
"Kader gayrete aşıktır..."
(Ilgaz Çakmak)
Yağmur bu gece farklı yağıyordu. Sanki gökyüzü biriken bütün acısını aynı anda üzerime boşaltmak istiyordu. Camdan dışarı baktım; bahçedeki çimenler, rüzgârla savrulup toprağa karışmıştı. Hava öyle ağırdı ki, nefes almak bile zordu. Sessizliğin içinde yalnızca yağmurun sesi vardı.
Elimdeki fincanda kahve çoktan soğumuştu. Birkaç yudum almaya çalıştım ama boğazımdan geçmedi. Gözlerim aynı noktaya kilitlenmiş, düşüncelerim kendi kuyusuna düşmüştü. Belki de ben artık hiçbir şey istemiyordum. Ne affedilmeyi, ne unutulmayı, ne de yeniden başlamayı…
Bir gök gürültüsüyle yer sarsıldı. Eskiden olsa korkardım. Çocukken de, babam beni kucağına alır, “Korkma Ilgaz, gökyüzü konuşuyor sadece.” derdi. Ama şimdi, ne gökyüzü konuşuyordu ne ben dinleyebiliyordum.
Korkmuyordum artık.
Sadece yorgundum.
Bir an için gözlerimi kapattım. Kafamın içi doluydu. Her şeyden kaçmak istedim, ama kaçacak hiçbir yerim olmadığını bilmek, içimi daha çok yaktı.
Derin bir nefes aldım. Yağmurun sesiyle karışan bir tıkırtı geldi kapıdan.
Önce hayal gördüğümü sandım.
Ama sonra bir kez daha… tokmak sesi yankılandı.
Gece yarısı, bu yağmurda, kim gelebilirdi ki?
Ayağa kalktım. Kalbim istemsizce hızlandı. Ayaklarım çıplaktı, yer soğuktu. Kapıya doğru yürüdüm. Yağmurun sesiyle birlikte kalbimin sesi karışıyordu birbirine.
Kapıyı açtım.
Karşımda Oğuz duruyordu.
Üstü başı sırılsıklamdı, saçlarından su damlıyordu, yüzü solgundu. Gözleri… o gözler… aylar sonra bile hâlâ aynı bakıyordu bana.
Sanki hiç zaman geçmemişti.
Sanki o gece hâlâ bitmemişti.
“Gitmemişsin,” dedim, sesim titreyerek.
Oğuz derin bir nefes aldı, ellerini cebine soktu.
“Gidemedim,” dedi sadece.
Bir cümle, ama içinde aylarca sustuğu bütün kelimeler vardı.
“Beni neden görmeye geldin Oğuz?”
“Çünkü seni bu halde bırakıp gidemedim.”
“Ben gayet iyiyim.”
“Hayır, değilsin.”
Gözlerimi kaçırdım.
Oğuz bir adım attı. Ben geri çekildim. Aramızdaki mesafe küçülse de içimdeki duvarlar hâlâ yüksekti.
“Git artık, gece oldu,” dedim.
“Yağmur durmadan seni yalnız bırakamam.”
“Yağmurdan korkmuyorum.”
“Sen gök gürültüsünden korkardın.”
Yutkundum.
“Artık hiçbir şeyden korkmuyorum.”
Sözler ağzımdan çıkarken bile inanmadım onlara. Sesim bile yorgundu.
Oğuz bir süre sustu. Sadece bana baktı. Gözlerinde kırgınlık, çaresizlik ve bir parça umut vardı.
“İzin ver,” dedi kısık bir sesle.
“Sadece birkaç dakika oturayım. Giderim sonra.”
Başımı iki yana salladım.
“Yapma bunu Oğuz… lütfen. Ben artık savaşacak gücü bulamıyorum.”
Oğuz’un nefesi boğazında düğümlendi. Bir an dudaklarını araladı ama kelimeler çıkmadı.
Sadece sessizlik…
Yağmurun camlara vuran sesi, onun nefesinin sıcaklığı, içimde büyüyen bir fırtına...
“İçeri gelme,” dedim son kez.
Ama o yine de bir adım attı.
✨
Oğuz içeri girdiğinde sessizlik çökmüştü. Yağmurun ritmik tıkırtısı camlara çarpıyor, gök gürültüsü arada sessizliği deler gibi uğuldayıp uzaklara kayıyordu.
Şöminenin cılız alevleri, odanın köşelerinde titrek gölgeler yaratıyor, sıcak ve ürkek bir ışıkla bütün eşyaları sarıyordu.
Ben koltuğumda oturuyor, başımı ellerimin arasına gömmüştüm. Gözlerim yorgun, ruhum daha da yorgun. İkimiz de hareket etmedik; sadece birbirimizi izledik. Benim yüreğim hâlâ titriyor, geçmişin ağırlığı omuzlarımı eziyordu.
Oturdu, bana bakmadı önce. Sadece şöminenin alevine gözlerini dikti, elleri dizlerinin üzerinde duruyordu. Ben sessizce nefes alıp vermeye devam ettim, her nefes, geçen ayların ağırlığını hissettirdi. Oğuz’un varlığı… istemesem de, hissetmesem de, bir güven hissi veriyordu. Ama hâlâ korkuyordum; kırılgan, savunmasız ve eksik hissediyordum kendimi.
Aramızdaki sessizlik dakikalarca sürdü. Gözlerim, onun gözlerinde ne aradığını anlamaya çalışıyordu. Sonra yavaşça, ama derin bir nefesle, konuştu:
“Ilgaz…” dedi, sesi gök gürültüsüne rağmen kararlı, ama nazikçe.
“Biliyorum…kendini bu kadar uzak tutmana sebep olan her şeyi… biliyorum.”
Başımı kaldırdım. Sesim titredi, kelimelerime hâkim olamadan:
“Artık… artık konuşacak gücüm kalmadı, Oğuz. Aylarca savaştım… ama yoruldum. Her şey… hepsi beni yordu.”
Oğuz sessizce başını salladı, dizlerini hafifçe ileri itip bana doğru eğildi, ama hâlâ aramızda mesafe vardı.
“Biliyorum,” dedi. “Ama korkma… korktuğunu biliyorum. Bu fırtına içinde yanındayım. İster misin… kalayım?”
Gözlerimi kapattım. Şöminenin sıcaklığı yüzümü ısıtırken, yağmur camlara vuruyor, gök gürültüsü uzaklaşıp yavaş yavaş sessizleşiyordu. İçimde bir şeyleri bırakmış olmanın ağırlığı vardı. Ama yine de… istemiyordum, kimseyi istemiyordum.
“Hayır… artık kimseyi istemiyorum,” dedim, sesim kısık ve kırık.
Oğuz biraz daha yaklaştı. Elini uzatmadı, sadece sessizce oturdu. Göz göze gelmeden konuşmaya devam etti:
“Kırıldığını söyledin… ben seni toparlamak için varım, Ilgaz."
Bir nefes alıp verdim. İçimde uzun zamandır birikmiş, kimseye söyleyemediğim duygular yüzüme vuruyordu.
“Niye zorluyorsun Oğuz?” dedim titrek bir sesle, “ Beni neden kendimle baş başa bırakmıyorsun. Neden anlamak istemiyorsun kimseyi istemediğimi... kolay şeyler yaşamadığımı bilmiyor musun?”
Oğuz başını biraz daha öne eğdi, gözleri nemlendi. “Ama ben buradayım, Ilgaz. Her zaman, seni bekleyen bir yer var.”
Gözlerim doldu. Kafamı ellerime gömdüm ve sessizce ağlamaya başladım. Oğuz hafifçe, ama kararlı bir şekilde yanaştı, koltuğunun kenarına oturdu. Sessizce, ama hislerimizi duyuracak kadar yakın:
“Seninle her şeyi paylaşmak istiyorum… geçmişini, acılarını… bırak, birlikte taşıyalım,” dedi.
Gözyaşlarım yanaklarımı ıslatırken, titreyen sesimle fısıldadım:
“Oğuz...biz birbirimize iyi gelmiyoruz.”
Oğuz sadece gözlerime baktı. gözlerindeki acıyı ve sevgiyi birleştiren bir bakışla:
"Yapma..."
Şöminenin titrek alevleri yüzümü aydınlatıyor, yağmurun sesi artık bir melodiye dönüşüyordu. Bir süre sessizce oturduk. Ben hala kırık, hala korkmuş, ama onun varlığı biraz olsun beni sardı, biraz olsun… umut verdi...
✨
Oğuz uzun süre sessiz kaldıktan sonra, “Artık geç oldu,” dedi yavaşça.
“Ben gideyim.”
Ama dışarıdaki yağmur şiddetini artırmıştı. Gök gürültüsü, evin duvarlarını bile titretiyordu. Onun kapıya yönelmesini izledim, sonra pencereye baktım.
“Gitme…” demedim ama içimden geçirdim.
Elini kapı koluna uzatmıştı ki, bir şimşek çaktı. Işık aniden odayı bembeyaz yaptı, ardından uğultulu bir gök gürültüsü geldi. Oğuz durdu. Omuzları gerildi. Sonra bana döndü, sessizce.
“Hava çok kötü...bide yalnız kalamazsın sen.” dedi, sanki benden izin ister gibi.
Başımı hafifçe salladım. “Tamam,” dedim kısık bir sesle.
“Üst katta kalabilirsin.”
Merdivenleri çıkarken, ahşabın gıcırtısı yağmurun sesine karışıyordu. Ellerimi birbirine kenetlemiştim, kalbim sanki göğsümde değil de boğazımda atıyordu. Işıklar loştu. Uzun koridorda ilerledik, ayak seslerimiz yankılandı.
Odayı gösterirken, elim kapı kolundaydı.
“Burada kalabilirsin,” dedim.
Ama Oğuz’un gözleri kapının yanındaki başka odaya kaydı. Kapı yarı aralıktı. İçerisi bomboştu, yatak yapılmamış, perde yarım kapalı.
“Peki ya burası?” dedi.
Ne demek istediğini anlamamış gibi baktım ama kalbim sıkışmıştı.
“Burası bizim… yani evlendikten sonra kalacağımız odaydı.”
Sustuğumda, gözlerim kendi kendine o odaya döndü. Gözlerimde bir yanma, boğazımda bir düğüm vardı.
“Hiç girmedim oraya,” dedim.
“Güzel hayaller kurmuştum orada ama sonra her şey… bitti.”
Oğuz sessizleşti. Yağmurun sesi bile sanki yavaşladı.
“Ilgaz…” dedi, adımdan sonra cümleyi toparlayamadı.
“Bazen bir oda sadece duvar değildir,” dedim, sesi titreyen bir gülümsemeyle.
“İçinde birini hayal edersin, sesini, gülüşünü. Ama sonra o gidince, o oda mezara döner. Ben mezarlarda yaşayamam, Oğuz.”
Bir adım yaklaştı. “Ama sen hâlâ yaşıyorsun. Ve o odada senin nefesin yoksa, o artık mezar değil. Bende hâlâ buradayım.”
Gözlerimi kaçırdım.
“Keşke bu kadar kolay olsaydı.”
“Hiçbir şey kolay değil,” dedi alçak bir sesle.
“Ama sen hep güçlü olmayı seçmişsin, değil mi? Bu da bir ceza gibi bazen.”
Bir an nefes alamadım.
“Sadece güçlü görünmeyi seçtim,” dedim sonunda.
“Gerçekten güçlü olmakla alakası yok.”
O sessizce başını eğdi, sonra usulca, o boş odaya bir kez daha baktı.
“O zaman,” dedi yavaşça, “belki bugün o odada birinin nefesi olur.”
Başımı kaldırdım, göz göze geldik.
“Sakın,” dedim hemen, sesi titrek bir sertlikle. “Orası bana ait değil artık. Ben alt kattaki odada kalıyorum. Sen burada, bu tarafta kal.”
Bir süre sustuk.
Sadece yağmur, gök gürültüsü ve kalbimin sesini duydum.
Sonra Oğuz başını salladı, “Tamam,” dedi yavaşça. “Ama bil — bazen mezarlar bile yeniden çiçek açar.”
Hiçbir şey diyemedim.
Arkamı döndüm, odama yürüdüm. Kapıyı kapatırken, onun hâlâ koridorda, sessizce orada durduğunu hissettim.
✨
Gök gürültüsü hâlâ uzaklarda yankılanıyor, yağmur pencereleri dövüyordu. Saatlerdir yatakta dönüp duruyordum; ne yapacağımı, ne hissettiğimi bilemeden koridor boyunca yürüdüm. Ayaklarım beni istemsizce Oğuz’un odasına yönlendirdi. Kapının önünde durdum, nefesimi yavaşça topladım. Çaldım. İçeriden sessizlik geldi, ama kalbimde bir sıcaklık hissettim. Belki de onu orada bulmak için gelmiştim, ama nedenini hâlâ bilmiyordum.
Kapıyı hafifçe araladım. Oğuz yatakta oturmuş, pencereden dışarıyı izliyordu; gök gürültüsü ve yağmurun ritmi onun dikkatini dağıtmamış gibiydi. Ben de sessizce kapının eşiğinde durdum, nefesimin hafif hırıltısı dışında bir ses yoktu.
Oğuz başını hafifçe çevirdi ve gözlerimiz buluştu. Şaşkınlığı, kısa bir süreliğine kelimelerden daha fazlasını anlatıyordu.
“Sen… buraya gelmişsin,” dedi, sesi hafifçe titreyerek ama şaşkın bir tonla.
“Evet… geldim,” fısıldadım, sesi kendi kulağımda bile garip yankılanıyordu.
“Neden geldiğimi bilmiyorum, sadece… kendimi burada buldum.”
Oğuz bir adım öne geldi, gözlerinde merak ve hafif bir korku vardı; sanki beni kaybetme ihtimali ona acı veriyordu.
“Beni görmek istedin mi… yalnız kalman gerekmiyor muydu?” diye sordu.
Sessiz kaldım. Kelimeler boğazımda düğümlenmişti. Gözlerimi yere indirdim, kalbim hızla çarpıyordu. Yanına oturmak mı, geri dönmek mi… bilmiyordum.
Oğuz dikkatle bana baktı, bekliyordu, ama zorlamıyordu. Sessizlik içinde birkaç saniye daha durduk; yağmur damlaları camda dans ediyordu, gök gürültüsü arka planda bir ritim oluşturuyordu.
“Ilgaz… seni… özledim,” dedi sonunda, sessizliği bozarak. Sesinde kırıklık ve özlem vardı, ama aynı zamanda bir umut ışığı da.
“Oğuz…” dedim, gözlerim dolmaya başladı. “Ben… biliyorsun, uzak durmam gerekiyordu. Her şeyden yorulmuştum. Ama… seni görmek… istemesem de, buraya geldim.”
Oğuz hafifçe başını eğdi, gözleriyle beni dikkatle inceledi.
“Sana söylemem gereken bir şey var. Ne olursa olsun… kendini benden uzak tutma. Artık böyle hissetmene izin veremem. Buradayım, yanındayım.”
O an, yavaş yavaş aramızdaki mesafeyi kapattım; oturduğumuz koltuklar hâlâ yan yana olmasa da, bedenlerimiz birbirine yakınlaştı. Oğuz hafifçe elini uzattı, parmaklarımız temas etti ve küçük bir elektrik çaktı içimizden.
“Biliyorum… her şeyi bir anda değiştirmek zor, ama seni kaybetmek istemiyorum,” dedi.
Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım ve kendimi onun kahve gözlerine bıraktım. Elim kararsızca havaya kalktı. Avucumu Oğuz'un yanağına koyduğumda gözlerini kapattı. Sanki o kadar ay sonra huzura tekrar kavuşabilmiş, tekrar rahat bir nefes alabiliyordu.
"Her şey çok zor..."
Kahve gözlerini dolu dolu bana çevirdiğinde içimden bir ürperti geçti.
"Beraber hallederiz...her zaman yaptığımız gibi." dedi çaresizce.
Nefes boğazımı tırmalamaya başlamıştı. Göz yaşlarım akmak için ısrar ediyor, ben ise akmaması için yemin etmiştim sanki.
"Oğuz..."
"Şşş... Sadece yanımda kal... hiçbir şey söyleme."
Alnını alnımla buluşturduğunda gözlerimi kapattım. Bir insan birini nasıl kokusuna kadar özleyebilirdi...
"Çok özledim..." dedi.
Akan göz yaşlarımı parmak ucuyla sildikten sonra yanağımı okşamaya başladı.
O an içimde bir şey koptu. Sanki yıllardır bastırdığım tüm duygular, o sessizlikle birlikte ortaya dökülmüştü. Ne geri çekilebiliyordum ne de ileri gidebiliyordum. Sadece orada, Oğuz’un nefesini yüzümde hissederek duruyordum.
Gözlerimi açtığımda bakışları üzerimdeydi; yumuşak, kararlı, ama aynı zamanda kırılgan. Kalbim onunkiyle aynı ritimde atıyordu sanki.
“Ilgaz…” dedi fısıltıyla.
“Efendim?”
“Yorma artık kendini. Ne olursa olsun, ben buradayım.”
Bu kadar sade bir cümle, içimde fırtınalar kopardı. Artık kaçacak bir yerim kalmamış gibiydi. Kaçmak istemiyordum da. Sessizce başımı eğdim, sonra hafifçe onun omzuna yaslandım. Oğuz, önce durdu, sonra kollarını yavaşça omuzlarıma doladı.
Yağmurun sesi hafiflemişti, gök gürültüsü uzaklaşmış… ama kalbimin atışı hâlâ odayı dolduruyordu.
Oğuz’un göğsüne yaslandığımda, kalbinin her vuruşunu duyabiliyordum.
O an, kelimelere sığmayacak kadar güvenliydi.
“Biraz kalabilir miyim?” diye sordum kısık bir sesle.
“İstediğin kadar,” dedi.
Yatağın kenarına oturduk, sonra o hafifçe uzandı. Gözlerim kararsızca odada gezindi, ama sonunda ben de yanına uzandım. Aramızda bir karış mesafe vardı. Yine de o mesafe, içimde yıllardır süren o boşluğu doldurmuş gibiydi.
Oğuz sessizce elini uzattı, parmakları yatağın üzerinde bana doğru ilerledi. Ben de elimle karşılık verdim. Dokunduğumuz anda içimden bir sıcaklık geçti.
Ne söz vardı aramızda, ne de bir açıklama.
Sadece o anın huzuru.
Oğuz başını yastığa yasladı, bana dönük bir şekilde fısıldadı:
“Uyuyabilir misin?”
“Bilmiyorum… ama sanırım artık korkmuyorum.”
Gülümsedi.
“İlk defa,” dedi, “biz sessizliğin içinde bile anlaşabiliyoruz.”
Gözlerim yavaşça kapandı. Yağmurun ardından gelen o duru sessizlik, kalbime dokundu.
Oğuz’un nefesi saç tellerime karışırken, içimden yalnızca bir cümle geçti:
“Belki de huzur, bazen sadece birinin yanında sessizce uyumaktır...”
Bölüm sonuuu...
Nasıldı?
Bazen düşünüyorum da… ne kadar ayrılık sahnesi yazarsam yazayım, sanki onlar kalemi elimden alıp kendileri yazıyor. Ben ayırmaya çalıştıkça birbirlerine dönüyorlar, ben susturmaya çalıştıkça sessizliklerinde bile birbirlerini buluyorlar.
Gerçek olsalardı, eminim yine aynı şekilde olurdu. Yine inatla birbirlerine çekilir, yine birbirlerinin gözlerinde huzur ararlardı.
Belki de bazı insanlar gerçekten birbirinden vazgeçemez; sadece biraz ara verir, sonra en olmadık anda, bir gök gürültüsünün ardından bile olsa, aynı kalpte buluşurlar.
Ben sadece yazıyorum… ama bazen sanki ben değil, onlar beni yazıyor gibi.
İyi okumalar dilerim...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.55k Okunma |
8.22k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |