
Düşünsene yarın ölsem, seni ömrümün sonuna kadar sevmiş olacağım.
Cemal Süreya
***
Başta kendi ailem olmak üzere depremde hayatını kaybeden tüm güzel insanlara ithafen...
Ocak 2023
Bir yıl daha geride kalırken yine ülkenin ve dünyanın dört bir yanında kutlamalar yapılmış, insanlar yılbaşı eğlencelerini abarttıkça abartmıştı oysa yeni yılın nasıl bir yıkım meydana getireceğinden habersizdi herkes. Güle oynaya yeni yıla girerken dilenen dilekler havada kalacaktı bazıları için. Bazıları bu yılın hiç gelmemiş olmasını, maziye dönmeyi, her şeyi değiştirebilmeyi yana yakıla isteyecek fakat maalesef zaman acımasızca davranarak seneleri geriye değil, ileri doğru sarmaya devam edecekti. Aynı şey yaralar için söz konusu olmayacaktı ancak. Yeni yılın açtığı cerahatleri zaman asla saramayacaktı. Günler geçecek, insanların deyimiyle hayat akıp gidecekti lakin bu kez yaralar o kadar kolay kabuk bağlamayacak, gözyaşları dinmeyecekti ve tüm bunları yaşayacak kişilerin başında Caner’le, Asu geliyordu.
Ankara’ya geleli sekiz ay kadar olmuş, bu süre içerisinde başkente alışmaya çalışmıştı genç çift. İstanbul’da büyüdüğü için kocasından daha çabuk adapte olsa da Asu, zorlandığı bir gerçekti. Dört yıldan beri Antakya’da yaşamaya o kadar alışmıştı ki, buraya gelince Caner gibi sudan çıkmış balığa dönmüştü. Belki İstanbul’a gitseler işler biraz daha değişirdi zira Ankara’nın havası gerçekten boğucuydu. Ayazı bir yana, devamlı kapalı havası insanın ruhunu karartıyordu. Merak ediyordu genç kadın, Hakanlar burada nasıl yaşamıştı? Gerçi onlar memnundu hâllerinden. Hakan Antakyalı olmasına rağmen şikâyeti yoktu. Efsun onu iyice Ankara’ya alıştırmış olmalıydı ya da sahiden insan birine âşık olunca, o kişinin memleketini de seviyordu. Kendi de Caner sayesinde Antakya’yı sevmemiş miydi ya da Feyza, Sarp’a olan sevdasından Antakya’ya âşık olmamış mıydı? Şimdi belki bu yüzden başka yerde yaşamak zor geliyordu hepsine. Yine de değişen koşullara uyum sağlamak gerekti. Ne olacağı hiç belli olmuyordu nitekim.
Hakan’ın hakkını inkâr edemezdi Caner, arkadaşı sahiden güzel bir iş fırsatı sunmuştu kendine. Çalıştıkları şirket bir ilaç firmasıydı. Hakan üst düzey yetkili olarak orada çalışırken kendine pazarlama işi ayarlamıştı. Belki pazarlamacılık okumamıştı Caner ancak yıllarca o işi yapmamış mıydı? Tamam, şirket olayı daha farklıydı fakat yine de satıcılık işini muntazam bir şekilde becerdiği bir gerçekti. Gerek ikna kabiliyeti, gerek şeytan tüylü olduğundan ustalıkla kalkıyordu işlerin altından. Öyle ki, şu sekiz ayda şirkette sevilen biri olmuştu. Onu çekemeyenler yok değildi tabii ama işine bakıp, umursamıyordu genç adam hiçbirini. Zaten Ankara’nın insanına alışamamıştı, bir de onlarla hiç uğraşamazdı.
Evet, işi iyiydi, iyi bir maaş alıyordu. Hatta gittikçe pahalanan hayat şartlarına rağmen aldığı maaşı düzgün bir şekilde değerlendirebilirse ev bile alabilirdi Ankara’dan. Doğru söylemişti herkes, burada gerçekten hayatı değişmiş, çocukları için parlak bir gelecek çizebilmenin umuduna kapılmıştı lakin yine de durumlardan ne kadar memnun olduğu tartışılırdı. Nankörlük ettiğini biliyordu aslında Caner, doyduğu yere her gün lanetler ederek uyanmak yakışmıyordu kendine fakat memleketini özlüyordu. Sevemiyordu işte Ankara’yı. Bu koşturmaca, bu yaşam telaşı, bu insan kalabalığı ona göre değildi. İnsanlarla yarışmamış, ince hesaplar yapmamış, kafasına göre yaşayıp durmuştu şimdiye kadar ancak başkent, insanı yutmak için tetikte bekliyordu. Nereden ne çıkacağını bilmemek korkutuyordu ve çocuklarını böyle bir hayatın içinde büyütmek istemiyordu lakin onların geleceği için kabullenmek zorundaydı içinde bulunduğu koşulları. Gelmişti bir kere Ankara’ya, öyle yapamadım deyip dönemezdi. Asu için, çocukları için sıla hasreti çekmek düşmüştü payına.
Ankara zordu, boğuyordu, tüketiyordu insanı. Hayır, abartmıyordu genç adam, yediği ekmek, içtiği su, soluduğu hava bile yabancıydı. Ne yemeğin, ne şu atmosferin bir tadı vardı. Yapay bir dünyada yaşama telaşına düşmüş gibi hissediyordu. Çabalasa da alışamıyor, memleketini, sevdiklerini özlüyordu. Hakanlar buradaydı ama yine de Akkaya ailesi başkaydı ve aylardır onlardan ayrı kalmanın acısını da yaşıyor fakat bugünlerin yalnızca başlangıç olduğunu ne yazık ki bilmiyordu.
Caner şirkette çalışıp dururken Asu iş ilanlarına bakıyor, iyi bir hastanede iş bulmayı umuyordu. Neredeyse bir yaşlarına gelmişlerdi ikizler. Onları hâlâ emzirmeye devam etse de, birkaç ay sonra anne sütünden kesilecekti çocuklar sonrasında ise akla uygun bir bakıca bulabilirlerse kendi de çalışabilirdi. Bakıcıya kuzeni kadar kendi de karşıydı ama gerçekten bilgili bir insan bulabilirlerse çalışırdı. Aylardır evde oturmaktan gına gelmişti çünkü. Anne olması kesinlikle kariyer yapmasına engel değildi, çocuklarını sevgiyle büyütürken elbette mesleğini de icra edebilirdi. O kadar yılı boşu boşuna okumamıştı ya.
İş telaşı bir yana, zamanın göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğini çocuklarına bakınca anlıyordu genç çift. Arda’da, Cansu’da yürümeye, sesler çıkarmaya başlamıştı. Ne ara bu kadar büyümüşlerdi, ne ara baba demeyi öğrenmişlerdi? Evet, Caner ilk defa kızından duymuştu baba kelimesini ve bunun sevinciyle ne yapacağını şaşırmış, Cansu’yu havalara atıp tutmuş, gerçekten baba olduğunu yeniden anlamıştı. Hemen sonrasında ise Arda, kardeşini taklit ederek baba deyince genç adamın sevinci ikiye katlanmıştı ama aynı şey Asu için geçerli değildi. Onları doğuran, emziren kendiydi ancak çocukları baba diyordu ilk. Ki, daha da öğrenememişlerdi anne demeyi neredeydi adalet?
Karısının hâline gülerken eğlenmediğini saklayamazdı Caner. Asma suratını derken aslında oldukça keyifliydi. Ne yapsın, Asu’nun tavırlarına gülmeden edemiyordu. Tabii sonrasında geceler boyunca nazlarını çekmek zorunda kalıyordu orası ayrıydı. Birlikte geçirdikleri yıllara rağmen elbette kaybolmamıştı aralarındaki o alevli tutku. İlk günkü hislerle birbirine karşı koyamaz bir şekilde çekiliyorlar, fazlasıyla ateşli geçiyordu geceleri. Arada Asu’nun nazı tutunca ise Caner diller dökse de boşa çarpılıyordu. Karısının inadı inattı zira bir kere alındıysa asla onun keçiliğiyle baş edemezdi ama olsun, onu böyle seviyordu genç adam.
Onlar için durum böyle iken Efsun her boş bulduğu fırsatta mutlaka arkadaşlarıyla görüşme fırsatı ayarlıyordu. Asu’yu da, Caner’i de asla yalnız bırakmıyor hatta Caner’e bin bir zahmetle Ankara’yı sevdirmek için uğraş veriyordu. Yazın, sıcak havalarda birlikte pikniklere gitmişler, Anıtkabir’i karış karış gezmişlerdi. Doğma büyüme Ankaralı olduğu için her bir yeri avucunun içi gibi biliyordu genç kadın. Gezmeyi sevmesi de ayrı bir artıydı tabii yoksa sahiden o kadar kolay çözülecek bir şehir değildi Ankara. Efsun kararlıydı fakat, Hakan’a nasıl Ankara’yı sevdirmişse Caner’e de sevdirecek, eninde sonunda onun inadını kırmayı başaracaktı. Bu konuda en büyük yardımcısı ise Çiçek’ti.
Üniversitenin ilk bir buçuk yılını bitirmişti Çiçek, ikinci senesinde bir dersten büte kalsa da, halledebileceğine inanıyor ve hafta sonlarını genellikle Asu ablasıyla geçiriyordu. İkizleri doyasıya severken iyi ki diyordu her seferinde. İyi ki onlar buraya gelmişti. Ailesinden uzakta okurken en azından Caner abisiyle, Asu ablasının yanında olması güç veriyordu. Tabii Efsun’la, Hakan’ın hakkını inkâr edemezdi. Ankara’ya ilk geldiği günlerde her başı sıkıştığında onların kapısında almıştı soluğu. Bir gün olsun ikisi de sırt çevirmemiş, ne ihtiyacı varsa yardım etmişlerdi. İşte o zaman anlamıştı genç kız, abisi sahiden ömürlük dostluklar kurmuştu ve o dostlar şimdi yanındaydı.
Her ne kadar diğerlerini de birkaç günlüğüne Ankara’ya çağırsalar da işlerden dolayı hiçbiri gelememişti. Yeniden bir araya toplanmayı tüm ekip istiyordu istemesine de, şartlar her zaman el vermiyordu her şeye. Yine de bu yaz hep birlikte toplanacaklar, en azından birkaç günü birlikte geçireceklerdi. Hepsinin planı böyleydi ama hayat, o planlara ne kadar izin verecekti tartışılırdı.
***
Cansu’yu emzirmesinin ardından yatağına yatırıp üzerini örttü Asu. Kızı da, oğlu da mışıl mışıl uyuyordu. Henüz küçük olduklarından ayrı odaları yoktu lakin altı ay sonra odaları ayırmayı düşünüyordu genç kadın. Uzun süre anne baba odasında uyumak çocuklar için pek sağlıklı değildi nitekim. Yine de kolay bir süreç olmayacaktı, şimdi bile aklı hep onlardaydı. Doğumdan beri şöyle derin yatıp uyumamıştı hiç. Gözlerini kapadığı an, ikisine de bir şey olacakmış gibi geliyordu. Annelik iç güdüleri başkaydı işte.
“Hadi gel artık, uyudular.”
Kocasını gözleriyle onaylayıp yatağa girdi Asu. Ankara cidden soğuktu, hava eksi üç dereceydi, üşüyordu itiraf etmesi gerekirse ama birazdan Caner’in kolları, kendini ısıtacaktı. O yüzden vakit kaybetmeden yatağa uzanıp sevdiği adamın kolları arasına girdi. Ufak bir şekilde gülümseyip sımsıkı sarmaladı Caner, karısını. Saçlarına öpücük bırakırken içinden defalarca şükrediyordu. İyi ki lise aşkıyla böyle bir yuva kurmuştu.
“Çok mu üşüyorsun?”
“Sen nasıl üşümüyorsun ben anlamıyorum.”
“Sıcakkanlıyım ondandır.”
“Ha ben soğukkanlı mıyım?”
“Onu mu dedim şimdi ben sevgilim?
“Bilmem artık ne demek istediysen,” diyerek kocasının kollarından çıktı Asu. Gülmemek için dudaklarını ısırırken Caner’in sabır dilediğini biliyordu. Kabul etmesi gerekirse kocası iyi dayanıyordu kaprislerine. Başka bir adam olsa nazını bu kadar çok çekmezdi muhtemelen.
“Asu,” diyerek karısını geri kendine çekti Caner, yüzüne doğru eğilirken saçlarını da geriye attı. Bazen iki değil, üç çocukla uğraştığını hissediyordu. “Ben öyle bir şey der miyim sana güzelim? Senin ne kadar sıcakkanlı, cıvıl cıvıl bir kadın olduğunu bilmez miyim hiç?”
Omuzları silkti genç kadın, inatçılığı tutmuştu. “Hadi ama,” dedi Caner. Karısıyla dargın bir şekilde uyuyamazdı. Evliliği boyunca hiç öyle bir şey yapmamıştı. Elbette Asu’yla tartışmışlar, kavga etmişlerdi zaman zaman ama gün sonunda yatağa birlikte girmişler, birbirlerinden ayrı uyumayı asla düşünmemişlerdi.
“Ben karıma sarılmadan uyumak istemiyorum.”
“Keşke evlenmeden önce karının ne kadar soğukkanlı olduğunu da bilseydin.”
“Bilmeme imkân yoktu çünkü benim Asu’m, dünyanın en güzel yürekli kadını ve ben o güzel yüreğe öyle çok âşığım ki…”
Yüzünü kocasına çevirdiğinde belli belirsiz gülümsedi Asu. Elini, genç adamın yanağında gezdirirken “İnanayım mı?” diye sordu. Çocukluğu bir yana bıraktığı belliydi.
Omuzlarını silkti genç adam, ufak bir öpücük bıraktı sevdiği kadının omuzuna. “İnanmaman için bir sebep var mı?”
“Sanırım yok.”
“O zaman sorun da yok,” diyerek karısını kollarına hapsetti Caner. Dudakları saçlarına öpücükler armağan ediyordu. “Çünkü ben seni çok seviyorum.”
“Bende. Ben de seni çok seviyorum Caner.”
Birlikte gülümsediklerinle, ufak bir temasla buluştu dudakları sonrasında ise uykuya dalmak üzere gözlerini kapadılar. Asu bir türlü uyuyamadı fakat. Nedenini bilmediği bir sıkıntı sarmıştı yüreğini. Caner yanında çoktan uykuya dalmışken onun kollarını üzerinden çekip yatakta doğruldu. Başucunda duran telefonu eline aldığında öylesine göz atmıştı ki, sosyal medya hesabında gördüğü haberle kalp atışları hızlandı. “Caner,” diyerek kocasına seslendi, onu sarsarken sert dokunuşlarına engel olamıyordu.
“Caner kalk! Caner!”
Uyku sersemliği üzerinde iken zorlukla açtı gözlerini genç adam. Çatık kaşlarıyla karısına bakarken ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Yüzünü sıvazladığında doğrulmaya çalıştı yatakta.
“Ne oldu?”
“Bir saat önce Antakya’da sarsıntı olmuş! Feyza’yı arıyorum!”
Duyduklarıyla hızla yataktan kalktığında telefonu alıp koridora çıktı genç adam. Aslında telaş edecek bir şey yoktu, ilk defa yaşanmıyordu böyle bir şey. Sık sık sarsıntılar olurdu Hatay’da, bir on saniye sonra da dururdu. Kendi bile defalarca yaşamıştı aynı durumu. Yine de içindeki endişelere engel olamadan Sarp’ı aradı. Telefon birkaç çalıştan açıldıktan sonra derin bir nefes aldı. Arkadaşının sesi iyi geliyordu yalnızca biraz uykuluydu.
“Caner hayırdır, bir şey mi oldu?”
“Yok… yok bize bir şey olmadı, size korktuk. Sarsıntı olmuş, iyi misiniz?”
“Ufak bir şey ya, telaş yapmaya gerek yok. Beş, altı saniye sürdü. Hep olur biliyorsun zaten.”
“Öyle de ne bileyim. Korktum haberi görünce.”
“Korkma kardeşim korkma, iyiyiz çok şükür. Bak Masal’da burada, iyi geceler diyor sana.”
“Benim için bol bol yanaklarını öp olur mu?”
“Olur. Sen de ikizlerin yanaklarını bol bol öp benim için.”
“Öperim kardeşim. Hadi ben sizi tutmayım o zaman. İyi geceler.”
“İyi geceler.”
Telefonlar kapanınca geri odaya dönüp yatağa uzandı Caner. Asu da, Feyza’yla konuştuğundan içi rahattı, çok şükür ufak bir sarsıntıydı yalnızca.
“Endişe etme hep olur, biz bile kaç defa sallandık hatırlamıyor musun?”
“Öyle de, korktum bir anda o haberi görünce.”
“Buraya gel,” diyerek karısını kolları arasına aldı tekrardan genç adam. Asu’yu rahatlatmaya çalışıyordu da, kendinin de korku düşüyordu içine ister istemez fakat korkuların yersiz olduğunu düşünmek istiyordu. Başka türlüsüne ihtimal vermiyordu çünkü. “Fay hattının üzerinde tepinip durduk yıllarca bir şey oldu mu hiç?”
“Olmasın da. Allah kimseye depremi yaşatmasın, Elazığ hepimizin hâlâ kanayan yarısı zaten.”
Sessiz kalarak Asu’nun saçlarında elini dolaştırdı Caner. Doğru söylemişti Asu, üç sene önceki Elazığ depremi çok can almıştı ne yazık ki. Van depreminden sonra ülkede yaşanan en şiddetli depremlerden biriydi kesinlikle. Bazen gerçekten anlamıyordu, Türkiye başlı başına deprem bölgesi iken neden kimse önlem almıyordu? Neden kimse çarpık kentleşmeye müdahale etmiyordu? İnsanların sorumsuzluğu yüzünden daha kaç canı kaybedeceklerdi? Ne zaman birilerinin aklı başına gelecekti? Gece gece tatsız mevzuları daha fazla düşünmek istemediğinden konuyu değiştirmeye çalıştı.
“Yarın akşam Hakanlara gidiyoruz demi?”
“Efsun çok ısrar etti, gitmezsek ayıp olur. Hem Çiçek’i de çağırmışlar.”
“İyi yapmışlar. En azından onlarla bir aradayız.”
“Emir de zaten çok seviyor ikizleri, abilik yapmaya çalışıyor şimdiden.”
“Yapacak tabii kereta. Yarın ben ona emanet edeceğim bizim haylazları.”
Gülümsemekle yetindi Asu, duruma itirazı yoktu elbette. İkizlerinin bir abisi olması hoşuna gidiyordu ve o abi, Hakan’ın oğlu olunca iş daha da güzelleşiyordu.
***
“Bak iyi ki geldiniz Ankara’ya, nihayet yıllar sonra bir aradayız. Tıpkı lise zamanlarındaki gibi,” demesinin ardından bir yudum su içti Hakan. Cumartesi akşamı bir arada olmak sahiden güzeldi. Çekirdek aile olarak oturdukları masa, hafta sonları Asu ve Caner’le kalabalıklaşıyor, kendileri de büyük bir keyif alıyordu. Tabii Çiçek’le, ikizleri yok saymak olmazdı. Onlar da renk katıyordu sofraya.
“Bir aradayız ama eksiğiz,” diye mırıldandı Caner. Söylediklerini örtbas etmek için kopardığı ekmeği ağzına attı aynı zamanda. Hakan kardeşi, Efsun yengesiydi fakat bir şeyler eksikti işte. Aylar geçmiş olsa da, alışamıyordu yeni hayatına.
“Ben diyorum ki yarın bir şeyler yapalım hep birlikte. Sıkılmadınız mı evden de, işten de?”
“Efsun haklı beyler, az dışarı çıkalım ya.”
“Nereye gideceğiz Asu? Yemek desen tat yok, deniz desen o da yok, açık hava desen Ankara buz gibi… Şöyle kafanı alıp gidebileceğin bir yer yok. Bir de başkentmiş peh! Hakan sen söyle kardeşim on beş yıldır nasıl yaşıyorsun burada?”
Umutsuzca iç geçirdi Asu, kocasının ne kadar inatçı olduğunu yeni yeni öğreniyordu. Ankara’yı sevmemeye yemin etmişti sanki Caner. Evet, hava soğuktu ama yine de bir şeyler yapılabilirdi öyle değil mi? Neyse ki Efsun koştu yardımına.
“O kadar yapma Caner ya. Müzeye falan gideriz, değişiklik olur hepimize.”
“Müze? Tarih seven Feyza, ben değilim.”
“Kızlar siz anlamıyorsunuz kardeşimin dilinden. Yarın güzel bir kebapçıya gidelim, midemiz bayram etsin.”
“Sağ ol kalsın kardeşim, burada kebabın tadı var sanki. Antakya’da olacaktık var ya, giderdik Çevlik’e yakardık mangalımızı bir güzel afiyetle yerdik.”
“Ocak ayında?”
“Sen Ankaralı olduğun için bilmezsin Efsun. Yazı kış yoktur bizim için ve ayrıca hava bu kadar da soğuk değildir.”
“Boşuna uğraşma Efsun abla, Caner abiye Antakya’dan başka yeri sevdirmek mümkün değil,” derken bir kaşık pilav attı ağzına Çiçek. Efsun ablasının yemekleri güzeldi de, yengesinin elinin lezzetini özlüyordu bazen.
“Haksız mıyım ama? Ankara’nın ne tadı var, ne tuzu. Hadi sen öğrencisin, gençsin alışırsın da, ben alışamıyorum Çiçek.”
“Abart Caner, sanki biz çok yaşlıyız. Yahu otuz yaşında gencecik insanlar değil miyiz? Ne diye yetmişlik dedelere bağlıyorsun bu kadar, anlamıyorum.”
Omuzlarını silkti genç adam, karısı haklı olabilirdi de, yaşadığı durumun yaşıyla ilgisi yoktu, bünyesi uyum sağlayamıyordu buraya. Caner’in sessizliği üzerine Hakan araya girdi. Caner’i anlıyordu aslında, ilk geldiğinde kendi de ondan farksız değildi nitekim. Eğer Efsun olmasa asla alışamazdı Ankara’ya.
“Tamam oğlum ya Antakya başka ama burada bak işin oldu. İyi bir maaşın var, çocukların daha rahat şartlarda büyüyecek. Belki Asu da iyi bir hastanede çalışmaya başlar yakında. Biz de buradayız, üstelik Emir de yeğenin değil mi amcası?”
“Evet Caner amca,” diyerek sessizliğini bozdu en sonunda Emir. On yaşına girmişti neredeyse. Boyu uzamış, yaş aldıkça daha da yakışıklı olmuştu. Beyaz tenine yakışan gür siyah saçlarıyla, kömür karası gözleriyle babasının kopyasıydı. “Siz buraya gelince ben çok sevindim biliyor musun?”
“Zaten sen olmasan vallahi çekilmez şu Ankara.”
Emir yemeğine devam ederken Efsun belli belirsiz gülümsedi. Kardeşi yoktu, kocasının ise bir ablası vardı yalnızca. Ara sıra Hale ile görüşseler de Emir tek başına büyüyordu fakat durum Caner gelince değişmişti. Oğlunun bir amcası, bir teyzesi vardı artık. Ayrıca Cansu’yla, Arda da kardeşiydi, ikizlere abilik yapmayı pek seviyordu oğlu. İkinci çocuğu düşünmüyor değildi aslında genç kadın ancak şimdiden sonra bebek büyütebilecek psikolojisi var mıydı, emin olamıyordu.
“Sarp amcamla, Altay amcam da gelecek mi baba? Onları da çok özledim.”
“İnşallah oğlum, işleri halledebilirlerse gelecekler bu yaz.”
“Altay amcamlar şimdi gelseler, tatilde Çağla’yla birlikte oluruz.”
Bıyık altından güldü Caner, bu gidişle sahiden Altay’la, Hakan on yıl sonra dünür olacaktı. İmalı imalı Efsun’a bakarken “Emir,” dedi Asu. “Sen çok mu seviyorsun Çağla’yı?”
“Evet, o benim en iyi arkadaşım.”
“Tabii tabii sınıfındaki başka kızlar için de aynısını söylüyorsundur.”
“Hayır, söylemiyorum Caner amca. Çağla benim tek kız arkadaşım, ondan başkasıyla da arkadaş olmak istemiyorum.”
“Aldın mı cevabını Caner Bey?” diyerek kocasına ters bakışlarla baktı Asu. On yaşında böylesine kararlı olduğu için tebrik ediyordu Emir’i. Şu ufacık çocuk kadar olamayan adamlar vardı.
Küçük çocuğun amansız sevdasına iç geçirdi Caner. Nesilden nesile mi geçiyordu ki aşk, Emir şimdiden başka şehirdeki bir kıza gönül vermişti?
“Ah be Emir uzak mesafe aşkı yaşamaya bu yaşında başladın demek.”
“Ama Çağla bana söz verdi, üniversite için Ankara’ya gelecek büyüyünce.”
“Ya,” diye söylendi Efsun. Oğlu, Çağla için planlar yapmaya başlamıştı demek ve bir anne olarak bunu yeni öğreniyordu.
“Benim niye bundan haberim yok acaba?”
“Efsun abla gitme çocuğun üstüne. Bak ne güzel sahip çıkıyor arkadaşına. Bazıları onu bile beceremiyor,” derken düşen yüzüne engel olamadı Çiçek. Eren’le ilişkisi devam ediyordu da, son zamanlarda araları biraz soğumuştu sanki. Eskisi kadar ilgili davranmıyordu Eren ve bu durum genç kızın canını sıkıyordu.
“Eren’le aranda bir sorun yok değil mi?” diye sordu Asu şüpheli gözlerle. O üzgün bakışları nerede görse tanırdı çünkü.
Gülümsedi Çiçek, kimsenin tadını çıkarmak istemedi ayrıca özel hayatını ulu orta konuşmayı da sevmezdi. “Yok,” dedi rahat davranmaya çalışarak. “Gayet iyiyiz.”
“Eğer olursa ve benim haberim olmazsa külâhları değişiriz ona göre.”
Çatalına batırdığı salatayı ağzına atarken fazlasıyla tehditkâr bakıyordu Caner. Çiçek’i üzenin gözünün yaşına bakmazdı asla.
“Biliyorum Caner abi ama için rahat olsun.”
“Sen Antakya’ya gidecek misin Çiçek? Hani tatil ya belki gidip gelirsin,” diye sordu Efsun. Uzak mesafe ilişkisi gerçekten zordu ve Çiçek’in biraz Eren’le vakit geçirmeye ihtiyacı vardı.
“Bütüm var, oturup çalışmam lazım ama annemleri de çok özledim. Kaç aydır görmüyorum.”
“Sınavın ne zaman?” diye sordu Asu. Aynı zamanda Cansu’nun sesini duydu. Birazdan oğlu da ağlamaya başlardı kesin. Arka odaya ikisini de güvenli bir şekilde yatırmıştı da, ikizler daha fazla dayanamamıştı anlaşılan. Caner masadan kalkınca genç kadının kalkmasına gerek kalmadı.
“Beş şubatta.”
“Daha on gün var, bir haftalığına da olsa git istersen, onlar da seni özlemiştir.”
“Hep birlikte gidemeyiz demi?”
“Şirkette işler çok yoğun Çiçek. Sen bu defa tek git, başka sefere hep birlikte gideriz,” dedi Hakan belli belirsiz gülümseyerek.
Onları gözleriyle onaylamasının ardından Efsun’a eline sağlık, diyerek masadan kalktı Çiçek. Yurda dönmesi gerekiyordu, belli bir saatten sonra kapılar kapanıyordu. Hakan ise tek başına bırakmadı genç kızı. Çiçek’i yurda bırakmak üzere ayaklandı. Aslında Caner de, Hakan da üniversiteyi bitirene kadar kendilerinde kalmaları için ısrar üzerine ısrar etmişlerdi de, Çiçek kabul etmemişti. İkisinin de Sarp’tan farkı yoktu, öz abileri gibi koruyup kolluyorlardı kendini ama yine de kimseye rahatsızlık vermek istemezdi. İyi, kötü yurda alışmıştı. Ankara’ya alıştığı gibi.
Genç kızı yurda bırakmasının ardından evine doğru yol aldı Hakan. Kırmızı ışıkta durunca telefonu çaldı, ablası arıyordu. Önemli bir şey olduğunu anladığından ya da hissettiğinden dolayı kenara çekip aramayı açtı. “Abla,” dedi şüpheli bir ses tonuyla. “Hayırdır gecenin bu saatinde?”
“Hakan,” derken hıçkırığını tutamadı Hale. Titreyen sesi telefonun diğer ucundan bile duyuluyordu. “Hakan, annem… Annemin durumu ağırlaşmış, hastaneye kaldırmışlar ama… Ama kurtaramamışlar!”
“Ne! Abla sen ne diyorsun?”
“Özkan’la yola çıkacağız şimdi. Sen de gel ablacım, babamın yanında olalım.”
“Abla,” dedi Hakan ama devamında hiçbir şey söyleyemedi. Henüz Hale’nin söylediği sözlerin gerçekliğini kavrayabilmiş değildi. Telefon elinden yan koltuğa düşerken defalarca yutkundu. Gözyaşları yanaklarını ıslatırken tepkisizdi. Büyük bir sakinlikle arabayı yeniden çalıştırıp bir kez daha yola koyuldu.
Evine varınca direkt odasına geçip valizini hazırlamaya başladı genç adam. İki, üç parça eşya koymuştu ki, Efsun lavabodan çıkıp yanına geldi. “Hakan,” dedi kaşlarını çatarak. Siyah gecelik takımını giymiş, cilt bakımını yapmıştı, her akşam olduğu gibi kocasıyla birlikte huzurlu bir uyku çekmeyi planlıyordu ancak aniden neler olduğunu anlayamamıştı. Hakan’ın kolunu tuttuğunda yeniden ismini zikretti. “Hakan,” dedi telaşla.
“Gece gece ne oluyor?”
“Annem,” dedi Hakan titrek sesiyle. Bir an durup Efsun’un yüzünde bakışlarını gezdirdi. “Ölmüş,” diyebildi içinde kopan fırtınalara inat sakinlikle. Gözyaşları, kara gözlerinden yanaklarına doğru süzülüyor, boğazına düğüm düğüm ipler dolanıyordu. Nefes almak hiç bu kadar zor olmamıştı. Söylediği gerçekle yüzleşirken şoku da atlatmıştı galiba yoksa canından can kopmuş gibi haykırmazdı.
“Benim annem ölmüş Efsun!”
Söylediği cümlenin ağırlığıyla hıçkıra hıçkıra yere çöktü Hakan. Küçük bir çocuktan farksızdı o an. Efsun durumu henüz idrak edemeden kocasının yanına çöktü. Sevdiği adamın başını çekip göğsüne yaslarken gözyaşlarına engel olamadı. Hiçbir şey sormadı, demedi, garipti ama durumu hemen kabullenmişti sanki.
Kayınvalidesi ile gereksiz kavgalar etmemişti asla, Şükran Hanım’ı hep sevmiş, ikinci annesi olarak görmüştü onu. Bir günden bir güne ne ondan kötü bir söz işitmiş, ne de ona kötü bir söz söylemişti. Aralarındaki ilişki her zaman için saygı çerçevesinde ilerlemişti fakat kader, kansere yakalanmıştı Şükran Hanım ve o savaşta kaybetmişti ne yazık ki. En az kocası kadar üzgündü Efsun, canı yanıyordu elbette ama Hakan için güçlü durmak zorunda olduğunu biliyordu. “Hakan,” dedi zorlukla. Burnunu çekip genç adamın yüzünü avuçlarının arasına aldı. Gözyaşlarını başparmaklarıyla sildi. “Ben buradayım,” dedi güven veren bir sesle.
“Ben buradayım sevgilim, yanındayım.”
Hiçbir şey demeden başını geri karısının göğsüne sakladı Hakan. Gözyaşlarıyla hıçkırıkları birbirine karışırken sevdiği kadına, Efsun’a sığınıyordu. Yaşadığı acıyla başka türlü nasıl baş ediliyordu bilmiyordu zira.
Geçmek bilmedi o gece, güneş doğmamak için ilk defa bu kadar inat etti. Hakan için kararmış dünya bir daha aydınlanır mıydı, muammaydı. Kısa süre içerisinde Şükran Hanım’ın vefatından Asu ve Caner’in de haberi oldu. İkisi de Hakan için üzülürken arkadaşının ne hissettiğini iyi biliyordu Caner. Anne kaybı, tarifi olmayan bir acıydı, Hakan’ın yüreği de yangın yeriydi. Onun için yapılabileceği tek şey, onu yalnız bırakmamaktı ki, Yılmaz ailesi sabahın erken saatlerinde Antakya’ya gitmek üzere yola çıktılar. Her ne kadar Asu ve Caner biz de gelelim deseler de, gerek olmadığını söyledi Hakan. Başı yeterince kalabalık olacaktı bir de onları yormanın manası yoktu. Tüm bu telaşların içerisinde iken Efsun, Çiçek’i unutmadı. Madem gidiyorlardı, birlikte yola çıksınlardı. Çiçek emin olamasa da, kabul etti Efsun’un teklifini. Hakan abisi için üzülse de, ailesine sürpriz yapacaktı. Tabii zaten Sarp, Hakan’ı asla yalnız bırakmazdı.
Şükran Hanım’ın vefatını Akkaya ailesi de duymuş, Hakan için hepsi şimdiden yas tutmaya başlamıştı. Sarp, Hakan’ın babasını yalnız bırakmıyor, yaşlı adamın yanında olmaya çalışıyordu. Hale de henüz gelmediğinden Musa Bey tek başına kalmıştı, evlatları gelene kadar onun yanından ayrılmayacaktı.
O gün annesinin cenazesi için ailesiyle yola çıkmıştı Hakan lakin maalesef başına geleceklerden habersizdi. Efsun olacakları bilse, Hakan’ı da, oğlunu da zincirle bağlar göndermezdi Antakya’ya. Şimdi kayınvalidesinin cenazesi için yola düşerken günler sonra daha büyük acılar yaşayacağından bihaberdi.
***
Antakya/ Hatay
3 Şubat
“Böyle olmadı ama Çiçek, şurada geleli bir hafta bile geçmedi. Sen hemen gidiyorsun.”
Valizinin fermuarını çekip yengesine doğru döndü Çiçek. İçindeki sıkıntıya inat gülümsemek için çabaladı. Nedendir bilmediği bir sıkıntı içinde kol geziyordu günlerdir. İlk defa ailesini bırakıp gitmeyi istemiyordu, ilk defa onları ardında bırakmak zor geliyordu. Daha önce birkaç kez yine tatillerde geliş gidiş yapmıştı ancak bu defa farklıydı. Anlamsız hislerini hayra yormak istese de başarılı olamıyordu. Yine de Meryem’in ellerini tutup sevgi dolu gözlerle baktı ona.
“Birkaç ay sonra yine geleceğim yenge.”
“Doymadık ki sana.”
“Ben de size doymadım ama iki gün sonra sınavım var ve veremezsem benim için pek iyi olmayacak.”
“Sen zehir gibisin, bak gör o sınavı nasıl yüksek not alarak geçeceksin.”
“İnşallah,” demekle yetindi genç kız ardından sıkı sıkı sarıldı Meryem’e. Gözlerinin dolmasını istemese de, engel olamadı gözyaşlarına. Ailesinden ayrılmak ilk defa bu kadar zor geliyordu.
“Kendine dikkat et olur mu? Aklım fikrim hep sende kalıyor. Ne yiyor, ne içiyor bu kız diyorum. Orada bir başına, ayazın ortasında…”
“Ankara’nın adı çıkmış dokuza, inmez sekize. Merak etme sıkı sıkı giyiniyorum üstümü hem ayrıca yemekler o kadar kötü değil. Caner abiler de yanımda, endişelenme o yüzden.”
“Sen benim elimde büyüdün,” diyerek genç kızın yanağını okşadı Meryem. Öyle içten, öyle sevgi dolu bakıyordu ki... Yengeden çok, bir abla gibiydi. Kocasının kardeşi olabilirdi Çiçek ama kendinin de kardeşiydi. Beş yaşından beri eteklerine yapışıp durmuştu bu kız. Şimdi büyümüş, üniversiteye gidiyordu. Duygulanmasın da ne yapsındı?
“Nasıl merak etmem seni?”
“Bazen düşünüyorum dünyada senin gibi böylesine güzel başka bir yenge var mıdır?”
“Feyza’yı unutuyorsun.”
Güldü genç kız, Feyza’da vardı tabii. O da bir ablasıydı ve bugünlere gelebilmişse onun emeğini üzerinde çoktu. “Yine de istisnalar kaideyi bozmaz ve ikinizin de istisna olduğuna kalıbımı basarım.”
“Çiçek,” diyerek odaya geldi Sedat. Kardeşini otogara bırakacaktı ve biraz daha oyalanılırlarsa geç kalacaklardı.
“Hazırsan çıkalım artık.”
“Hazırım abi,” diyerek valizini eline aldı genç kız. Son kez yengesiyle vedalaşıp kapının önüne geldi. Feyza ve Sarp yine burada olduğu için onların evine uğrayarak vakit kaybetmeyecekti en azından. İlk Nermin Hamım, kızını kucaklayıp dualar okudu. Annesiyle sarılırken de iki damla gözyaşını serbest bıraktı Çiçek. Ne oluyordu kendine böyle? Niye durup dururken bu kadar sulu göz olmuştu?
“Aman diyeyim kızım ne olur dikkat kendine. Ankara büyük şehir, hırlısı var, hırsızı var… Vakitlice okuluna git, vakitlice dön… Yanlış insanlarla arkadaşlık yapma sakın. Güzel güzel oku, Feyza yengen gibi öğretmen ol.”
“Olacağım annen, hiçbirinizin emeklerini boşa çıkarmayacağım.”
Çiçek, Nermin Hanım’ın elini öperken gülümsedi Feyza. Ondan bu sözleri duymak gururlandırıyordu kendini. Annesinin ardından yeğenleriyle vedalaştı genç kız. Zeynep’i de, Cem’e de sıkı sıkı sarılıp yanaklarını öptü. Yaş aldıkça daha farklı bir şekilde onlara bağlanmış, ikisinin de aslında kendi için ne kadar değerli olduğunu yeni yeni anlamıştı. Yeğenlerinin varlığına şikâyet etmeyi bırakıp şükretmeyi öğrenmişti sonunda.
“Ankara’dan istediğiniz bir şey var mı bir daha gelirken getireyim size.”
“Bana elbise alır mısın hala? Ankara’da güzel çok güzel elbiseler vardır.”
“Alırım fındık kurdu.”
“Ben de bir gömlek istiyorum, Bade’yle dışarı çıktığımızda giymek için.”
Liseye geçmişti Cem ve ateş bacayı çoktan sarmıştı onun için. Bade’den hoşlandığını kimseden gizlemiyordu. Nihayetinde amcası da, Feyza yengesine lisede âşık olmamış mıydı?
“Şimdiden çapkınlığa başladıysan işimiz var demektir.”
“Ne yaparsın amcasını örnek alıyor,” dedi Feyza belli belirsiz gülümseyerek. Çiçek’e sıkı sıkı sarılırken tabii ki Sarp’ın laf atması çok gecikmedi.
“Sanki sen de bana lisede abayı yakmadın.”
“Ama karşında renkten renge giren ben değildim.”
“Tabii, yanakları domatese dönen de bendim zaten.”
İkisine gülerken “Hadi,” dedi Sedat. Karı koca olarak sonra atışırlardı şimdi gerçekten evden çıkmaları gerekiyordu.
“Çiçek’le vedalaşın da çıkalım artık.”
Genç adamın sözleri üzerine Çiçek’in omuzlarına ellerini dayadı Feyza. “Seninle gurur duyuyorum,” dedi içtenlikle. “Ve inanıyorum, okulunu en güzel şekilde bitirip harika bir öğretmen olacaksın.”
“Günün birinde senin gibi bir öğretmen olabilir miyim bilmiyorum ama her zaman için idolüm sensin Feyza abla.”
Yeniden sıkı sıkı sarılmalarının ardından Sarp’ta kardeşiyle vedalaştı. Çiçek’i kollarını aldığı an, onu sıkıca göğsüne bastırdı Sarp. Saçlarına öpücükler bırakıp “Dikkat et,” diye mırıldandı. “Benim için kendine çok dikkat et ve sakın unutma: senin burada koca bir ailen var.”
“Biliyorum ve bunu bilmek bana güç veriyor.”
Az önce geri gönderdiği gözyaşları yeniden yanaklarını ıslatınca burnunu çekti genç kız. Sarp’ın kollarından çıktığında gülümsemek için zorladı kendini. “Masal,” diye seslendi Feyza, salonda resim yapmak için uğraş veren kızına. “Masal hadi gel annecim, hala gitmeden öpsün seni.”
Annesinin sözleri üzerinde koşarak kapının önüne vardı Masal. Çiçek onu kucaklayıp yanaklarını öptü. Her gelişinde biraz daha büyüyordu küçük yeğeni. Bir dahaki gelişinde kim bilir nasıl boy atacaktı?
“Gitme, haya gitme,” derken minicik kollarını halasının boynuna doladı Masal. Çiçek’in kucağından inmek, onu bırakmak istemiyordu. İki buçuk yaşında olabilirdi ama halasını uzun bir süre göremeyeceğini biliyordu.
“Geri geleceğim halacım, söz sen biraz daha büyüyünce geri geleceğim.”
Küçük kız nedensiz ağlamaya başladığında Feyza kucakladı kızını. Yine huysuzluğu tutmuştu anlaşılan küçük yaramazın. Herkes son defa Çiçek’e nasihatler ederken Sedat’ın yönlendirmesiyle kapıdan çıktı genç kız yoksa vedalaşmanın sonu hiç gelmeyecekti. Ev ahalisi arkasından el sallarken Çiçek içindeki buruklukla arabaya bindi ve Ankara’ya doğru yeniden yol aldı. Akkaya ailesi ise bu dünyada bir daha Çiçek’i göremeyeceklerini bilmeden araba gözden kaybolana kadar baktılar.
On beş, yirmi dakika sonra otogara geldiklerinde kardeşine sıkı sıkı sarıldı genç adam. Sedat abisinin kollarını da seviyordu Çiçek ve orayı aslında hiçbir şeye değişmezdi. Belki Sedat’la çok kavga etmişti zamanında ama sonuçta abisiydi Sedat, üzerinde hakkı çoktu. Şimdi bile okuyabiliyorsa onun sayesinde idi, o olmasa kolu kanadı kırılırdı.
“Herkes söyleyeceğini söyledi zaten bana pek bir şey kalmadı.”
“Abi…”
“Yine de benim için daha doğrusu bizim için ne kadar değerli olduğunu unutma Çiçek. Sen hepimizin göz bebeğisin.”
“Siz de benim için öylesiniz. Siz benim ailemsiniz ve ben sizi çok seviyorum… Çok.”
“Hadi,” diyerek geri çekildi Sedat. Koskoca adamdı, insanların içinde ağlamak yakışmazdı kendine. “Otobüs kalkacak şimdi.”
Başını salladı genç kız, valizini otobüsün ayrılan bölüme yerleştirmesinin ardından otobüse binmek için adımladı ancak o basamağı çıkmadan hemen önce dönüp geri Sedat’ın boynuna atıldı. Abisine sımsıkı sarılırken ne kadar şanslı olduğunu anlıyordu. Kocaman bir ailesi vardı ve o ailesi her şartta yanındaydı.
Kardeşinin gözyaşlarını silip alnına ufak bir öpücük kondurdu genç adam. Sahiden gurbete gidince değişmişti Çiçek. Ergenliği bir kenara bırakarak aklı başında davranmaya başlamıştı. Üniversite yaramıştı kısaca kardeşine.
Çalan kornayı duyduğunda abisinin kollarından ayrılıp nihayet otobüse bindi Çiçek. Dakikalar içinde otobüs harekete geçtiğinde uzun uzun el salladı geride bıraktıklarına. Sedat ise otobüs gözden kayboluncaya kadar arkasından bakarken müdahale edemedi yanaklarını ıslatan iki damla gözyaşına. Abi olmak harbiden tuhaf şeydi.
Şehrini, evini, ailesini bir daha göremeyeceğini bilmeden o gün Antakya’dan çıktı Çiçek. Başını cama yaslayıp akıp giden yolu izlerken üç gün sonra nasıl bir imtihana tabi tutulacağını bilmiyordu. Şu an dert ettiği yalnızca iki gün sonra gireceği basit bir büt sınavıydı. Dersi çalışıp geçerdi eninde sonunda ama hayat sınavını o kadar kolay geçemeyecekti. Omuzlarına kalan yükler, kalbini sarpa saran acılar ne yazık ki bir ömür yakasını bırakmayacak, avuçlarının arasında sadece hatıralarını değil, ufacık bir çocuğu da kendince yaşatmaya çalışacaktı. Yirmi iki yaşında olmasına rağmen hayat ona fazla adaletsiz davranacaktı.
***
5 Şubat
Saat: 19: 30
“Ha yarın akşam dönüyorsunuz… Anladım kardeşim, dediğim gibi senin için yapabileceğim bir şey varsa buradayım. Tabii tabii Feyza’nın da selamı var, hatta yarın yola çıkmadan görüşelim diyor… Olur, olur ayarlarız inşallah… Tamam, tamam görüşürüz, iyi akşamlar.”
Hakan’la konuşmasının ardından telefonu kapatıp cebine koydu Sarp. Arkadaşı için üzgündü, kolay bir acı yaşamıyordu Hakan. Elinden geldiğince onun yanında olmuş, zamanında Caner’i yalnız bırakmadığı gibi Hakan’ı da yalnız bırakmamıştı. Feyza’yla birlikte ne yapabiliyorsa yapmıştı Hakan için.
“Ne diyor?” diyerek dolaptaki yorganları çıkarıp yatakta oturan kocasına doğru döndü Feyza. Felaketler geliyorum demez, bir anda gelirdi. Defalarca tecrübe etmiş olmasına karşın yeniden anlıyordu beklenmedik olayların her an başlarına gelebilecek olmasını. Dün, mutfaktaki lavabonun boruları aniden patlamış ve evi su basmıştı çünkü. Bundan ötürü birkaç gün Akkaya ailesi kendilerinde kalacaktı. Şikâyeti yoktu ama her şeye birden yetişmek kolay olmayacaktı. Nihayetinde yarın okullar açıyordu. Görevinin başına geçmek zorundaydı kendi de.
“Yarın akşam yola çıkacaklarmış, gitmeden görüşelim dedim ama olaylar malum. Annemler bizde, sen çok yoruluyorsun. Yarın okullar da açıyor, Masal bir yandan, bizimkiler bir yandan… Başka kimse de yok ki annemler oraya gitsin.”
Yorganları yatağın üzerine bırakıp kocasının yanına oturdu Feyza. Dudaklarına içten bir gülüş yerleştirip sevdiği adamın elini tuttu. İnkâr edemezdi, yoruluyordu fakat hâlinden memnundu. Zaten Sedat çalışıyordu, Meryem ise mutfaktan çıkmıyordu. Cem’le, Zeyno da yarın okula gidecekti bir kayınvalidesi olacaktı hafta içi evde ondan da rahatsızlık duyacak değildi ya. Hem fena mı, şöyle birkaç günü geniş bir aile olarak birlikte geçirirlerdi.
“Benim şikâyetim yok Sarp. Ha annemle babam gelmiş, ha senin ailen aynı şey. Meryem abla zaten yemek işini bana bırakmıyor. Masal da, Zeynep’in peşinden koşturup duruyor, Sedat abinin varlığı, yokluğu belli değil. Nermin anne namaz kılıyor, ediyor, bir zararı yok ki kadının. Daha ne?”
Feyza’nın yanağına elini dayadı Sarp. Ailesini böyle benimsediği için, bir gün olsun onlardan yakınmadığı için minnettardı karısına. Meryem yengesi nasıl fedakâr bir kadınsa şüphesiz karısı da öyleydi. Dışarıdan belki farklı görünüyordu Feyza lakin içinde hazineler gizliydi.
“Senin yerinde başkası olsa böyle düşünmezdi biliyor musun?”
“Yanılıyorsun, biz zor durumda kalsak Meryem abla sırt mı çevirecekti bize?”
“Çevirmezdi tabii ama yine de senin böyle düşünmen benim için çok kıymetli.”
“Benim için de kıymetli olan,” diyerek daha çok yanağını o sıcak avuca bastırdı genç kadın. Sarp’ın yüzünde elini gezdirirken parmak uçlarına kadar aşk doluydu. “Sensin Sarp ve senin için değerli olan her şey benim için de değerlidir.”
Gözleri dudaklarına kayarken “Seni çok seviyorum,” diye mırıldanıp asla doyamadığı o dudaklara kapandı Sarp. “Bende,” dedi Feyza dudakları bir an ayrılıp geri kavuşmadan hemen önce.
Uzun uzun birbirini öptü genç çift, evde yalnız olmadıklarını unutmadıklarıdan yaşadıkları ateşli anı bitirmek zorunda kaldılar fakat. Genç adamın çapkın bakışları altında toparlanıp yataktan kalktı Feyza. Akkaya ailesi eve gitsin kocasıyla şu ikinci çocuk meselesini yeniden masaya yatıracaktı. Belki bu kez Sarp’ın dediği gibi tatlı bir oğulları olurdu.
Örtüleri yeniden kucakladığında kapıdan çıkmadan önce “Caner,” dedi Feyza aklına gelenle. “Flashı Çiçek’le gönderdin demi Caner’e? İçinde resimlerimiz, videolarımız var kaybolmasınlar.”
“Gönderdim merak etme.”
İyi ki bu işi unutmamıştı genç adam. Kullandıkları bilgisayarın hard diski yanınca o resimler kaybolmasın diye flashı Çiçek’le, Caner’e göndermişti. Neyse ki, o dosyalar bellekte kayıtlıydı da, öylece yok olup gitmemişti. Caner ise o resimleri bilgisayara kopyalamakla birlikte çıkartıp albüm hâline getirecekti. Tabii şimdi albüm işinden Sarp’ın haberi yoktu. Sürpriz yapacaktı Caner.
İçi rahat bir şekilde odadan çıkıp örtüleri salona bırakmasının ardından mutfağa geçti Feyza ve tabii Meryem’i ocağın başında gördü. Yine döktürmüş, evin her yanını yemek kokuları sarmıştı.
“Ellerine sağlık Meryem abla yine yapmışsın yapacağını.”
“Hadi sofrayı kuralım da, soğumasın yemekler.”
Meryem’in komutu üzerine hep bir elden sofra hazırlama işine girişildi, Nermin Hanım gelinlerine yardım ederken Zeyno geri durmadı. Hatta küçük kuzenini masaya kaşık, çatal koyması için yönlendirdi. Sedat işten geldiğinde elini yüzünü yıkayıp sofra hazır olana kadar çocuklarını ilgiyle dinleyip yeğenini kucağına alıp sevdi. Masal’ı öpücüklere boğarken abisine sevgiyle bakıyordu Sarp. Her şeye rağmen sonunda güzel bir aile olmayı başarmışlardı.
Bir akşam sofrasına daha hep birlikte oturduklarında Caner ve Asu, onları görüntülü olarak aradı. Sanki Meryem’in yemek kokularını ta Ankara’dan duymuş gibiydi Caner. Sarp âdeta ona nispet yaparak yemek yerken Caner’in iştahı fazlasıyla kabarıyordu. Şimdi o sofrada olup belen tavasına bir güzel köfteyi batırıp yemek vardı da, Ankara’da erişteyle idare ediyordu zira oradaki kasaplar bile doğru düzgün et vermeyi bilmiyorlardı.
“Ya arkadaş gurbetteki adama bu yapılır mı ama ya? Feyza yenge kocana bir şey söyler misin?”
“Caner haklı Sarp, ayıp denen bir şey var. Ver şu telefonu bana.”
Kocasının elinden telefonu eline alınca “Asuman nerede?” diye sordu genç kadın. Caner telefonu döndürüp çocuklarının savaş alınana çevirdiği evini ve zavallı karısının derbeder hâlini gösterdi. Arda kendini yere yatırmış, saçını başını dağıtırken “Buradayım Feyzoş,” diyerek bin bir uğraşla el sallamayı başardı Asu.
“Oğlum tutsana çocukları, yazık yahu Asu’ya.”
“Eve yeni geldim, bir saat trafik çektim az kendime geleyim göstereceğim canavarlara.”
Henüz Caner sözlerini tamamlayamamıştı ki, Cansu koşup babasının sırtına atladı. Telefonu düşürmemek için büyük bir çaba harcarken koltuğa oturmayı başardı genç adam. Sarp, arkadaşına gülerken “Oğlum,” dedi Nermin Hanım. “Gelmiyor musunuz daha buraya?”
“Biz nasıl gelelim Nermin teyze, görüyorsun canavarları. Bunlarla yola mı çıkılır? Siz gelin buraya.”
“Geleceğiz inşallah Caner. Eğer gelmezsek Meryem yengenin dilinden ömür boyu kurtulamam zaten.”
Sedat’ın sözlerine güldü Caner, Meryem ise tam o an görüntüye dâhil oldu. Yine aynı soruları sorup durdu genç kadın. Onları da merak etmeden yapamıyordu, elinde değildi. Sonrasında ikizlere iltifatlar yağdırdıkça yağdırdı.
“Oy nasıl büyümüşler ya. Yürümeye bile başlamışlar.”
“Büyüdüler ya, bir yaşına girdiler yenge.”
“Vallahi Meryem abla siz buraya gelin, ikisini de üstüne atacağım,” diyerek kocasının yanına geldi Asu, koltuğa oturduğunda kızıyla, oğlunun saç saça, baş başa girmesini iki dakikalığına görmezden geldi.
“Baş edemiyorum ben bunlarla. Benim akıllı kuşum, Masal’ım nerede?”
“Al o da burada,” diyerek telefonu kızına doğru çevirdi Feyza. Masal yemek mi yiyordu yoksa savaşıyor muydu belli değildi. Eli yüzü salça olmuştu hep. İyi ki ellerini saçlarına sürmemeyi ona öğretebilmişti genç kadın. Masal’ın salçalı yüzüne gülmeden edemedi Asu, o da ayrı bir yaramazdı anlaşılan.
Görüntülü arama hemen kapanmadı, Çiçek’te aramaya dâhil olunca masa başı sohbet saatlerce sürdü. Zeynep ve Cem, Zorlu çiftine olan özlemlerini dile getirirken ikizleri es geçmediler. Onları da, kardeşleri gibi seviyorlardı. Keşke hep bir arada olsalardı. Uzun uzun Caner abisine Bade’den bahsetti Cem. Biliyordu, bu konuda en iyi o anlardı kendini. Asu onu köşeye sıkıştırmaktan büyük bir keyif alırken Feyza, Cem’in utangaç hâlini görünce Çiçek’e sınavın nasıl geçtiğini sorarak Bade konusuna bir son verdi.
“Bilmiyorum Feyza abla ya, sanırım bu kez cidden kaldım dersten.”
“Hiç öyle deme, vermişsindir sen o dersi,” diyerek genç kıza gaz verdi Caner. “Hem kalsan ne olacak? Seneye bir daha girersin, olur biter.”
“Öyle de, dersler zaten ağır bir de alttan dersim olsun istemiyorum.”
Sahiden sıkıntılıydı Çiçek, eğer bütten geçemezse ne yapacağını bilmiyordu. Şimdilik hayatındaki en büyük dert, alttan ders alacak olmaktı ve keşke en büyük derdi, hep sınavları olsaydı.
“Sıkma canını güzelim, benim de birkaç alttan dersim olmuştu ama bir şekilde geçtim. Sen de geçersin, ben sana inanıyorum.”
“Sen de mi kaldın Feyza abla?”
“Tabii,” dedi Asu. Sonuçta kuzeni de bir insandı ve o da, zamanında ufak tefek aksilikler yaşamıştı. “Feyzoş’ta kalmıştı zamanında derslerden. Sonuçta hiçbirimiz robot değiliz ya.”
Bunları duyunca biraz olsun içi rahatlasa da sıkıntısını geçmedi. Yine de ailesinin canını daha fazla sıkmak istemediğinden konuyu uzatmadı genç kız. Devamında sohbet bir süre daha sürdü sonra Asu ikizleri yatırmak için aramadan çıktı. Caner telefonu kapatınca Çiçek oda arkadaşlarına daha fazla rahatsızlık vermemek için aramayı kapattı ve Akkaya ailesi kendi işlerine geri döndü.
Gecenin ilerleyen saatlerde yataklar ayarlandı, herkes uykuya dalmak üzere yerine geçti. Feyza kızını yatırıp yanağına ufak bir öpücük kondurmuştu ki, “Anne,” dedi Masal olacakları hissetmiş gibi.
“Gitme.”
“Tek başına uyumaya alışmıştın ama annecim hem bak Zeynep ablan da yanında.”
Odadaki ufak koltuğa kıvrılıp uyumuştu Zeynep. Meryem, Sedat açık çekyatta, Cem birleşen iki tekli koltukta, Nermin Hanım diğer kanepede uykuya dalmıştı salonda. Feyza’nın da yorgunluktan gözleri kapanıyordu aslında ama kızı, kendini bırakmıyordu.
“Sen de kay,” diyerek omuzlarını silkti Masal. Üç yaşına girmesine beş ay vardı ama dili tam oturmamıştı. En başta l ve r harfi yerine y harfini kullanıyordu.
“Tamam, uyuyana kadar yanındayım. Hadi kapat artık gözlerini.”
“Sonya gitme.”
“Tamam,” dedi genç kadın evladına kıyamadığından kızının yanına kıvrılıp saçlarında elini dolaştırdı. “Ama bu son, ona göre.”
Sevinçle başını salladı küçük kız, annesinin kollarında gözlerini kapadığında huzurla bir uykunun kollarına bıraktı kendini. Masal’ın kokusunu içine doya doya çekti Feyza. Zannettiğinin aksine zaman çabucak geçmiş, Masal bir anda büyümüştü. Hamile kalınca nasıl anne olacağı konusunda endişe ederken şimdi kızıyla koyun koyuna uyuyordu. Başarmıştı. İyi bir anne olmayı sahiden başarmıştı. İşte bu, mutlulukların en güzeliydi.
Dakikalardır karısını yatakta bekliyordu Sarp, Feyza’yla uyumaya o kadar alışmıştı ki, o olmadan gözüne uyku girmiyordu. O yüzden yataktan kalkıp kızının odasına adımladı. Odanın kapısını aralayınca ise sevdiği kadınla, evladını sarmaş dolaş görünce gülümsedi. Anlaşılan kızı, yine karısını kendinden çalmıştı. İçeri girip onların açılan üstünü örttüğünde ikisini de uyandırmadan öptü. Yalnız uyumayı sevmese de, kızına kıyamadığından geri odadan çıktı fakat Zeynep’in odada olmadığını fark ettiğinden kaşlarını çattı. Nereye gitmişti bu cimcime?
Aklına gelenle salona girdi genç adam, tahmin ettiği gibi yeğenini annesiyle, babasının arasında uyurken buldu. Kocaman olmuştu da, hâlâ annesi olmadan uyumuyordu Zeyno bir türlü. Uyuyan ailesine sevgiyle bakmasının ardından geri odasına geçti Sarp. Yatağa uzandığında gözlerini kapadı ve bir kez daha yarınki işlerini düşündü.
Gözlerini belli belirsiz araladığında saatin neredeyse sabah olduğunu fark etti Feyza. Dört olmuştu bile, birazdan hava aydınlanacaktı. Ağzının fazlasıyla kuruduğunu hissettiğinden su içmek için ayaklandı. Masal’ın üzerini örtüp mutfağa doğru yol aldı. Akrep ve yelkovanın sesi garip bir şekilde tedirgin ediyordu kendini. Sanki ikisi de tehlike çanlarını çalıyor, birazdan olacakları haber vermek istiyordu. Su içmesinin ardından kocasına bakmak üzere koridorda adımladı genç kadın ancak ayaklarının altında hissettiği sarsıntıyla olduğu yerde çakıldı kaldı. Olanlara ilk birkaç saniye anlam veremese de şiddetlenen sarsıntı ile kızının ve kocasının adını haykırarak çığlıklar attı. Kocası da kendinin adını zikrederek haykırdığında karanlık koridorun tam ortasına buluşabildiler. İkisi birlikte kızlarının odasına koştu ama odaya yetişemeden yuva bildikleri evleri üstlerine çöktü. Son duydukları ses ise salondakilerin ve Masal’ın bağrışları oldu.
***
6 Şubat
Ankara
Saat: 05:50
Ne yapsa uyuyamıyordu Çiçek, yatağında bir o yana, bir bu yana dönüp dururken içindeki sıkıntının sadece büt sınavından kaynaklanmadığını biliyordu. Geceden beri bu boğucu kasvet geçmemek bilmemiş, saatler ilerledikçe katlanarak artmıştı. Oflayıp örtüyü üstünden attığında tuvalete gitme ihtiyacı hissetti. Lavaboya geçip işini halletmesinin ardından geri yatağına döndü fakat oda arkadaşı Sinem’i uyanık buldu.
“Sen uyumadın mı?” diye sordu Sinem. Su içmek için uyanmıştı da, Çiçek’in uyumadığını fıldır fıldır olan gözlerinden anlayabiliyordu.
“Uyku tutmadı.”
“Sınava mı taktın bu kadar? Aman Çiçek ya, dünyanın sonu değil sonuçta. Fazla evham yapıyorsun.”
“Yok,” diyerek saçını kulağının arkasına geçirdi Çiçek. İçindeki sıkıntının kaynağı kesinlikle sınav değildi. Ne olduğunu çözemediği başka bir şey vardı içinde. Yüreği huzursuzdu, tuhaf atıyordu kalbi ve yaşadığı durumu nasıl anlatabileceğini bilmiyordu.
“Sınav değil, başka bir sıkıntı var içimde.
Odada dört kızlardı, diğerlerini uyandırmamak için sessizce konuşuyorlardı. Oda karanlıktı zaten, hava Ankara’da geç aydınlanıyordu fakat Çiçek için bir daha güneş doğacak mıydı, muammaydı.
“Okul telaşıdır o. Bir hafta sonra yeniden başlayacak işkencelerimiz. Hadi yat uyu sende. Enerji toplamamız lazım.”
Başka bir şey demeden uzanıp örtüyü üstüne çekti Sinem. Huzurlu uykusuna kaldığı yerden devam etti. Çiçek’te aynı şeyi yapmak istedi ancak nafile bir türlü uyuyamadı. Yarım saat daha yatağında dönüp durmasının ardından pes ederek telefonu eline aldı. Sosyal medya hesabına göz atmak için girmişti ki, önüne çıkan haberlerle gözleri pörtledi. Neredeyse iki saat önce Kahramanmaraş merkezli büyük bir deprem meydana gelmişti ve depremden etkilenen illerin içinde Hatay da vardı. Titreyen ellerine, korkuyla çarpan kalbi eşlik ederken gözlerinden düşen gözyaşları engel olamadı. Eli yüz buz kesildi, dudakları morardı yine de gücünü toplamaya çalışarak ailesini aradı. Hepsini tek tek defalarca aradı, mesajlar attı ama geri dönüş olmadı kimseden.
Nefesi kesildi, kalbi atmayı bıraktı, dünya durdu, gün ışığı söndü, gözyaşları yanaklarını ıslatırken beyni hayır, diye yankı yaptı defalarca. Onlar iyiydi, iyi olmak zorundalardı. Annesine, abilerine, yengelerine, yeğenlerine hiçbir şey olmamıştı sadece… Sadece telefonlar çekmiyordu. Evet, kesinlikle öyleydi. Birazdan hepsi iyi olduğunu bildirecekti. Kötü düşünmek, kötüyü çağırmak yoktu. Ailesine hiçbir şey olmamıştı. Elleri titremeye devam ederken zorlukla Caner’in numarasını tuşladı. Sabırla o telefonun açılmasını beklerken nihayet Caner abisinin sesini duydu. “Caner abi,” dedi hıçkırıklara boğulmadan hemen önce.
“Çiçek? Ne oldu abim?”
Anlaşılan henüz onun depremden haberi yoktu, hatta onu uykudan uyandırmış bile olabilirdi genç kız lakin uyanması gerekiyordu. Hiç olmazsa onun bir şekilde ailesine ulaşması gerekiyordu.
“Dep- deprem olmuş Caner abi! Ha- Hatay’da deprem olmuş! Annemlere ulaşamıyorum! Hepsini aradım… Hepsini tek tek aradım hiçbiri açmadı telefonu!”
Duyduklarıyla yataktan fırladı Caner, telefon kulağına dayalı iken Çiçek’in dediklerini algılamaya çalıştı. Korku, boğazına düğüm düğüm bir ur gibi dolanırken “Çiçek,” dedi. Gözlerinin neden dolduğunu bilmiyordu fakat sakin kalması gerekiyordu. Belki de ufak bir sarsıntıydı yine, Çiçek internette haberi gördüyse, haber abartılmış olabilirdi.
“Deprem kaç şiddetinde olmuş, net bir bilgi var mı?”
“Bilmiyorum ama çok korkuyorum Caner abi! Hiçbiri telefonu açmıyor, hiçbiri!”
“Tamam… Tamam ben seni almaya geliyorum şimdi.”
“İzin vermezler ki.”
“Kimle gerekiyorsa ben konuşurum, seni bu halde yalnız başına bırakamam. “
Telefonlar kapanır kapanmaz Asu neler olduğunu sordu kocasına. Caner duyduklarını anlatırken genç kadın ne yapacağını bilemedi. Korku onu da ele geçirince, mantıklı davranmaya gayret ederek internete göz attı. Caner ise bir yandan üzerini değişip bir yandan da Sarp’ı ve diğerlerini arıyordu fakat lanet olası telefonlar bir türlü açılmıyordu. Panik yapmamaya gayret etse de, depremin şiddetli olduğu aşikârdı. Gördükleri haber yalan yanlışta olsa bunu doğrulamaya yeterdi.
“Caner sekiz diyen var, dokuz diyen var! Antakya bu kadarını kaldıramaz!”
“Asu!” diyerek karısına doğru döndü genç adam. Akıl sağlığını korumaya çalışsa da her an delirebilirdi. Hayır, kötü bir şey düşünmek istemiyordu. Ailesi iyiydi, iyi olmak zorundaydı. Feyza bilinçli insandı, deprem anında ne yapılacağını en iyi o olabilirdi. Herkesi doğru bir şekilde yönlendirdiğine inanmak istiyordu. Yeniden onları görebileceğine, onlara sarılabileceğine inanmak istiyordu. Daha akşam yemeğinde konuşup gülmemişler miydi? Daha dün akşam Akkaya ailesi Ankara’ya geleceğine söz vermemiş miydi? Tutacaktı sözlerini ve geleceklerdi buraya. Yeniden bir arada olacaklardı. Yeniden bir aile olacaklardı.
“Onlara bir şey olmadı! Onlara hiçbir şey olmadı! Ben Çiçek’i alıp geliyorum sonra Antakya’ya gidiyorum. Gidiyorum ve onları alıp getiriyorum. Tamam?”
Hiçbir şey demeden başını sallamakla yetindi Asu. Gözyaşları yanaklarına ıslatmaya devam ederken ne yapacağını bilmiyordu. Burada çaresizce oturup bekleyemezdi, elinden bir şeyler gelmeliydi. Kuzenine, Sarp’a ve diğerlerinin ulaşmanın bir yolunu bulmalıydı. Ardı ardında aramaya devam ederken “Ne olur,” diye saklıyordu içinden. “Ne olur şu telefonu biriniz açın!” Ama nafile açılmıyordu telefonlar, mesajlara geri dönüş olmuyordu. “Hakan,” dediğinde onu aramaya koyuldu. Hakan’ı da, Efsun’u da defalarca aradı ama yine aynı şey. Hiçbir telefon açılmamaya yemin etmişti sanki. Yatakta katıla katıla ağlarken tek duası sevdiklerini yeniden görebilmekti. Tek dileği yeniden onlara sıkı sıkı sarılabilmekti fakat ne yazık ki duaları kabul olmayacaktı.
Her şeye rağmen birbirine kenetliydi Akkaya ailesi. Ne olursa olsun düşseler de, kalksalar da birdi elleri. Tüm zorluklara birlikte göğüs germişler, daima birbirlerini koruyup kollamışlardı; kavga etseler de, birlikte gülüp ağlamışlardı ve şimdi birbirlerini böylesine çok sevdikleri için ölüm onları ayırmamış, toprak hepsini birden almak için kucak açmıştı belki de. Bedenleri enkaz altında kalsa da, ruhları ebedi âlemde yine birlikteydi. Fani dünyaya ise kendilerinden geriye ufak bir hatıra bırakmışlardı. O hatıranın ismi de Masal’dı. Sarp ve Feyza adlı bir sevdanın Masal’ı…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.96k Okunma |
598 Oy |
0 Takip |
68 Bölümlü Kitap |