
Mutlu bir aile erken cennettir
Bernard Shaw
****
Nisan 2022
Feyza’nın öğretmenlikte dördüncü yılıydı, ne ara o kadar zamanın geçtiğini bilmiyordu genç kadın. Daha dün Antakya’ya gelmiş, öğretmenliğe başlamıştı sanki fakat dört sene su misali akıp gitmiş, geçen süre içinde ise çok şey değişmişti. En başta lise aşkıyla, Sarp’la evlenmişti. Kızını kucağına alarak bir aile kurmuş, yirmili yaşlarını geride bırakarak, otuz bir yaşına basmıştı. Annesiyle, babasıyla arasını düzeltmiş, nice öğrencileri mezun etmişti. Tüm bunlar film şeridi gibi gözlerinin önünden geçip giderken daldığı düşüncelerden çalan zil sesiyle sıyrıldı. Sınav bitmişti, kâğıtları toplaması gerekiyordu. Ayağa kalktığında kızların kargaşa çıkarmasına müsaade etmeden sınav kâğıtlarını sıraların üzerinden aldı. Tabii öğrencileri söylenip duruyordu, yapacak bir şey yoktu ancak. Zaman yönetimini ve çalışmayı öğrenmek zorundalardı öğrenciler.
Sanki zamanla daha da çekilmez olmuştu öğrenciler. Genç öğretmenin mesleğinden şikâyeti yoktu, ilk günkü kadar seviyordu öğretmenliği lakin dört yıl önceki öğrencilerle şimdiki gençler asla aynı değildi. Onları yargılamak istemese de Feyza; öğrenciler, hocalara olan saygılarını ne yazık ki tamamen kaybetmişlerdi. Liseli olmaları daha da zorluyor, bir de toplumun öğretmene verdiği değer göz önünde bulundurulduğunda maalesef iç açıcı şeyler yaşanmıyordu. Eğer devlet okulları bile böyleyse özel okulları düşünemiyordu genç kadın. Kim bilir oradaki meslektaşları hangi zorluklarla uğraşıyordu? Ayrıca oradaki meslektaşları için üzülüyordu. Muhakkak hepsi kadrolu olmak için çaba harcıyor saçma sapan nedenlerden dolayı atanamıyorlardı. Eğer babası olmasa belki kendi de kadrolu olamazdı. Kabul Etmeliydi ki, Ethem Ataman dört yıl önce torpille atanmasını sağlayarak büyük bir iyilik yapmıştı kendine. Bu sayede hem gerçek bir öğretmen olabilmiş, hem sevdiği adamla mutlu bir yuva kurabilmişti. En başında kararlarına karşı çıksa da babası, kariyeriyle gurur duyuyordu artık. Bunu bilmek ayrıca memnun ediyordu kendini.
Zorunlu doğu görevini tamamladığı için başka bir şehre tayin isteyebilirdi Feyza ama istemiyordu. Dil ucuyla bunu söylemişti Sarp. Sen nereye istersen oraya gidebiliriz demişti fakat Feyza, Antakya’da kalmakta kararlıydı. Lisedeki hatıraları bir yana, burada kurmuştu ailesini. Sevdiği adama bu kentte kavuşmuş, kızını yine bu şehirde kucağına almıştı. Doğum yeri İstanbul olabilirdi ancak memleketi şüphesiz Hatay’dı. Şimdi de memleketini bırakıp gitmeyi asla istemiyordu. Hem kocasının işi de buradaydı, yıllardır dükkânda çalışıyordu Sarp. Başka bir şehre gittikleri zaman nasıl o şehirde hemen kendine uygun bir iş bulabilirdi? Bulsa bile babasının dükkânı gibi olur muydu? Kendi iş yerini bırakıp başka birinin emri altına mı girecekti kocası? Böyle bir bencillik yapamazdı Feyza. Burada, Antakya’da, ailesinin yanında mutluydu. Kızının da memleketindeki anılarla büyümesini istiyordu. Hiçbir yere gitmiyordu, hatıraların şehrinde ömrünün sonuna kadar kalmaya niyetliydi.
İşin aslı gitmek istemiyordu Sarp memleketinden. Otuz yaşından sonra başka bir şehirde hayat kurmak zor gelirdi ama karısı eğer isterse karşı çıkmazdı o yüzden arada Feyza’yla malum konuyu konuşmakta sakınca görmüyor, Feyza, ben burada mutluyum deyince aldığı yanıtla memnun oluyordu. Belki onun yerinde başka biri olsa, kocasının ailesinin yanında değil, kendi ailesinin yanında kalmak isterdi. Nitekim Ethem Bey, Feyza’nın tayinini İstanbul’a hemen aldırabilirdi fakat genç kadın İstanbul’a dönmeyi düşünmüyordu, ait olduğu yer Antakya idi çünkü. Evet, boğaz manzarası yoktu lakin hatıraları çoktu ve o hatıralar her şeyden daha değerliydi.
Feyza böyle düşünse de, Asu onunla aynı fikirde değildi. Belki Hakan önlerine altın tepside fırsat sunmamış olsa, o da gitmek istemezdi ancak arkadaşının teklifi geri çevrilemeyecek kadar iyiydi. Ankara’nın göbeğindeki şirkette masa başı bir işe Caner’in hayır demesini asla kabul etmiyordu. Tamam, Antakya güzeldi, sevdikleri, arkadaşları buradaydı ama şartlar ortadaydı. Dükkândan gelen para şimdi yetse bile ileride yetmeyecek, ikizlerin masrafları artacaktı. Hem kendi de burada iş bulabileceğini düşünmüyordu. KPSS komple yalandı. İki çocuk annesi olmuş, otuz yaşını geçmişti, bu saatten sonra oturup ders mi çalışacaktı? Eğer Ankara’ya giderlerse belki iyi bir hastaneye hemşire olarak girebilirdi. Hatta şimdiden oturup iş ilanlarına bakmaya başlamıştı bile. İkizler büyümeden, en azından okul çağına gelmeden çalışamazdı ama ilanlara göz atmakta fayda vardı.
Her ne kadar hayır dese de, eninde sonunda Hakan’ın teklifini kabul edip Ankara’ya gideceğini biliyordu Caner. İki çocuk babasıydı ve babalığın ne kadar zor olduğunu şimdi anlıyordu. Onlar için bazı şeylerden feragat etmesi gerekiyordu. Ve o şeylerin başında doğup büyüdüğü memleketini bırakıp gitmek geliyordu. Nasıl yapacaktı bilmiyordu fakat galiba kendini Ankara’da bekleyen bir hayat vardı. Asu’nun üstüne gelmesi şöyle kalsın, Sarp bile git diyordu kendine. Git hayatını kurtar kardeşim, iki çocuğunu da al, git. Baba olarak daha iyi bir hayat ver onlara…
Paranın mutluluk getirip getirmediğini bilmiyordu genç adam. Hiçbir zaman yüklü bir mal varlığı olmamıştı ama mutlu olduğu anlar çoktu. Sarp’la olan anıları, Akkaya ailesinin sıcak sevgisi, Feyza’yla, Sarp’ın aşkı daha önemlisi Asu’yla, ikizlerinin varlığı… Mutlu olmak için birçok nedeni vardı lakin herkes kendine Ankara’ya gidip hayatını kurtarması gerektiğini söylüyordu oysa zaten Hatay’da hayatını kurmuştu. Neden çocukları için başka bir şehre gitmesi gerekiyordu? Masrafı olan her insan il mi değiştiriyordu? Kaldı ki, burada da hastaneler vardı. Asu elbet birine girip çalışabilirdi –ki daha önce çalışmıştı.- Sırf Hakan böyle bir teklifle geldi diye neden memleketini bırakıp gitmeliydi?
Olacakları, yaşanacakları bilseydi Caner yine aynı şekilde düşünmezdi kesinlikle. Tüm sevdiklerini alıp dünyanın öbür ucuna giderdi ama geleceği kim bilebilirdi? Bir yıl sonra yaşanacak olan felaketten haberleri olsaydı insanların kim dururdu Antakya’da? Kim ailesini kurtarmak istemezdi? Kâhin değildi ancak kimse. Bir yıl sonra yaşanacak olan yıkımdan habersiz gülüp eğleniyordu herkes. Kimsenin aklına öyle bir trajedi gelmiyordu. Herkes zannediyordu ki, hayat aynı şekilde devam edecek fakat öyle olmayacaktı. Düzenlerin bozulması bir yana, binlerce insan enkazların altında can verecek, bu sıcak, bu güzel şehir harabeye dönecekti. En acısı ise, acıdan geriye başka hiçbir şey kalmayacaktı. Şimdi sokaklarda dolaşan insanlar gelecek sene nisan ayında belki de toprağın altında olacaktı. Kaçınılmaz son ne yazık ki, tahmin edilemeyecek kadar yakındı.
***
“Feyza”
Okuldan çıkmış, arabasına binmek üzere adımlarken genç kadın, birinin adını seslendiğini duyunca omuzunun üzerinden baktı. Aslında duyduğu ses yabancı gelmemişti ancak o simayı yıllar sonra görmek yutkunmasına neden oldu. Hayır, bu kadar çabuk içeriden çıkmış olamazdı o adam. “İlker,” diye mırıldanırken gözlerinin yanılmasını istiyordu.
Çökmüştü aslında İlker, o yakışıklı hâli kalmamıştı. Otuz iki yaşında olmasına rağmen saçları beyazlamaya yüz tutmuş, alnında çizgiler meydana gelmişti. Dört yıl hapis yatmak elbette yaşlandırmıştı kendini. Gerekli bir meblağ ödemeseydi belki kolay kolay çıkamazdı içeriden. Ailesinin mal varlığı ortadaydı, onların mirası sayesinde de dışarıdaydı. Evet, ailesini iki ay önce kaybetmiş, onların bıraktığı miras ise fazlasıyla işine yaramıştı. İçeriden çıkar çıkmaz da soluğu Feyza’nın yanında almıştı. Genç kadının, Sarp'la evlendiğini, bir kızı olduğunu duymuştu sağdan soldan ve gelip gözleriyle görmek istemişti bir zamanlar sevdiği kadını.
Bir kere olsun gelmemişti Feyza ziyaretine, bir kez olsun kendini merak etmemiş, üstüne üstlük yokluğunu fırsat bilip Sarp’la evlenmiş, çocuk yapmıştı. Kırgın mıydı yoksa kızgın mıydı, bilmiyordu ama Feyza’yı görmek istemişti genç adam. Söylemek istediği çok şey vardı da, sözcüklerini toparlayabileceğini sanmıyordu. Yine de karşısındaki kadına doğru iki adım attı. Hâlâ çok güzeldi Feyza, o ela gözleri nefesini kesiyor, ilk günkü gibi kalbi onun aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Evli bir kadın olması umurunda değildi, şu hayatta yüreği bir tek ona aitti.
“Beni hiç merak etmedin mi Feyza?”
Alayla güldü genç kadın. Sahiden bunu mu soruyordu İlker? Henüz karşısında ne işi olduğunu çözemese de, ondan korkacak değildi. O günler çok eskide kalmıştı. Babası bile onu tek kalemde silip atmışken şimdi yalnızca İlker’in şu zavallı hâline acıyordu. Gerçi eski bir uyuşturucu kaçakçısına acımak bile fazlaydı ya, neyse.
“Etmem mi gerekiyordu?”
“Sende azıcık hatırım var sanıyordum.”
“Hatır? İlker içeride hafıza kaybı mı geçirdin yoksa başka bir şey mi oldu? Senden nasıl nefret ettiğimi unutmuş olamazsın. Hem ayrıca nasıl çıktığını bilmiyorum ama seninle burada durup sohbet edecek değilim.”
Arkasını döndü, arabasına doğru yol aldı Feyza. Gerçekten İlker’in nasıl içeriden çıktığını ya da şimdi neden böyle apansız karşısına dikildiğini umursamıyordu. Umursamamalıydı. Onun yine hayatını mahvetmesine izin veremezdi.
“Evlenmişsin!”
Sakin kalmaya gayret etti genç kadın. İlker, ailesine hiçbir şey yapamazdı. Ne kocasına, ne de kızına dokunmaya cesaret edebilirdi. Eğer öyle bir şey yapacak olursa işte o zaman hiç görmediği bir Feyza ile karşılaşırdı.
“Sarp’la,” diye ekledi genç adam. Feyza kendine doğru dönünce bir zamanlar olduğu gibi yine ukala gülüşünü takındı. Aslında istediği yalnızca Feyza ile iki kelime konuşmaktı sonra yoluna bakacaktı fakat özlediğinden olsa gerek, onun o bakışlarından zevk alıyordu.
“Kızınız olmuş, adı Masal’mış. Masal… Sarp’la, senin kızın… Oysa Masal bizim kızımız olabilirdi! Bizim bir çocuğumuz olabilirdi ama Sarp seni benden çaldı! Sen benimdin! Benim nişanlımdın! Öğretmenlik sevdasına kapılıp bu lanet olası şehre gelmeseydin bambaşka bir hayatımız olabilirdi! Söylesene harbiden o mobilyacı parçasıyla mutlu musun? Söyle mutlu musun?”
“Bizim bir çocuğumuz olabilirdi öyle mi? Sen ne saçmalıyorsun İlker? Seni hiçbir zaman sevmediğimi hatta midemi bulandırdığını kaç defa söylemeliydim? Yıllar sonra karşıma çıkıp bana bunları söyleme cüretini nereden buluyorsun bilmiyorum ama daha fazla senin gibi bir uyuşturucu taciriyle konuşacak değilim! Yine de merak ettiysen cevabını vereyim! Evet, Sarp’la mutluyum ve eğer kocama ya da kızıma dokunacak olursan seni mahvederim!”
“Kocan ha… Tabii, Sarp, kocan… En çok neyi merak ediyorum biliyor musun baban nasıl buna sessiz kaldı? Nasıl seni bir mobilyacı parçasına layık gördü?”
“Senin gibi uyuşturucu tacirliği yapmadığı için olabilir mi?”
Bir adım attı İlker, Feyza’yla arasındaki mesafeyi tamamen kapandığında gözlerinin içine dikti bakışlarını. Nefes alışverişleri düzensizdi, öfkeden boynundaki damarlar kızarıyordu. Kaybetmiş olduğunu hazmedemediğinden ne yapacağını bilmiyor yalnızca hırsını çıkarmak istiyordu. İnkâr etse bile inanmayacaktı Feyza çünkü sahiden yapmıştı öyle bir halt. Suçunu kabul ediyordu etmesine de, yediremiyordu bazı şeyleri erkeklik gururuna.
“Dünya sadece senin doğrularından ibaret demi Feyza? Yalnızca senin doğruların var ama üzgünüm dünyayı kurtaracak bir kahraman değilsin. Bak ben cezamı çektim fakat bütün suçlular benimle aynı kaderi paylaşmıyor. Unutma herkesin karanlık bir tarafı vardır, özellikle de babanın.”
Son sözlerinin ardından uzaklaştı İlker, genç kadın öylece kaldığında gözlerini kapadı. Ne demek istemişti şimdi İlker? Babasını işin içine karıştırarak ne ima etmek istemişti? Daha da önemlisi buna kafa yormalı mıydı? Çalan telefon düşünme hakkını elinden alınca Meryem’in aradığını gördü. Anlaşılan yine huysuzlanmıştı Masal. Aramayı açıp telefonu kulağına dayadı. “Meryem abla,” derken de arabasına bindi.
“Ben şimdi çıktım, geliyorum. Çok mu huysuz Masal?”
“Yok, merak etme Zeyno ile oynuyor seninki. Ben seni şey için aradım. Annem bu akşam hep birlikte iftar yapalım diyor.”
Aylardan Ramazan’dı, iftar sofraları da hep kalabalıktı. Daha öncesinde Ramazan’ı bu denli yaşamamıştı Feyza ama evlendikten sonra harbiden mübarek ayın ayrı bir güzelliği olduğunu anlamıştı. Akkaya ailesi dindar olduğundan Ramazan’ı, geleneklerine uygun yaşıyorlardı, kendi de onlara uyum sağlıyor hatta Ramazan’ı böylesine güzel yaşadığı için ayrı bir keyif alıyordu. Meryem’in yemekleri bir yana, her akşam o iftar sofrasının kalabalık olması sahiden bereketti. Caner ve Asu dâhil, herkes toplanıyordu masanın başına, ezanı beklerken edilen o güzel dualar sonrasında sahurları bulan tatlı sohbetler, oyunlar, şakalar, eğlenceler… Hepsinin ayrı bir güzelliği vardı. O kadar inançlı bir insan olmadığını biliyordu Feyza fakat yine de Ramazan coşkusunu seviyordu.
“Tamam, olur. Eğer Masal seni yormuyorsa ben dükkâna uğrasam olur mu? Sarp’la birlikte geliriz sonra.”
“Olur olur siz keyfinize bakın. Masal gayet memnun hâlinden.”
“Sağ ol Meryem abla, görüşürüz.”
“Görüşürüz.”
Telefonu kapatmasının ardından arabayı çalıştırdı genç kadın. Sanayiye doğru yol aldığında içindeki sesleri susturamadı. Eğer kocasına İlker’i söylemezse içi asla rahat etmeyecekti, o yüzden onun yanına gidiyordu şimdi. Kısa süre içerisinde dükkâna vardığında Sarp ayakta karşıladı kendini. Sedat imalathanedeydi, Caner ise ikizler fazla huysuzlanınca gelememişti bugün.
“Bu ne güzel sürpriz böyle.”
Omuzlarını silkti Feyza, Sarp’a sıkı sıkı sarılıp gözlerini kapadı. İşte şimdi her şey geçmiş, bütün korkuları kuş olup uçmuş, sonsuz bir huzur ruhunun derinliklerine yerleştirmişti. Kocasının varlığı en büyük sığınağıydı kesinlikle.
“Özledim seni.”
Karısının yüzünü avuçlarının arasına aldı Sarp. Aşkla o güzel gözlere bakarken alnına öpücük kondurdu. Feyza böyle sevgiyle yaklaştıkça ona olan sevdası daha da katlanıyordu.
“Fazla özlemiş gibisin.”
“Öyle… Aslında seninle konuşmam gereken bir şey var. Sedat abi içeride mi?”
Başını salladı genç adam, anlaşılan Feyza özel olarak konuşmak istiyordu. Abisi her an içeriden çıkabileceği için karısıyla dışarı çıktı. Dükkânın önündeki iki tabureye oturduklarında ilgiyle gözlerini Feyza’ya dikti Sarp. Kötü bir şey olmadığına dair kendini telkin etmeye çalışıyordu.
“Seni dinliyorum.”
“İlker,” dedi Feyza lafı uzatmadan elbette kocasından bir şey saklamayacaktı. “Nasıl oldu bilmiyorum ama içeriden çıkmış, okula geldi bugün, saçma sapan konuşup gitti.”
“Bir dakika, bir dakika… İlker mi? Feyza nasıl… Nasıl o adam elini kolunu sallaya sallaya senin yanına gelebilir? Ya sen… Sen niye hemen beni aramadın? Sana bir şey yaptı mı? Feyza bana doğru söyle eğer senin saçının bir teline bile dokunduysa cehennemin dibine gitmiş olsa bile bulurum o herifi!”
“Boş yere senin canını sıkmak istemedim hem ben hallettim, bir güzel ağzının payını aldı da…”
“Da? Da ne Feyza? Eğer sana bir şey yaptıysa…”
“Merak etme öyle bir şey yapmadı sadece… Sadece babamla ilgili kafamı bulandırdı.”
Karısı üzgün gözlerle kendine bakarken başını göğsüne yasladı Sarp. Evet, öfkeliydi. Gidip İlker’e kafa göz dalmak istiyordu fakat Feyza böyle üzgün iken önceliği onun yanında olmaktı. Saçlarını öpücükler bırakırken güven vermeye çalıştı.
“Ne dedi? Söyle bana sevgilim, ne dedi de senin canını böyle sıktı?”
“Herkesin karanlık bir tarafı vardır, özellikle de babanın... Babamla, İlker çok iş yaptı Sarp. İlgilenmedim, bilmek istemedim ama eminim birlikte karanlık işler çevirdiler zamanında. Geride bırakmak istesem de olmuyor işte. Yıllar sonra babamla aram düzelmişken şimdi birden bire İlker’in çıkıp böyle demesi…”
“O şerefsiz içeriden nasıl çıktı bilmiyorum ama anlaşılan huzurumuzu bozmak istiyor. Merak etme Feyza’m, baban yanlış bir iş yapmamıştır ama yine de onunla konuşmakta fayda var.”
“Ne diyeceğim ki babama? İlker yüzünden senden şüphe ediyorum mu?”
“Ne şekilde gerekiyorsa, o şekilde konuşacağız. Sen yeter ki sıkma canını.”
İçtenlikle gülümsedi genç kadın, kocasının yanağına elini dayadı. Sarp yanında iken gerçekten hiçbir şeyden korkmasına gerek yoktu. Her şekilde huzursuzluğunu, kaygılarını alıp götürüyordu bu adam ve kendi her geçen gün daha çok âşık oluyordu ona.
“Sen olmasan ben ne yapardım?”
Feyza’nın avucuna öpücük kondurdu Sarp. Asıl Feyza olmazsa kendi ne yapardı? Nasıl hayatı anlam kazanırdı? Nasıl bu kadar mutlu olabilirdi?
“Ya ben… Sen olmasan ben ne yapardım Feyza’m? Allah bana sensiz nefes almayı nasip etmesin.”
“Deme öyle birlikte daha çok güzel günlerimiz olacak, inanıyorum.”
“Amin,” derken içli içli bakıyordu genç adam, karısının yüzüne. Öyle sevda doluydu ki bakışları, insanın içini ısıtıyordu. Birbirlerini çok sevmekten ziyade güzel sevdikleri için belki de böylesine mutlulardı.
“Daha çok işin var mı dükkânda? Meryem abla aradı, Nermin anne yine hep birlikte iftar yapalım diyormuş.”
“Olur, abime haber vereyim sonra annemlere geçelim.”
Gözleriyle onayladı Feyza, kocasını. Sarp ayaklanıp içeri girince düşüncelere dalmak istemediğinden Asuman’a mesaj attı. İftara gelip gelmeyeceklerini sordu. Kısa süre içerisinde dönüş yaptı kuzeni, Caner elbette Meryem yengesinin iftar yemeklerini geri çevirmemişti. Ufak bir şekilde güldü genç kadın. Onlar Ankara’ya giderse büyük bir boşluğa düşecekti ama yine de onlar için iyi olanın bu olduğunu biliyordu. Gerçekten geri çevrilemeyecek kadar güzel bir teklif vardı önlerinde ve o şansı iyi değerlendirmeleri gerekiyordu.
Abisine haber vermesinin ardından karısıyla birlikte eve doğru yol aldı Sarp. Az bir iş kalmıştı, onları halledip öyle geçecekti Sedat eve. Yirmi dakika sonra eve varmalarının ardından Sarp direkt olarak kızını sevmeye koyuldu. Masal zaten babasını görür görmez onun kollarına atıldı. İkisi birlikte gayet eğlenirken Feyza mutfağa geçip kızı için çorba yaptı. Meryem ne kadar ona yemek yedirmeye çalışırsa çalışsın, Masal annesinden başka kimseyle yemek yemiyordu. Neredeyse iki yaşına geldiğinden akrabalarını az çok tanısa da, yemek konusunda illa ki annesini istiyordu.
Sarp’ın ardından Feyza Masal’ı devraldığında, Sarp okuldan yeni dönen yeğenleri ile de ilgilendi. Onları da sevmesinin ardından Meryem ikisini de ödevlerini yapmaları için odaya gönderdi ancak Cem, Feyza’yı bırakmadı. Lise sınavına hazırlanıyordu ve matematik epeyce kendini zorluyordu. O yüzden Feyza yengesinin yardımını istiyordu.
“Oğlum, Feyza zaten yorgun bir de seninle mi uğraşsın?”
Masal çorbasını bitirmişti onun ağzını yüzünü silerken tartışan anne, oğula başını çevirdi Feyza. Evet, okulda yoğun bir gün geçirmişti ama Cem’e yardımcı olabilirdi.
“Bırak gelsin Meryem abla. Birlikte bakarız sorulara.”
Bu sözleri duyar duymaz hızla Feyza yengesinin yanına varıp koltuğa oturdu Cem. Masal ayaklanıp televizyon izleyen Zeyno’nun yanında yer aldı. Küçük kız, kuzenini severken onunla birlikte televizyondaki komik sahnelere gülüyor, neyin ne olduğunu Masal’a anlatmaya çalışıyordu. Masal’ın neyin ne kadar anladığı tartışılırdı ama Zeyno ablasını ve onunla bir şeyler yapmayı seviyordu.
Meryem yeniden mutfağa girdiğinde Sarp, Çiçek’le görüntülü konuşa konuşa salona geçti. Evin hâlini görünce gülmeden edemedi Çiçek. Yine Akkaya evinde bir curcuna hâkimdi ve aslında özlemişti. Nitekim ilk defa bir Ramazan’ı tek başına geçiriyordu. Ankara’da arkadaşları olmuştu olmasına da, ailesinin yerini tutmuyordu hiçbiri. İşte şimdi anlıyordu genç kız, ailesinin bambaşka olduğunu. Onlara hasret kalınca aklı başına gelmişti.
“Cem, Feyza ablayı ablukaya almış yine.”
“Karımı yormanın hesabını soracağım küçük beye.”
“Ama amca,” diye söylendi Cem. On dört yaşında olduğundan sesi kalınlaşmış, boyu uzamıştı. Vücudu yaşıyla orantılı bir şekilde gelişirken delikanlı havalarına girmişti çoktan. “Feyza yengem anlatmayınca anlamıyorum.”
“Oğlum okulda senin öğretmenlerin yok mu? Onlar anlatsın sana. Mesai saatleri dışında karımı kimse çalıştıramaz.”
“İşte orada dur Sarp. Öğrencilerimle asla arama giremezsin.”
Zafer kazanmış gibi gülümsedi Cem eğer halası araya girmese yeni bir soru gösterecekti yengesine ancak Çiçek “Biraz da bana bırakın yengemi,” deyince Sarp telefonu karısına verdi ve Cem’e kötücül bakışlarla baktı. Amcasının niyetini anladığından çığlık atarak koltuktan kalkıp koştu genç çocuk. Sarp yeğenini evin içinde kovalarken birbirleriyle boğuşmaları çok gecikmedi. İkisinin sesi evi inletirken Feyza gözlerini devirdi. Erkekler bazen gerçekten büyümüyordu.
“Orada her şey yolunda mı?”
“Ben alıştım artık. Sen nasılsın Çiçek, okul nasıl gidiyor? Alışabildin mi Ankara’ya?”
“İlk yılın bu kadar zor olacağını tahmin etmemiştim ama alışmaya çalışıyorum. Hem az kaldı finallerden sonra geleceğim.”
“Seni böyle başarılı görmek beni çok gururlandırıyor.”
“Senin sayende Feyza abla. Eğer gerçekten bugün buradaysam senin sayende.”
“Çiçek,” diyerek Feyza’nın yanına oturdu Meryem. Aslında aklı hep onda kalıyordu. El memleketinde ne yiyip ne içiyordu Çiçek? Ankara soğuktu, sıkı sıkı giyiniyor muydu üstünü? Ya hasta olunca kim bakıyordu ona?
“Kendine dikkat ediyorsun, aç kalmıyorsun demi? Bak öyle fastfood falan yeme çok. Ben sana buradan bir şeyler yapar kargoyla gönderirim. Kazak alalım hatta sana, ince şeyler götürdün hep. Hâlâ soğuktur şimdi Ankara.”
“Merak etme yenge, benim rahatım gayet yerinde ama evet, senin yemeklerini çok özledim orası ayrı. Asıl sen nasılsın? Abim seni üzmüyor demi?”
“Hiç bizi düşünme, gül geçinip gidiyoruz biz. Sen derslerine çalış, bir an önce sınavları bitir, gel. Daha başka bir şeyi kafana takma.”
“Sağ ol yenge, annem nerede? Onu da görseydim.”
“Odada, kuran okuyordu. Ben götüreyim telefonu.”
Meryem telefonu alarak ayaklandığında, Çiçek, Feyza’yla vedalaştı. Sonra da açık televizyonu kapatarak Zeyno’ya dersi olup olmadığını sordu. Aslında bir etkinlik ödevi vardı, ortaokula geçtiğinden dersleri de iyice ağırlaşmıştı ve o ödevi yine Feyza öğretmeniyle yapacağı için seviniyordu Zeynep.
Gerekli malzemelerle etkinlik yapılırken Masal kartonları çekiştirip duruyordu ki, Feyza kızının eline kâğıtla kalem verdi. Masal boş sayfayı kararlarken ödevi de rahat bir şekilde Zeyno’yla birlikte yaptı. Aslında sadece yönergeler veriyordu genç kadın, gerisini Zeynep’e bırakıyordu çünkü verilen ödevi öğrenci yapmalıydı, başka biri değil.
Yavaştan hava kararırken ilk Sedat ardından Caner’le, Asu ikizleriyle geldiler. İftar masası hep bir elden hazırlandı, kalabalık bir aile olarak sofraya oturdular ve bir Ramazan’ı daha birlikte geçirmenin mutluluğunu yeniden yaşadılar.
Yemek dokuza kadar sürdü neredeyse, iftar sonrası ise tatlı faslına geçildi. Çocuklar kendi aralarında eğlenip dururken kadınlar mutfakta, erkekler salonda sohbet ediyordu. İkizler elbette rahat durmuyor, nedensizce ağlıyorlardı. Asu onları Caner’e postalarken ikisinin atışmaları yine güldürüyordu ev ahalisini. Otuz yaşını geçmiş olmalarına rağmen asla büyümüyorlardı, bu gidişle büyümeyeceklerdi de.
Zeynep’in odasında Masal uyuyakalınca Feyza eve gidelim, dedi ancak Nermin Hanım bırakmadı onları. Torunu uyusundu odada, sahurdan sonra giderlerdi. Meryem de aynı fikirde olunca kırmadı onları Feyza. Hem zaten şu tatlı ortam bırakılır mıydı? Asu, ikizleri emzirmek için odaya geçtiğinde Caner yanına geldi çünkü durmuyordu ufaklıklar ve en azından Cansu’yu zapt etmesi gerekiyordu. Sahura kadar burada kalmak istediklerinden eve gitmiyorlardı. Çocuklarını emzirdiği için oruç tutmasa da Asu, bir arada olmak güzeldi.
Sarp, abisiyle erkek erkeğe konuşurken Feyza mutfakta kalan işleri hallediyordu ki, Nermin Hanım yanına geldi. Meryem çocukları yatırmaya çalıştığından tek başına kalmıştı mutfakta.
“Kızım”
Açık musluğu kapadığında kayınvalidesine doğru döndü Feyza. İşi bitmişti, ellerini havluyla kuruluyordu.
“Efendim Nermin anne?”
“Gel, otur seninle konuşalım biraz.”
Sandalyeye oturunca endişeyle yaşlı kadına baktı Feyza. Kötü bir şey olmamıştı demi?
“Bir şey mi oldu?”
“Yok kızım bir şey olmadı, öyle hâlini hatırını sorayım, dedim. Bir sıkıntın, bir derdin var mı? Eğer oğlumla aranda kötü bir şey varsa söyle, bileyim.”
“Yok Nermin anne, derdim de, sıkıntım da yok çok şükür. Sarp’la da aramız iyi. Ara ara tartışıyoruz tabii ama seviyoruz biz birbirimizi. Senin için rahat olsun.”
Güven vermek istercesine kayınvalidesinin eline vurdu genç kadın. Bir zamanlar içinde bulunduğu tablo fazla uzaktı fakat sonunda her şey yoluna girmişti. Belki en başından düşmanlık taslasaydı Nermin Hanım’a bugün bu kadar mutlu olamazdı ancak çizgisini asla bozmadığı için, kendine yakışan şekilde davrandığı için güzel bir aile kurmayı başarmıştı. Hem sonradan Nermin Hanım da değişmiş, bir anne gibi yaklaşmıştı kendine. Geçmişi deşmek anlamsızdı, bugüne bakmak gerekti.
“Feyza,” diyerek kırışmış elini, gelininin yanağına dayadı yaşlı kadın. Bakışları da, sözleri de içtendi. Gerçekten ön yargılarının kurbanı olmuştu çünkü bir zamanlar. “Hakkını helal et kızım, zamanında çok yanlış düşündüm senin hakkında. Pırlanta gibi bir kalbin varken gözü yükseklerde dedim senin için, oğlumu mutlu edemezsin, üzersin zannettim. Çok uğraştım seninle, çok karşı çıktım sana ama sen… Sen bir gün olsun kötü söz söylemedin, sesini bile yükseltmedin. İnsanız kızım, şaşar beşeriz… Ben de yanıldım affet beni olur mu?”
“Estağfurullah Nermin anne, seni affetmek ne haddime? Anne olunca seni daha iyi anladım. İnsan evladına korkuyor tabii. Masal’ı biri üzecek olsa karşısında beni bulur. Sen de Sarp’ı korumak istedin, onun başına bir iş getirmemden korktun ama şimdi bir aradayız, birlikteyiz ya… Önemli olan bu. Eğer hakkım varsa, helal olsun.”
Gülümsemekle yetindi Nermin Hanım, Feyza ise onun elini öptü. Gerçekten şu iki, üç yıl içinde anne kız gibi olmuşlardı. Hatta annesinden bile daha yakındı Nermin Hanım kendine. Masal’ı büyütürken annesi değil, kayınvalidesi vardı yanında. Torununa gözü gibi bakması bir yana, her fırsat bulduğunda bir derdi, bir sıkıntısı olup olmadığını soruyordu. Buna karşılık Feyza düşman gibi davranacak değildi ya yaşlı kadına.
Ülkedeki tabular cinsiyetle ya da ahlakla ilgili değildi yalnızca. Kayınvalideler, eltiler, görümceler, yengeler hep kötüdür algıları da, birer tabuydu aslında fakat öyle olması gerekmiyordu illa. Kadınların yine kadınlar üzerine oynadıkları bu çirkin oyunda yer almadığı için kendiyle gurur duyuyordu Feyza. Kocasının ailesini seviyordu, sevmemesi için bir sebep yoktu ki. Meryem gibi pırlanta bir eltisi, Çiçek gibi tatlı bir görümcesi ve Nermin Hanım gibi kendini seven bir kayınvalidesi varken neden düşmanlık beslesindi Akkaya ailesine? Sırf yenge sıfatını taşıyor diye, niye on iki yaşındaki Zeynep ile on dört yaşındaki Cem’e kötü davransındı? Ya da Meryem elti olduğu için neden Masal’a üvey evlat muamelesi yapsındı? Ki asla yapmazdı. Kendi çocuğuymuş gibi seviyordu Masal’ı, yengesinden çok, ikinci annesi olduğu su götürmez bir gerçekti. Diğer aileleri bilmiyordu ama Akkaya ailesinin mensubu olduğu için mutluydu genç kadın.
Çocuklar uyumuştu, Nermin Hanım odasına çekilmiş, gençleri rahat bırakmıştı. Onlar da film izleyerek, tabu gibi oyunlar oynayarak sahuru bekliyorlardı. Vakit su akıp giderken saatler bir hayli eğlenceli geçiriyordu. Hatta Sedat bile uyum sağlıyordu ortama. Sahur vakti gelince ise oyunu kaybeden Caner olduğu için ekmek almaya gitti, öyle bir iddiaya girmişlerdi çünkü aralarında. Tabii söylenmeyi ihmal etmedi Caner fakat başa gelen çekilirdi.
Şüphesiz her yörenin kendine ait gelenekleri vardı ancak Ramazan bile Antakya’da bir başkaydı. En başta sahurda açan pideciler başka nerede vardı? O Tırnak ekmeğin kokusu insanın iştahını kabartıyordu gerçekten. Ya sahur vakti bile ışıl ışıl olan caddeler, sokaklardaki insan kalabalıkları, her bir yanı saran yemek kokuları... Bunların hiçbiri başka yerde yoktu kesinlikle. Küçük bir çocukken geçirdiği Ramazanlar da fuarların olduğunu hatırlıyordu Sarp. Parka çadırlar kurulur, kıyafetten, el emeği, göz nuru bilekliklere kadar her şey satılırdı. Öyle cıvıl cıvıl olurdu ki park, insan kendini masallar diyarında zannederdi. Şimdi fuarlar kalmasa da hâlâ Ramazan’ın bu şehirde bambaşka olduğunu biliyordu genç adam ve yine bir Ramazan’ı ailesiyle birlikte geçirebildiği için mutluydu.
Günler farksız olarak birbirini takip ederken İlker meselesini açık açık babasıyla konuştu Feyza. Yalansız, dolansız kızına neler olup bittiğini anlattı Ethem Bey. İlker’le, bazı karanlık işlere bulaştığı gerçekti ama asla uyuşturucu işinden haberi olmamıştı. Karanlık işlerden kastı, ihale dosyaları falandı. Gerçi o günler çok eskide kalmıştı. İyiden iyiye yaşlandığından şirketle uğraşamıyordu pek. O yüzden şirketi devretmeyi düşünüyordu çünkü ne kadar ısrar ederse etsin damadı şirketin başına geçmeyecekti ama mirasını kızından başkasına bırakacak değildi. Ne zamana kadar yaşayacağını bilmese de, şimdiden miras meselesiyle ilgilenmeye başlamış, vasiyet bile hazırlamıştı. Ölümünden sonra tüm mal varlığı kızıyla, torununa kalacaktı. Baba olarak en azından bu kadarını yapabildiği için mutluydu.
Biraz olsun Feyza’nın içi rahatlamıştı, tahmin ettiği gibi İlker kafasına göre sallayıp durmuştu. Amacı huzur kaçırmaktan başka bir şey değildi. Neyse ki, neyi var neyi yok toplayıp yurt dışına gitmişti İlker. Böylelikle kendi de rahat bir nefes almıştı. Geçen gün onu yine okulda görünce korkmuş fakat İlker saçma sapan şeyler söylemekle birlikte yurt dışına gideceğini de dile getirmişti. Cehennemin dibine kadar yolu vardı, hatta keşke oraya gidip layığını bulsaydı.
Huzursuzlukla geçen günlerin sonunda karısının endişelerinin yok olduğunu görünce rahat durmamıştı Sarp, durmuyordu da. Bir çocuk daha istiyor, eşini ikna etmek için her türlü yolu deniyordu. Masal büyümüştü, iki yaşına girecekti, bir bebekleri daha olsa fena mıydı? Hem her şey tıkırında gidiyordu. Belki bir de oğulları olur, Masal tek kalmazdı. Kocasına hayır dese de Feyza gün sonunda onun kollarında buluyordu kendini. Ne yapıyor, ne ediyor bir şekilde kendini yatağa atmayı başarıyordu Sarp ama tabii korunmayı ihmal etmiyordu kendi. Gerçekten ikinci çocuğu kaldırabilecek gücü yoktu. Tek çocuğun ne kadar iyi olup olmadığı tartışılırdı fakat kendi de tek başına büyümüştü. Gayette aklı başında bir kadın olduğuna inanıyordu. Tamam, Asuman hep yanındaydı ama olaya o açıdan bakacak olurlarsa Masal da yalnız değildi. Kuzenleri bir yana, ikizler vardı ve hepsi kardeşti. Yaş farkı olsa da.
Sarp karısını ikinci çocuk için ikna etmeye çalışırken Asu, kocasına Ankara mevzusu için baskı yapıyordu. Evet, sevdikleri buradaydı, onları bırakıp gitmek istemiyordu ancak Ankara’ya giderlerse çocuklarının hayatı değişecekti. Ne kadar hayır derse desin Caner eninde sonunda kabul edecekti Hakan’ın teklifini çünkü hayat şartları zordu ve ikizlerin geleceği için bir şeyler yapmak zorundaydı. En sonunda da tamam dedi karısına lakin bayramdan önce hiçbir yere gitmeyecekti. Son kez bayramı Antakya’da geçirmek istiyordu ve aslında geçireceği son bayram olacaktı bu. Belki yıllar sonra memleketine döndüğünde hatıralarını hatırlayacaktı ama o zaman bile aynı tadı bulamayacaktı.
Caner’in kararı üzerine Hakan ve Efsun onlar için kolları sıvadılar. Oturdukları muhitte arkadaşları için ev bakmaya başladılar. Tabii bir yandan da şirkete arkadaşının işi kabul ettiğini bildiriyordu Hakan. Caner’e olan güveni tamdı, arkadaşı kıvrak zekâsı sayesinde kısa sürede bu işi öğrenecekti. Hem biraz kendi, onlarla hasret gidersin, ikizlerini sevsindi. Zaten Emir, Arda’yla, Cansu’yu görmek için sabırsızlanıyordu. Gerçi ilk önce Çağla’ya gidelim diyordu da, şimdilik Mersin işi askıdaydı. Altaylar, Ankara’ya gelemeyeceğine göre oğlu beklemek zorundaydı. Belki gerçekten Caner’in teorisi doğruydu, ileride Altay’la dünür olacaktı. İşte bunu düşünmek keyiflendiriyordu Hakan’ı. Altay’ın kızını, oğluna alırken büyük bir zevk duyacaktı genç adam.
Asu’yla, Caner’in Ankara’ya taşınacağını duyunca arkadaşları adına sevindi Altay. Caner doğru bir karar vermişti. Hem fırsat bulurlarsa, Ankara’da toplanma şansları olurdu. Doğrusu Caner’in, Ankara’ya nasıl uyum sağlayacağını merak ediyordu. Henüz Asu hamileyken Mersin’e gelmişlerdi de, orayı bile beğenmemiş burun kıvırmıştı Caner. Şimdi Antakya’dan kalkıp Ankara’ya gidiyordu. İşte bu, onun için cidden büyük bir adımdı ama neyse ki Asu onu çekip çevirirdi. Neticede İstanbulluydu Asu, büyük şehre o yüzden alışkındı.
Evini satmayacaktı Caner, annesinin hatıralarını başka birine bırakıp gidemezdi. Dursundu Antakya’da evi, arada geldiklerinde kalırlardı. Ev değiştirmek bile başlı başına zor bir iş iken kendileri şehir değiştiriyordu. Hiç şehir dışına çıkmamış değildi genç adam ancak memleketini bırakıp başka bir yere gitmek harbiden koyuyordu. Asu ebediyen gitmiyoruz dese de, öyle değildi işte. Bebekliği, çocukluğu, gençliği buradaydı, bu şehrin her sokağında, caddesinde parmak izleri vardı. Anılarını bırakıp gitmek içini fena hâlde burkuyordu. Üstelik Sarp vardı, doğduğundan beri ayrılmadığı can kardeşi sonra Sedat abisi, Nermin teyzesi, yeğenleri, Meryem yengesi… Akkaya ailesi, ailesiydi. Kan bağının olmaması bunu değiştirmezdi.
Dört yıl önce Feyza’nın geldiğini hatırlıyordu genç adam. Sarp nasıl da bayram çocuklarına dönmüş, sevinçten havalara uçmuştu sonra ne zorluklar vermişti sevdiği kadına kavuşmak için. Sonunda olmuştu, sonunda bir aile kurmaya başarmışlardı tıpkı kendilerinin başardıkları gibi. Tabii ki Asu’nun geldiği günü unutmamıştı Caner. İlk dakikadan ağız dalaşına girmişler, aylar boyunca kedi köpek gibi kavga etmişlerdi fakat nihayetinde evlenmişler ve çocuklarını kucaklarına almışlardı. Her bir hatıra gözlerinde canlanırken bütün bunlara nasıl veda edeceğini sorguluyordu. Karısıyla, çocukları yanındaydı da, anıları Antakya’da kalacaktı. Keşke valizine hatıralarını da koyabilseydi.
Ankara işine en çok Çiçek sevinmişti, üniversite hayatı renklenecekti nihayetinde. Caner abisi ve Asu ablası yanında iken sıkılmasına imkân yoktu. Her ne kadar Hakan’la, Efsun’u sevse de, Caner’le Asu başkaydı. Kimse kimsenin yerini tutamazdı sonuçta. Ben gelmeden, siz geliyorsunuz diyerek genç adamın moralini yerine getirmeye çalışıyordu Çiçek. Caner ise işte şimdi benden çekeceğin var diyordu. Eren’le artık öyle rahat rahat takılamazdı Çiçek.
Evet, Eren’le olan ilişkisi devam ediyor, yıllar geçtikçe ilişki olgunlaşıyordu. Eren konservatuar bölümünü bitirmiş, kendince bir şeyler çalıp söyleyerek geçimini sağlıyor, arada Ankara’ya geliş gidiş yapıyor, hatta yakın zamanda Ankara’ya temelli taşınmak istiyordu. Onu tutan bir şey yoktu, kafasına göre yaşayabilecek kadar özgürdü ve sevdiği kızın yanında olmak istemesi gayet tabiiydi ama Caner engeli çıkmıştı başına. O varken, Çiçek’le istediği gibi vakit geçiremeyeceğine emindi Eren.
Akkaya ailesinin içi, en çok bu yönden rahattı, artık Çiçek’in yanında Caner’le, Asu olacaktı. Tek başına kalmayacak, bir derdi, sıkıntısı olduğunda onların kapısının çalabilecekti genç kız. Yirmi yaşını geçmiş olsa da Çiçek, hiçbirinin bilmediği bir yerde bir başınaydı, o yüzden onun için endişe etmeleri normaldi.
Ramazan bitip bayram geldiğinde yine bir telaş hüküm sürdü Akkaya ailesinde. Bayramın ilk günü âdetine uygun olarak herkes Nermin Hanım’ın etrafında toplandı. Sırayla eller öpüldü, hayır duaları okundu. Cem’le, Zeyno harçlık toplarken Masal’ı da ihmal etmedi kimse. Bozuk paraları minik ellerine tutuşturarak kumbaraya atmasını sağladılar. Sedat, Masal’ı severken Feyza içtenlikle bakıyordu onlara. Bir zamanlar iyi bir baba olmayabilirdi lakin şimdi güzel bir amcaydı Sedat. En az Sarp kadar hem de.
Meryem’in kahvaltı sofrası olmazsa olmazdı tabii. Hep birlikte o sofraya oturduklarında Nermin Hanım ailesine bir kez daha baktı. Oğulları, gelinleri, torunları hepsi yanındaydı ya, daha ne isterdi? Keşke kızı da burada olsaydı, sofrada o sandalye boş kalmasaydı.
“Aaa yapma ama böyle anne. Şurada bir ay sonra gelecek Çiçek,” diyerek annesinin ellerini tuttu Meryem. Anlamıştı onun neden buruklaştığını.
“Çok şükür hepiniz böyle bir aradasınız kızım ama anayım işte. Kızımı bayram sofrasında görememek üzüyor beni.”
“Bayram günü ağlanmaz diyen sen değil miydin Nermin Sultan?”
“Öyle ya,” diyerek Sarp’ı onayladı yaşlı kadın. Derin bir nefes aldığında “Hadi hadi,” diyerek hüznünü gizlemeye çalıştı. “Siz bana bakmayın başlayın, çaylar soğuyacak şimdi.”
“Çiçek’te orada arkadaşlarıyla bayram kutluyordur Nermin anne, üzme sen kendini.”
“Doğru diyorsun kızım. Masal gel bakayım yanına, halan yok bari seni seveyim.”
Babaannesinin sözleri üzerine annesinin yanından kalkıp babaannesinin kucağına oturdu Masal. Yaşlı kadın torununu severken diğerleri de bir şeyler atıştırmaya başlamışlardı ki, kapı çaldı. Zeyno masadan kalkıp kapıya baktığında Caner abisini görünce çığlık attı sevinçten. Sofra onlar olmadan eksikti. Caner, küçük kızı severken Cem yanına geldi. Caner abisinin elini öpmek istedi genç çocuk lakin Caner geri elini çekti.
“O kadar yaşlı değilim kereta.”
“Ama elini öpmezsem harçlık vermezsin.”
“Kocaman adam oldun hâlâ harçlık mı istiyorsun?”
“Caner uzatmadan çocuğa para ver,” dedi Asu. Bayram günü çocuklara para vermeyecekse amcayım diye dolanmasaydı ortalıkta beyefendi.
Sarp ve Feyza kapıya geldiklerinde direkt olarak ikizleri kucaklayıp sevdiler. Harbiden zaman çabuk geçiyordu, ne ara üç aylık olmuşlardı şu ufaklıklar?
“Sarp şuna bakar mısın? Gittikçe daha da tatlı oluyor sanki,” diyerek Arda’nın yüzünde bakışlarını gezdirdi Feyza. Babalarından çok, annelerine çekmişlerdi ikizler. Anneleri gibi kumrallardı ve Arda’nın koyu kumral saçları, ufacık gözleri, beyaz teni öyle tatlıydı ki, insan bakmaktan kendini alamıyordu. Bir de Asu’nun sütü iyi besliyor olmalıydı ufaklığı, böylesine tombul olduğuna göre.
“Bir de Cansu’ya bak, gözleri fıldır fıldır.”
“E bizim imalatımız,” diyerek böbürlendi Caner. Tabii karısının boynuna kolunu atmış, otuz iki diş sırıtıyordu. Asu’yla, birlikte yapmıştı çocukları, asla çirkin olamazdı o yüzden ikizler.
Kuzeniyle birlikte göz devirdi Feyza. Sarp ise “Zevzek herif,” diyerek kucağındaki Cansu’yla içeri doğru adımladı. Feyza, Arda’yı sevmeye devam ederken Meryem de kapı eşiğine geldi. İlk Cansu’yu kucağına aldı ancak Arda’ya da gülücükler saçmayı ihmal etmedi.
“Oy bunlar büyümüş, bayram günü yengelerinin elini öpmeye mi gelmiş?”
“Yengecim pabucumuzu dama atmadan önce bize börek kaldı mı, onu söylesen?”
Güldü Meryem. Değil baba, dede olsa bile asla değişmeyecekti Caner. Böyle gelmiş, böyle giderdi fakat olsun hepsi onu böyle seviyordu.
“Ben sana hiç börek ayırmaz olur muyum? Geç hadi, sofrada seni bekliyor börekler.”
“İşte bu! Ben boşuna demiyorum Meryem yenge, yengelerin kraliçesi diye!” Bir an boşta bulunarak bu sözleri dile getirmesinin hemen ardından Feyza’ya çevirdi bakışlarını genç adam. Onu unutmak hiç yakışmamıştı kendine.
“Ama tabii sen de yengelerin prensesin Feyza’cım.”
“Sağ ol Caner, tacımı uygun bir zamanda takarsın artık.”
Meryem’le birlikte gülerken tekrardan solan geçti Feyza. Caner’in yenge sevdasına diyecek söz bulamıyordu cidden. Bir insan ancak bu kadar yengeci olabilirdi.
“Hadi Caner, hadi, dikildin kaldın burada,” diyerek kocasını sürükledi Asu. Birazdan ağlamaya başlayacaktı ikizler ve onlar ağlamadan iki lokma bir şey yemek istiyordu.
Yeni gelen karı koca Nermin Hanım’ın ellerini öpmelerinin ardından sofraya oturdular. İşte şimdi tamam olmuştu bayram sofrası. Çiçek görüntülü olarak ailesini aradığında genç kızla uzun uzun konuştular. Herkesi bir arada görmenin sevincine karşılık son sınavını da bütsüz olarak verdiğini söyledi Çiçek. İlk seneden bu kadar büyük bir başarı yakalamayı beklemiyordu aslında ama ortalaması bile beklediğinden yüksekti ve bunun şerefinde kutlama yapılırdı.
Kahvaltı sonrası Sedat, Caner’i bir köşeye çekip abi edasıyla konuştu onunla. Ankara’ya karar vermişti vermesine de, her şeyi halletmeden öyle gitmek olmazdı. Ortada el kadar bebekler vardı, onların sersefil ortada kalmasından korkuyordu. Bu yüzden her şeyi en ince detayına kadar sorup öğreniyordu.
“Merak etme Sedat abi, Hakan her şeyi ayarladı. Oturdukları muhitte ev bulmuş, kirası biraz pahalı ama maaşta az uz bir şey değil. Zaten bu yüzden kabul ettim ya, yoksa ben deli miyim kendi evimi bırakıp elin memleketinde çalışmaya gitmek için ev tutayım?”
“Öyle diyorsun da Caner, kira harbiden çekilecek dert değil. Dükkânda idare ediyordun, bir anda bu Ankara nereden çıktı anlamadım gitti.”
“Çıktı işte bir yerden. Hakan şirkette bayağı güzel bir iş ayarlamış. Araba falan da veriyormuş hatta şirket, sağ olsun yaptı bize bir kıyak ama yapamazsam döner gelirim biliyorsun.”
Caner’in omuzuna vurdu Sedat. Doğru diyordu olmazsa çıkar gelirdi. Yine de dikkatli olmakta fayda vardı. “Başın sıkışır, bir şey olursa buradayız biliyorsun. Bir alo demen yeter.”
“Biliyorum abi ama üstümde hakkınız çok nasıl öderim, işte onu bilmiyorum.”
“Hak hukuk yok aramızda. Sarp kadar sen de benim kardeşimsin eğer hakkım varsa sonuna kadar helal olsun.”
“Eyvallah,” demekle yetinirken göğsüne vurdu Caner. Yanlarına Sarp gelince bir elini abisinin, bir elinin Caner’in boynuna sardı. Niyeti ne konuştuklarını öğrenmekti.
“Hayırdır böyle mutfak köşesinde fısır fısır ne konuşuyorsunuz?”
“Caner’in kulağını çekiyordum,” dedi Sedat yarı alay, yarı ciddiyetle. Bu iki haylaz çocuk elinde büyümüştü. Hâlâ onların koca adam olup çocuklarını kucaklarına aldıklarına inanamıyordu bir türlü. O kadar yıl nasıl geçip gitmişti?
“Eee abiler arada kulak çekecekler ki, kardeşlerin aklı başına gelsin.” Diyerek sırıttı Caner. İçindeki hüznü belli etmemek için çabalıyordu aslında.
“Tabii ya… Siz ne zaman gidiyorsunuz belli mi?”
İç çekti genç adam, bu kadar çabuk gitmek istemese de Hakan’ı daha fazla bekletemezdi, hem ertelemesinin bir anlamı yoktu. Eninde sonunda gideceklerdi. “Bayramdan hemen sonra, salı günü. Asu’yla valizleri topladık ama birkaç şey kaldı, onları da iki gün içinde ancak hallederiz.”
Günlerden cumartesiydi, demek üç, dört gün sonra gidecekti Caner. Buna hazır değildi Sarp, can kardeşiyle vedalaşmaya gerçekten hazır değildi. Ona git dese bile, vedalaşmak istemediğini yeni yeni anlıyordu. O olmadan her şey bomboş kalacaktı. Dükkânın bile tadı tuzu olmazdı ki. Yine de hissettiği duygulara inat burukça gülümsedi.
“E ne diyelim yolunuz açık olsun kardeşim.”
***
Son hazırlıkların ardından gidiş günü gelip çatmış, bayram son bulsa da Antakya’da bayram telaşı henüz bitmiş değildi. Bir on gün kadar sürecek gibiydi bayram mevzusu fakat Caner’le, Asu için yola çıkma vaktiydi artık. Mahalledekilerin hepsiyle vedalaşmalarının ardından sıra Akkaya ailesine geldi. En zoru buydu ya. Onlara veda etmeye ne Caner hazırdı, ne Asu. Her ne kadar bu bir ayrılık değil deseler de, bu bir ayrılıktı. Gelecek kötü sürprizlerle doluydu zira. Yine de olacaklardan bihaber iyi dileklerde bulunuyorlardı birbirlerine. Nermin Hanım dualar ederken Feyza kuzenine sarılmış, gözyaşlarını tutamıyordu.
“İkinci kez bu anı yaşadığımıza inanmıyorum.”
“Temelli ayrılmıyoruz Feyzoş, okullar kapanınca belki gelirsiniz Ankara’ya. Hem Oyaları da çağırırız. Hakanlar zaten orada. Yine bir arada oluruz.”
“Tabii ya, bu kadar ağıt yakmak olmuyor. Hem biraz benim de kıymetimi anlarsınız yokluğumda.”
“Ulan,” diye söylenip sıkı sıkı Caner’e sarıldı Sarp. Kehribar gözleri dolu doluydu. İlk defa can kardeşinden ayrılıyordu, ilk defa Caner kendine veda ediyordu ve elveda demek tahmin ettiğinden daha zordu. Telefonlar olsa da, yan yana olmak gibi olmayacaktı ki. Her kafası attığında soluğu onun kapısında alamayacaktı ki. Biliyordu, hayatı değişecek, iyi bir kariyer yapacaktı arkadaşı ve kendi bencilce davranamazdı şimdi ama içindeki burukluğa da engel olamıyordu. Hani çocukları birlikte büyüyecek, birlikte dede olacaklardı? Hani çocuklarının o ergenlik devirlerinde birlikte yaka silkeceklerdi? Daha Asu’ya yenge demeye bile doymamış, ikizlere gönlünce amcalık yapamamıştı. Hesapta olmayan bu ayrılığı yaşamak kederle sarıp sarmalıyordu içini.
“Çok özletme kendini, kafan bozulursa çık gel.”
“Merak etme kardeşim, fazla ayrı kalamam ben memleketimden.”
Belli belirsiz gülümsediklerinde Asuman, biricik eniştesine, Caner, yengesine sarıldı. Nasıl olursa olsun vedalar hep acıtıyordu. Birlikte dolu dolu geçirdikleri o kadar zamanın ardından şimdi aralarında sekiz saatlik mesafe gireceği gerçeği hüzün veriyordu kalplerine.
“Sarp sana emanet yenge. Sen onun yanındasın ya, gözüm arkada kalmayacak.”
“Asuman da sana emanet. Onu sakın üzme olur mu?”
Başını sallamakla yetindi Caner, Feyza’dan ayrıldığında Masal’ı kucakladı, yanaklarına öpücükler kondurdu. Hiç böyle hayal etmemişti ki, Masal elinde büyüyecekti, ona amcalıktan çok daha fazlasını yapacaktı, yaş aldıkça oturup karşısına annesiyle, babasının lise hatıralarını anlatacaktı fakat şimdi gidiyordu. Ailesine ardında bırakarak hiç bilmediği bir şehre gidiyordu ve bu gidişin, dönüşü olacak mıydı, bilmiyordu.
“Yine ayrılıyoruz demek,” dedi Sarp. Kollarını Asu’ya dolamış, sıkı sıkı sarılmıştı ona. Caner’e veda etmekte zorlandığı gibi genç kadına veda ederken de boğazı düğümleniyordu.
“Temelli değil, dedim ya enişte. Biz, size, siz bize gider geliriz artık.”
“Asuman,” derken gözyaşlarını tutamadı Meryem. Kardeşi gibi sevdiği kadını çekip sımsıkı sarıldı ona. Önce Çiçek gitmişti, şimdi de Asuman’la, Caner gidiyordu. Birer birer eksiliyorlardı sanki.
“Kendinize çok dikkat edin olur mu? Habersiz bırakmayın bizi, bir şey olursa mutlaka arayın.”
“Söz, sık sık arayacağız Meryem abla.”
Gözyaşlarını geri göndermeyi başardığında “Sizde,” dedi Caner. “Siz de bir şey olursa arayın. Koşar geliriz, biliyorsun yenge.”
“Biliyoruz,” diyerek araya girdi Sedat. Caner’in omuzlarına vururken boğazı düğüm düğümdü. Harbiden onların gidişi hepsine koyuyordu.
“Bir alo desek iki elin kanda olsa gelirsin.”
“İnsan ailesi için her şeyi yapar abi.”
“Çiçek sana emanet. Gözün üstünde olsun e mi oğlum?” derken gözyaşlarını tutamadı Nermin Hanım. Caner ise yaşlı kadının elini öptü, başına koydu. Onun hayır duaları sayesinde sırtının yere gelmeyeceğini biliyordu. Kocasının ardından Asuman’da yaşlı kadınla vedalaştı. Devamında ise ikizleri hepsi tek tek sevdi. Bir daha onları ne zaman göreceklerdi kim bilir.
Sabahın erken saatlerinde Zeyno ve Cem de vedalaşmıştı genç çiftle, onlar da özleyecekti Caner abileriyle, Asu ablalarını ama babalarını ikna edebilirlerse Ankara’ya gitme şansları olurdu belki. Caner çocukları desteklerken içindeki hüzünden ne yapsa kurtulamamıştı. Sahiden Akkaya ailesi, ailesiydi çünkü. Nermin Hanım, annesi, Sarp, kardeşi, Sedat, abisi, Meryem ve Feyza yengeleri, çocuklar yeğenleriydi. Şimdi hepsini birden arkasında bırakıp gitmek öyle kolay değildi. Karısı aynı duyguları içerisindeyken ona da zor geliyordu sevdiklerini bırakıp gitmek fakat kader yazılmıştı ve gitmeleri gereken bir Ankara meselesi vardı.
“Hepiniz hakkınızı helal edin olur mu? Gidip dönememek var.”
“Öyle deme oğlum, su gibi gidin su gibi gelin inşallah,” dedi Nermin Hanım. Onların ardından su dökmek için kabı elinde tutmayı ihmal etmiyordu tabii ki.
Caner arabanın kapısını tutarken Asu son kez Masal’ı öpüp kokluyordu. Feyza’yla bir kez daha sarıldıktan sonra arabaya doğru adımladı. Arka koltuğa oturup ikizlerini kucağına aldığında gözlerindeki buğuyu silmek için çabaladı lakin başaramadı. Evet, Ankara için kocasına ısrar etmişti de, vedanın böyle zor olacağını bilememişti. Hepsi onlara el sallarken Caner tam arabaya binmek üzereydi ki, Sarp kendine seslenince durdu.
“Caner”
Hızla adımlarla yürüyüp yeniden can dostuna sarıldı Sarp ve en acısı, o son sarılmasıydı. İkisi de zannediyordu ki, yeniden birbirlerini görebilecekler, yeniden bu şehirde ya da Ankara’da bir araya gelebilecekler ama öyle olmayacaktı. Aylar sonra yaşanacak olan deprem maalesef ki çok acıtacak, şimdi yaşanan veda hiç olarak kalacaktı. Belki de geri bıraktıklarını geride bulamayacaktı Caner. Can kardeşine sıkı sıkı sarılırken ne yazık ki olacaklardan habersizdi. Eğer bilseydi ya hiç gitmezdi ya da ailesini de beraberinde götürürdü. Fakat geleceği görebilen bir kâhin değildi, o yüzden şu an sevdiklerini bırakıp gidiyordu.
“Yolun açık olsun kardeşim.”
“Biz yerleşelim bir ay sonra gelirsiniz yanımıza.”
“İnşallah,” derken burukça gülümsüyordu Sarp. Caner’in omuzlarına vurduğunda “Hadi,” dedi. “Daha da geç olmadan gidin. Karanlığa kalmayın.”
Başını salladı genç adam, yeniden Sarp’a sarıldığında içindeki hüznü yok saymak istedi ama başarılı olamadı. Yine de el mahkûm arabaya bindi, kontağı anahtarı taktı, arabayı çalıştırdı. Karısıyla birlikte geride bıraktıklarına el sallarken Akkaya ailesi onlar gözden kayboluncaya kadar giden arabanın arkasından baktı. Nermin Hanım su dökerken kimse gözyaşlarını tutamadı. Asu ve Caner bambaşka hayata kucak açmak için gitmişlerdi ve bir daha dönecekler miydi, muammaydı.
Yeni bir hayat kurmak için Antakya’dan çıkmıştı o gün genç çift. Geride bıraktıkları sevdiklerini bir daha göremeyeceklerini bilmeden. Kendi hayatlarını kurtarmak için Ankara’ya giderken bir sene sonra onları enkazların altından kurtarmaya güçleri yetmeyecek, pişmanlık ömür boyu yakalarını bırakmayacaktı. Omuzlarına öyle ağır yükler yüklenecekti ki, bugüne kadar yaşadıkları tüm zorluklar bir hiç olarak kalacaktı. Kimse geleceği değiştiremez yahut engelleyemezdi. Ezelden, ebede kadar yazılmıştı kader, son dehşet verici de olsa yaşanacaktı ve arda kalanlara, bir Hatıra hikâyesini ufacık bir kıza anlatmak düşecekti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.96k Okunma |
598 Oy |
0 Takip |
68 Bölümlü Kitap |