

Selamm arkadaşlar bölümü geç atıyorum kusurabakmayın. Köyde internet çekmediği için ancak bu saatte atabiliyorum🌸
Bu arada hepinizin bayramı mübarek olsun, musmutlu hayırlı bayramlar🌸
💖
Son olarak kitaplarıma özel instegram hesabı açtım bölüm sonuna hesap adresini koyarım takip ederseniz sevinirim🌸 kitaplarım ve bölümler hakkında editler yapıp oraya paylaşacağım, kitap duyurularınıda oradan paylaşacağım🌸💘
🥀🥀🥀
Ölüm; ölüm ne demek, ölünce ne oluyor. Hatta daha doğrusu babalar ölür mü?. Babalar ölmemeli, babalar çocuklarını bırakıp gitmezler, gidemezler. Bugün okuldan arkadaşı okula gelmeyince merak edip sorduğunda “onun babası öldü” cevabını almak güneşi sarsmıştı. Ölmek ne demek, hiç bilmiyordu. Aklında ki düşünceleri bir kenara bıraktı, eve gidince ilk iş bunu babasına sormak olacaktı.
İrem kapıyı açan abisini geride bırakıp çantasını salona koyup koşarak annesinin mutfakta olabileceğini düşünüp hızlı adımlarla mutfağa annesinin yanına gitti. Batuhan İrem’in arkasından “bir sarılsaydın keşke İrem, ne bu acelen, ne oldu yine güneşle mi küstünüz” diye söylendi. Meryem koşturan kızını görünce “dur kızım, yavaş ol, niye koşturuyorsun” diye sorduğunda İrem annesinin yanına oturup “anne babalar ölür mü?” diye sordu. Meryem kızının bu beklenmedik sorusuyla sarsıldı, nasıl diyebilir ki “kızım senin baban öldü ” diye. Bir an düşündü “ acaba unuttu mu, hatırlamıyor mu, ya unuttuysa, o zaman nasıl söylerim” diye düşünmeye başladı. kızına aynı acıyı bir kere daha nasıl yaşatacaktı. düşüncelerini bir kenara bırakıp “nerden çıktı bu şimdi, ne oldu kızım” diyerek kızının ellerini sıkıca tuttu.
Kızına söylemeliydi. Unuttuysa da bir şekilde kızına bunu söylemeliydi. Sonunda cesaretini toplayıp “hani sen 5 yaşında-“ daha sözünü bitirmeden İrem titrek sesiyle “babam o zaman ölmüş müydü?” diye sorduğunda İrem kendini tutamayıp ağlamaya başlamıştı. O günü hiç unutmamıştı, zihninin bir köşesinde o gün hep var, ama zihni o gün yaşananların üstüne toprak atmıştı. Kendine de her zaman “baban görevde” cümlesini zihnine kazıdığı için İrem her zil çaldığında heyecanla babam gelmiştir diye düşünüp, bazen de dışarı çıkıp o gün beklediği gibi babasını beklerdi. Gelmeyince ne kadar kızıp üzülse de “babam göreve gitti, gelecek” derdi.
İrem 2 yıl babasının gelmeyeceğini bilmeden, babasını beklemişti…
İşte şimdi öğrenmişti ölüm ne demek. Ölümün ne olduğunu acı bir şekilde yaşayarak öğrenmişti. Ölüm denen şey öyle acı bir şeymiş ki ne açtığı yara kabuk bağlar, ne de aldığını geri verir. İrem hiçbir şey söylemeden gözyaşlarını silip, sessizce mutfaktan çıkarken arkasından “İrem, ağladın mı sen” diyen abisinin sesini duymadan odasına geçip kapıyı kapattı. Bir yani “ağlama İrem, sen güçlü kızsın, babanı düşün, baban ağlamanı istemezdi” dese de diğer yanı “ağla” diyordu. “ben bu yaşıma kadar hep babam gelecek diye inanmıştım, göreve gitti, geri gelecek diye inanıp bekledim, şimdi ne yapacağım ben” diye sessizce mırıldanırken zar zor sildiği gözyaşları tekrar aktı.
Erdem kızının sorusuna birkaç dakika cevap veremeden dursa da en sonunda cesaretini toplayıp kucağında oturan kızına dönüp “bir gün herkes ölecek kızım, topraktan geldik, gideceğimiz yer yine topraktır.” Dediğinde güneş hızla kafasını iki yana sallayıp “ ama sen ölmeyeceksin dimi baba, sen hep benimle kalacaksın” dediğinde Erdem “ merak etme kızım ben gitsem bile hep senin yanında olacağım” elini kızının kalbine koyup “tam burada, seninle olacağım” dese de güneş ikna olmamış bir şekilde tekrar kafasını iki yana sallayıp “baba, ne olur sen ölme, hem ben sensiz ne yaparım ki” diye masumca konuştuğunda Erdem kızının bu masumluğuna dayanamayıp kızına sarıldı.
Asıl zor olan da istemese de bir gün kızını ve eşini geride bırakıp can dostunun yanına gideceği. Ama bunu kızına nasıl söyleyecek, şuan söylese bile güneş sadece babasının hep onun yanında olacağına inandığı için bunu kabul etmeyecek. Güneş de şuan bunu kabul etmese de bir gün bu durumu yaşayarak öğrenecekti. Erdem kızından ayrılıp “nerden geldi bu aklına kızım?” diye sorduğunda güneş “bugün okulda birinin babası öldü, ondan sordum, ama sen beni hiç bırakıp gitmeyeceğin için şimdi rahatladım, onun için şimdi yemek yiyebilirim” diye ellerini birbirine çırpıp kucağından indi.
Erdem kızının arkasından baktığında o an aklına gelen düşünce “ ya İrem de aynı soruyu annesine sorduysa” olmuştu. O da biliyordu İrem babasının ölümüne alışmadı, kendisini babasının ölmediğine, geri geleceğine inandırdığı için bunca zamandır hiçbir şey sormadan hayatına devam etti. Ama şimdi öğrendiyse ne haldedir, diye düşündü. “ yok bu böyle olmayacak bir gidip bakayım ne yapıyorlar “ diye mırıldandığında telefonunu alıp “ hayatım. Ne zaman gelirsin?” diye mesaj yazıp eşine gönderdi, çok geçmeden eşinden cevap gelmişti “canım. Bugün nöbetim var, sabah dedim sana unuttun mu?”. Erdem eşinden gelen cevaba “unuttum tabi ya, hay allah” diye mırıldanıp tekrar cevap yazmak için mesaj yerine girip “unutmuştum hayatım tamam. Biz kızımla karşıya gidiyoruz, gelince anlatırım sana” diye yazıp mesajı eşine gönderip mesaj kısmından çıkıp arama yerine girip Meryem’i aradı.
Telefon üçüncü çalışta Meryem’in titreyen sesiyle “efendim” diyerek açıldığında direk söylemek yerine İrem’e iyi geleceğini düşünerek “biz güneşle dışarı çıkacağız, İrem ve Batuhan’a da söyler misin gelmek isterler belki ” dediğinde Meryem iç çekip konuşmaya başlayacağı sırada Erdem araya girip “ biliyorum, güneş aynı soruyu bana sordu, dışarı çıkmak İrem’e iyi gelebilir belki “ dediğinde Meryem iç çekerek “ çok güzel düşündün Erdem teşekkür ederim ama İrem odasından çıkmıyor, nasıl olacak bilmiyorum” dediğinde Erdem “ güneş, güneş onu çıkartabilir. Biz hazırlanalım gelelim sen Batuhan’a anlat o da hazırlansın, kardeşinin nesi olduğunu bilirse daha iyi destek çıkar kardeşine” deyip telefonu kapattı.
Hiç vakit kaybetmeden güneşi yanına çağırdı. Güneşe anlatırsa İrem’i hiç yalnız bırakmayacağını biliyordu erdem bunun için güneşe anlatmalıydı. Şuan için aklında güneş değil İrem vardı. Kardeşinin geride bıraktığı emaneti. Söz vermişti her koşulda İrem’e ve Batuhan’a destek çıkacaktı. Onlara babasızlıklarını hissettirmemek için her şeyi yapacak. Ama ne kadar çabalasa da çocuklar babasızlığı hayatlarının sonuna kadar hep hissedecekler. Yaşları ile beraber kalplerinde ki yara da o kadar büyüyecektir. Her yaşadıkları anda “keşke” diye geçirecekler içinden. “keşke babamda burada olsaydı, keşke babam da görseydi” diye geçirecekler içlerinden hep. Yıllar geçse de o acı hep kalplerinde olacak. Ne kabuk bağlayacak, ne unutulacak, hep öyle ilk gün ki taze kalacak. Ama içten içe babalarıyla gurur da duyacaklar. Erdem tüm bu hisleri kendisi yaşadı. Murat ile çocukluktan beri arkadaşlar, babaları aynı gün, hayatta oldukları gibi şehadete de ikisi beraber gitmişlerdi. Babalarının şehadetlerinden sonra Murat ve Erdemi ayıran tek şey Murat’ın şehit oluşu oldu. Babalarını ölüm bile ayıramazken kendilerini ayıran ölüm olmuştu.
“ kızım, Murat amcan nerede biliyor musun?” diye sormuştu Erdem kucağında ki kızına. Güneşin bir anda yüzü düştü, ve başını evet anlamında salladığında Erdem yaşanılanları tekrar anlatmak zorunda kalmayacağı için içi rahatlasa da, içinde ki huzursuzluk küçücük kızların bu konuları bilmeleri, yaşamalarıydı. Oyunlar oynayıp, koşuşturmaları gereken yaşta hayatın acımasızlığı ve zorluğu ile karşılaştılar. Erdem avuçlarını kızının yanaklarına koyup, kızının kumral, düz saçlarını okşayıp “ hani bana sordun ya ölen insan bir daha geri gelmez mi? Diye, geri gelmez kızım, insanda öyle bir acı bırakır ki hiç kapanmayan yaralar açar kalbinde, bir yanın hep eksik olur” diyerek anlatmaya başladığında güneş ağlamaya başlamıştı. O da bilmek istemese de biliyordu Murat amcası gitti ve hiç geri gelmedi, gelmeyecekte. Ölüm; demişlerdi bir eve girerse geride kalanları da yakarmış. Doğruymuş. Güneş ise bunu küçük yaşta öğrenenlerden biri oldu.
“ Murat amcam öldü dimi baba, İrem hep babasının geleceğini, göreve gittiğini söylemişti ama sen geldiğinde Murat amca gelmediğinde, senin bazen Murat amca ile olan fotoğraflarına bakıp ağladığını gördüm, aslında o gün öğrenmiştim ama Murat amcanın öldüğüne, bizi bırakıp gittiğine inanmadığım için kabul etmedik” diye ağlayarak konuştu. Asıl acı olan da buymuş her şeyi öğreniyorsun, yaşıyorsun ama kabul edememek, inanamamak insanı bitiriyormuş. Erdem kızının gözyaşlarını silip “kızım, biz görmesek de Murat amcan hep bizimle, sadece biz görmüyoruz ama o bizi hep görüyor, bizimle beraber” dediğinde güneş elleriyle gözlerini ovuşturup “ baba İremlere gidebilir miyiz?” diye sorduğunda Erdem de akmaya hazırlanan gözyaşlarını silip “evet. Hadi gidelim bakalım, İrem’i de alıp dışarı çıkalım oyun parkına gideriz, sonra da pizza yeriz dimi” diye öneri sunduğunda güneş hemen babasının kucağından indi. Hazırlandıktan sonra Erdem kızının elinden tutup dışarı çıktıklarında güneş başını kaldırıp gözlerini kırpıp “baba sen hiç ölme tamam mı, ben çok üzülürüm” diye konuştuğunda Erdem bir şey diyemeden kızına sımsıkı sarıldı.
Güneş Kapıyı açan Batuhan’ı gördüğünde neşeyle gülerek “bende seni seviyorum Batuhan ama üzgünüm şuan İrem’i almaya geldim” diye neşeyle söylenip içeri girdiğinde Batuhan sadece gülen gözler ile güneşi izledi. Erdem de içeri girdiğinde kapının önünde güneşin arkasından gülen gözler ile bakakalan Batuhan’a “bu kadar belli etme oğlum, yavaş ol kızımı almak öyle kolay değil” diye söylenip içeri girdiğinde Batuhan sadece gülmüştü. “ gelmeden önce ağlayan kızım Batuhan’ı gördüğünde güldü, gözlerinin içi parladı” diye söylendi Erdem. Bunun için üzülmüyordu daha çok içten içe kendisinden sonra kızını emanet edebileceği için mutluydu.
Güneş neşe ile İrem’in odasına girdiğinde İrem’i yerde bağdaş kurup babasının fotoğraflarına bakarak ağladığını gördüğünde arkadaşına ne diyeceğini bilemedi, o an tek bildiği İrem’in çok üzgün olduğu. Arkadaşını ilk defa ağlarken görmüyordu ama arkadaşının içi yandığını ilk defa görmüş, hissetmişti. O an aklına babasının söylediği cümle gelmişti “Murat amcan hep bizi görüyor, biz onu göremesek de o hep bizimle”. Güneş o an aklından geçen tek cümleyi söyledi. “Murat amca bir kere yanımıza gelir misin İrem çok üzülüyor”. Bu güneşin dilinde sessiz bir çığlık, sessiz bir haykırıştı.
🦋🦋
Hastanenin koridorlarında her zamanki yoğunluk vardı. Beyaz duvarlar, floresan lambaların altında bir kez daha anlamını yitirmiş gibiydi. İnsanlar giriyor, çıkıyor; kimi umut taşıyor, kimi yıkım... Ela ise bu kaosun içinde yıllardır olduğu gibi dimdik ayakta durmaya çalışıyordu. Kalbindeki çatlakları kimse görmesin diye beyaz önlüğüne sığınıyordu.
Sabah erkenden başlamıştı mesai. Birkaç hasta muayenesi, kısa süreli bir ameliyat, ardından gelen raporlar... Her şey sıradan gibi görünüyordu ama Ela’nın içinde bir boşluk, sabah uyandığından beri büyüyen bir sıkıntı vardı. Göğsünün ortasına çöreklenmiş ağır bir sis bulutu gibi… Nefesini hafifçe kesiyor, adına bir türlü anlam veremediği bir huzursuzluk bırakıyordu geriye.
Elanın düşüncelerini bölen telefonuna gelen acil uyarı anonsu olmuştu;
Saat 15.42. Acil servisten anons geldi:
“Acil! çatışmada yaralanan bir asker getiriliyor. Durumu kritik. Hazırlıklı olun.”
Ela, her zamanki gibi iç refleksiyle hızla kendini toparladı. Derin bir nefes aldı, eldivenlerini geçirdi, maskesini düzeltti.
Ama o an bir şey oldu. Nefesi boğazında düğümlendi. Kalbinin tam ortasında tarifsiz bir acı saplandı. Nedenini bilmiyordu… sadece hissediyordu. Bazen insanın ruhu, aklından önce hissederdi yaklaşan fırtınayı.
Sedye hızla acil servise sürüldü. Yaralı asker, başından ve yüzünden ağır yaralanmıştı. Vücudu kan içindeydi. Üniforması parçalanmış, gözleri kapalıydı. Yanındaki iki görevli, çatışmanın ne kadar şiddetli olduğunu anlatmaya gerek duymadan sadece “bombalı saldırı oldu” demekle yetindi.
Ela, hastayı görür görmez durdu. Bir an için zamanı durdu sanmıştı. Gözleri sedyedeki askere takılmış, elleri havada donakalmıştı.
Yüzü tanınmıyordu. Ama…
Kalbi, bir isyan gibi atmaya başladı.
Tanıyamadığı bir yüzde, en tanıdık duyguyu hissetti.
“Haydi Ela, şimdi zamanı değil,” diye mırıldandı içinden.
Profesyonelliğini devreye sokmaya çalıştı ama yutkunamıyordu. Gözleri ellerine kaydı. Parmakları titriyordu. Onun gibi yılların doktorunun elleri, ilk kez bir müdahalede bu kadar çaresiz hissediyordu.
Ela müdahale odasına alınan askerin Müdahalesine başladı. Vakit yoktu Nabız düşüktü. İç kanama vardı. Kalbi birkaç kez durdu, sonra geri getirildi. Tüm ekip seferberdi. Ama… yaşama tutunmak istemeyen bir vücutla savaşıyorlardı sanki.
Sanki… arkasında bırakacakları için gönülsüz olsa da bekleyenleri varmış gibi...
Ela başından bir an bile ayrılmadı. İsmini bilmiyordu, kimliğine ulaşamıyorlardı. Ama içi içini yiyordu. Her müdahalede, her kalp masajında kalbi biraz daha parçalanıyordu.
Sonunda… bir sessizlik oldu.
Cihazlar sustu. Nabız çizgisi düzleşti. Ela içindeki acıyla başını yavaşça iki yana salladı.
“hayır, olamaz, dayanmalısın” diye fısıldadı.
Ama hemşire elayı duymuyormuş gibi
“hastayı Kaybettik...”
“ölüm saati 15:44” dedi.
Ama ela bir umut kalp masajı yapmaya devam ediyordu, hemşire elayı durdurmak ister gibi yanına gelip “Ela... yapma ela, hasta şehit oldu”.
Bir anlığına zaman durdu. O anı tüm hücrelerinde hissediyordu. Dünya sessizliğe gömüldü ama içindeki fırtına susmuyordu. Damarlarında bir şeyler kopuyordu sanki, boğazına kocaman bir yumru oturdu. Nefes almak zorlaştı. Ağlamıyordu ama içi, içinden ağlıyordu. Ayaklarının bağı çözülmüş gibi, duvara tutundu. Kıpırdamayan dudaklarından tek bir kelime dökülmedi. Hareketsizdi ama içinde bir çığlık büyüyordu.
Ama sonra…
Sanki son bir umut…
Sanki her şey bir yanlış anlaşılma gibi…
Ela hızla müdahale odasından çıktı. Koşar adımlarla koridoru geçti. Ayak sesleri yankılandı beyaz duvarlarda. Eli titreyerek cebine uzandı. Kalbi deli gibi çarpıyordu. Gözleri kararmıştı, yutkundu ama boğazı kuruydu. Parmakları erdemin ismini bulduğunda bile inanmıyordu. İçinde hala bir umut
“Hayır… Hayır, o değil… O değildir…” diye mırıldandı.
Elleri titreyerek Erdem’i aradı.
Sessizlik.
Sonra...
Karadeniz’in ezgisiyle doldu koridor.
O melodiyi her yerde tanırdı. O, Erdem’in telefon zil sesiydi. Aynı melodiyi defalarca duyduğu, birlikte gülerek söyledikleri o şarkıydı.
Ela, sesi duyduğu yöne döndü.
Ve o an…
O an dünya başına yıkıldı.
Sedyede duran askerin üniformasının cebinden çalan telefondu bu.
Yüzü tanınmayacak hâle gelen askerin…
Kendisi gibi bembeyaz olmuş, soğuk ve sessiz duran o bedenin…
Erdem’in telefonu çalıyordu.
“Habu akan dereler, denizlere dolacak…”
Ela’nın kalbine, Karadeniz’in hırçın dalgaları çarptı sanki. O şarkı, o ezgi…
Artık sadece bir melodi değil, bir vedaydı.
Son bir ses… Son bir iz…
Ela, dizlerinin üzerine çöktü. Nefesi kesildi. Gözyaşları süzüldü ama o hâlâ o sesi dinliyordu. Çünkü o ses, Erdem’di. Belki de bu dünyada ondan kalan son şeydi.
Çünkü o ses...
O şarkı...
Erdem’in telefon zil sesiydi.
Ve o zil sesi…
O şarkı…
Ela hızla başını iki yana salladı “hayır... hayır... erdem değil o, erdem olamaz” dedi titreyerek.
Ela, kalbinin sesini bastırmaya çalışarak yönünü çevirdi. Ayakları onu istemsizce sürükledi. Gözleri büyüdü. Yan odanın içinde, müdahale ettiği, öldüğüne inanmayıp defalarca kalp masajı yaptığı askerin üniformasının cebinden Telefon çıkmamıştı henüz.
Telefon hâlâ çalıyordu.
“Habu akan dereler, denizlere dolacak,
“Söylesene güzelum, sonumuz ne olacak…”
Şarkı, her kelimesiyle Ela’nın kalbine bir bıçak gibi saplandı.
Her nota…
Her söz…
Bir vedaydı.
sedyede yatan asker, müdahale sırasında tanınamayacak hâle gelmişti. Ela içeride gördüğü o yüzü tanımamıştı. Kabul etmek istememişti. Ama şimdi… Şimdi çalan o sesle birlikte, o bedenin Erdem olduğunu anlamıştı.
Yığıldı yere.
Dizlerinin üzerine çöktü.
Başını ellerinin arasına aldı.
Gözyaşları sessizce süzülmeye başladı yanaklarından.
İlk önce sessizdi…
Ama sonra…
Ciğerini yırtan bir hıçkırık koptu dudaklarından.
“Hayır… Hayır, Erdemmm…”
Elanın haykırışları tüm hastane koridorlarında yayıldı, herkes elanın haykırışlarına bir tepki verdi ama, tepki vermeyen bir tek sedyede yüzü tanınmayacak halde olan eşi Erdemdi.
O Karadeniz şarkısı, artık bir aşk şarkısı değil…
Bir veda şarkısıydı.
Bir ağıt.
Ela yıllar önce kampüsün bahçesinde o şarkıyla Erdem’le tanıştı, şimdide aynı şarkıyla Erdem’le vedalaştı.
Sözlerin anlamı kalbine saplandı:
“Ah duman kara duman, sardı dört yanımızı,
“Ander kalsun sevdaluk, oy alacak canumuzu…”
Ve aldı...
Hastane koridoru... Her şey sessiz. Her şey beyaz. Ama Ela’nın dünyası simsiyah.
Müdahale odasının önündeki soğuk sandalyelerde çaresizce oturuyordu Ela. Gözleri kapıya kilitlenmiş, nefesi göğsünde sıkışmış, zamanla bağı kopmuş gibiydi. Kolları göğsünde birbirine dolanmıştı, titreyen parmaklarıyla önlüğünün kenarına tutunuyordu sanki düşmesin diye, ama çoktan düşmüştü içine; o karanlığın, o bilinmezliğin ortasına.
Bir hemşire sessizce yanına yaklaşıp, “İsterseniz su getireyim hocam,” demişti. Ama Ela duymamıştı bile. Kulakları, kapalı kapının ardında çırpınan kalp atışlarını, kurtarılmayı bekleyen hayatları duymaya çalışıyordu. Ama hiçbir ses, kalbindeki fırtınayı bastıramıyordu.
İnkar… Ne garip şeydi. Gözlerin görmese de kalbin biliyordu ama yine de kabul etmiyordu. Nasıl kabul edebilirdi ki, Çünkü bazen gerçek, nefes almak kadar acıtıyordu.
O sırada hastanenin giriş kapısında beliren meryem hızlı adımlarla içeri girip danışmana ela’nın adını verdiğinde danışmanın bir şey söylemesine gerek kalmadan Meryem etrafına bakındığında Elayı koridorun sonunda, çöküp kalmış bir şekilde görünce:
“Ela!” diye seslendi.
Ela başını yavaşça çevirdi. Ses tanıdıktı. O ses, yıllar önce başka bir şehadet haberinde, kendisinin omuzlarına yaslanan kadına aitti. Göz göze geldiklerinde, göz yaşlarının ardında yılların dostluğu parladı.
Meryem yanına geldi, eğildi, sımsıkı sarıldı.
Ela, göz yaşları arasında “Meryem…” dedi, Meryem daha bir şey söyleyemeden Ela Meryem’in ne diyeceğini anlar gibi direk kafasını iki yana sallayarak isyan eder gibi “erdem... erdem değil o... olamaz... sabah konuştuk biz... bana geleceğim dedi, güneşi görmeye gidecektik...” diyebildi, sesi titriyordu, kelimeler boğazına düğüm düğümdü.
Meryem’in gözleri doldu. Yutkundu. Bu acıyı biliyordu… o da yıllar önce aynı yerde durmuş, aynı korkuyu, aynı sessizliği yaşamıştı. Ela’nın gözlerine baktı, titrek bir sesle:
“Biliyorum Ela... ama... söylediklerine göre... erdemmiş...” diyebildi sadece.
Batuhan Meryem’i arayıp “anne Erdem amca ağır yaralı ela teyzenin çalıştığı hastaneye kaldırdılar” dediği gibi Meryem evden nasıl çıktığını bile bilmeden ayaklarına bir terlik, üstüne bir hırka koşarak hastaneye geldi.
Ela, başını salladı, inkarla... gözleri hâlâ kapıdaydı. “Hayır, değil... ben onun gözlerini tanırım... bakışını bilirim... kokusunu bilirim... o odadaki kişi Erdem değil...” dedi acıyla.
Tam o an, kapı açıldı.
Sedyeyi iki görevli sessizce çıkardı. Üzerinde beyaz bir çarşaf… altında hareketsiz bir beden. Çarşafın altından yalnızca bir el sarkıyordu. O elin parmaklarına kazınmış izleri Ela hemen tanıdı. Her sabah kahvesini hazırlarken omzuna dokunan, saçlarının arasına usulca karışan o parmaklar…
Ela yerinden fırladı. “Hayır!” diye bağırdı. Meryem onu tutmaya çalıştı ama Ela çoktan sedyenin başına koşmuştu. “Açın! Yüzünü! Erdem değil O, görmek istiyorum! ” diye bağırdı.
Görevli bir şey söylemeye çalıştı ama Ela “açın dedim!” diye bağırarak çoktan çarşafı çekmişti bile.
Gözleri karşısındaki yüzü gördü. Ama tanıyamadı.
Yüzü tanınmaz haldeydi. Yanıklar, kesikler… ama yine de...
“Erdem…” dedi Ela fısıltıyla. “Bu sen misin…?, bu sen olamazsın” diye acıyla inledi.
Titreyen elleriyle yanağına dokundu. Cildi sıcak değildi artık. Gözleri açıktı ama bakmıyordu. O bakış gitmişti. Onu ilk gördüğü gün, asker üniforması içinde dimdik durduğu an aklına geldi. O bakışı özleyecekti. En çok da onu.
Ela yere çökmeden önce “Erdem!” diye haykırdı. Meryem hemen yanına koştu, “Ela, yapma canım, dik durman lazım, güneş için” dedi. Arkadaşının düşmesine izin vermeden tuttu.
O sırada yanlarına bir görevli yaklaştı. Elinde şeffaf bir plastik torba vardı. Sesi boğuktu.
“Hocam… hastanın üzerinden çıkanlar…” dedi ve torbayı uzattı.
Ela’nın elleri titreyerek torbayı aldı. İçinde bir askeri künye… üzerinde “Erdem Keskin” Yazılı isim, Yanında kan bulaşmış bir kağıt… buruşturulmuş, ama ortasında Ela’nın tanıdığı o el yazısı vardı.
Bir mektup.
Kanlı.
Ela mektuba bakamadı. Gözleri künyeye kilitlendi.
“Erdem keskin”
“0rh-“
Yazıyordu.
Ela torbayı göğsüne bastırdı. Gözyaşları kontrolsüzce akıyordu. “bununla nasıl yaşarım ben…” diye fısıldıyordu.
Meryem gözyaşlarıyla Ela’nın saçlarını okşadı. Onun da gözleri yaşlıydı ama sesi kararlıydı:
“Güneş için… ela, Ayakta kalmalısın, dik durmalısın” dedi.
Ela başını gökyüzüne kaldırdı, gözleri karanlık tavana takıldı. Sessizlik çöktü. Ama o sessizliğin içinde çığlıklar vardı. Kopan bir kalbin, yitip giden bir hayatın çığlıkları...
Ela’nın sessiz çığlıklarını bölen zil sesi olmuştu...
O Zil sesi... Karadeniz ezgisi… Erdem’in sevdiği o şarkı...
Ela’nın gözleri torbaya döndü. O sesin sahibi artık cevap veremeyecekti.
Arayan Güneş’ti. Güneş her şeyden habersiz umutla, ısrarla babasını arıyordu.
Ela torbadan Erdemden geriye kalan kanlı, ekranı kırılmış telefonunu açtı, ama söyleyemedi. Nefesi kesildi, kelimeler boğazına takıldı. Güneş’in panik ve titreyen sesi geldi...
“Babacım, sonunda baba ya, haberlerde şehit haberi gördüm telefonu açmayınca çok korktum Baba, iyi misin Neredesin?” diye hızla konuştu güneş.
Ela gözlerini kapattı. Son bir nefes aldı.
Sonra yutkundu, sesi titredi, nasıl diyecekti, ne diyecekti ki, nasıl denilirdi bu haber...
“Baba, niye cevap vermiyorsun, konuşsana baba, konuş lütfen sesini duyayım, sesini duymaya ihtiyacım var baba, bir şey de, lütfen...” diye acıyla söyledi.
Güneş’in sesinde ki acıyı hissetti ela, kızına daha fazla acı çektiremezdi.
Ela derin nefes alıp, gözyaşlarını silip zar zor konuşmaya başladı, ama ağzını açacak, kelime söyleyecek gücü yoktu.
“kızım, baban...” diyebildi sadece başka bir şey diyemeden hıçkırarak ağlamaya başladı.
Güneş Annesinin ağlayan sesini duyduğunda “anne, babamın telefonu..., babam, babam nerde anne” dedi.
Ela daha fazla dayanamadan
“Kızım… baban… baban şehit oldu.” Dedi.
O an, sedye usulca koridorun sonuna doğru sürülüyordu. Erdem, gözlerden uzaklaşıyordu artık. Ve o sedyenin arkasında kalan, bir kadının ve kızının yıkımıydı. Ellerinde bir künye, bir mektup ve arkasında bıraktığı enkaz...
🦋🦋
Ankara’nın gri gökyüzü, o gün her zamankinden daha ağır, daha kasvetliydi. Sanki bulutlar bile ne olacağını biliyor, buna önceden hazırlanmış gibi yerlerine mıhlanmıştı. Şehir kalabalıktı ama Güneş’in içindeki yalnızlık, etrafındaki tüm sesleri boğuyordu. Sokaktan geçen araçların korna sesleri, yürüyen insanların ayak sesleri, kuşların sabah cıvıltısı... Hepsi birer uğultuya karışıyor, Güneş’in kulaklarında yankılanan o cümleyi bastıramıyordu:
“Baban şehit oldu…”
Bu cümle, annesinin ağzından çıkan o birkaç kelime, Güneş’in hayatını ikiye ayırmıştı: Öncesi ve sonrası. Masada İrem’le beraber oturmuş, sıradan bir akşam yemeği yerken televizyonda geçen şehit haberi, çalan o telefon, Güneş’in tüm hayatını yerle bir etmişti. Gülümseyerek bir makarna lokması aldığı, kardeşi gibi gördüğü İrem’le gülüştükleri an... şimdi sonsuz bir uzaklıkta gibiydi.
Güneş’in midesi bulanıyordu. Boğazı düğüm düğümdü, yutkunamıyordu. Yüreği, bedenine sığmıyor gibi atıyordu. Nefes almak… en basit ihtiyaç bile işkenceye dönüşmüştü.
Annesinin sesindeki titremeyi unutamıyordu. O sesi bir daha asla unutamayacağını biliyordu.
“Güneş’im… baban… baban şehit oldu…”
Bunu duyduğunda, sanki zaman durdu. O saniyeler bir sonsuzluk gibi geldi ona. Kalp atışları durmuş, ruhu bedeninden bir adım dışarı çıkmıştı sanki. O kelimeler kulaklarında çınladıkça, içindeki her şey dökülüyordu. Anılar… hayaller… çocukluğun güvenli kalesi...
Babasının sesi geldi sonra zihninde. O tok, güven dolu ses:
“Ben hep yanındayım Güneş’im, ne olursa olsun.”
Ama şimdi… yoktu.
Baba yoktu.
Güneş’in gözleri doldu. Ama ağlayamıyordu hâlâ. Öyle bir boşluk vardı ki içinde, gözyaşları bile kaybolmuştu sanki. Hıçkıramıyordu, bağırmak istiyordu. Bağırmak, haykırmak, içindeki bu keskin acıyı dışarı atmak… Ama sesi çıkmıyordu. Sadece kalbi ağlıyordu. Sessiz, delik deşik olmuş bir kalple donakaldı, elinde ki telefon düşmüştü.
Artık babası yoktu...
Gitmişti...
Hemde çok uzaklara gitmişti...
🥀🥀🥀
“Desem ki zaman durdu,
gözümde her şey sen.
Desem ki sensizliğe alışmak, ölümden beterken.”
{ Cahit sıtkı tarancı》
Eveetttt💐 canım okuyucularım bu bölüm burada son buldu, sonraki bölümü ne zaman atabilirim hiç bilmiyorum, hem çalışıyorum, hemde köy hayqtı intermet çekmiyor, kısa sürede bölüm yayınlıyamayacağım maalesef🥺. Ama bölümleri yazıp 2 bölüm aynı gün yüklemeyi deneyebilirim🙏🫶🏻
Buraya kadar okuduysanız çokkk teşekkür ederimmm🙏💐🌸 yorumlarda buluşup bölüm hakkında dedikodu yapabiliriz🥰 hepinizi yorumlarda bekliyorummm🫶🏻🌸💖
Bu arada instegram adresi: @w.kitaplarımm
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |