
Dostluk tutunmaktır; hatırada tutmak ve hatır tutmak
Kemal Sayar
***
Şubat 2012
Ankara
Herkesin zannettiği gibi öyle kolay geçmiyordu aşk acısı. O büyük sevda kalbe düştü mü, insanı perişan ediyordu. Tamam aşktan daha acı şeyler de vardı hayatta ama Hakan için yaşamın en büyük sınavı, genç bir kıza gönül vermesiydi. Sekiz yıl önce Oya’yı tanımış, sonsuz bir tutkuyla bağlanmıştı ona lakin karşılıksız kalmıştı sevgisi. Bir başkasını, bir zamanlar yakın arkadaşı olan adamı, Altay’ı sevmişti Oya hatta evlenmişti. Evlenmelerinin üzerinden ise neredeyse bir sene geçmişti ve Hakan hâlâ Oya’nın yasını tutuyordu. Belki de acıdan besleniyordu. Eğer acısı geçerse ne yapacağını bilemiyordu.
Başarılı bir öğrenciydi aslında delikanlı. Liseyi yüksek bir ortalama ile bitirmesinin ardından bölümünde de oldukça güzel başarılara imza atmıştı. Eğer böyle giderse mühendislik fakültesini birincilikle bitirecekti. Ki, üniversite hayatına nokta koymasına da birkaç ay kalmıştı. Ara ara zorlansa da, dört yılın nasıl geçip gittiğini anlamamıştı. Liseden sonra zaman daha hızlı akıp gitmeye başlamıştı sanki. Ya da büyümüştü sahiden. Artık lisedeki o genç çocuk değildi, yirmi iki yaşında koca adamdı. Ergenlik çağını yaşıtları gibi yaşamamış olsa da, hayatın karşısında ayaklarının yere sağlam basması gerektiğini yeni fark ediyordu. Lise bitmişti, üniversite de bitecekti pek yakında ve kendi hayata atılacaktı. Aşkta kaybetti diye, kendini salmaya hakkı yoktu. En başta ailesine karşı ödemesi gereken bir vefa borcu vardı. Kendini okutmak için ne çok çabalamıştı annesiyle, babası. Ne çok para dökmüşlerdi büyük adam olsun diye. Çok şükür onların yüzünü kara çıkarmamıştı bugüne kadar. Bugünden sonra da çıkarmayacak, vefalı bir evlat olarak ailesine bakacaktı. Babası emekliye ayrılmıştı, aldığı para haliyle geçimlerine yetmiyordu. O yüzden diplomasını eline alır almaz iş bulması şarttı. Ki, başarılı olduğundan bulacağına da inanıyordu.
O gün yine gerekli dersler girip çıktı Hakan. Üniversitedeki arkadaşlarından birinin doğum günüydü ve herkes bir sürpriz partiden bahsedip duruyordu. Partiye kendi de davetliydi fakat gitmek istiyor muydu, emin değildi. Üniversite güzeldi, hoştu, iyi bir eğitim almıştı ancak lisede bulduğu arkadaşlar gibi dostlar bulamamıştı burada. Zaten Ankara’ya bile alışmış değildi. Büyük şehrin kalabalığı, gürültüsü yoruyordu. Antakya’daki o sıcak atmosfer kesinlikle yoktu başkentte. İnsanlar bile farklıydı, soğuklardı, mesafelilerdi asla memleketinin insanları gibi değillerdi. Bütün bunların farkında olmasına karşın bir daha Antakya’ya dönmek istemediğine de emindi. Ailesi oradaydı, eski dostları oradaydı fakat kırık kalbinin parçaları da oradaydı. Sevdasını gömdüğü şehirdi artık Antakya kendi için. Ne kadar özlerse özlesin bir daha oraya ayak basamazdı. Ankara olmasa bile başka bir şehirde iş bulacak ve ailesini de yanına alacaktı. Lazım olan biraz daha zamandı yalnızca. Sonra her şey planladığı gibi gerçekleşecekti. En azından Kendi öyle sanıyor ama hayatın da bir yerlerden planlar yaptığını unutuyordu. Mesela gün sonunda evleneceği kadınla tanışacağını nereden bilebilirdi?
Sürpriz doğum günü partisi için elit bir mekân ayarlanmış, güzelce dekore edilmişti. Doğum günü çocuğu Ozan, az sonra burada olacaktı. O gelene kadar son hazırlıklar yapılırken şimdiden içmeye başlamıştı Hakan. Normalde fazla içen biri değildi ancak ortamı bulduğunda acısıyla baş etmek için alkole sığınıyordu. Hiç unutmamıştı Oya’yı, unutmayacaktı da. Aklından bir an çıkmayacaktı ebedi aşkı. Onun için kadehlere gömülüyordu ya, şimdi.
Hakan’ı uzaktan izlerken derin derin bakıyordu sevdiği adama Efsun. İki yıldan beri hoşlanıyordu aslında ondan fakat Hakan kendini görmüyordu. Hatta varlığının farkında bile değildi. Başını kitaplardan kaldırıp şöyle etrafına bakmıyordu hiç. Onun kadar ders çalışmayı seven bir erkek tanımadığına emindi lakin Hakan’ı buna iten muhakkak bir neden olmalıydı. Ya aile problemleri, ya da hiç unutamadığı bir aşk acısı. Yanında hiç kız görmeyince, ikinci neden daha kuvvetli geliyordu kendine. Eğer sahiden öyle ise işi zordu ancak yine de şansını denemesinin zararı olmazdı. Kimseden aşk dilenecek bir kadın değildi, yalnızca Hakan’la güzel bir arkadaşlık kurmaya çalışacaktı bu akşam. Nerede okuduğunu hatırlamıyordu ama merak her şeyin başlangıcıdır, diye bir yazı görmüştü geçenlerde. Hakan’ı düşününce bunun ne kadar doğru olduğunu anlamıştı. Genç adama olan ilgisi merakla başlamıştı çünkü. Merak etmişti onu, neden bu kadar derskolik olduğunu ya da neden hiç sevgilisi olmadığını. Sonra genç yaşında neden elini eteğini hayattan çektiğini ve daha bir sürü şeyi… Tanımak istiyordu Hakan’ı, onun yaşantısını bilmek. Bu geceden daha iyi bir fırsatta yakalayamazdı kolay kolay. O yüzden harekete geçmesi lazımdı.
Cesurdu, güçlüydü, ayaklara yere sağlam basan bir kadındı Efsun. Buğday teni, siyah kıvırcık saçları, kahve gözleriyle de gayet güzeldi. Peşinde çok erkek gezmişti de, kendi hiçbirine yüz vermemişti çünkü hiçbirinin sağlam pabuç olmadığını, hepsinin farklı kızlarla aynı anda çıktığını biliyordu. Ancak Hakan farklıydı işte. Öyle olduğunu hissediyordu en azından. İki yıldan beri gizli gizli onu izlemesi elbette bir şeyler hakkında fikir sahibi yapmıştı kendini. Hakan’la aynı bölümde okumasa belki onu hiç tanımayacaktı o yüzden iyi ki diyordu. İyi ki onun gibi Kimya mühendisliğini seçmişti. Masadan iki kadeh alıp genç adamın yanına doğru adımladı. Eğer şimdi bunu yapmazsa, bir daha hiç yapamazdı. Sırtını duvara yasladığında elindeki bardağı Hakan’a uzattı.
“Çok gerginsin, biraz gevşemen lazım.”
“Tanışıyor muyuz?”
“Aslında hem evet, hem hayır. Aynı bölümdeyiz ama sen beni fark etmedin henüz.”
Kimdi bu kız, gözlerinde neden bu kadar cesur bir ifade vardı? Bilmiyordu Hakan ama teşekkür etmekle yetinip uzattığı kadehi aldı. Birayla arası pek olmasa da, hafif başlangıçlar yapmak iyiydi.
“Ben Efsun,” diyerek elini uzattı genç kadın. Utanacağı, çekineceği bir şey yoktu. Niyeti gayet açıktı.
“Hakan,” dedi ve Efsun’un elini tuttu Hakan. Yıllar sonra ilk defa tuhaf bir elektriklenme hissetti. Belki de karşısındaki kadının o kahve gözlerine bakarken anladı, onun aslında kaderi olduğunu. Bunu fark etmesi de, kabul etmesi de uzun zaman alacaktı fakat.
“Biliyorum.”
“Nereden biliyorsun?”
“Aynı bölümde olduğumuz için olabilir mi?”
“Aynı bölümde olan herkes herkesi tanımaz ama.”
“Ben seni tanıyorum ama. Hem de sandığından çok daha iyi. Söylesene gözlerinin ardındaki keder büyük bir aşk acısı çektiğin için değil mi?”
Efsun demişti demi karşısındaki kız? Bu isim tesadüf olamazdı. Sahiden sihirli güçleri olabilirdi onun yoksa iki dakika böylesine doğru bir tahmin yapamazdı. Belki de kendini çabucak çözmesinden etkilenecekti Hakan. Belki de kimsenin görmediği acısını, Efsun bir çırpıda gördü diye sevecekti onu.
“Herkesin çektiği bir aşk acısı vardır ve bunu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok.”
“Senin ki çok derin, bunu görebiliyorum. Anlatsana… Çünkü kimseye anlatmamışsın, hep içinde yaşamışsın gibi.”
“Yabancı biriyle bunu konuşmak istediğimi sanmıyorum.”
“Hadi ama Hakan arkadaş olmaya çalışıyorum seninle. Biraz işimi kolaylaştıramaz mısın?”
“Arkadaş olmak istediğimi de sanmıyorum.”
Kabalık yaptığını biliyordu genç adam, normalde hiçbir kadına karşı böyle bir tutum sergilemezdi ancak Efsun damarına basıyordu ve o yüzden dilinden dökülen sözlere engel olamıyordu.
“Peki,” dedi Efsun bozuntuya vermeden. Kendi kaşınmış, ilk dakikadan fazla ileri gitmişti ama yine de kuyruğunu nasıl dik tutacağını biliyordu.
“Doğrusu senin daha kibar bir adam olduğunu düşünmüştüm ama yanılmışım. Neyse, önemi yok. Sana iyi eğlenceler.”
Bir kızın kalbini kırmış olduğundan kötü hissetti Hakan. Bardağını kenara bırakıp genç kadının peşinden adımladı. Kafenin bahçesinde Efsun’u görünce nazik bir şekilde bileğini tuttu. “Efsun,” dedi ilk defa. İlk defa onun ismini söyledi ve Efsun, ilk defa birinin ismini bu kadar güzel söylediğine şahit oldu. Hiç kimse daha önce Hakan kadar güzel Efsun dememişti. Gözleri birleştiğinde yutkunmamak için çaba gösterdi. İçindeki hisler belki merakla başlamıştı fakat karşısındaki adamın bakışları da yüreğini okşuyordu. Kör kötük âşık değidi de, Hakan’ın bir bakışından, bir dokunuşundan etkileniyordu. İki yıldır gizli gizli izlediği adamın şimdi burnunun dibinde olması kalp ritmiyle oynuyordu.
“Özür dilerim kabalık ettim.”
“Evet, kabalık ettin ve sorun değil diyemeyeceğim.”
“Haklısın. Sana kendimi nasıl affettirebilirim?”
“Neden bu kadar kapalı kutu olduğunu anlatarak.”
“Bunu niye merak ediyorsun? Sıradan bir adamım işte.”
“Sıradan değilsin, özelsin Hakan ve ben seni tanımak istiyorum.”
“Peki ama neden?”
“Nedeni yok,” diyerek omuzlarını silkti Efsun. Eline bir fırsat geçmişti, sonuna kadar değerlendirecekti. “Sadece seni tanımak istiyorum o kadar.”
Derin bir nefes aldı Hakan, içini birine açmayalı çok uzun zaman olmuştu ve belki de ansızın tanıştığı kadına her şeyi anlatmak o kadar da kötü bir fikir sayılmazdı. Doğum günü nidalarını duyunca başını arkaya çevirdi. Anlaşılan doğum günü çocuğu gelmiş, kutlama başlamıştı. Samimiyetten uzak insanların arasında kendini buraya ait hissetmiyordu. Üniversitede değil de, lisede olsaydı o zaman ucuz fakat gerçek kahkahalarla dolu bir doğum günü partisinin ortasında arkadaşlarıyla hunharca eğlenirdi. Caner’in gevezelikleri ortamı neşelendirir, Sarp’ın Feyza’ya olan ateşli bakışları içini ısıtır, Asu’nun çılgınlığı geceyi daha da şen kılardı. Oya’nın güzelliği aklını başından alır, Altay’la arasındaki soğuk savaş bile ayrı bir haz verirdi. Çünkü oraya aitti; Ankara’nın ayazına değil, Antakya’nın sıcaklığına.
“Mesela tam şu an nereye dalıp gittiğini merak ediyorum.”
Efsun’un sesiyle daldığı düşünce denizden sıyrıldı genç adam. “İnanmayacaksın ama,” diyerek bakışlarını karşısındaki kadının yüzünde gezdirdi. “Lise yıllarına.”
“Üniversite seni lise kadar mutlu etmedi mi yoksa?”
“Bunu anlatmak zor Efsun. İyi bir eğitim hayatım oldu, akademik anlamda çok şey kazandım belki bunlar sayesinde iyi bir işim olacak. Hatay’da kalsaydım kendimi bu kadar geliştiremezdim ama orada bıraktığım hatıralarım var ve sanırım bir daha da oraya dönmeyeceğim.”
“Dur tahmin edeyim, bir türlü anlatmadığın aşkın yüzünden.”
Başını sallayarak onu onayladı delikanlı. Efsun sahiden de içini okuyordu. Madem karşısında bir kâhin vardı, bir şey saklamasının da anlamı yoktu.
“Eee anlatmak için daha ne bekliyorsun?”
“Bu çok uzun bir hikâye.”
“Uzun hikâyeleri severim,” diyerek bulduğu bir sandalyeye oturdu Efsun. Çok geçmeden Hakan da yanına oturunca gözlerini yüzünde gezdirdi. Bebek yüzlüydü genç adam, öyle sakal uzattığını hiç görmemişti. Beyaz tenli olmasının yanında alnına düşen siyah bukleleri vardı. Ve o bukleler daha da hoş kılıyordu onu.
“Sekiz yıl önceydi,” diye söze başladı Hakan. Oya’yı ilk gördüğü anı, lise yıllarını, dostlarını, bir türlü bitmek bilmeyen sevdasını, Antakya’yı uzun uzun anlattı. Her anısını, bildiği en güzel cümlelerle betimledi. Sarp’la, Feyza’dan. Caner’le Asu’dan bahsedip durdu. Altay’la arasında olanları, Oya’nın geçen sene onunla evlendiği ve bunun kendine ne kadar acı verdiğini defalarca dile getirdi. Bundan ötürü çok sevdiği memleketine kırıldığını, oraya giderse canının daha çok yanacağını söyledi fakat özlemin ne kadar ağır olduğunu da atlamadı.
Efsun dinledi, kimi yerlerde yorum yaptı, kimi yerlerde sessiz kaldı. Lakin artık olanın olduğunu, önüne bakması gerektiğini, hayatın ne getireceğini bilemeyeceğini söyledi Hakan’a. Daha yirmi iki yaşındaydı, elbet başkası çıkacak ve onu da en az Oya kadar sevecekti Hakan. Bunu kendi için söylemiyordu genç kadın gerçekten Hakan’ı düşündüğü için bu şekilde teselli etmeye çalışıyordu fakat gelecekte evleneceklerini o gece bilebilir miydi?
Soğuk bir şubat akşamında, Ankara’nın ayazında güzel bir arkadaşlık için başlangıç yaptı iki genç. Evet, Hakan sevdasını kendinden ayırıp bir başkasına verdiği için küsmüştü Antakya’ya ancak kader onu buraya getirmiş ve karşısına Efsun’u çıkarmıştı. Tesadüf değildi ya bu. Genç kadın boşuna merak etmemişti Hakan’ın hayatını. Aşkına bu denli sadık olan adamı, gözünden tanımıştı. İleride ne olurdu bilmiyordu fakat şimdilik Hakan’ın arkadaşlığına da razıydı.
O geceden sonra sık sık birlikte vakit geçirdiler. Kimi zaman ders çalışıp kimi zaman dolaştılar. Efsun, Ankara’nın güzellikleriyle tanıştırdı Hakan’ı. Tamam denizi olmayabilirdi başkentin ama gölleri meşhurdu. O görmediği Arsuz sahilinin yerini tutmasa da, Ankara’yı o kadar da gömmemek lazımdı. Bir kere Anıtkabir vardı, orası yetmez miydi? Her insanın memleketi kendine güzeldi ve Efsun doğma büyüme Ankaralı olduğu için seviyordu bu büyük şehri. Başka illere gitme şansı olmuştu da, Hatay’a düşmemişti yolu. İtiraf etmesi gerekirse de Hakan anlattıkça merak ediyordu Akdeniz’in ucundaki o küçük sıcak şehri. Belki bir gün birlikte Hatay’a gitme şansları olurdu kim bilir?
Ailesiyle yaşıyordu Efsun, Ankara'da doğduğu için üniversite işi de kolay olmuştu. Gazi üniversitesinde iyi bir eğitim alıyordu. Belki başkası olsa ailesinden ayrılmak isterdi ama kendi bunu bir an olsun düşünmemişti. Dünyalar tatlısı anne babaya sahip iken neden onlardan ayrı yaşamayı istesindi? Hem fena mı, Hakan çıkmıştı işte karşısına. Onu ailesiyle tanıştırmak için can atıyordu. Nihayetinde tüm arkadaşlarını tanırdı ailesi. Şimdi de Hakan’ı tanımalarında kötü bir şey yoktu ama olayı yanlış anlamalarını istemiyordu. Çünkü gerçekten Hakan’la arkadaşlardı. İçindeki hisler ne kadar büyük olursa olsun daha ötesinin olmayacağını kabullenmişti. Hakan’ın içinde başka bir kadın varken ondan bir şey bekleyemezdi. Fakat öyle olmadı, günler günleri, Aylar ayları kovalarken yüreğindeki duyguların değiştiğini hissetti Hakan. Gün geçtikçe Efsun’a olan hisleri başka bir boyut kazandı. Sadece bir arkadaş olarak görmüyordu onu artık. Genç kadının bakışından, gülüşünden etkileniyordu. Hayatı sanki onunla yeniden tanıyordu. Ankara’yı bile onun sayesinde sevmeye başlamıştı. Ve bir şeyi daha fark ediyordu. Oya eskisi aklına gelmiyor, geldiğinde ise canını o kadar da acıtmıyordu. Belki de bir zamanlar sevdiği kıza karşı olan tutkulu aşkı sahiden bitmişti. Bitmeyeceğini düşünse de bitmişti işte ve kalbi yeni bir aşka yelken açmak üzereydi.
Eve çıkacak kadar durumu olmadığından yurtta kalıyordu Hakan. Fakat mesele etmemişti bunu, iyi kötü idare etmişti şimdiye kadar. Bir gece ise ders çalışmak için Efsun kendini evine çağırdı. Ailesi evde olmadığından rahat rahat ders çalışabileceklerini düşünüyordu Efsun. Niyeti de sahiden ders çalışmaktı aklından başka herhangi bir şey geçirmiyordu. Hakan onun davetini kabul ederek evine geldiğinde masanın başına oturup geç saatlere kadar ders çalıştılar. Günlerden Cumartesiydi ve Pazartesi günü oldukça zor bir final sınavı kendilerini bekliyordu. Son sınavlardı artık sonra mezun olacaklardı da… Da’sı bu gece gözlerini Efsun’dan alamıyordu delikanlı. Aşkı tatmış biri olarak duygularının farkındaydı. İnkâr etmeden kabulleniyordu Efsun’dan hoşlandığı lakin hislerinin hoşlantı boyutunu da geçtiğini biliyordu. Âşık mıydı? Soruyorsan değilsin, derlerdi de kendi sormaktan vazgeçiyordu çünkü biliyordu âşıktı. Efsun adı gibi bir anda aklını başından almıştı.
“Bu soru da böyle çözülüyor işte,” derken başını kitaptan kaldırıp gözlerine Hakan’a dikti genç kadın. Niye böyle içli içli bakıyordu kendine? Kalbi hızla atmaya başladı, duygularına engel olmak için çabalarken boğazını temizleyip “Hakan,” dedi. “Sen beni dinliyor musun?”
“Aslında dinlemiyorum, izliyorum,” diyerek dürüst davrandı delikanlı. Çenesinin altına dayadığı elini indirip avucundaki kalemi masaya bıraktı. Ardından tam anlamıyla Efsun’a döndü. İki elini de tutup gözlerinin içine baktı.
“Hakan,” dedi Efsun bocalamadan. Ne yapıyordu bu çocuk? Niye böyle davranıyordu durduk yere?
“Belki çok acele ettiğimi düşüneceksin ama ben bir kez geç kaldım ve ikincisinin olmasını istemiyorum. Senin de avuçlarımın arasından kayıp gitmeni istemiyorum Efsun. Çok düşündüm, çok sorguladım kendimi. Emin olmak istedim, oldum da. Nasıl yaptın, beni nasıl büyüledin bilmiyorum aklımı başımdan aldın. Yaralarımı sarmadın onları yok ettin. O büyülü gözlerinle hayatımı değiştirdin. Bir dokundun çiçekler açtı… Sen bir perisin. Tüm yaşadıklarımı, acılarımı unutturan Efsun’lu bir perisin ve ben seni seviyorum. Cevabın ne olursa olsun ben seni seviyorum Efsun.”
Gözlerinin dolduğunu hissetti Efsun, ellerini tutan eller yüreğini ısıtıyordu. Gözlerine bakan gözler aşkı tattırıyordu. Rüya görmediğini biliyordu. Yaşadığı her şey gerçekti tam şu an. Oysa Hakan’ın sevgisini kazanmak kendi için bir hayaldi ama olmuştu işte. Hakan yaralı gönlüne kendini koymuştu. “Gerçekten mi?” diye sordu titrek sesiyle. “Gerçekten seviyor musun beni?
“Hem de çok. Ya sen? Sen seviyor musun beni?”
“Çok uzun zamandan beri. Seni gördüğüm ilk andan beri.”
Daha fazla söze gerek yoktu, gerçekti bu sıcak sevgi. Birbirine yaklaşan bedenler ve kavuşan dudaklar kadar gerçekti. Kader bazen hediyeler, mucizeler saklardı ve en kötü sürprizinden sonra sakladıklarını insanlara sunardı. Mutlulukları daha da artsın diye. Tıpkı Hakan’a yaptığı gibi. Aşkını kaybettiğini, bir daha asla mutlu olamayacağını sanmıştı delikanlı fakat yanılmıştı. Kader, elinden Oya’yı alsa da Efsun’u vermişti çünkü işini biliyordu ve bildiği için de kendi kafasına göre insanların yolunu çiziyordu.
Birlikte mezun olmalarının ardından kısa süre içerisinde nişanlandı Hakan’la, Efsun. İkisinin de ailesi seve seve kabul etti evliliklerini. İster Antakya olsun, ister Ankara nerede mutlu olacaklarsa orada yaşamalarını istedi iki aile de. Hakan memleketine dönmek istemediği için sevdiği kadınla Ankara’da yaşamına devam etti. Önüne güzel iş fırsatları çıkması da artı bir avantajdı. Her ne kadar ailesini de yanına almak istediyse de, ailesi kopamadı Antakya’dan. Alışmış oldukları düzeni bırakıp yeni baştan düzen kurmak kolay değildi. O yüzden yalnızca oğullarının kararına saygı duymakla yetindiler. Nişandan bir sene sonra düğün olunca evlatlarını yüreği güzel bir kıza emanet ettikleri için mutluydular. Hakan’ın mürvetini görmüşlerdi daha ne isterlerdi?
Her şeyin rayına oturması, bir aile düzeni kurmak zaman alsa da Efsun’la mutlu bir yuva kurdu Hakan. Hem kendi, hem Efsun güzel işler buldular ve geçip giden iki senenin ardından oğulları, Emir dünyaya geldi. Onun doğumuyla mutlulukları ikiye katlandı. Hakan arada ailesini ziyaret etse de, arkadaşlarına hiç uğramadı. Kırgındı onlara ve kırgınlığı kolay kolay geçmeyecekti. Ta ki Efsun ben onlarla tanışmak istiyorum diyene kadar. Hatta yolu tekrardan Antakya’ya düşene kadar…
***
2019
Mayıs
Antakya/ Hatay
“Vay be kardeşim, hikâyeye bak!” derken kucağındaki Emir’i seviyordu Caner. Hakan her şeyi baştan anlatmıştı da, bir türlü inanamıyordu. Evlenmişti Hakan, üstüne üstlük çocuk yapmıştı. Duruma hemen alışması zaman alacaktı. Gözlerini Efsun’a çevirince aslında olaya hemen adapte olabildiğini de fark etti.
“Sana da helal olsun yenge, almışsın bizimkini avucunun içine.”
“Sana hazırlıklı ol, demiştim,” diyerek yanında oturan karısına baktı Hakan. Bir insan yedisinde ne ise yetmişinde de o’dur diye boşuna dememişlerdi. Caner bu sözün canlı örneği idi zira.
“Merak etme Caner’e dünden hazırlıklıyım ben,” dedi Efsun gülerek. Nihayet tanışabilmişti Hakan’ın hep anlattığı lise arkadaşlarıyla. Keşke diğerleri de burada olsaydı. Feyza’yla, Asu hatta Altay’la, Oya’yı bile merak ediyordu ama onların yıllar önce Antakya’yı terk edip gittiklerini de biliyordu.
“Söyle bakalım ufaklık sen kaç yaşındasın?” diye sordu Sarp, Emir’e. Beyaz teniyle, siyah saçlarıyla babasının kopyasıydı.
“Ben ufaklık değilim bir kere, dört yaşındayım.”
Bilmiş bir edayla konuşurken parmaklarıyla da dört rakamını gösteriyordu küçük çocuk. Caner onun haline güldü, bu ufaklığın çok fena olacağı şimdiden belliydi.
“Sahiden de çok büyümüşsün sen.”
“Büyüdüm tabii. Okula gidiyorum.”
“Aferin sana,” diyerek onun saçlarını okşadı Sarp. Gözlerini arkadaşına çevirdiğinde gülümsedi. Hakan’a baba olmak yakışmıştı.
“Özlemişiz be kardeşim. Harbiden özlemişiz seni.”
Sessiz kaldı Hakan, kendi de onları özlemişti ya. İki eski dostunu yeniden görmek güzeldi. Kim bilir onların hayatında neler değişmişti?
“Eğer biraz daha gelmemek için inat etseydi zorla arabaya bağlayıp ben getirecektim onu buraya. O kadar çok anlattı ki sizi.”
“Eee bizi unutmak kolay değil yenge.”
“Öyle tabii, senin gibi bir serseriyi kim unutur Caner?” dediğinde ikisinin de kendine kırgın kalmadığını fark ediyordu genç adam. Son karşılaşmalarının ne yazık ki güzel olduğu söylenemezdi ama şimdi burada yeniden bir aradalardı. Önemli olan da buydu.
“Keşke diğerleri de burada olsaydı. Feyza, Asu, Altay, Oya… Hepsiyle tanışmayı o kadar çok isterdim ki.”
“Altay’la, Oya’yı bilmem ama Feyza ve Asu’yla tanışabilirsin Efsun yenge. Onlar burada çünkü.”
“Ne?” diyerek ciddileşti Hakan. Feyza ve Asu dönmüş müydü Antakya’ya? “Kızlar burada mı?”
“Ohoo hem de kaç aydır. Hatta yakında düğünümüz var,” diyerek Sarp’ın omuzuna vurdu Caner. Sonunda güzel şeyler oluyordu. “Nihayet evlendiriyoruz Feyza’yla Sarp’ı.”
“Harbiden mi?”
Hakan’ın coşkulu sesini başını sallayarak onayladı Sarp. Yıllar sonra bile kendi için seviniyordu eski dostu. İşte lise arkadaşlıkları bu yüzden güzeldi.
“Ne sandın? Çok şey kaçıran bir tek biz değiliz.”
“Sahi bana baştan anlatsanıza şu işi. Feyza ne zaman geldi? Ya Caner, sen… Senin Asu’yla aranda bir şey var mı? O niye geldi? Oğlum bakmayın öyle yüzüme anlatın ya, meraktan çatlatmayın insanı.”
“Durun durun hiç anlatmaya başlamadan kalkın kızlara gidelim. Onlarla tanışmak için sabırsızlanıyorum çünkü.”
“Sen iste yeter yenge,” diyerek ayaklandı Caner. Feyza da, Asu da, Hakan’ı yeniden gördükleri için sevineceklerdi, emindi.
Hep birlikte dükkândan çıkarlarken Sarp, Feyza’yı aradı. Büyük bir sürprizi olduğunu ve Asu’yla evde beklemesini söyledi. Güzel haberler vermeyeli çok uzun zaman olmuştu. Şimdi de ise yeniden bir arada olmanın tadını doyasıya çıkaracaklardı.
Çok geçmeden mahalleye vardıklarında kızların kapısını çaldı Sarp. Kapı Feyza tarafından açıldı lakin Asu da hemen yanındaydı. İkisi de sürprizin ne olduğunu sorunca, Sarp’la, Caner geriye çekilip arkalarında kalan Hakan’ı gösterdiler ve tabii Efsun’la, Emir’i de. İki kuzen de Hakan’ı görünce sevinç çığlıkları attılar. Eski dostlarının boynuna sarılıp hasret giderdiler, aynı zamanda Efsun’la da tanıştılar. Feyza şaşkınlığını bir kenara bırakıp onları içeri davet edince, herkes seve seve davete icabet etti. İkindi vakti başlayan sıcak sohbet akşam ezanına kadar aralıksız sürdü. Yemek vakti geldiğinde ise Caner dışarıda yiyelim, dedi. O kadar zaman sonra dönmüştü Hakan, onu şöyle güzel bir Antakya restoranına götürmemek olmazdı. Hem Efsun’u da Antakya’nın nimetleriyle tanıştırmak gerekti. Fikri kabul görünce Sarp iki dakika müsaade istedi. Eve gidip üstünü değiştirmesi lazımdı. Asu ise direkt süslenmeye başladı. Uzun zaman olmuştu şöyle güzel aktiviteler yapmayalı. Feyza da kuzeninden geri durmadı, sevgilisiyle beraber olacaktı. O yüzden kendine özenmeliydi. Caner de, Sarp’a uydu. Herkes iki dirhem bir çiçek olurken kendi öylece kalamazdı. Eve gidip gelmesi uzun sürerdi, can dostunun kıyafetlerinden bir şeyler uyduracaktı artık.
Yarım saatlik hazırlanma işlemenin ardından yola düştüler. Gidecekleri hedef belliydi, Harbiye. Bir gece de kendileri felekten çalsınlar, Hakan’ın dönüşünü lüks bir restoranda kutlasınlardı. Hesabı elbette el birliğiyle öderlerdi. Şık bir restorana varmalarının ardından garsondan çeşit çeşit mezelerle, yemeklerle sofrayı donatmasını istedi Caner. Sarp ekstra bir şeyler daha ısmarlarken Hakan’la, Efsun abartmamalarını söylüyordu. O kadar şeyi kim yiyecekti? Feyza, sevgilisinin huyunu bildiğinden sessiz kalıyordu. Konu yemek olunca Sarp kafasına koyduğunu yapardı çünkü. Asu ise hayatında Caner’den daha aç bir insan tanımadığına yeniden emin oluyordu. Gariptir ki, yemeği bu kadar çok seven bir adamın fiziği gayet yerindeydi. Öyle çok kilolu değildi Caner. Çenesindeki enerjiden olsa gerek yediğini yakıyordu. Canlı müzik eşliğinde yemekler yenirken hepsi de sahiden mutluydu. Yeniden bir arada olmanın tadı, şu yemeklerden bile daha güzeldi kesinlikle.
Güzel bir gecenin ardından evlere dağıldılar. Her ne kadar Hakan’ı bırakmak istemeseler de, onun da bir ailesi vardı ve ailesiyle de hasret gidermek en doğal hakkıydı. Keşke iki haftadan daha uzun bir süre kalabilselerdi ama işleri vardı ve iki hafta sonra Ankara’ya dönmek mecburiyetindelerdi. Fakat olsun, yeniden görüşebilme, eski günleri yâd edebilme şansları olmuştu. Hem daha o iki haftada neler neler yapmazlardı.
Caner evine geldiğinde yorgunluktan üstünü bile değişmeden kendini yatağa attı. Birkaç kadeh bir şeyler içmiş olduğu için de çakırkeyifti ve şimdi uyusa sabaha kadar ancak ayılabilirdi. Saat kaçtı bilmiyordu ancak gözleri kendiliğinden kapand. Henüz uyuyalı iki saat olmuştu ki, kapının çaldığını duydu. İlk önce umursamadı, herhalde biri gece gece kendiyle alay ediyordu fakat kapı bir daha bir daha çalınca söylenerek ayaklandı. Hangi münasebetsiz gecenin bu saatinde kendini rahatsız ediyordu? Delikten bakmadan kapıyı açtığında şaşkınlıktan küçük dilini yuttuğuna emindi. Rüya mı görüyordu? Gözlerini ovup yeniden açtığında rüya görmediğine emin oldu fakat hâlâ şaşkındı.
“Altay, Oya… Siz nereden çıktınız gecenin bu saati?”
“Misafir böyle mi karşılanır oğlum?” diyerek kucağında uyuyakalan kızıyla hiç çekinmeden eve girdi Altay. Tabii suratındaki sırıtışı es geçmek olmazdı. Memleketini, arkadaşlarını özleyince karısıyla birlikte atlayıp gelmişti otobüse. Antakya’da kalacak yerleri yoktu aslında ama Caner’in evini seve seve kendilerini açacağını biliyorlardı.
“Önce bir hoş geldiniz der insan.”
“Geleceğinizden haberim olsaydı, derdim kardeşim.”
“Caner gerçekten kusura bakma, böyle pat diye evine gelmiş gibi olduk ama Altay sürpriz yapalım diye tutturunca…”
“Ne kusuru be kızım? Yabancı mıyız biz? Sen de duruyorsun öyle kapıda, gelsene şuraya,” diyerek genç kadını kolundan tutup içeri çekmesinin ardından sıkı sıkı sarıldı ona. Ne çok özlemişti onları da.
“Hem de sürprizin âlâsını yaptınız da, evin dağınıklığına bakmayacaksınız artık. Malum bekâr adamım.”
“Bu gidişle seni baş göz etmemiz zor zaten. Çapkın adama kim kız verir?”
Altay’ın sözleri üzerine içti çekti Caner. Her zaman için Altay’la arasında böyle bir arkadaşlık olmuştu, birbirlerine şakalar yaptıkları çoktu fakat onun bilmediği şey, Asu’nun burada olduğuydu. Aslında üç sene önce gelmişlerdi buraya ancak o son gelişleri olmuştu. Aralarındaki iletişim nedensizce kopmuştu. Telefonlar değişmiş, numaralar silinmişti. Herkes kendi hayat telaşına kapılmıştı. Durum böyle olunca da kimse kimseyi arayıp sormamıştı lakin önemli olan yürekteki bağın kopmamasıydı. Ve Altay’la, Oya gecenin bir saati haber bile vermeden Caner’e gelebiliyorlar, Caner ise onlara sorgusuz sualsiz evini açıyordu. Bundan daha güzel bir dostluk olabilir miydi?
“Altay hemen Caner’le uğraşmaya başlamadan önce Çağla’yı mı yatırsan? Uyanmasın şimdi,” dedi Oya. Gece uzundu elbet hasret gidereceklerdi ama ilk önce kızlarını rahat bir yere yatırmaları lazımdı.
“Gel kardeşim,” diyerek önden yürüdü Caner. Altay peşinden adımlarken küçük odaya girdiler. Yatağın üzerindeki örtüyü kaldırıp arkadaşının kızını yatırmasını bekledi genç adam. Çağla’yı yatırıp geri çekilince kızının saçlarını okşadı Altay. Yol yormuştu onu, küçük bedeni uykusuzluğa dayanamamıştı daha fazla. Saçlarının arasına ufak bir öpücük bıraktı.
“Büyümüş prenses. Buraya geldiğinizde üç yaşındaydı.”
“Büyüdü ya, altı yaşına girdi.”
Yatağın yanına çöküp Çağla’nın saçlarını karıştırdı Caner. Annesinden almış olduğu siyah saçlarıyla, babasından almış olduğu ela gözleriyle, buğday teniyle, minicik elleriyle nasıl da güzeldi Çağla. Bakışlarını arkadaşına çevirdiğinde gülümsedi. Baba olmuştu Altay. Tıpkı Hakan gibi. İkisi de mutlu bir yuva kurmayı başarmıştı. Sarp’ta yakında Feyza’yla evlenecekti. Peki ya kendi? Kendi ömrünün sonuna kadar sahiden yalnız mı kalacaktı? O an bir şey dank ediyordu kafasına. İnsan bir yere kadar gönül eğlendirebilirdi sonrasında ise huzurlu bir yuva istiyordu. Kendi de istiyordu işte. Evlilik fikrine sıcak bakmadığı doğruydu, öyle bir sorumluluk almaya hazır olmadığı da. Fakat baba olmanın tadını merak ediyordu. Aile babası olmayı becerebilir miydi, emin değildi yine de Asu’yla aile kurmak istiyordu. Sevdiği kadınından bir çocuğu olsa fena mı olurdu? Tabii Asu ne evliliği ne de çocuğu düşünecek değildi. Hele de kendini bir kaşık suda boğmak isterken... İmkânsızı hayal ettiğini bilse de, içindeki umut kaybolmuyordu. Belki her şeye rağmen sevdiği kadınla bir gün aile kurabilirdi.
“E sen anlat, ne var ne yok?”
“Çok şey var ama gel içeri gidelim. Çağla uyanmasın.”
Caner’e hak vererek onunla birlikte odadan çıktı Altay. Salona geri döndüklerinde uyumayacakları barizdi. Böyle bir geceyi asla uykuyla geçiremezlerdi. Rahatça kanepelere yayılmalarının ardından Caner olan biten her şeyi baştan anlattı. Feyza’nın edebiyat öğretmeni olarak Antakya’ya atandığını sonra Asu’nun da buraya geldiğini yaşanan gerilimleri ama her şeye rağmen Feyza’yla, Sarp’ın evleneceğinden uzun uzun bahsetti. Asu’nun kendine hiç yüz vermediğini söylemeyi de ihmal etmedi. Sonrasında Hakan’ın da evlenmiş olarak bugün geldiğini, bir oğlunun olduğunu da ekledi. Onlar soru sordu, kendi cevapladı. İstediği kaderin bir sürprizi olarak herkes Antakya’ya gelmiş iken aradaki anlamsız kavgaların bitmesiydi. Hakan evlenmişti, çocuğu vardı bu saatten sonra Oya’ya olan eski duyguları şahlanacak değildi ya. Altay kararsız kalsa da geçmişe sünger çekmesi gerektiğini biliyordu. Ayrıca Hakan’ın mutlu bir yuva kurmasın cidden sevinmişti ve karısı da kendiyle aynı duyguları paylaşıyordu. Her şey bir yana Feyza’yla, Asu da burada, hatta bir ön sokaktaki evdeydi. O kadar sene sonra aralarında yalnızca beş dakikalık bir mesafe vardı. Yarın sabah ise o mesafeler de son bulacaktı çünkü Caner bu kez de bir kahvaltıyla kutlama yapacaktı. Kaderin sürprizleri varsa, kendinin de sürprizleri vardı.
***
“Umarım sabah sabah Caner’in bize göstereceği sürpriz bu kadar yol gitmemize değer cidden,” diye uykulu sesiyle söylendi Asu. Ta Karlısu Gölü’ne sabah sabah niye kendilerini çağırıyordu Caner? Elli kilometrelik yolu boşuna gitmemeyi umuyordu.
“Hakanları da çağırmış,” dedi Sarp arabayı kullanırken. Sahiden bu kez ne tilkiler dolanıyordu arkadaşının kafasında? Bu kadar ne büyük ne sürprizi olabilirdi?
“Yine onun ipiyle kuyuya iniyoruz ya, Allah sonumuzu hayretsin.”
“Amin,” dedi Asuman, kuzeninin sözleri üzerine. Sonrasında başını arkaya yaslayıp gözlerini kapadı. Gerçekten uykusu vardı, uyumak istiyordu. Mümkünse önde oturan ikili de kendini oraya varana kadar uyandırmasınlardı.
“Feyza”
“Efendim?”
“Eğer açsan bir şeyler yiyelim mi?”
“Yok, hiç durmadan gidelim de, Caner’in sürprizi neymiş görelim.”
Vitesi dörde atarken başını salladı Sarp. Karlısu’ya pek sık gittiği söylenmezdi zaten yeni yapılmış bir göletti. Yine de görülmeye değerdi. Piknik için ideal bir yerdi de, kendilerinin sabah sabah piknik yapmayacağı açıktı.
“Yolumuz çok uzun mu?”
“Yarım saat daha var. Uykun varsa sen de uyu istersen.”
“Yolu izlemek daha güzel.”
“Nasıl istersen,” demekle yetinip yola odaklandı genç adam. Asu uyumuştu, Feyza ise yanında yolu izliyordu. Tüm bunların gerçek olduğuna inanamıyordu bir türlü. Gönlünün istediği gibi dolaşıp duruyordu sevgilisiyle ve dahası çok yakında nişanlanacaklar, evleneceklerdi de, henüz evlilik teklifi yapmamıştı. En kısa zamanda bu işi halletmesi gerekiyordu. Tabii Caner’in sürprizleri biterse.
Yaklaşık kırk dakika sonra göle vardıklarında Caner’in attığı konumdaki açık havalı bir mekânın önünde durdular. Kahvaltı yeriydi burası fakat köy havası o kadar temizdi ki, insanın ciğerlerini açıyordu. Karşıdaki göl manzarası ise tam anlamıyla eşsiz bir şölendi. Caner onları kapıda karşıladığında ağzı kulaklarındaydı. Bütün arkadaşlarını bir araya getirmeyi başarmış biri olarak sevinmesi gayet tabiiydi.
“Nerede kaldınız ya? Ağaç oldum burada sizi beklemekten.”
“Geldik işte,” dedi Asu. Uykusunu alamadığından asabiliği üstündeydi. “Göster hadi, neymiş o büyük sürprizin?”
“Gelin de siz görün,” diyerek önündeki beş basamağı çıktı genç adam. Arkada kalan üçlü onu takip etti. Merdivenlerden terasa çıktıklarında şaşkın ördek gibi kaldılar çünkü… Çünkü Oya ve Altay tam karşılarındaydı. İki kuzen, Sarp’tan daha şaşkındı zira liseden sonra onları ilk defa görüyorlardı.
“Oya,” dedi Feyza gözlerine inanamayarak. Sahiden… O kadar yıl sonra şimdi karşılaşmışlar mıydı? “Sen…”
“Çok özledim kızlar. Sizi o kadar çok özledim ki…”
Gözyaşlarına engel olamadan koşup ikisinin de boynuna atladı Oya. Ağlamak istemese de, tutamıyordu mutluluk gözyaşlarını. O kadar geçip giden yılın ardından yeniden görmüştü lise dostlarını. Üçünün de kahkahaları birbirine karışıyordu o an. Daha güzel bir Pazar gününe uyanamazlardı kesinlikle. Doya doya kucaklaştılar, sarıldılar. Görüşmeseler de yüreklerindeki derin bağın kopmadığını yeniden anladılar. Birbirlerine anlatacakları çok şey vardı ve konuşmak için sabırsızlanıyorlardı.
Sarp, Altay’la kucaklaştı. Onu yeniden görmek güzeldi. Oya’yı da öyle tabii. İletişimi kim bitirmişti, kim koparmıştı bunlar umurlarında bile değildi. Önemli olan şu an bir arada olmaktı. Kocasının ardından Oya da, Sarp’la sarıldı ve tabii kuzenler de, Altay’la. Hepsinin birbirine olan hasreti sahiden büyüktü, o yüzden sarılmaya doymuyordu hiçbiri.
On dakika sonra Hakan ailesiyle yanlarına geldiğinde ilk başta şaşırdı. Altay’la, Oya’yı görmeyi beklemiyordu ve herkes onların arasında ne olacağını merak ediyordu ki, beyaz bayrağı uzatan Efsun oldu. Madem eski dostlar bir aradaydı o zaman kavgalar da bitmeliydi. Oya ile kısa bir tanışma faslından sonra içtenlikle sarıldı ona. Belki başkası olsa kıskanırdı sonuçta kocasının eski aşkıydı Oya ama O, hiçbir zaman Hakan’ı arkadaştan daha farklı bir şekilde sevmemişti. Üstelik Altay’la evliydi de, yersiz kıskançlığın ne yeriydi ne de zamanı. Günü güzel kutlamak gerekti. Efsun’un samimiyetine karşılık verdi Oya. Hakan’ı mutlu görmek kendini de mutlu ediyordu. Oya’dan sonra Altay’a el uzattı Efsun. Böylece ortam daha da yumuşadı. Hakan izin ister gibi Oya’nın gözlerine baktığında Oya sarıldı eski dostuna. Hiçbir zaman Hakan’la düşman olmak istememişti. Altay da, Hakan’la kucaklaşınca gerilim tamamen yok oldu, şen kahkahalar doldurdu her bir yanı. İki masayı birleştirerek baharın ılık bir sabahında, eski dostların bir araya gelme şerefine, göle karşı enfes bir kahvaltı masası kuruldu. Gerçekten de konuşulacak çok şey vardı.
***
“Evlendikten sonra annemle babam beni evlatlıktan reddetse de kardeşlerimle aramdaki bağ hiç kopmadı. Onları yanıma almayı istedim ilk başta ama olmadı. O yüzden sadece eğitimlerine destek olabildim. Emel’le, Erdem üniversite sınavına girecek bu yıl. Osman ise kocaman oldu. Onların Mersin’e gelme şansı yok, ben buraya geldiğim zaman görüşebiliyoruz ancak. O da gizli gizli. Annemle babam duyarsa üçüne de hayatı zindan eder. Bana yaptıkları gibi.”
Hayatını yeni baştan anlatırken içindeki sıkıntıyı görmezden gelmeye çalışıyordu Oya nihayetinde bunca zaman sonra lise arkadaşlarıyla bir araya gelmişken yine aile travmalarıyla onların içlerini karartacak değildi. “Ama şimdi bunları boş verin,” diyerek gülümsedi ve çayından bir yudum aldı. “Hadi siz anlatın, neler yaptınız, hayatınız nasıl değişti merak ediyorum.”
“Sizi öylece es geçeceğimizi sanmayın ama ben hemşire oldum. Şimdi de özel bir hastanede çalışıyorum ve altını çizerim, hayatımda kimse yok. Taliplerimi de beklemiyorum, “ dedi Asu. Özellikle bakışlarının hedefinde Caner vardı. Kimse boş yere bir yakıştırma yapmasındı.
“Evet, taliplerini beklemiyor çünkü eğer öyle bir talip olsa ona ne olacağını iyi biliyor,” dedi Caner. Her ne kadar Asu’yu kıskansa da sahiden mağara adamı olmadığını masada oturan herkes biliyordu. O yüzden her zaman olduğu gibi rahatça takılıyordu arkadaşlarına.
“Ve gördüğünüz üzere,” diyerek yanında oturan genç adamın omuzuna elini dayadı Asu. Şimdiden başlamıştı Caner gevezeliğe ama kendi de altta kalacak değildi ya. “Bu beyefendi de hâlâ kendini nimetten sayıyor.”
“Bana olan sevgini bu kadar çok belli etmesen mi?”
“Keşke sana olan hislerimi böyle yanlış anlamasan.”
“Yahu dakka bir, gol bir. Hiç mi değişmediniz siz şu geçip giden on yılda?” diyerek atışan ikilinin arasına girdi Altay. Liseden bu yana hiç mi büyümemişti Asu’yla, Caner?
“Bir de bana sor. Aylardır ikisinin elinden ne çektiğimi bir ben, bir Allah bilir.”
“Keşke benden nasıl şikâyetçi olduğunu ilk bana söyleseydin enişte.”
Alınmış gibi konuşurken yüzünü ekşitti Asu. Enişte deyişi bile imalıydı. Sarp’tan beklemezdi bu sözleri.
“Vallahi ben Feyza’ya da acıyorum. O da kesin iki delinin arasında kalmıştır,” dedi Hakan erimiş peynire batırdığı ekmeği ağzına atarken. Yanında oturan Efsun ise sessizdi. Elini çenesinin altına dayamış, gözlem yapmayı sevdiğinden izlemekle yetiniyordu. Kocası onları çok kere kendine anlatmış olsa da, ortama yeni yeni alışıyordu fakat şimdiden sevmişti hepsini.
“Bize acıyan yok tabii,” diyerek yeniden ortaya atıldı Caner. Kendine laf ediyorlardı da, sevenleri kavuşturmak için göbek çatlatmıştı burada. “Sarp’la, Feyza bir araya gelsin diye yapmadığım numara kalmadı. Ben olmasam bunlar kavuşabilirdi sanki.”
“Caner böbürlenmekte üstüne kimseyi tanımadığımı söylemiş miydim?” diyerek en sonunda sessizliğini bozdu Feyza. Dudaklarında hınzır bir gülüş vardı. Ne yapsın, Caner’le uğraşmak kendinin de hoşuna gidiyordu.
“Yenge dedik, bağrımıza bastık seni ama sen ne diyorsun? Vallahi aşk olsun yani.”
Arkadaşının boynuna elini attı Sarp. Kıyamıyordu bu serseri çocuğa. Karşısında oturan Feyza’yla göz teması kurduğunda Caner’i korumak ister gibi harekete geçti.
“Bir yerde haklı ama sevgilim. Biliyorsun biz de emeği çok.”
“Biliyor musun Caner,” diyerek bakışların hedefi haline geldi Efsun. Söze nihayet giriş yapmıştı. Hakan arkaya doğru çekilip karısının Caner’le göz teması kurmasını sağladı. Genç kadın ise belli belirsiz gülümsüyordu.
“Hakan bana en çok senden bahsetti ve gerçekten anlattığı kadar matrak bir adamsın ama sevdim seni. Deli yürekler her zaman favorim olmuştur.”
“Çok doğru tabir ettin Efsun,” dedi Oya. Karnı doymuştu, arkasına yaslanmış bulunduğu ortamın tadını çıkarıyordu. Altay ise kolunu boynuna atmış, arada saçına öpücükler konduruyordu. Hayat gerçekten de tuhaftı. Yıllar sonra eski dostların buluştuğu bir masada, Hakan ve karısı tam karşılarında yer alıyordu. İyisiyle kötüsüyle geçmiş, geçmişti ve bazen gerçekten yeni başlangıçlar yapmak gerekiyordu. Şimdi ne Altay’ın ne de Hakan’ın gözlerinde nefret gibi çirkin duygular vardı. Eski günlerin burukluğu, yeniden bir arada olmanın mutluluğu yer alıyordu yüzlerinde.
“Caner tam dediğin gibi deli bir yürek.”
“Sadece Caner mi? Altay’la, Sarp’ta öyle,” dedi Hakan gayet samimi bir ifadeyle.
“Sen öyle diyorsan,” diye karşılık verdi Altay. Yorum yapmak istemiyordu ki, Sarp araya girdi.
“Kabul et, ben daha sakin bir adamdım her zaman.”
“Dedi lisede aniden sınav kâğıtlarımızı son dakika da değiştiren adam,” diyerek öne eğildi Feyza. Sarp’la göz teması kurduğunda bir kez daha lise günleri gözlerinde canlandı. Dün gibi hatırlıyordu Sarp’ın bir çılgınlık yapıp aniden sınav kâğıtlarını değiştirdiğini.
“Senin asla düşük not almana razı olamazdım sevgilim.”
“Hayır, kendin de cevaplamıyordun soruları. Kopya çekiyordun ve benim kâğıdımı alıp, kendi kâğıdını bana vermiştin.”
“Başka türlü kabul etmezdin.”
“Çünkü öğretmen olmayı o zamandan beri istiyordum, biliyorsun.”
“Harbiden Feyza ya, insan senin gibi tuttuğunu koparmalı,” dedi Altay. Yanında oturan kadına bakışlarını çevirerek. Gurur duyuyordu onunla Hedefini lisede belirleyerek, inandığı yolda emin adımlarla ilerlemiş, Edebiyat öğretmeni olmuştu Feyza. Hem de Antakya’ya atanmıştı. Ülkenin durumları şöyle kalsın, babasını yenmişti. En zor savaşı atanmaya karşı değil de, Ethem Ataman’a karşı verdiğini tahmin etmek zor değildi.
“Senin de benden geri kalır yanın yok Altay. Aşkta kazanmışsın. Sarp sizi bana ilk anlattığında çok sevinmiştim şimdi ise Oya’yla seni böyle yan yana mutlu görmek gerçekten çok güzel.”
“Sizi de öyle,” dedi Oya, kocasından önce davranarak. Ne mutlu ki Sarp’la Feyza da kavuşmuştu. “Sarp’la seni mutlu görmek öyle güzel ki.”
Sevgilisinin elini tutup dudaklarına götürdü Sarp. Altay gibi kariyerde başarılı olma şansı olmasa da aşkta kazanmıştı ve bu, bütün başarılarından daha güzeldi.
“Eee, ne diyoruz arkadaşlar? Pes etmeyen kazanır.”
“Darısı,” dedi Oya gözlerini bir Caner de, bir Asu da gezdirerek. “Başkalarının da başına.” Ne yalan söylesin istiyordu o iki delinin de bir araya gelmesi. Çok yıl geçmişti, çok şey değişmişti. Bugün Altay ve Hakan bile karşı karşıya oturabiliyorsa hâlâ onlar için de bir umut vardı belki de.
Arkadaşının sözlerini hiç üstüne alınmadan omuzlarını silkti Asu. Caner ise devreye girdi. Bu fırsatı değerlendirmezse olmazdı elbette.
“Yalnız var ya, benim sırtım cidden yere gelmez artık. Baksanıza Efsun yengem, Oya yengem, Feyza yengem… Ohooo kadınların gücü arkamda, daha ne isterim diyeceğim de… Sizin de bir yengeniz olsun isterim beyler. İnsanın yengesi gibi yok, yengeniz varsa yaşıyorsunuz bu hayatı. Bakın Sarp’a, Meryem yenge bir an olsun bırakmadı onu.”
“Caner yürümeye çalışma yemezler,” dedi Asu avuç içlerini masaya yerleştirdiğinde her şey bitmişti de şimdi yenge mevzusunu kullanıyordu ama karşısında bu yemi yutacak kadar aptal bir kadın yoktu.
“Senden değil, yengeden bahsediyor Asu ama sen yengemiz olmak istiyorsan bilemem.”
“Hakan!”
Hiç aldırmadı genç kadının yüksek sesine Hakan. Özlemişti. Asu’yu ve bu ortamı sahiden çok özlemişti. Yüksek sesle gülerken diğerleri de kendine eşlik ediyordu. Belki liseli çocuklar değillerdi artık ancak yine de bazı şeyler aynıydı. En başta şu ortam hiç değişmemişti. Hâlâ aynı samimiyet vardı aralarında. Geçip giden yıllar belki fizik olarak belki karakter olarak hepsini olgunlaştırmıştı ama bir araya gelince çocuk olabilecek kadar şakalar yapmayı, gülmeyi biliyorlardı.
“Şaka bir yana, sen de bizim yengemiz olsan fena mı olur Asu? Sana da Asu yenge demeyelim mi?”
“Demeyin Altay! Demeyin! Feyza’yla, Efsun size yeter ha çok istiyorsanız Meryem abla da var.”
“Sakın,” dedi Feyza Altay’la, Hakan’a yarı ciddi bakışlarla bakarken. “Sakın siz de yenge diye başlamayın. Caner yeterince yenge diye başımın etini yiyor zaten.”
“Yenge olmak o kadar kötü değil Feyza. Hakan’ın yıllardır anlatıp durduğu arkadaşlarının hemen bana yenge demeleri hoşuma gidiyor.”
“Bir hafta sonra bunu tekrar konuşalım Efsun.”
Anlaşılan Caner, Feyza’yı yenge konusunda sahiden bezdirmişti. Bir hafta sonra emin olamıyordu yenge meselesinden sıkılıp sıkılmayacağına. O yüzden yorum yapmadı daha fazla Efsun. Gülümsemekle yetindi sadece.
Koyu muhabbet devam ettikçe etti. Yıllar sonra bir araya gelen dostların konuşmaları öyle hemen bitecek değildi ya. Çağla ve Emir’den konu açılınca fotoğraflar sergilendi. İkisi de şimdi burada değildi. Çağla’ya Meryem, Emir’e babaannesi bakıyordu. Ortamdan sıkılacaklarını bildiklerinde aileleri getirmemişti onları ama bir gün mutlaka çocuklarla da parka gidilmeye karar verildi. Diğerleri gelemese de Efsun ayarlayacaktı Oya ile o park işini. İçinden bir ses çocukların çok iyi anlaşacağını söylüyordu.
Saatler öyle hızlı geçmişti ki, öğle ezanı bile okunmuştu fakat hiçbiri vaktin ne ara bu kadar hızlı geçip gittiğini anlamamıştı. Belli bir süre sonra herkes kendi haline çekildiğinde gölde kendi başına biraz adımlamak istedi Asuman. Gölün etrafında yürürken omuzuna birinin dokundu. Başını çevirince Efsun’u gördü.
“Biraz konuşalım mı?”
“Olur tabii, ne hakkında?”
“Caner’le, senin hakkında. Belki bu mevzuya hiç karışmamalıyım ama elimde değil bazen birilerinin hayatına burnumu sokmadan rahat edemiyorum.”
“Efsun bak…”
“Her şeyi biliyorum,” dedi Efsun kendinden emin bir şekilde. “Belki Hakan’ın bana bunları anlatmış olmasını doğru bulmayacaksın ancak o sizi çok özlüyordu. O yüzden her şeyi anlatıyordu bana. Seni, Caner’i, Sarp’ı, Feyza’yı… Senin yerinde ben olsam, ben de aynı şeyi yapardım. Bir kadın olarak Caner yüzünden nasıl hissettiğini anlayabiliyorum ama her şeye rağmen o seni seviyor Asu.”
Sessiz kaldı Asu, saçını kulağının arkasına geçirdiğinde verecek bir cevap bulamadı. Sahiden Caner seviyor muydu kendini? Bunu defalarca kendine söylemiş olsa da genç adam, inanmak zor geliyordu ya da inanırsa yine tüm gemileri yakacağını, onun kollarına koşacağını biliyordu. Bir dokunuşuna yeniliyordu, sevgisine inanırsa tabii ki her şeyi unutup affedecekti onu. Başka türlüsü olmayacağı için Caner’e bu kadar çok sövüp sayıyordu ya. Kızarak, bağırarak içindeki aşkı bastırmaya çalışıyordu. Tıpkı lisede yaptığı gibi.
“İnsanız Asu, hata yapmak bizlere özgü. Söylesene kim vardır hiç hata yapmayan? Kim vardır sevdiğini hiç üzmeyen? Kimse. Kimse hatasız değildir. Lisede büyük bir yanlış yapmış Caner ama ben onun gözlerindeki pişmanlığı gördüm. Objektif olarak söylüyorum bunu. Hem seni, hem onu uzun uzun izledim ve aranızdaki ateşli tartışmalar her şeyi anlamama yetti. Hadi itiraf et, ondan başka kimseyle böyle didişip durmuyorsun demi?”
“Caner’le hep böyleydik biz Efsun. İlk tanıştığımız günden beri kedi köpek gibi kavga edip dururuz ama…”
“Ama?”
Gözlerini kapadı genç kadın, film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu Caner’le yaşadığı her şey. Tartışmaları evet ateşliydi, en az… En az sevişmeleri kadar ateşliydi ve aralarındaki her şey de bu karşı konulamaz kıvılcımdan kaynaklanıyordu ya.
“Hiç…”
“Asu,” diyerek arkadaşının elini omuzuna dayadı Efsun. Asu ve Caner birbirine aitti, iki günde bunu anlamıştı ve kendi de onlar için bir şeyler yapmak istiyordu.
“Kalbinin sesine kulak ver, emin ol pişman olmayacaksın.”
“Bunu bir kere yaptım ve inan çok pişman oldum.”
“Ben sana Caner’i affet demiyorum, bu senin kararın fakat ileride daha büyük bir pişmanlık yaşamamak için bugün doğru bir karar vermelisin. O yüzden kalbin sana ne söylüyor, iyi dinle. Zannettiğinin aksine o, her zaman doğru yolu gösterir.”
Başka bir şey demeden dostça gülümseyip yanından ayrıldı Efsun. Kendi ise göle boş boş baktı. Caner’in kahkahalarını duyunca ise başını çevirdi. Kim bilir yine, niye gülüyordu? İç çekti, keşke onu affedebilseydi. Keşke gerçekten kalbinin sesine dinlemeye yeniden cesareti olsaydı…
***
“Seninle neden buraya geldiğimi bilmiyorum ama umarım bunu yaptığım için pişman olmam.”
Hırçın dalgalardan bir an olsun gözlerini ayırmıyordu Caner. Kahvaltının ardından herkes dağılmıştı fakat kendi Asu’yla birlikte Çevlik sahiline gelmişti. Seneler sonra bir ikindi vakti yine yalnızlardı aynı yerde. Bilerek sevdiği kadını buraya getirmiş, ona nostalji yaşatarak eski, aşk dolu günleri hatırlatmak istemişti. Ciddiydi, kararlıydı, alaydan uzaktı ve son kez Asu’nun karşısındaydı. Eğer bu sefer de onun tarafından reddedilirse yoluna bakacaktı ama bir kez daha denemek istiyordu. Bir kez daha Asu’nun karşısına geçip seni seviyorum demek, gözlerinin içine baka baka ilan-ı aşk etmek istiyordu. Belki yine tokat yiyecekti, belki Asu bağırıp duracaktı ya da hiçbir şey demeden, sessizce çekip gidecekti ancak yaşanacak olan her şeye rağmen denemeye değerdi bazı şeyler. Kendi de son kez şansını denemek için buradaydı, her şeyin başladığı yerde.
Kısa bir an Asu’ya baktı ve hiçbir şey demeden arabadan indi genç adam. Hakanlar taksiyle döndüğü için araba kendine kalmıştı, iyi de olmuştu yoksa Asu’yu buraya getiremezdi. Hoş gelmesi bile mucizeydi ya. İlk başta itiraz edecek gibi olmuştu da, sonra pes etmeyeceğinden, tamam demişti. Şimdi de yanındaydı işte. Aslında aklında sevdiği kadına yeniden aşk itirafı yapmak gibi bir düşüncesi yoktu, ne olmuşsa arkadaşlarını gördükten sonra olmuştu. Herkes mutlu, mesuttu kendi de öyle olmak istiyordu. Kendi de sevdiği kadınla birlikte güzel şeyler yaşamak istiyordu. Buna hakkı yok muydu?
“Caner bir şey söyleyecek misin artık?”
Bir adımlık mesafe geride duruyordu genç kadın, gözlerinde merak dolu bir ifade vardı. Harbiden Caner niye kendini buraya getirmişti? Hatırlıyordu elbette burayı, Caner’le ilk öpüştüğü deniz kıyısıydı burası. Eski hatıralar dün gibi gözlerinde canlanırken duygularını bastırmak için gayret etti. Bilerek mi kendini buraya getirmişti karşısındaki adam? Bilerek mi canını yakıyordu? Ya da canını yakmaktan zevk mi alıyordu?
“Son kez,” dedi Caner sevdiği kadının gözlerinin içine bakarak. “Son kez karşındayım Asu. İstersen söv, istersen döv ama lütfen dinle beni.”
“Ben seni çok dinledim ve aynı masalları dinlemekten sıkıldım. O yüzden hiç o konuya girmeden geri dönelim.”
Genç kadın arkasını dönünce, onun narin bileğini tuttu Caner. Gözleri yeniden birleştiğinde Asu’nun yüzünden okudu duygularını. Kendi umut veren de bu sihirli bakışlardı ya. Aldırmıyordu duyduğu sözlere çünkü gözler kalbin aynısıydı ve yalan söylemezlerdi. O yüzden Asu’nun dilinden dökülenlere değil, gözlerinde gördüğü duygulara inanıyordu. Cesareti bundandı. Tuttuğu eli, kalbine dayadığında en içli bakışlarını yerleştirdi yüzüne. Kendinin de duygularının da yalanı yoktu.
“Sana söylediğim hiçbir şey masal değil, tam buramdan geçenler. Burası senin… Kırsan da, döksen de burası senin Asu. Yemin ederim kimse senin yerini alamadı, kimse sen gibi yakışmadı bu kalbe. Tamam, kabul ediyorum çok kadın oldu hayatımda, çok kadınla düşüp kalktım ama kalbime senden başka kimse girmedi. Dokunduğum her tende seni aradım, senin sıcaklığını bulmak için koştum koldan kollara fakat çok sonra anladım kimse senin gibi olamazdı. Kimse senin gibi dokunamazdı. Olmuyor Asu, sensiz yaşanmıyor, nefes alınmıyor… Yıllarca senin hasretini çekmekten kaçtım, baş edemezdim çünkü. Sensizlikle baş edebilecek kadar güçlü değildim. Ben babasızlığın, annesizliğin acısını bile yaşamaktan kaçtım be kızım. Acı çekmekten korktum. Korktuğum için vur patlasın, çal oynasın yaşadım durdum. Bu kadar aciz bir adamım işte. Dün tanımadın ki sen beni… Böyle gelmişim, böyle de giderim ama senin aşkın… Senin aşkını aşamam, aşamadım. Bir tek onu yenemedim. Yenmekte istemiyorum… Yalnızca seni… Yalnızca seni istiyorum.”
Gözyaşları yanaklarını ıslatırken sessiz kaldı Asu, gözlerini kapatıp elini çekti lakin Caner yüzünü avuçlarının arasına aldı. İstese bağırıp çağırıp bizden olmaz, diyebilirdi. İstese arkasını dönüp gidebilir, önüne çıkan ilk taksiye binebilirdi ama bunların hiçbirini yapmadı. Caner’e izin verirken aslında kendine de izin veriyordu çünkü ne kadar yok saymaya çalışırsa çalışsın Caner’i seviyordu. Hem de ilk günkü gibi.
“Caner”
“Bir şans… Sadece bir şans daha veremez misin bize?”
“Keşke… Keşke o şansı en çok kendime verebilseydim.”
“Asu…”
“Yapamam Caner. Yapamam. Anlasana biz o şansı çoktan kaybettik.”
“Kaybetmedik,” derken deniz gözlere bakmaktan kendini alamıyor, narin dokunuşlarla avuçlarının içindeki yanaklarda parmaklarını gezdiriyordu genç adam. Bir umut vardı, hissediyordu. “İnan bana, o şansı kaybetmedik. O zaman çocuktuk şimdi ise koca insanlar olduk izin ver, her şey bizim için yeniden başlasın.”
“Senin için söylemesi kolay, geçmişte canı yanan sen değilsin.”
“Sen gittiğin gün, güneş bir daha hiç doğmamak üzere battı benim için. Hayatımda en büyük cezayı aldığım gün, o gündü. Senin tarafından, sensizliğe mahkûm edildim yıllarca. Kabul, suçlu bendim ama sen hiç acımadan kırdın kalemimi. Veda bile etmeden gittin sahiden bunun canımı yakmadığını mı sanıyorsun? Sen, sensiz kalmak nedir biliyor musun? Yıllarca ya, yıllarca seni düşünüp durdum. Her anımda, her günümde… Karşına geçip hesap sormak, kırıp dökmek istedim ama yapabildiğim yine kaçmaktı. Özür dilerim. Sana yaşattıklarım için, kalbim senin adını haykırırken başka kollarda teselli aradığım için, hatıralarına bile sadık kalmayı beceremediğim için özür dilerim. Affet… Müebbet yiyenler bile bir gün af oluyorsa, sen de bugün beni affet. Bitsin aramızdaki bu anlamsız savaş, zafer aşkımızın olsun. On yedi yaşında tattığımız o masum aşkımızın.”
Hiçbir şey diyemedi Asu, dili tutulmuştu sanki, konuşamıyordu. Caner dudaklarına yaklaşırken tepki veremedi, öylece kaldı. İstese geri çekilebilirdi ama yapmadı. Genç adamın dudaklarını, dudakları arasına alınca gözlerini kapadı. Gözyaşları nedensiz yanakları ıslatıyor, bir yanı tokat atmak isterken, diğer Caner’i öpmeyi arzuluyordu. Beyni ve kalbi bir savaşın ortasında iken Efsun’un sözleri geldi aklına. Kalp sahiden doğru yolu gösterir miydi, emin değildi fakat yine yenildi yüreğine. Belki de sahiden en çok kendine bir şans vererek dudaklarını araladı. Ellerini genç adamın ensesine yerleştirdiğinde ikisinin de dudakları dakikalarca dans etti. Tıpkı bir zamanlar olduğu gibi.
Elleri belini sardı, dudakları zevkle dudaklarında dolaştı ve doya doya öptü Caner sevdiği kadını. Alt dudağı, dudaklarının arasında iken yüreğinin arzuyla attığını hissediyordu. Yıllar sonra Asu’yu böyle tutkuyla öpmenin verdiği hazzı anlatamazdı. Hiçbir kadının dudakları Asu’nun dudakları kadar güzel, dokunuşları onun dokunuşları gibi sıcak değildi. Kıyaslama yapmıyordu yalnızca sevdiği kadının bambaşka olduğunu bir kez daha anlıyordu. Dilleri buluştuğunda, bedenleri bütün oldu. O yoğun duygular dudaklarından kalplerine akıyordu sanki.
Hiç kimse kendini Caner kadar güzel öpmemişti, hiçbir adam onun hissettirdiklerini kendine hissettirememişti. Genç adam başını döndürürken unuttuğu zevki iliklerine kadar yeniden yaşıyordu Asu. Özlemişti. Özlemişti Caner’i. Her ne kadar ben kimseye ait değilim dese de, yüreği bu adama aitti. Geçip giden onca yılda değişmemişti bu, şimdiden sonra da değişecek değildi. Kabul ediyordu, seviyordu Caner’i. Karşı koymaya çalışsa da yeniliyordu aşkına. Ellerini genç adamın saçlarının arasında dolaştırdı, dudaklarını öpen dudakları doya doya öptü. Ne Caner’i, ne de kendini durdurdu aksine dokunuşlarıyla, dudaklarıyla devam ettirdi bu ateşli anı. Caner gibi kendi de bir son vermek istemiyor, gördüğü rüyanın saatlerce devam etmesini diliyordu. Öyle de oldu. Nefessiz kalana kadar öpüştüler, denizin dalgaları da coşarak kutluyor gibiydi ikisinin birlikteliklerini. “Seni seviyorum,” dedi genç adam bir anlığına dudakları ayrıldığında. Devamında ise sıkı sıkı sarıldı kollarının arasındaki kadına. Başını boynuna gömerek öpücükler bıraktı o noktalara.
“Seni çok seviyorum be kızım. Çok.”
“Ben de,” diye mırıldandı Asu. Gözyaşlarının neden aktığını bilmiyordu. Tarif edemeyeceği kadar yoğundu duyguları. Karşı koyamıyordu işte, o kadar zaman sonra savaştığı aşkına yine yeniliyordu. Caner olmadan olmuyordu, kimse alamıyordu onun yerini.
“Hem de bununla baş edemeyecek kadar."
Başını, Asu’nun boynundan çekti, gözlerine aşkla bakıp alnına ufak bir öpücük kondurdu genç adam. Yıllar sonra seni seviyorum demişti ya Asu, kendini bu dünyada hiçbir şey daha mutlu edemezdi. Sonunda… Sonunda yeniden kavuşmuştu sevgilisine.
“Sen ne yapıyorsun bana böyle? Nasıl aklımı başımdan alıyorsun bir anda?”
“Seviyorum çünkü,” dedi Caner gülümseyerek. Genç kadının yüzü avuçlarının arasındaydı. “İlk günkü gibi seviyorum seni sevgilim.”
“Sevgilim?”
“Sevgilimsin tabii. Dün de, bugün de, yarın da… Sen benim sonsuz sevgilimsin Asu.”
Gözyaşları nihayet bir son bulduğunda gülümsedi genç kadın. İtiraz etmedi, sonuçta soluksuz bir şekilde öpüşmüşlerdi birkaç dakika önce şimdi duruma karşı çıkması harbiden dengesizlik olurdu zaten karşı çıkmakta istemiyordu. Kalbini dinleyerek bir şans veriyordu hem kendine, hem Caner’e. Bu kez pişman olmayacağını içinde bir yerlerde hissediyordu. Caner dersini almıştı, bir daha canını yakmaya cesaret edemezdi. Nasıl süründüğü gayet açıktı zira. Hem öyle olmasa bile gözlerindeki o sevgiye inanıyordu. Sevdiği adam bu defa yanlış yapmayacaktı kendine, emindi.
“Edebiyat yapmayı Feyza’dan mı öğrendin?”
“Yoo, senin aşkından.”
“Caner”
“Hı?”
“Yüksekten uçuyorsun farkında değilsin.”
“Senin gökyüzünde alçaktan uçmak yazmaz benim kitabımda,” diyerek yeniden sarıldı genç adam, Asu’ya. Onu kollarına hapsederken saçlarına öpücükler konduruyordu. “Çünkü bir prenses her zaman zirveye layıktır.”
Zümrüt yeşili gözlere bakarken gülümsedi Asu. Caner gerçek bir kalp hırsızıydı, kendinin kalbini yine bir şekilde çalmıştı işte. Hoş kalbi de ona ait olmak için can atıp duruyordu ya. Aklı gitmişti başından, yüreği galip gelmişti bu savaşta. Belki de Caner’in dediği gibi zafer bitip tükenmeyen aşklarınındı. Gözleri bir an birleştiğinde, dudakları yeniden buluştu. O kadar zamanın hasreti kolay kolay son bulacak değildi. Eskiden olduğu gibi her saniye birbirine çekiliyordu dudakları ve o çekime ikisinin de karşı koyacak mecali yoktu.
Dalgalar coşuyor, batmak üzere olan güneş iki genç âşığı selamlıyordu. Ilık bir ilkbaharın ikindi vaktinde, on yıl önce kaybolup giden aşk, yeniden can buluyordu Akdeniz’in bir sahil kıyısında. Ne kadar kırıp dökse de kaderin önüne geçememişti Asu ve Caner çünkü kader ağlarını bu aşk için ezelden örmüştü. Nitekim er ya da geç güzellikler bahşetmesini bilirdi kader, sonra da bunu bir köşeden izler, sessizce kutlardı. Tıpkı şimdi yaptığı gibi…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.96k Okunma |
598 Oy |
0 Takip |
68 Bölümlü Kitap |