48. Bölüm

47. Bölüm

Sümsime🤍
oylesine_yazan.__

''Açar bir gün elbet yeniden gönlümüzün çiçekleri...''

• Sezai Karakoç

 

(Ilgaz Çakmak)

 

Sabahın sessizliği, dışarıdan gelen kuş sesleriyle yavaşça delinmişti.

Uykudan yeni uyanmıştım ama sanki uyumamış gibiydim — bedenim dinlenmişti belki ama kalbim hâlâ yorgundu.

 

Tavana uzun uzun baktım. Perdeler aralıktı; güneş, odanın içine usulca süzülüyor, duvardaki çatlakların arasından geçip yastığıma düşüyordu.

Hava, ekmek ve sabun gibi kokuyordu. Sıcak, sade, ev gibi.

 

Kalktım.

Ayağımı yere bastığımda tahta zeminin serinliği ürpertti biraz.

O an fark ettim, evde bir sessizlik hâkimdi ama bu sessizlik yabancı değildi; daha çok, içinde huzur barındıran bir sessizlikti.

 

Adımlarımı mutfağa doğru atarken uzaktan gelen tıkırtılar, bir şeylerin piştiğini ya da hazırlanmakta olduğunu fısıldıyordu.

 

Mutfak kapısında durduğumda onu gördüm.

Oğuz.

 

Gömleğinin kolları dirseğine kadar sıyrılmış, saçları dağınıktı.

Masada dizili tabakların yanında buharı tüten çaydanlık, doğranmış sebzeler, taze simitler vardı.

 

Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu, sesi kısık ve sakindi.

 

Bir an öylece durup izledim onu.

Sanki dünya durmuştu da, sadece o hareket ediyordu.

Birine bu kadar dikkatle, bu kadar özenle kahvaltı hazırlamak... bana uzun zamandır kimsenin yapmadığı bir şeydi.

 

Boğazım düğümlendi.

Bir adım geri atmak istedim ama yapamadım.

Sanki o an, olduğum yerde kalmam gerekiyordu.

 

Oğuz başını kaldırdı, beni gördü.

Gülümsemedi hemen.

Ama gözlerindeki o tanıdık sıcaklıkla bakınca, içimdeki gerilim azaldı.

 

“Uyanmışsın,” dedi, sesi sabah gibi yumuşaktı.

 

“Evet,” dedim, dudaklarımda beliren hafif bir tebessümle.

“Sen erkencisin bugün.”

 

Omzunu silkti.

“Bugün biraz... özel bir gün olsun istedim.”

 

Ne demek istediğini anlamamıştım.

Ama sormadım.

Sessizlik aramızda asılı kaldı.

Ben masadaki bardaklara, o da önümde duran ekmek sepetine baktı bir süre.

Tam o sırada kapı zili çaldı.

 

Birden irkildim.

Oğuz’un gözlerinde bir şey belirdi — sanki bir şey biliyor ama söylemiyormuş gibi.

 

“Kapıya bakar mısın?” dedim.

 

“Sen otur,” dedi kısaca.

 

Kapıya yürüdü, açtı.

 

Ve o an, içeri dolan seslerle birlikte zaman bir anda genişledi.

 

İlk Yaren’in sesi geldi.

Gülüşü o kadar tanıdıktı ki, yıllardır duymadığım bir melodiyi duymuş gibi hissettim.

 

Sonra Tolga belirdi, ellerinde bir poğaça kutusu, sırtında montu.

“Sabahın bu saatinde kalkmak suç olmalı,” diyerek güldü.

 

Onun hemen arkasında Çiğdem.

Her zamanki gibi sessiz ama yüzünde ince bir tebessüm vardı.

O tebessüm, kırılgan ama sıcaktı.

 

Ve en son...

Selim.

 

Gözlerim doldu.

O an, olduğum yere mıhlanmış gibi kaldım.

Kalbim hızla çarpmaya başladı.

 

“Selim?” dedim, neredeyse fısıltıyla.

 

Sanki isminden emin olamıyordum, ya da söylersem o an yok olacakmış gibi.

O ise sadece başını eğdi, gözlerindeki ışıltı tanıdıktı.

 

“Merhaba Ilgaz,” dedi. “Sürpriz olsun istedik.”

 

Bir adım atmaya çalıştım ama dizlerim titredi.

Sonra bir adım daha.

Ve sonunda aramızdaki mesafe bitti.

Sarılıp ağladım.

 

Tüm o sessiz geçen aylar, o korkular, yalnızlıklar bir anda eridi.

Omzuna başımı koyduğumda kalbim sanki yeniden atmaya başladı.

O an anladım, insan bazen sadece bir yüzü görmekle toparlanabiliyormuş.

 

Yaren elindeki çiçek demetini uzattı.

“Biz seni özledik, Ilgaz,” dedi, sesi titrek ama samimiydi.

 

“Ben de sizi,” dedim, gözyaşlarımın arasından gülümseyerek.

 

Tolga araya girdi, “Benim kahvaltıyı kaçırmama izin vermeyeceğinizi biliyordum zaten.”

 

Gülüştük.

Çiğdem bile o an sessizce güldü, ama gözlerinde nem vardı.

Oğuz hepsini bir köşeden izliyordu.

Göz göze geldiğimizde, hiçbir şey söylemedi.

 

Ama o bakışta şunu hissettim:

“İyi ki geldiler.”

 

Masaya oturduk.

Oğuz’un hazırladığı kahvaltı masası bir anda dolup taştı.

Yaren reçel kavanozlarını dizdi, Tolga çay doldurdu, Çiğdem sessizce tabakları doldurdu.

 

Ben sadece izledim.

Hepsi hareket halindeydi ama ben sanki onların dışında, bir rüyanın içindeymişim gibi hissediyordum.

 

O kadar uzun süredir bu kadar kalabalık, bu kadar sıcak bir sofrada oturmamıştım ki... ellerimi nereye koyacağımı bilemedim.

 

Selim konuşmaya başladı.

“Hani hep derdik ya... bir gün şöyle hep beraber kahvaltı yapalım diye. İşte o günmüş bugün.”

 

Yaren, gülümseyerek, “Aylar sürdü ama sonunda oldu,” dedi.

 

Oğuz, sessizce çay bardağını uzattı bana.

“Elin yanmasın,” dedi, parmaklarım bardağa değmeden.

 

O an küçük bir an gibi görünüyordu ama kalbimin bir yerine dokundu.

Sanki “Artık yalnız değilsin,” diyordu.

 

Kahvaltı ilerledikçe masa kahkahalarla, bazen sessizliklerle doldu.

Tolga bir an komik bir anısını anlatırken herkes kahkaha atıyor, Çiğdem arada başını iki yana sallayıp gülümsüyordu.

Ama arada bir sessizlik oluyordu.

Herkes kendi düşüncelerine dalıyor, bir şeyleri hatırlıyor gibiydi.

 

O sessizlik bile güzeldi.

Ben o anlarda gözlerimi kaldırıp her birine ayrı ayrı baktım.

 

Yaren'e baktığımda gözlerinde geçmişin ama umutla karışık bir sıcaklık vardı.

Tolga'ya baktığımda onun o dışa dönük, ama kalbinde sakladığı kırılganlığı fark ettim.

Çiğdem'in yüzünde bir kabulleniş, bir yumuşama... belki de yıllardır ilk kez huzur vardı.

Selim'e baktığımda içim bir kez daha doldu. O, gözlerimden geçen her duyguyu anlıyordu.

 

Ve Oğuz'a baktığımda...

Onda sessiz bir teşekkür gördüm.

Kelimelere sığmayacak kadar sade bir teşekkür...

 

Kahvaltı bittiğinde, güneş yükselmişti.

Hava güzeldi, rüzgâr hafifti.

 

Yaren “Biraz yürüyelim mi sahilde?” dedi.

Hep birlikte dışarı çıktık.

Sahile doğru yürürken içim garip bir huzurla doldu.

 

Kuş sesleri, dalga sesi, uzaktan gelen çocuk kahkahaları… hepsi birbirine karışıyordu.

 

Yavaş adımlarla yürüyorduk.

Deniz kokusu içime dolarken kalbimde bir şey kıpırdadı.

Sanki bu gün, gerçekten yeniden başlamanın günüydü.

 

Tam o sırada küçük bir hareket dikkatimi çekti.

Bir çocuk — hayır, bebek sayılırdı — çimenlerden denize doğru koşuyordu.

 

Minik adımlarıyla sendeledi, sonra gülerek koşmaya devam etti.

Yüreğim bir anda sıkıştı.

 

Bebeğin elindeki oyuncak yere düştü.

Eğilip almaya çalıştı, ama dengesini kaybedince ben refleksle koştum.

Tam düşecekken kollarıma aldım onu.

 

Küçük bir kahkaha attı.

Kollarımda tuttuğum o küçücük bedenin sıcaklığı içime kadar işledi.

Kokusu… süt ve sabun karışımı.

 

Birden içimde bir boşluk büyüdü.

Kollarımı gevşetemedim.

Bebeğin gözleri ışıl ışıldı.

O gözlerde yaşamın en saf hâli vardı.

 

Ve ben o anda, kelimelerle anlatamayacağım kadar acı ama aynı zamanda huzurlu bir şey hissettim.

 

Uzaktan bir ses geldi.

“Anne!”

 

Bir kadın, elinde küçük bir battaniyeyle koşarak geldi.

 

“Ah, düşecekti az kalsın,” dedim, bebeği uzatırken.

 

Kadın nefes nefese teşekkür etti.

“Çok sağ olun, ben biraz dalmışım,” dedi gülümseyerek.

 

Ben sadece başımı salladım.

Ama o kelime — “anne” — hâlâ kulaklarımda çınlıyordu.

Sanki bir bıçak gibi kalbime saplanmıştı.

 

Kadın bebeği aldı, gülümseyip gitti.

Ama ben yerimde kaldım.

Kollarım hâlâ sıcak.

Sanki o minicik bedeni hâlâ tutuyormuşum gibi.

 

Yaren yanıma geldi.

“İyi misin?” dedi.

 

Gülümsemeye çalıştım.

“Evet,” dedim ama sesim kırıktı.

 

Oğuz uzaktan bana bakıyordu.

Göz göze geldiğimizde hiçbir şey demedi.

Ama o bakışta bir anlayış, bir acıma değil, bir... kabulleniş vardı.

 

Sanki “Biliyorum,” diyordu.

“Ne hissettiğini biliyorum.”

 

Ben derin bir nefes aldım.

Dalgalar kıyıya çarpıyor, köpükler ayak uçlarıma dokunuyordu.

Gözlerimi kapattım.

 

Kendime fısıldar gibi söyledim:

“Belki de anne olmak sadece bir bedene ait değil. Belki bazen kalbinde büyüyen şeydir çocuk...”

 

 

Ayaklarımın altındaki toprak, sanki her adımda biraz daha yumuşuyordu. Gün batımı çoktan geçmişti ama gökyüzü hâlâ turuncuyla mora çalıyor, sanki gün, geceye teslim olmamak için direniyordu.

 

Oğuz yanımdaydı. Sessizdi, hep olduğu gibi. Bazen sessizlik, kelimelerden daha fazla şey anlatırdı.

 

Mezar taşlarının arasından geçerken rüzgâr yüzüme çarptı. İçim ürperdi, ama üşümek değildi bu… özlemekti. Derin, kemiklere işleyen bir özlem.

 

Annemin adını gördüm önce.

Sonra babamın.

 

İkisi yan yana, iki soğuk taşın üstünde.

Sanki hâlâ beni oradan izliyorlarmış gibi geldi.

 

Bir adım geri attım. Sesim titredi.

“Anne…”

 

Sadece bir kelimeydi ama bütün yılların, ayların ağırlığını içinde taşıyordu.

 

“Nasılsınız?” dedim, gülümser gibi. “Ben… iyiyim sanırım.”

 

Cümle bile yalan gibiydi. Boğazıma düğümlenen her şeyin arasında doğruyu seçmek zordu.

 

Oğuz biraz geride durmuştu. Ellerini cebine sokmuş, gözlerini yere dikmişti.

Bir şey söylemiyordu, ama varlığı yeterdi.

Bazen biri hiçbir şey yapmadan da seni tutabilir, ben bunu ondan öğrendim.

 

“Anne… Biliyor musun, bazen hâlâ sesini duyuyorum,” dedim, taşın önünde çömelerek.

 

“Yorgun olduğumda, vazgeçmek istediğimde… o eski sabahları hatırlıyorum. Kahvaltı masasını, senin o ince sesini… Babamın çay karıştırırken çıkardığı sesi.”

 

Bir nefes aldım, derin, boğazımı yakan cinsten.

“Artık o sesleri duymuyorum. Yerine sessizlik var.”

 

Rüzgâr yeniden esti. Bir yaprak, mezarın yanına düştü.

Elimle aldım, parmaklarım arasında ufalandı.

 

“Ben büyüdüm,” dedim fısıltıyla.

“Ama içimde hâlâ o küçük kız var. Korkuyor. Yoruluyor. Ve bazen sadece… sarılmak istiyor.”

 

Gözlerim doldu.

Oğuz’un gölgesi yanımda belirdi. Sessizce diz çöktü, hiçbir şey demeden elini omzuma koydu.

 

O an, içimdeki her şey kırıldı.

Sanki bütün taşlar bir anda yumuşadı, duvarlar çöktü, ben yeniden o eski halime döndüm.

 

“Anne…” dedim yeniden. “Bir şey daha var.”

Sesim kısılmıştı.

 

“Doktor… bana anne olamayacağımı söyledi.”

Sanki kelimeleri söylerken içimde bir yer parça parça dökülüyordu.

 

“Biliyor musun? Bu dünyadaki her şeyi kabullenebilirim ama… bunu değil. Çünkü sen çok güzel bir anneydin. Ve ben… senin gibi olamayacağım...”

 

Gözyaşlarım düşmeye başladı.

Yağmur gibi.

Toprağa karışıyor, taşların arasına sızıyordu.

 

Oğuz'un elini tuttuğumda, başımı kaldıramadım.

Sadece o sıcaklığı hissettim.

Söylemeden anladığını biliyordum.

Bir şey söylemedi. Sadece yanımda kaldı.

 

“Bazen,” dedim, boğuk bir sesle, “bazen seni bir anne gibi özlüyorum. Ama bazen… o kadar çok şey eksik ki, hangi biri olduğunu bile bilmiyorum.”

 

Oğuz’un parmakları parmaklarıma geçti.

Gözyaşlarımı silmedi, sanki akmasına izin verdi.

Belki de bazen, ağlamaktan korkmamak gerekiyordu.

 

Bir süre konuştum — onlara Yaren’i anlattım, Tolga’yı, Çiğdem’i… Selim’in döndüğünü, gülerek ama titrek sesle.

Hepsi içimden geldi, hepsi gerçekti.

 

Oğuz’a da baktım arada, sessizce.

“Ve biri daha var…” dedim, sesim çatlayarak. “Yanımda. Hiçbir şey söylemeden her şeyi anlatan biri.”

 

Başımı eğdim, dudaklarımı ısırdım.

“Belki onu sevecek kadar cesur değilim anne, ama o beni hep anladı.”

 

Rüzgâr bir kez daha esti.

Gökyüzü morun altına gizlendi, akşamın son ışıkları kayboldu.

 

Oğuz elimi biraz daha sıktı.

“Gitmek ister misin?” dedi kısık bir sesle.

 

Başımı iki yana salladım.

“Biraz daha kalmak istiyorum.”

 

Birlikte sessizce oturduk.

Ne o bir şey söyledi, ne ben.

Sadece toprağın kokusu, rüzgârın sesi ve kalbimizin atışları vardı.

 

Uzun zamandır ilk kez huzur hissettim.

Belki de annem oradaydı, yanımdaydı.

Belki de bu sefer, kaybettiğim şeyin bir kısmını geri almıştım...

 

 

Birileri onları izliyordu.

 

Yağmur çoktan durmuştu ama hava hâlâ ıslak kokuyordu; mezarlığın üstüne çöken sis, taşların arasında dans ediyor, gölgeleri birbirine karıştırıyordu. Rüzgâr, eski ağaçların dallarını birbirine çarpıyor, uzaklardan gelen bir baykuş sesi sessizliği parçalıyor gibiydi.

 

İki figür, karanlığın içinden belirdi. Kadın inceydi, siyah bir pardösü giymişti. Kapüşonu başına kadar çekilmiş, sadece dudaklarının solgun hattı görünüyordu.

 

Adam uzun boyluydu, elleri cebindeydi; yüzünü gölge tamamen gizliyordu ama sigarasının ucundaki köz, ara sıra yanıp sönüyordu — nefes aldığının tek kanıtı buydu.

 

“Onlar mı?” dedi kadın, fısıltıdan da sessiz bir sesle.

 

Adam sigarasını yere bastırdı, gözlerini kıpırdatmadan ileriye baktı.

“Evet… o kız. Ilgaz Çakmak.”

 

Kadının bakışları mezar taşlarının arasındaki iki siluete takıldı.

Ilgaz, dizlerinin üstünde, taşın önünde ağlıyordu.

Yanında bir adam vardı — Oğuz.

 

Kadının dudak kenarı belli belirsiz kıvrıldı. Ne gülümsemeydi bu, ne de acıma; ikisinin karışımıydı.

 

“Ne kadar… sessizler,” dedi kadın.

“Sanki bütün dünya onlara dokunmasın istiyorlar.”

 

Adam başını eğdi, yüzüne düşen gölge biraz dağıldı.

“Sessizlik fazla uzun sürmeyecek.”

 

Rüzgâr yeniden esti. Kadının saçlarından birkaç tutam, yüzüne yapıştı.

Bir süre sessizce izlediler. Ilgaz’ın titreyen elleri, Oğuz’un onun omzuna koyduğu sıcak el… her ayrıntı, kadının gözlerinde birer sahne gibi yankılandı.

 

Sonra adam cebinden küçük bir not defteri çıkardı.

Bir şeyler karaladı.

 

Kadın başını yana eğdi.

“Emin misin hâlâ? Onu bulduğunda her şeyin değişeceğini biliyorsun, değil mi?”

 

Adam gözlerini mezardan ayırmadan cevap verdi.

“Biliyorum. Ama o, bizim düşündüğümüzden daha tehlikeli.”

 

Kadın dudaklarını araladı, bir an nefesini tuttu.

“Tehlike…” dedi usulca. “Bu kızın kaderi hep tehlike olmuş zaten.”

 

Sessizlik.

Sadece rüzgârın, taşların arasından geçen ince uğultusu.

 

Adam başını kaldırdı, Oğuz ve Ilgaz’ın ayağa kalktığını gördü.

Kadın bir adım geri çekildi, kapüşonun altından gözleri parladı.

 

“Şimdi ne olacak?”

 

Adam arkasını döndü, sessizce yürümeye başladı.

“Ne olacaksa… yakında olacak.”

 

Kadın da arkasından yürüdü. Ayak sesleri, toprağa bastıkça boğuk yankılar bırakıyordu.

Arkalarında yalnızca sis, ıslak toprak ve iki masum kalp kaldı — Habersiz, izlendiklerinden tamamen bihaber.

 

Rüzgâr bir kez daha esti.

Mezarlığın girişinde duran taş kapı hafifçe gıcırdadı.

O an, sanki bütün mezarlık nefesini tutmuştu.

 

Ve o nefes… çok yakında, Ilgaz’ın hayatını bir kez daha değiştirecek fırtınanın habercisiydi...

 

 

(Ilgaz Çakmak)

 

Bir şey vardı havada.

Birden omuzlarımdan aşağı bir ürperti indi. Rüzgâr değildi.

Sanki biri bizi izliyordu.

 

Arkama baktım. Ağaçların gölgeleri birbirine karışmıştı, ama sanki biri, ya da birileri oradaydı.

Uzun, siyah bir siluet.

Belki göz yanılmasıydı. Belki de değildi.

 

“Oğuz…” dedim, sesim neredeyse fısıltıydı.

 

Başını çevirdi, gözleriyle etrafı taradı.

“Ne oldu?”

 

“Hiç… sanırım birini gördüm.”

 

O, mezarlıktan başka bir yer görmeyen o keskin bakışıyla bir süre sessizce durdu, sonra sadece,

“Rüzgârla karışan gölgeler… bazen aklımızla oynar,” dedi.

 

Ama inanmadım.

Birilerinin bizi izlediğinden neredeyse emindim.

 

Yavaşça ayağa kalktım, elimle taşın üzerini okşadım.

“Affet anne,” dedim, kendi kendime.

 

“Bir kere daha geç kaldım.”

 

Oğuz arabayı çalıştırdı. Mezarlıktan uzaklaşırken arka camdan hâlâ o taşları görüyordum. Farların ışığıyla yıkanmış taşlar, birer anı gibi arkamda kalıyordu.

Ama o his… geçmedi.

 

Yol boyunca sessizlik vardı.

Radyoda bir şarkı çalıyordu — eski, hüzünlü bir şarkı. Annem o şarkıyı severdi. “Eskilerde kalmış aşkların melodisi,” derdi.

 

Gözlerim doldu.

Bir ara aynadan baktım.

Oğuz’un elleri direksiyonda sıkılmıştı.

Sanki o da aynı şeyleri düşünüyordu.

Ama onun sessizliği benimkinden ağırdı.

 

Bir anda dikiz aynasından bir ışık gördüm.

Far.

Arkamızda bir araba.

Uzaktaydı ama bizi takip eder gibiydi.

 

Kalbim sıkıştı.

“Oğuz…” dedim.

 

“Hm?”

 

“Arkada biri var.”

 

Göz ucuyla baktı, sonra bir virajda direksiyonu kırıp hızını biraz arttırdı.

“Belki aynı yöne gidiyordur,” dedi.

 

Ama sesi bile inandırıcı değildi.

 

Bir süre sonra araba kayboldu.

Ama ben emin değildim.

Sanki hâlâ oradaydı. Gölgelerin içinde, bekliyordu.

 

 

Eve vardığımızda ışıklar yanıyordu.

Kapıdan girince sıcak bir koku karşıladı bizi. Kahveyle karışmış patlamış mısır kokusu.

Çiğdem’in sesi salondan geliyordu, neşeli, alışılmış bir tonda:

“Geldiniz mi sonunda? Film başlamak üzere!”

 

O an… o an içimdeki bütün gerginlik bir anlığına dağıldı.

Oğuz’un omzundan montunu aldım, sessizce banyoya geçip ellerimi yıkadım. Aynadaki yansımama baktım.

 

Gözlerim kızarmıştı.

Ama ağlamamıştım — artık ağlayamıyordum.

Ağlasam bile ses çıkmıyordu benden.

 

Salona geçtiğimde herkes yerleşmişti.

Tolga yerde, Yaren battaniyeye sarılmış, Selim uzanmış haldeydi.

Oğuz sessizce gelip pencerenin kenarına oturdu.

Ben de yanına geçtim.

 

Film başladı.

Bir sahnede bir kadın annesinin mezarına gidiyordu.

O sahne beni delip geçti.

Kalbim acıdı, boğazım düğümlendi.

 

Oğuz’un gözleri ekrana değil, bana dönüktü.

Bir şey demedi.

Ama o bakış… “Dayanmak zorunda değilsin,” der gibiydi.

 

Sessizce ağladım.

Gözyaşlarım battaniyeye düşerken kimse fark etmedi — ya da fark etseler de belli etmediler.

Belki de bu evde herkes kendi sessizliğinde ağlıyordu.

 

Bir ara Oğuz uzandı, elindeki mısır kasesini bana uzattı.

“Ye biraz,” dedi.

 

Gülümsedim — içimden değil, dışımdan.

“Olmaz, boğazımda kalır,” dedim.

O da sessizce başını salladı.

 

Film bittiğinde herkes yavaş yavaş dağıldı.

Selim esneyerek ayağa kalktı.

“Uykum geldi,” dedi, sesi neredeyse çocuk gibiydi.

 

Tolga, “Hadi biz de gidelim,” dedi Çiğdem’e.

 

Onlar odalarına çekilirken ben pencerenin kenarında kaldım.

Ay bu kez görünüyordu.

Ama ben hâlâ mezarlıktaki gölgeleri düşünüyordum.

 

Oğuz yanıma geldi, omzuma hafifçe dokundu.

“İyi misin?”

 

“Bilmiyorum.”

 

“Yine de burada olman güzel,” dedi.

 

“Burada olmak… bazen sadece nefes almak kadar kıymetli.”

 

Bir an göz göze geldik.

O an her şey sessizleşti.

Rüzgâr bile sustu.

Ama içimde bir ses yankılandı:

Birileri hâlâ bizi izliyor...

 

 

Ev sessizdi. Film bitmişti, herkes odalarına çekilmişti. Bu gece burada kalmaları uzun zamanın sonunda iyi gelmişti.

Ben ise hâlâ pencerenin kenarındaydım. Camda, buğunun ardında ayın solgun yansıması vardı.

 

Bir an, dışarıdan gelen rüzgârın uğultusuyla bir kapı hafifçe aralandı.

Ardından Oğuz’un sesi duyuldu.

“Biraz hava alalım mı?”

 

Başımı çevirdim.

Elinde iki fincan vardı — ikisinden de buhar yükseliyordu.

“Gece gece kahve mi?” dedim, hafif gülerek.

 

Omuz silkti.

“İçindeki kahve değil. Süt. Belki uyumadan önce iyi gelir.”

 

Bahçeye çıktık.

Toprak, yağmurdan sonra hâlâ nemliydi. Hava serindi, ama rahatsız etmiyordu.

Gökyüzü simsiyah, yıldızlar sessizdi.

 

Oğuz küçük bir masa hazırlamıştı — fark etmeden, sessizce yapmış olmalı.

Üzerinde mumlar yanıyordu.

Işıkları titriyordu; sanki rüzgâr bile bu sessizliği bozmak istemiyordu.

 

Sandalyeye oturdum. Elleri titreyen birine benziyordum.

Oğuz karşıma geçti, fincanı önüme koydu.

Bir süre konuşmadık.

Sadece geceyi dinledik.

 

Sonra ben konuştum.

“Biliyor musun, çocukken her akşam buraya benzer bir çardağımız vardı... gelirdik babamla. O yıldızları sayardı, ben onun omzuna yaslanırdım. ‘Birini çok özlersen gökyüzüne bak, o da seni görür,’ derdi.”

 

Gözlerim doldu.

Oğuz başını hafifçe eğdi, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir hüzün vardı.

“Sen hâlâ gökyüzüne bakıyor musun?”

 

“Evet,” dedim. “Ama artık orada kimse yokmuş gibi geliyor.”

 

Bir süre sustuk.

Rüzgâr saçlarımı savurdu, Oğuz’un eli refleksle uzandı, sonra tereddüt etti.

Ama sonunda dokundu — saç tellerimi kulak arkasına itti.

O dokunuşta ne bir niyet, ne bir acele vardı.

Sadece… incelik.

 

Göz göze geldik.

Baktık.

Uzun, sessiz, açıklamasız bir bakış.

Sanki bütün acılar, bütün geçmişler orada buluştu.

 

“Ilgaz,” dedi yavaşça,

“Bazen insan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, bir şey kalıyor geride. İyileşmeyen bir parça. Ama… seninle konuşunca, o yara sanki az da olsa nefes alıyor.”

 

Sözleri kalbime değdi.

Boğazım düğümlendi.

“Ben… bazen çok kırık hissediyorum. Parçalanmış gibiyim. Ama sen yanımdayken… korkmuyorum.”

 

O an rüzgâr biraz daha esti. Mum alevleri dans etti.

Oğuz hafifçe eğildi.

Elini uzattı, parmakları parmaklarıma dokundu.

 

Sıcak, nazik, temkinli.

Hiçbir şey söylemedi.

Zaten gerek de yoktu.

 

Bir an sanki dünya durdu.

Sadece kalp atışlarım vardı.

Bir, iki… üç.

Ve sonra gözlerim doldu.

Ama bu kez ağlamadım.

O an, ilk kez… içimdeki sessizlik biraz azaldı.

 

“Ilgaz,” dedi fısıltıyla,

“Bu gece bir şey fark ettim.”

 

“Ne?”

 

“Sen gülünce, ben artık susmayı unutmuyorum.”

 

Başımı çevirdim, gülümsedim.

“Belki de konuşmayı ben sana öğretiyorumdur.”

 

O da gülümsedi, o ciddi yüzüne ilk defa bir yumuşaklık yerleşti.

 

O gece uzun süre konuşmadık.

Ama sessizlik bile bizimdi.

Gökyüzü sessizdi, mumlar sönene kadar orada kaldık.

Sonra Oğuz kalktı, omzuma battaniye koydu.

“Üşüme,” dedi.

 

“Ben üşümem,” dedim.

 

“İnsan, her zaman fark etmez üşüdüğünü.”

 

O an sustum.

Çünkü haklıydı.

 

Yavaşça eve dönerken, arkamızda iki gölge yürüyordu —

Biri bana, biri ona ait.

Ama belki… bir üçüncüsü de vardı.

 

Çünkü o his, hâlâ gitmemişti.

Birinin bizi izlediği o soğuk his, hâlâ ensedeydi.

Ama o gece, ben ilk kez… korkudan çok bir sıcaklık hissettim...

 

 

Bölüm sonuuu.

Nasıldı?

Bu kitabı bitirebilmek için vaktim oldukça yazmaya çalışıyorum. Sizde okur ve büyümesine yardımcı olursanız çok sevinirim. Çok güzel kurgu fikirleri var aklımda ama önce bu kitabı bitirmeliyiz...

İyi okumalar dilerim...

 

 

 

 

Bölüm : 12.11.2025 21:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...