”
Yüzündeki çizgiler derinleşmişti, saçları biraz uzamıştı. Ama en çok gözleri değişmişti — yorgundu.
Sanki o da savaşmıştı bu aylar boyunca.
Bir adım attı, sonra durdu. “Ev hâlâ aynı,” dedi.
Gözlerim bir an bahçeye kaydı.
“Evet. Değiştirmedim.”
Değiştiremedim... O gücü bile kendimde bulamadım. Gülerek, eğlenerek dizdiğim her bir köşeyi ağlayarak dağıtamadım.
O an sesimde bir kırıklık hissettim, belli ki o da hissetmişti.
“Ben de değiştiremedim,” dedi, eliyle kalbini göstererek.
İçimde bir şey, bir anlığına nefes almayı unuttu.
Ne cevap vereceğimi bilemedim.
Oğuz başını kaldırdı, bir an gözlerimin içine baktı.
“Keşke her şey başka türlü olsaydı,” dedi.
Gözlerim doldu ama belli etmedim.
“Olmadı,” dedim sadece.
Uzun bir sessizlik oldu.
Sonra o, bir adım geri çekildi.
“Okuluna geç kalacaksın.”
“Evet.”
Bir süre daha durdu, sonra gülümsemeye çalıştı.
“O zaman… görüşürüz, Ilgaz.”
“Görüşmeyiz, Oğuz.”
Sözler ağzımdan çıktığında gözlerim yandı. Ama geri alamadım.
Oğuz başını eğdi.
Sanki o cümleyle bir kez daha yıkıldı, ama bu kez sessizce.
Arkasını dönüp giderken adımlarının sesi bahçede yankılandı.
Kapıyı kapatmadım.
Çünkü kapatsaydım, belki bir daha hiç açamazdım.
Elim kalbime gitti.
Kalbim, bir serçenin kanadı kadar çırpındı.
O an anladım… bazen en sessiz karşılaşmalar, en çok yankılanandı...
✨
Üniversiteye vardığımda, kapıdan içeri girer girmez kalabalığın uğultusu karşıladı beni.
Genç insanların sesleri, kahkahaları, koşuşturmaları…
Sanki bambaşka bir dünyanın içindeydim.
Kütüphanenin önünde bir grup kız tartışıyordu; biri “sunumun yarısını unuttum!” diye bağırıyor, diğeri gülüyordu.
Ben sadece yürüyordum.
Sırt çantam omzumdan kayarken elimle tuttum, biraz dağılmış saçlarımı kulak arkasına attım.
“Ilgaz!”
Bir ses arkamdan geldi.
Döndüm. Serkan.
Uzun boylu, saçları dağınık ama özenli, yüzünde rahat bir gülümseme vardı.
Onu ilk gördüğümde, “fazla konuşuyor” demiştim kendi kendime.
Ama son haftalarda her gün, her teneffüs, bir şekilde yolumuz kesişiyordu.
“Sabahın bu saatinde bile bu kadar ciddi görünmeyi nasıl başarıyorsun?” dedi yanıma yaklaşırken.
“Alışkanlık,” dedim.
“Belki de bu okul seni değil, sen okulu ciddiye alıyorsun.”
Gülümsemeye çalıştım ama zor oldu.
Serkan’ın o rahat tavırları bana garip geliyordu. Bende olmayan bir şey vardı onda: hafiflik.
Ders başladığında en arka sıraya geçtim.
Kalemimin ucuyla defterin köşesine isim yazıyordum farkında olmadan: “Oğuz.”
Üzerine hemen bir çizik attım.
Serkan masaya eğildi, fısıldadı:
“Yine not mu alıyorsun, yoksa iç hesaplaşma mı?”
Kafamı kaldırdım, “Bence derse odaklan.”
“Odaklanıyorum,” dedi, gözlerini kaçırmadan.
“Sadece sen biraz fazla dikkat dağıtıyorsun.”
Bu cümle, içimde bir yerleri gerdi.
Gülümser gibi oldum ama sesim çıkmadı.
Oğuz’un yüzü geçti gözlerimin önünden.
Onun bakışındaki dinginlik…
Serkan’ınkinde olmayan bir şeydi bu...
Ders bitiminde bahçeye çıktık.
Hava biraz soğuktu ama güneş yeni yeni bulutların arasından sızıyordu.
Kampüsün içindeki ağaçlar sarıya dönmüştü; yapraklar ayaklarımın altında çıtırdıyordu.
Serkan yanımda yürürken konuşmaya devam etti.
“Bir kahve içer miyiz? Sıcak bir şey iyi gelir.”
“Benim dersim var,” dedim.
“Yalan,” dedi alçak sesle.
“Senin bir sonraki dersin boş, biliyorum.”
Duraksadım.
“Beni takip mi ediyorsun?”
“Hayır, sadece dikkat ediyorum,” dedi gülümseyerek.
Sesi yumuşaktı ama içimde bir huzursuzluk bıraktı.
O sırada telefonum titredi.
Mesaj yoktu ama hissediyordum… biri beni izliyordu.
Kafamı çevirdim.
Uzaktaki otoparkın kenarında siyah bir araba.
Camdan dışarısı görünmüyordu ama o hissi tanıyordum.
Oğuz’du.
O oradaydı.
Serkan, “Bir sorun mu var?” diye sordu.
“Yok,” dedim kısaca.
Ama içim karmakarışıktı.
Oğuz’un varlığı, kelimesiz bir baskı gibiydi.
Sanki nefesimi, attığım adımı bile fark ediyordu.
Serkan elini cebine soktu, gülümsedi.
“Seninle konuşmak zor, biliyor musun?”
“Konuşmamak daha kolay,” dedim, gözlerimi kaçırarak.
“Ben kolay olanı sevmem.”
O an, arkamdaki arabadan bir kapı sesi geldi.
Başımı çevirdim — Oğuz inmişti.
Göz göze geldik.
Kalbim bir an durdu sanki.
Hiçbir şey söylemeden yürüyordu, ama her adımı bana doğru yankılanıyordu.
Serkan şaşkınlıkla baktı.
“Bu da kim?” diye sordu fısıldayarak.
Ben sustum.
Oğuz yanımıza kadar geldi.
Yüzünde bir ifade yoktu ama gözleri her şeyi söylüyordu.
“Geç kalacaksın,” dedi bana.
Sesi sakindi ama içinde öyle bir kırılma vardı ki.
Ne Serkan’a baktı, ne başka birine.
Sadece bana.
“Evet,” dedim. “Zaten geç kaldım.”
Oğuz, bir şey demeden döndü.
Arkasından bakarken Serkan sessizce sordu:
“Eski sevgilin mi?”
Bir gülümseme dudaklarımdan kaçtı ama acıydı.
“Keşke sadece o kadar olsaydı,” dedim.
Ve o an, her şeyin içinde bir ağırlık çöktü üzerime.
Oğuz’un gidişine, Serkan’ın bilmeyişine, benim susuşuma...
✨
O gün okuldan çıktığımda hava kararmıştı.
Güneş çoktan çekilmiş, gökyüzü griyle lacivert arasında bir renk almıştı.
Yağmur yavaş yavaş başlamıştı, ince taneleri saçlarıma, yüzüme çarpıyor, tenimde titrek izler bırakıyordu.
Kampüsün demir kapısından çıktım; elimde kitaplar, çantam omzumda.
O günkü her ders, her konuşma, her gülüş bana fazlaydı.
Serkan’ın son sözleri hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu:
“Birini hâlâ seviyorsun, değil mi?”
Yanıt verememiştim.
Belki “seviyorum” deseydim yalan olacaktı, ama “hayır” demek de bir o kadar acı verirdi.
Sokağın köşesinde, her zamanki gibi o araba yine oradaydı.
Silecekler ağır ağır çalışıyor, ön camda biriken yağmur damlaları süzülüp yere düşüyordu.
Bir an kalbim hızlandı.
Birkaç adım geri attım.
Ama kapı açıldı.
Ve o, arabadan indi.
Oğuz.
Elinde şemsiye yoktu, saçlarının uçlarından su damlıyordu.
Yüzünde aylarca biriktirdiği o sessiz öfke, kırgınlık ve özlem vardı.
Bana doğru birkaç adım attı.
Ben geriye çekildim.
“Yine geldin,” dedim.
Sesim titredi.
Soğuk değildi bu titreme, kalpten gelen bir ürpertiydi.
“Evet,” dedi. “Gitmeyi beceremedim.”
Gözlerimin içine baktı, öyle bir bakıştı ki insanı yerinde tutmaz, kaçmaya zorlar.
“Seninle konuşmam gerek.”
“Konuşacak ne kaldı ki?”
Yürümeye başladım.
Ama o peşimden geldi.
“Beni görmezden gelmeyi bırak artık, Ilgaz.”
“Görmezden gelmiyorum, sadece… görmek istemiyorum.”
Sözlerim ağzımdan çıkarken kalbim sızladı.
Oğuz durdu, başını eğdi.
Yağmur şiddetini artırmıştı; caddeden geçen arabaların ışıkları yansıyor, yollar parlak bir aynaya dönüşüyordu.
“Beni cezalandırıyorsun,” dedi kısık bir sesle.
“Hayır,” dedim, nefesim hızlanmıştı.
“Sadece unutmam gerek.”
“Beni mi?”
“Her şeyi.”
Bir an sessizlik oldu.
Sadece yağmurun sesi vardı, bir de kalbimin ritmi.
Oğuz yaklaştı.
“Ilgaz… o gece seni kollarımda kaybedeceğimi sandım.”
Sesi çatlamıştı.
“Her gün o sahneyle uyanıyorum. Her gece aynı kabusu görüyorum. Ben orada kaldım. Sen gittin.”
“Gitmek zorundaydım.”
“Hayır,” dedi aniden, sesi yükseldi.
“Beni dinlemiyorsun! Hep kaçıyorsun. Hep duvar örüyorsun aramıza!”
“Çünkü duvar olmazsa yıkılırım!”
Bağırmışım. Fark etmeden.
Sesim caddede yankılandı, yağmurun sesi bile sustu sanki.
Gözlerimden bir damla yaş süzüldü; belki yağmurdu, belki de gerçekten ağlıyordum.
Oğuz birkaç adım atıp karşımda durdu.
“Beni sevmedin mi hiç?”
Sorusunu fısıldar gibi söyledi ama içimde yankısı koca bir çığlıktı.
“Sevdim.”
“Peki neden kaçıyorsun benden?”
“Çünkü her şeyin sonu seninle başladı!”
Bir an irkildi.
Yağmur altında ikimiz de sırılsıklam olmuştuk ama kimse hareket etmiyordu.
Oğuz’un gözleri kırgındı, çaresizdi.
Yavaşça elini uzattı, “Ilgaz, ne olur… bir kez olsun beni dinle. Ben hâlâ buradayım. Hâlâ seni—”
“Yapma,” dedim, geri çekildim.
“Ne olur söyleme.”
“Niye? Gerçek diye mi korkuyorsun?”
“Hayır. Çünkü bende artık karşılığı yok.”
Yalan.
Bu cümle, nefesim kadar yalan.
Ama yalan söylemek bazen hayatta kalmanın tek yoluydu.
Oğuz başını iki yana salladı, ellerini saçlarına götürüp hırsla nefes aldı.
“Beni yok sayman, seni unutturmaz.”
“Unutmak değil bu. Sessiz kalmak istiyorum sadece. Artık savaşmak istemiyorum.”
“Ben de savaşmak istemiyorum,” dedi, sesi titreyerek.
“Sadece yanında olmak istiyorum. Sessizliğinde bile…”
Bir adım daha yaklaştı.
Elimi tuttu — ya da tutmaya çalıştı.
Çekmedim ama sıkmadım da.
O an, parmaklarımızın arasında kalan boşluk bile konuşuyordu.
“Beni affet,” dedi fısıldayarak.
“Affettim.”
“Peki neden gözlerime bakamıyorsun hâlâ?”
Cevap veremedim.
Yağmurun altında göz göze kaldık.
Oğuz’un gözlerinde bir yorgunluk, bir bekleyiş… benimkinde ise tükenmiş bir sevgi vardı.
Sonra geri çekildim.
“Bitti, Oğuz.”
“Sen öyle diyorsun diye bitmez.”
“Sana göre bitmeyen, bana göre külden ibaret.”
Aramızda birkaç adım vardı artık.
O birkaç adım, aylarca süren sessizliğin özetiydi.
Gözlerim dolmuştu ama ağlamak istemiyordum.
“Git artık,” dedim.
“Gitmemi gerçekten istiyor musun?”
“Sadece git. Ben artık kimseyle değil, kendimle kalmak istiyorum.”
O an sustu.
Bir süre bana baktı — yağmurun altındaki o bakış, öyle uzun, öyle sessizdi ki.
Sonra şemsiyesiz, ıslak, yavaş adımlarla uzaklaştı.
Ben ise kapıdan içeri girdim.
Kapının tokmağını çevirdiğimde içimden bir ses, “keşke dönse” dedi.
Ama dönmedi.
Sadece yağmurun sesi kaldı.
Kapıyı kapattım, sırtımı duvara yasladım.
Titriyordum.
Sanki az önce bir kalbi değil, kendi kalbimi kırmıştım.
“Ben de gitmeni istemedim,” dedim sessizce, kendi kendime.
Ama artık duyan yoktu...
Bölüm sonuuu.
Nasıldı?
Bayadır atamıyordum sınavlardan dolayı ve atmak istedim yetişmişken. Daha yaşanacak olaylar olacağı için bende bu süreyi fazla uzatarak yazmak istemedim aylar sonrasından yazdım. Okuyunca zaten neler olmuş anlayacaksınız.
Ilgaz'ın bu kaçışı, Oğuzu çok istese de ondan uzak durmaya çalışması bir tanıdık hikayeyi anımsattı.
Kimin hikâyesi olduğu da bende kalsın:)
İyi okumalar.
Görüşmek üzere...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |