65. Bölüm

~62. Bölüm Geriye Kalanlar ~

Petek Ayla
petekayla

 

Yapma be hayat ben acıyı sadece soframda severim bu cömertlik niye?

Can Yücel

***

25 Şubat 2023


Ankara

Hayat devam ediyor muydu sahiden? Sahiden tüm ailesini kaybetmiş bir insan gülebilir miydi? Ona teselli sözleri söylemek işe yarar mıydı gerçekten? Sahte avuntular dindirir miydi masum bir yürekte yanan kor ateşleri? Hayır, koca bir hayır! Sevdiklerini toprağa vermiş biri, mutluluk nedir bilemezdi artık. O kişinin adı Çiçek olsa bile açamazdı yeniden. Ait olduğu o koca çınar ağacı yoktu çünkü. Kendini sarpa saran, koruyup kollayan o ağaç toprağa kavuşmuş, kendini aniden dalından kopan yaprak misali yalancı rüzgârlarda oradan oraya savrulurken bulmuştu.

Yanan hastane ışığıyla gözlerini araladı Çiçek, saat kaçtı bilmiyordu ama hemşirenin sesiyle sabah olduğunu anlıyordu. Gördüğü karmakarışık rüyalar ya da kâbuslar beyninde dönüp dururken gerçekle hayali ayırt edemiyordu. Hemşirenin sesini duyuyor fakat tepki veremiyor, daha doğrusu nerede olduğunu bile çözemiyordu. Yirmi gündür olduğu gibi allak bullaktı zihni. Evinde, sıcak yatağındaydı belki, Belki günlerdir yaşadıkları kötü bir rüyaydı. Belki şimdi yine annesinin sesini duyacak, belki abileri işe gitme telaşına düşecek, birazdan burnuna Meryem yengesinin yaptığı böreğin kokusu gelecekti. Belki yeğenleri muzurluk yaparak kendine rahatlık vermeyecekti. Belki Feyza, okulu ihmal ettiği için kendine kızacaktı ancak bunların hiçbirinin olmayacağını dakikalar sonra idrak edebildi. Her şey fazlasıyla gerçekti. Hastanede, kendine muhtaç küçük yeğeninin refakatçisiydi tam şu an.

Hemşire kanını alırken sessiz sesiz ağladı Masal. Çaresizce “Haya,” derken annesiyle, babasını istiyordu lakin ne kadar isterse istesin onları göremiyordu. Ne halası, ne Caner amcası, ne de Asu teyzesi, onlara götürmüyordu kendini ve annesiyle babası gelmiyordu yanına oysa annesi söz vermişti o gece, hiç gitmeyecekti şimdi niye yoktu? İki buçuk yaşındaki bir bebek nasıl ölümü anlayabilirdi? Nasıl annesiyle, babasının yokluğunu kabul edebilirdi? En önemlisi nasıl onlar olmadan büyüyebilirdi? Masal büyümek zorundaydı ama. Kaderi yazılmıştı, değiştiremezdi kimse. Kimse ona anne babasını geri veremezdi. Kimsenin, o kara topraktan onları almaya gücü yetmezdi.

Tek Masal değildi ailesini kaybeden. Nice bebekler, çocuklar yetim ve öksüz kalmışlardı. Herkes birilerini kaybetmiş, en sevdiklerini toprağın altına bırakmışlardı fakat sevdikleri, toprağın altında olanlar bile şanslıydı. Onların gidip görebilecekleri bir mezarları vardı çünkü. Sevdiklerinin ölüsünü bile bulamayan insanları unutmamak gerekirdi. Ailelerine mezar yaptırabilenler cidden şükretmeliydi. Nitekim beterin beteri vardı.

Kendine geldiğinde uyuduğu koltuktan kalktı genç kız. Sandalyeyi çekip yeğeninin yanına oturup akmak isteyen gözyaşlarını geri gönderdi. Masal’ın elini sımsıkı tutup ipek saçlarında elini gezdirdi. Yirmi iki yaşında olmasına rağmen ailesinin artık hayatta olmadığı gerçeğini kabul edemiyordu, iki buçuk yaşındaki yeğeni nasıl bu büyük acıyı ufacık yüreğinde taşısındı? “Buradayım halacım,” diyerek zoraki gülümsemeye çalıştı. Avucunun arasında kaybolan elini ise dudaklarına götürüp öptü. Masal’ın varlığına bir kez daha şükrederken gözlerini kapadı. Tek tutunacak dalı o kalmıştı. Onu da kaybettiği ihtimalini düşünmek dâhi istemiyordu.

Kan alma işlemini bitirdiğinde geçmiş olsun diyerek odadan çıktı hemşire. Çiçek belli belirsiz başını salladığında “Hadi,” dedi yeğenine. Henüz sabahın altısıydı ve biraz daha uyumalıydı Masal. Hiç olmazsa uyuyunca annesini rüyasında görürdü belki.

“Kapat gözlerini, biraz daha uyu bir tanem.”

Başını iki yana salladı Masal. Uykuyu değil, annesiyle babasını istiyordu. Masum isteğini de bir kez daha dile getirmekte sakınca görmedi. Kumral yüzündeki kaşlarını çattığında çocukça bir sesle mırıldandı.

“Annemi istiyoyum, babamı istiyoyum.”

Yüreğini dağlıyordu Masal, içindeki yaralara daha fazlasını ekliyordu ve Çiçek her seferinde çaresiz kalıyordu. Feyza’yla, Sarp’ın artık olmadığını ona anlatamıyordu, anlatamazdı. Annenle, baban gelecek yalanlarını da söyleyemezdi, kandıramazdı minicik yeğenini o yüzden dürüst davranmaya çalıştı. Düğümlenen boğazını umursamadan küçük kızın saçlarında ellerini dolaştırmaya devam etti.

“Uyursan anneyle, baba rüyana gelecek. Daha önce konuşmuştuk halacım.”

“Buyaya geysinyer.” (Buraya gelsinler)

“Buraya gelemezler bir tanem çok uzaktalar çünkü.”

“Atta mı gittiyer?”

Nemli gözleriyle başını salladı Çiçek, yeğenin annesinden almış olduğu buğulu ela gözlerine bakarken yutkunmakta zorluk çekti. Kim bilir neler düşünüyordu Masal o küçücük zihninde? Annesiyle, babasının niye yanında olmadığını kendi dünyasında anlamaya çalışıyordu muhtemelen ama ne kadar düşünürsün ölümü anlamayacak, büyüdükçe yaraları kapanmak yerine daha çok acıyacaktı. Annesiyle, babası olan çocukları gördükçe onlara imrenecek, her defasında kaderine lanetler okuyacaktı belki de. Fakat kararını çoktan vermişti Çiçek. Bir an olsun Masal’ı bırakmayacak, tüm hayatını ona adayacaktı. Abisiyle, Feyza ablasının avuçları arasına bıraktığı emanete gözü gibi sahip çıkacaktı.

“Atta gittiler ama bana söylediler biliyor musun? Masal uyuyunca hep rüyasına geleceğiz dediler. Hadi kapat şimdi sımsıkı gözlerini, anneyle baba gelsin.”

Halasının sözleri üzerine gözlerini kapadı Masal. İstemese de kendini uykunun kollarına bırakmaya çalıştı, çok geçmeden de yorgun bedeni uykuya esir oldu. Yeğeninin yüzünde ellerini, dudaklarını gezdirirken ağlamamak için mücadele verdi Çiçek. Ailesinden geriye bir o kalmıştı. Abisiyle, Feyza ablasının kokusunu onun saç tellerinde bulmayı umuyordu. İkisinin bir parçası, sevdalarının tek hatırasıydı Masal. Onlar gitmişti ama geriye bir emanet bırakmışlardı. Yaşananlar tekrar tekrar gözlerinin önünden geçerken hıçkırmamak için elini dudaklarına kapadı. Masal’ı uyandırmamak adına sandalyeden kalkıp koltuğa oturdu. Elleriyle yüzünü kapadığında “Bana yardım et,” dedi sessizce.

“Bana yardım et Allah’ım.”

Sessizce dua ederken bu kez dualarının kabul olmasını temenni ediyordu genç kız zira ailesi için ettiği dualar kabul olmamış, onlara yeniden sıkı sıkı sarılmak değil, cansız bedenlerini defnetmek düşmüştü payına. Nasıl olmuştu, nasıl depremden iki gün sonra yalnızca Masal’a ulaşabilmişti ekipler bilmiyordu ama onun enkaz altından sağ salim çıkmasıyla umutlanmıştı. Diğerlerini de öyle bulanacağını zannetmiş fakat yanılmıştı. Tam tamına depremden on gün sonra ailesindeki her bireyin cansız bedenlerine ulaşılabilmişti. Hiçbirinin kalbi atmıyordu artık, hiçbiri nefes almıyor hatta tanınmıyordu neredeyse. Aslında onların o hâlini görmemişti Çiçek. Caner, Altay’la birlikte onların enkazdan çıkarılmasını izlemiş sonra yine birlikte defnetmişlerdi Akkaya ailesini. Asu da oradaydı da, onlara bakacak kudreti kendinde bulamamıştı. Tek yaptığı olan bitene hıçkıra hıçkıra ağlamak olmuştu.

Masal enkazdan çıkarılıp Mersin şehir hastanesine sevk edilince Altay, karısının yanına götürmüştü Çiçek’i. Birinin Masal’ın yanında olması gerekiyordu nitekim. Zaten Masal’ı bulmak için ayrı bir uğraş vermişlerdi. Ortalık kıyamet yeriydi, tek başına bırakamazlardı Masal’ı. Oya hem Çağla’yla, hem de ikizlerle ilgilenirken eli kolu bağlı gelecek haberleri beklemekten başka bir şey yapamamıştı ne yazık ki. Her ne kadar Antakya’ya gitmek istese de, ortada üç çocuk vardı. Hadi Çağla büyümüştü lakin ikizleri oradan oraya sürüklemek olmazdı. Asu hemşireydi, birine bir yardımı dokunurdu. Herkes onun Antakya’ya gitme konusunda hemfikirdi o yüzden. Oya için acı olan ise annesiyle babasının ve küçük kardeşi Osman’ın akıbetini çaresizce beklemekti. Diğer iki kardeşi İstanbul’daydı ancak tabii ki Emel’le, Erdem İstanbul’da kalmamış, Hatay’a gitmişlerdi. Ne olursa anneleri ve babalarına bir şey olmasını istemezlerdi.

Bir eli telefonda, bir eli kalbinde gelecek haberleri beklerken bir yandan da Masal’la, Çiçek’in yanında olmak için çabalıyordu Oya. Elbette ikizlerle, Çağla işin cabasıydı. Öyle korkunç bir felaketle karşı karşıyaydılar ki, kimse ne yapacağını, olanlarla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. Çok geçmeden ilk acı haber Hakan’dan geldiğinde genç kadın gözyaşlarına boğulmuş, onunla yaşadıkları her şey hüsran içerisinde bırakmıştı yüreğini.

Efsun sadece bir kol kırığı ile enkaz altından çıkarken oğlu, Emir bacaklarını kullanamayacak derecede hasar almış, Hakan’ın maalesef cansız bedenine ulaşılmıştı dört gün sonra. Kaderin acı oyunları bununla kalmamış, Hakan’ın babası, Musa Bey’i de ölüme teslim etmişti ve geriye gözü yaşlı pek çok insan bırakmıştı. Hale henüz annesinin ölümünü atlatamadan babasının ve kardeşinin vefatıyla sınanmıştı. Annesinin cenazesi için Hatay’a giden Hakan ise depremde can vermişti. Karısıyla, oğlunu geride bırakarak…

Efsun ve Hale birbirine tutunmaya çalışırlarken Oya kardeşlerini bağrına basmıştı sımsıkı. Dört kardeşin anne ve babaları artık hayatta değildi artık. Evet, Esma Hanım’la, Hüseyin Bey depremde vefat etmiş, geriye dört evlat bırakmışlardı. Kardeşlerinin varlığına defalarca kez şükürler etmişti Oya. Osman ağır hasar almış olabilirdi ancak toparlanırdı, düzelirdi bir şekilde. Yanındaydı ya, nefes alıyordu ya, o yeterdi. Annesiyle, babası içinse fazlasıyla üzgündü. Çok şey yapmışlardı kendine, zorla evlendirmeye bile kalkmışlardı fakat sonuçta annesiyle, babasıydı onlar. Elbette böyle bir ayrılık aklının ucundan bile geçmemiş, apansız gidişleri vicdan azabı olmuştu. Kardeşleri her ne kadar kendini teselli etmeye çalışırsa çalışsın işe yaramıyordu, yaramazdı. Enkaz altında kalmamış olsa da, yüreği ağır yaralıydı.

Kötü haberler art arda gelirken Caner en son Akkaya ailesinin haberini vermişti. Sarpların apartmanı yeni bina olmasına rağmen komple çökmüş, Masal dâhil yalnızca birkaç kişi sağ olarak çıkabilmişti. Caner’le, Altay’ın; Hakan’ı defnettikleri yetmiyormuş gibi bir de Akkaya ailesini elleriyle toprağa vermişlerdi. Yaşadıklarının nasıl acı, nasıl zor olduğunu anlatamazdı Caner, bir nevi ailesinin ölümünü gözleriyle izlemiş, günlerce hiçbir şey yapamadan serseri mayın gibi oradan oraya dolanıp durmuştu. Sarp oradaydı, koca bir enkazın altında. Feyza da oradaydı, Meryem yengesiyle, Sedat abisi de. Ellerini öptüğü, hayır dualarını aldığı Nermin teyzesi de. Ellerinin arasında büyüyen iki masum çocukta… Nasıl bu kadar âciz olabilirdi? Nasıl onları oradan çıkarmaya gücü yetmemişti? Nasıl ailesinin ölmesini öylece izleyebilmişti? Altay’a sorsalar elinden gelenin fazlasını yapmıştı Caner. Yalnızca tırnaklarıyla beton yığınını kazımaya çalışmamış, koca koca taşları nafile bir çabayla sırtında taşıyıp durmuştu. Çığlıklar atmış, yardım naralarıyla insanlara sesini duyurmaya çalışmış ama olmamıştı, ne yapsa o enkazın altından Akkaya ailesini çıkarmaya gücü yetmemişti. Herkes kendi ailesinin derdinde iken ne yazık ki yardım gelmemiş, insanlar resmen ölüme terk edilmişti. Olan bunca şeyin hesabını kim verecekti? Ya da onların hesap vermesi gidenleri, geri getirecek miydi? Soruşturmalar, davalar boşunaydı. Hiçbir şey insanlara sevdiklerini geri vermeyecekti sonuçta.

Ailesinin acı haberini alınca elbette yıkılmıştı Çiçek, Antakya’nın yıkıldığı gibi... Dünyayı darma duman etmek, kıyametler koparmak istese de, yapabildiği yalnızca Oya’nın kollarında hıçkıra hıçkıra ağlamaktı. Kahretsin ki, elinden gelen başka hiçbir şey yoktu. Gerçekleşen definlerin ardından mecbur karısıyla ve Altay’la birlikte Mersin’e gelmişti Caner fakat bir harabeden farkı yoktu. Hayat, anlamını kaybetmişti onun için, hiçbir şey ama hiçbir şey ona eski neşesini geri veremezdi. Can kardeşini, Sarp’ı elleriyle toprağa koymuştu geçer miydi bu acı? Söner miydi yürek yangını? Çiçek’e ailesine getireceğine dair sözler vermişti lakin avuçlarında onların toprağıyla dönmüştü genç kızın yanına. Tek dayanağı Sarp ve Feyza’dan kalan Masal’dı. Asla küçük kızı yalnız bırakmayacak, kardeşinin emanetini canı pahasına koruyacaktı.

En az kocası kadar yaralıydı Asu, en az onun kadar acı çekiyordu. Feyza’yı kaybetmek yüreğini delip geçerken Akkayaların artık hayatta olmadığı gerçeği paramparça ediyordu kalbini. O akşam, akşam yemeğinde konuşmamışlar mıydı oysa? Sedat bile Ankara’ya geleceklerine dair söz vermemiş miydi? Hani yazın yine birlikte olacaklardı, hani Meryem ikizleri bağrına basacaktı? Kader niye böyle acımasız davranmış, herkesi bir anda ellerinin arasından alıp toprağa koymuştu? Herkesin yarası kendine göre büyüktü ancak bu kadar acı çok fazlaydı. Feyza, Sarp, Hakan ve o kocaman, kalabalık Akkaya ailesi… Hangi birinin yokluğunu kabul edip önlerine bakabilirlerdi? Hangi biri için gözyaşı dökebilirlerdi? Tam her şey düzelmişken, yeniden bir arada olmanın tadını çıkarırken neden ölüm aralarına girmişti? Teselli sözleri boştu. Boş ve anlamsızdı. Bu kadar acıya hiçbir laf çare olamazdı. Hayatta devam etmiyordu, durmuştu. Hiçbir şey yaşanmamışçasına hayatlarına devam eden insanlar olsa bile…

***

“Asu abla gerçekten sağ ol, ben kalıyorum işte Masal’ın yanında.”

“Olmaz öyle şey Çiçek. Günlerdir hastanedesin, ben kalayım biraz sen sonra yine bakarsın Masal’a. Hem yeğenimle vakit geçirmek benim de hakkım.”

“Peki,” dedi Çiçek daha da itiraz etmeden. Gözlerini televizyon seyreden yeğeninde gezdirirken iç çekti. Aslında Masal’ın çok ağır bir durum yoktu hatta mucizevi bir şekilde burnu bile kanamadan enkazdan çıkarılmıştı ancak kan değerleri iyi değildi ve doktorlar o değerler düzelmeden taburcu edemezlerdi küçük kızı.

“Sen nasıl istersen.”

“Ha şöyle, biraz abla sözü dinle.”

Tebessüm etti fakat dudaklarının daha fazla gülümsemesine müsaade etmedi Çiçek. Gülünce bile kendini suçlu hissediyordu zira. Ailesi toprağında altında iken gülmek bile haramdı artık kendine.

“Şimdi Caner’le çıkıyoruz evden. Caner aşağıda bekler seni. Malum çocukları yukarı almıyorlar. Bir ihtiyaç var mı hastanede? Gelirken alalım.”

“Yok Asu abla, sağ ol.”

“Tamam, o zaman görüşürüz birazdan.”

“Görüşürüz.”

Telefonlar kapanınca önünde duran yemekten iki kaşık almak için zorladı kendini genç kız ama yutamadı. Hastane yemeğinin tadının kötü olması şöyle kalsın, günlerdir yemek yiyemiyordu. Hiçbir şey geçmiyordu boğazından, aldığı her lokma boğazına çakılıp kalıyor, midesini rahatsız ediyordu fakat yemek zorundaydı, ayakta kalmak zorundaydı zira Masal vardı. O varken kendini bırakmaya, şımarıklık yapmaya hakkı yoktu. Güçlü olmalıydı, güçlü kalmalıydı içinde fırtınalar kopsada.

Kapı tıktıklanıp hafifçe aralanınca Caner’le, Asu’nun geldiğini zanetti Çiçek lakin Altay’ı görünce yanıldığı anladı. “Hoş geldin Altay abi,” diyerek ayağa kalktı.

Osman, Emir ve Masal aynı hastanede tedavi gördüğünden mütevellit hastaneye gelince herkes birbirine uğrayabiliyordu. Evet, Osman’ın tedavisi dolasıyla Altay ve Oya da Ankara’ya gelmek durumunda kalmıştı zaten Mersin’de dursalar içleri rahat etmezdi. Nitekim geriye kalanlar Ankara’ya yerleşmiş sayılırdı. Biraz Canerler'de, Biraz Efsun’un evinde idare ediyorlardı. Efsun, oğlunu bırakamadığı için hastaneyi ev sayıyor, evi ise boş kalıyordu. Durumlardan ötürü, anahtarı Altay’la, Oya’ya vermekte tereddüt etmemişti. Ev boş duracağına bari işe yarasındı.

“Merhaba Çiçek,” demekle yetindi Altay. Genç kıza nasıl olduğunu sormayı bırakalı çok olmuştu. Ona nasılsın demek kadar anlamsız ne olabilirdi? “Müsait miydiniz,” diyerek bir, iki adım atıp Çiçek’ten onay alınca tam olarak odaya girdi. Masal’ı öpüp koklamasının ardından gelirken aldığı oyuncakları kucağına bıraktı. Elbette oyuncaklar onun yaralarını saramazdı ama elinden geleni yapmaya çalışıyordu genç adam.

Çiçek’le birlikte koltuğa oturduğunda Masal’da gözlerini gezdirmeye devam etti Altay. Solgundu küçük kızın güzel yüzü. Ufacık yaşında gülmeyi unutmuştu sanki. Nasıl unutmasındı ki? Anne babasını kaybetmiş, öksüz ve yetim kalmıştı. Niye diye sorguluyordu içinden genç adam. Sarp ve Feyza niye bu kadar erken gitmişti? Nasıl kızlarını bırakabilmişlerdi? Düşünceleri saçmaydı belki fakat haftalardır aklına başına toplayamıyordu. Dostlarını, sevdiklerini kaybetmek fazla ağır geliyordu yüreğine. Gözlerinde canlanan hatıralar canını yakıyor, her şeyin bir anda nasıl böyle karıştığını tekrar tekrar düşünüyordu.

Yirmi yıl… Neredeyse yirmi yıl önce tanıştığı üç dostunu kaybetmişti Altay. Seneler evvel lisede tanıştığı insanları, Caner’le birlikte toprağın altına bırakırken canının nasıl yandığı anlatamazdı. Yaşadıkları her an gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmişti. Lise zamanları boyunca yanındaydı Sarp ve Feyza. Birlikte çektikleri kopyalar, uzun uzun edilen o sohbetler, okuldan kaçtıkları günler ve daha nicesi… Eğer Sarp olmasaydı Oya ile evlenemezdi belki. Zamanında kendine evini açmaktan bir an çekinmemiş, elinden gelen ne varsa yapmıştı arkadaşı. Belki sonrasında mesafeler girmişti aralarına, iletişimleri kopmuştu fakat yine bir araya gelmişlerdi. Feyza ve Sarp’ın mutluluğunu paylaşırken Hakan’la da arasını düzeltmiş, eskisi gibi yine onunla güzel bir dostluk kurmuştu ancak kader yapacağını yaparak üçünü de kendilerinden koparmış, bununla kalmayarak Akkaya ailesini de toprağa vermişti. Elbette onlar için de üzülüyordu Altay. Sedat abisinin, Meryem ablasının ve Nermin teyzesinin hakkını nasıl inkâr edebilir, onların emeklerini nasıl ödeyebilirdi? Her şey yeniden hatırında canlanırken gözlerindeki buğuyu sildi. Çiçek’in yanında güçlü olmak zorundaydı.

“Beğendin mi halacım oyuncakları?”

Sessiz kaldı Masal. Güzel Barbie bebekleri değil, ailesini istiyordu. Yeğeninin solgun yüzüne karşılık iç geçirdi Çiçek. Boşa kürek çektiğini biliyordu, küçük kızı ne yapsa mutlu edemezdi.

“Çiçek”

“Efendim?”

“Bir ihtiyacın, bir isteğin var mı güzelim?”

“Yok Altay abi, sağ ol.”

“Belki defalarca söyledim ama yine de söylemek istiyorum. Sen bize abinin emanetisin. Bir sen, bir Masal… Bizim sizden başka kimsemiz kalmadı.”

Öyle değildi işe; tamam, Altay üzülüyordu üzülmesine ama sonuçta bir ailesi vardı. Canından çok sevdiği karısıyla, kızı yanındaydı. Oya ablasıyla, Çağla’nın varlığına şükrediyordu tabii ki Çiçek. Eğer onlar olmasaydı kime tutunurdu bilmiyordu. Yine de kimse ailesinin yerini alamaz, abilerinin boşluğunu dolduramazdı. Gün sonunda evine, ailesine dönecekti Altay ancak kendinin gidecek bir evi bile yoktu. Sahiden ne olacaktı? Masal hastaneden bugün, yarın çıkacaktı ya sonra… Nereye gideceklerdi, ne yapacaklardı? Defalarca bunları düşünmesine rağmen bir cevap bulamıyordu genç kız. Yorgun aklını daha fazla yormak istemediğinden başını sallamakla yetindi.

“Biliyorum, sağ ol Altay abi.”

Çiçek’in eline vurdu genç adam. “Ben Osman’a bakayım, hastaneden çıkmadan yine uğrarım.”

“Tamam.”

Tam ayağa kalkmıştı ki Altay, Asu içeri girdi. Birbirlerini selamlayıp sarılmalarının ardından odadan çıktı Altay. Asu ise yine tutamadığı gözyaşları içerisinde Masal’ı sarıp sarmaladı. Feyza’nın bir parçasıydı Masal, ondan arda kalan tek hatıraydı. Masal’la, Çiçek’in yanında ağlamaması gerektiğini biliyordu da, yüreği dayanmıyordu. Böyle olmamalıydı, Feyza da, Sarp’ta sağ salim çıkmalıydı o enkazın altından. Gerekirse aylarca hastanede yatmalı ama kızlarının yanında olmalılardı. Kendilerini ortada bırakıp öylece gitmek hiç yakışmamıştı ikisine de.

“Asu abla gerçekten ben kalırım. Sen olmayınca ikizler huysuzlanıyor.”

“Babası bakar onlara. Sen git hadi, dinlen.”

Ne dese faydasız olacağını bildiğinden itiraz etmedi Çiçek. Asu çantasıyla, montunu kenara bırakırken gitmek üzere ayaklandı. Biliyordu, Asu çok daha iyi bakardı yeğenine ama aklı hep Masal'da kalıyordu. Yine de daha fazla söylenmeden küçük kızı öperek ve Asu’yla vedalaşarak odadan çıktı sonrasında aşağı kata inip Efsun’un yanına geçti.

Kocasını, hayat arkadaşı toprağa vermişti Efsun. Yaşadığı acı kaybın ne denli büyük olduğunu anlatacak mecali bulamıyordu. Bacaklarını kaybetme korkusu yaşayan oğlu için güçlü bir anne olmaya çalışırken yüreğinde kopan fırtınaların tarifi yoktu. Depremden bu yana üç defa ameliyat olmuştu Emir. Ne yazık ki iki bacağı ağır hasar aldığından yürümesi o kadar kolay olmayacaktı. Tedavisi devam etse de, doktorlar kesin bir şey söyleyemiyorlardı. Daha kaç gün, kaç ay hastanede kalacakları belli değildi. Şikâyeti yoktu fakat, oğlunun varlığına şükürdü. İsterse ömrü hastanelerde geçsin ama oğlu yanında olsundu. Ya onu da kaybetseydi, ya onu da kocası gibi toprağa verseydi o zaman ne olacak, kime tutunacaktı? Emir olmasaydı kolu kanadı kırılırdı şüphesiz.

On yaşında olduğundan ölümü anlayabiliyordu Emir, babasını bir daha göremeyeceğini, onun depremde kaybettiğini biliyordu ve bunu bilmek yaralı bacaklarından çok daha fazla yakıyordu canını. Annesi yanındaydı ama babası yoktu. Bir daha ona sarılamayacak, kokusunu duyamayacaktı. Birlikte geçirdikleri baba, oğul günleri bir daha yaşanmayacak hatıralardan ibaretti.

Suskundu Emir, sessizliğine gömülmüş, bu yaşında en büyük acılardan birini taşımak düşmüştü yüreğine. Kimseyle konuşmuyor, hiçbir şey yemiyordu. En iyi arkadaşı Çağla bile ne yazık ki derdine deva olamıyordu. Küçücük yüreğiyle Emir’i gülümsetmeye çalışırken Çağla, her seferinde boşa çarpılıyordu. Benim babam, senin baban olur derken maalesef Emir’i daha çok incittiğinin farkında olmuyordu. Başkasının babasını değil, kendi babasını istiyordu Emir ancak kimsenin, babasını geri getiremeyeceğini biliyordu.

Osman’la, Masal’ı yalnız bırakmadığı gibi Emir’le, Efsun’u da yalnız bırakmıyor, en çok onlar için vicdan azabı çekiyordu Altay. Hakan’la kötü anıları kâbusu oluyordu her gece. Çektiği ızdırabı dindirmek için Emir’e kol kanat germeye çalışıyordu. Hakan, kızını oğluma alacağım diye kendini deli ederken şimdi onun oğluna babalık yapmak düşmüştü payına. Hayat tuhaf değildi, fazla acımasızdı. Bu kadar kederin başka açıklaması olamazdı.

Çiçek, Emir’le ilgilenirken Efsun dışarı çıkıp ağlayabildiği kadar ağladı. Oğlunun yanında gözyaşı dökemiyor, her şeyi içinde yaşıyordu. O kadar yalnızdı ki, başını yaslayacak bir omuz dâhi bulamıyordu. Herkesin derdi kendineydi. Asu acısını yaşarken bir yandan da Masal’la, Çiçek’e koşturuyor, onlar için kendini feda ediyordu. Oya, ailesinin yasını bile tutamadan, kardeşinin derdinde derman olmak için çabalıyordu. Hakan’ın ablası Hale ise yaşadığı travmaları atlatamıyor, depresyon ilaçlarıyla ayakta duruyordu. Çiçek gibiydi aslında Hale, ailesinden geriye yalnızca yeğeni kalmıştı. Kocasıyla kızı olsa da, ilk annesini on gün sonra ise babasıyla kardeşini kaybetmişti. Bütün bunlardan sonra akıl sağlığına kaybetmediğine şükürdü.

Bir romandaki kurgu değildi yaşananlar, fazlasıyla gerçekti tüm acılar. Şu hastanenin her odasında ayrı bir dramla karşı karşıyaydı insanlar. Fırtınalı bir gecede, bir buçuk dakikada heba olup gitmişti nice canlar. Geride kalanların gözleri hep yaşlıydı, ömürleri boyunca taşımak zorunda oldukları sonsuz hasretleri hiç dinmeyecek, acıları asla geçmeyecekti. Yaralar kabuk bağlamayacaktı bu kez, enkazlar zamanla kalksa bile betonların altındaki sabi sübyanların kanı hiçbir zaman silinmeyecek ve belki, adalet ismi sahiden bir sarayın adı olarak kalacaktı ülkede.

***

“Hadi Oya’m, inat etme. Sen biraz dinlen sonra gelirsin.”

“Evet abla,” diyerek eniştesini destekledi Osman. Sargılı yüzünden dolayı mimik oynatamıyor, gözlerini bile kırpıştırmakta zorluk çekiyordu. Enkazda yüzüne kapı düştüğü için sol yanağındaki deri kopmuştu. İki ameliyat olsa da henüz deri tutmamıştı, o deri tutana kadar da hastanede kalacaklardı. Tabii kaç ameliyat sonrasında o deri tutardı, meçhuldü.

“Hem Caner aşağıda Çiçek’i bekliyor. Arayım, birlikte geçin eve.”

“Been iyiyim Altay."

“Bir tanem,” diyerek karısının omuzlarına elini dayadı genç adam. Günlerdir hastanede yorulmuştu Oya şimdi gidip biraz dinlenmeliydi.

“Çiçek’le, Çağla’nın da sana ihtiyacı var. Biraz da onların yanında olsan iyi olur. Hem üç çocukla Caner’i düşünebiliyor musun evin içinde?”

İlk kararsız kalsa da, kardeşinin onay veren bakışlarını görünce “Tamam,” dedi Oya. Kaç gündür kızıyla ilgilenememişti, gidip ona da baksa iyi olurdu. Hem Asu hastanede olacağına göre ikizleri yalnız bırakmak olmazdı.

“Ama yarın geri gelirim.”

“Sen şimdi git, yarına bakarız,” diyerek Oya’nın ceketini tuttu Altay. Genç kadın ceketi giymesinin ardından kocasıyla ve kardeşiyle vedalaştı. İlk andan beri Osman’ı öz kardeşi gibi sevmişti Altay. Osman henüz bebekken ona abilik yapmak için çabalayıp durmuştu ya. Elbette kardeşine iyi bakardı kocası ama yine de abla yüreği rahat etmiyordu.

Çok önceden Emel’le, Erdem ailelerinden bağlarını koparmış, hayatlarını kurmak üzere İstanbul’a gitmişlerdi. Anne, babalarından o kadar gördükleri işkenceden sonra ablaları gibi onların ölümüne ağlamamışlardı. Onlara göre Oya’nın ağlaması da saçmaydı. Cehennem hayatı yaşatan ebeveynleri için vicdan azabı çekiyor olamazdı ablaları fakat genç kadının nahif yüreği dayanmıyordu olanlara. Osman’ın durumuna üzülse de ikizler, hayatlarını kardeşleri için feda edemezlerdi. Belki yaptıkları nankörlüktü ancak çocukken yaşadıkları hayat malumdu.

Annesiyle, babasını kaybetmiş olması acıydı ama en acısı kardeşleri için deli divane olurken onları yanında bulamayışıydı. Yine de şükrediyordu Oya. Varsın Emel’le, Erdem yanında olmasındı, varsın hayatlarını kurtarmak için çekip gitsinlerdi ama iyi olsunlardı, nefes alsınlardı. Yeterdi, sahiden bunu bilmek bir abla olarak kendine yeterdi.

Nihayet Çiçek’le, Oya arabaya bindiğinde evine doğru yol almadan aynı zamanda ziyaret saati bitmeden hastaneye geçti Caner. Görmesi gereken üç hasta vardı. Kalan sürenin kendine yetmesini umuyordu. İkizleri tek başına evde de, arabada da bırakamayacağından kadınların gelmesini sabırla beklemişti. Bir gün olsun Masal’ı ya da diğerlerini göremeden duramıyor, sanki görmezse onlara da bir şey olacakmış hissinden kurtulamıyordu. Sevdiklerini arkasında bırakmış, bir daha da bulamamıştı. Yine aynı şeyin olmasından deli gibi korkuyordu. Elinde kalanları kaybetmeyi asla yüreği kaldırmazdı.

İlk Masal’ı sonrasında Emir’i, en son Osman’ı ziyaret etti Caner. Her birinin yanında gözyaşı dökmemek için büyük bir mücadele verirken yaraları yeniden kanıyordu. Sarp, Feyza, Hakan… Hangi biri için oturup ağlasaydı? Hangi birinin yasını tutsaydı? Ya Akkaya ailesi… Onlara ne demeliydi? Nasıl hepsini tek tek enkazdan çıkarıp defnetmişti? Nasıl bütün olanlardan sonra akıl sağlığını kaybetmemişti? En önemlisi nasıl oluyor da, hâlâ nasıl ayakta durup o çocukların yüzüne bakıp gülümseyebiliyordu? Hiç gülmeyen Masal, nasıl kendini görünce bir an kederini unutuyordu? Belki kendine deva olamıyordu Caner fakat her şeye rağmen sevdiklerine umuttu. Yeşil gözlerinin ardında bir yerlerde insana umut veren bir şeyler vardı işte. Belki en güzel gülüşler, en büyük acılardan birlikte doğduğu için hâlâ o tebessüm yakışıyordu dudaklarına.

Hastane ziyaretlerinden sonra eve geldiler. Oya ikizleri uyutup Çağla ile ilgilendi. Çiçek ise kendi sessizliğine gömülüp bir köşede gün boyunca tek başına oturdu. Caner yemek için bir şeyler hazırladı lakin kimsenin iştahı yoktu. Tatsız bir akşamdı yine çoğu gece de, artık böyle geçecekti muhtemelen.

Üç odalıydı ev. Bir oda Canerlerin, bir oda çocuklarındı. Diğer odada ise yalnızca iki kanepe vardı. Bir nevi orayı oturma odası olarak kullanıyorlardı ama Çiçek, Oya ile birlikte orada yatıp kalkıyordu şimdilik. Çocuk odasına bir şekilde sığmıştı Çağla da. Yurtlar, depremzedelere verildiği için Çiçek’in gidebileceği başka yer yoktu, üniversiteye uzaktan devam edecekti. Tabii kaydını dondurmazsa. Bu kadar olayın içinde derslere kendini veremezdi Çiçek, hele sınavlarla hiç uğraşamazdı bu yüzden kaydını dondurmayı düşünüyordu. Acısı çoktu fakat hayatını toparlamak zorundaydı, nitekim elinde büyüyecek küçük bir çocuk vardı ve onun için bir düzen oturtmalıydı en kısa zamanda.

Henüz Caner’e ya da Asu’ya bahsetmese de ev arayışlarına girişmişti Çiçek. Kirayı nasıl ödeyeceğine, Masal’ı sersefil etmeden büyütebileceğine dair fikri olmasa da, iş bulmak aklının bir köşesindeydi. Sadece üç hafta öncesine kadar tek derdi sınavlar iken şimdi omuzlarına aklına gelmeyecek yükler yüklenmişti. Tüm bunların altından nasıl kalkacağını, nasıl baş edeceğini bilemiyordu.

Sözde herkes yanındaydı, sözde abisinin arkadaşları bırakmayacaktı elini. Gerçekten öyle yapacaklardı belki ama kimseye yük olmak istemiyordu genç kız. Caner’in de, Altay’ın da bir ailesi vardı. eşleri, çocukları vardı. Sevdiklerini kaybetmiş olsalar bile hayat onlar için devam etmeliydi. Kendilerini bırakmaya, hayattan vazgeçmeye hakları yoktu. Keza Asu da öyle. İkizler için ayakta durmak, onlara gelecek sağlamak zorundaydı genç kadın sonra Çağla için de aynı şey geçerliydi. Altay ve Oya kızlarını unutup ebediyen Masal’la ilgilenemezlerdi. Eninde sonunda Mersin’e dönecek, kaldıkları yerden devam edeceklerdi. Kimseyi suçlamıyordu Çiçek sadece tek başına yaşam savaşı vermek zorunda olduğunu biliyor, buna hazırlıklı olmaya çalışıyordu. Canını acısa da, gerçek gün gibi ortadaydı. Artık ailesi arkasında değildi, düşerse kaldıranı olmayacaktı.

“Çiçek,” diyerek odanın kapısını araladı Caner. Haftalardır tıraş etmediği sakallarıyla saçları karışmış, derbeder bir haldeydi. Çiçek’in canı nasıl yanıyorsa, kendinin de canı öyle yanıyordu. Akkaya ailesinin kaybı yüreği kan ve revan içinde bırakıyordu.

“İyi misin abim?”

Başını belli belirsiz salladı Çiçek, değilim dese ne fark edecekti? İyi olmamak ailesini geri getirecek miydi? Gözleri nedensiz buğulandığında burnunu çekti. Kimsenin nasıl olduğunu sormasını istemiyordu, ne zaman o soruyu duysa daha da kanıyordu kalbi. İçeri girip kapıyı kapadı Caner. Genç kızın yanına oturup başını göğsüne yasladı, saçlarında ellerini gezdirirken iki damla göz yaşını serbest bıraktı.

“Ağla abim, tutma içinde ağlayabildiğin kadar ağla.”

Hıçkırdı Çiçek, Caner'in kollarında ağlarken Sarp’ın sıcaklığını, kokusunu arıyordu onda. Ne olurdu abisi burada olsaydı, ne olurdu depremden kurtulduğu için şimdi şükür gözyaşları dökseydi? Tamam, herkes kayıp vermişti ama vermeyenler de vardı. Ne olurdu onlar kadar şanslı olabilse? Çok zordu. Hayat şimdi gerçekten çok zordu oysa kaderi en başından belliydi. İki yaşında babasız kalmış iken ölünceye denk ailesinin yanında olacağını zanetmesi büyük bir yanılgıydı. Ölüm ansızındı işte. Ecel ansızın gelip ailesini koparmıştı. Annesi, abileri, yengeleri, yeğenleri… Özlemi hiç son bulmayacak, hasreti asla dinmeyecek, vicdan azabı bir ömür dinmeyecekti. Evet, vicdan azabı da çekiyordu genç kız. Ailesinden hep şikâyet ettiği için, onlardan hep kaçmak istediği için vicdan azabı çekiyordu. İşte yoktu şimdi onlar, mutlu muydu? Asla.

“Ben böyle olmasını istemedim Caner abi! Yemin ediyorum istemedim! Kabul ediyorum çok kızdım, söylendim, şikâyet ettim ama yemin ederim hiçbirine bir şey olsun istemedim!”

“Biliyorum güzelim, insan ailesinin başına bir şey gelsin ister mi hiç?”

“Benim yüzümden olmuş gibi geliyor ama! Bu kadar çok şikâyet etmeseydim belki şimdi hepsi yanımda olurdu!”

“Bak bana,” diyerek genç kızın yüzünü avuçlarının arasına aldı Caner. Gözyaşlarını silip saçlarına öpücük bıraktı. Ne Masal’ı, ne de Çiçek’i asla bırakmayacak, Allah ömür verdikçe onların yanında olacaktı. Sarp’ın hatırasıydı ikisi de. Nasıl sırtını dönebilirdi onlara?

“Bağır, çağır, kız, öfkelen, ağla ama asla kendini suçlama. Hiçbir şey senin yüzünden olmadı Çiçek. Hiçbir şeyin suçlusu sen değilsin.”

“Kader mi peki?”

Derin bir nefes alıp Çiçek’i geri göğsüne yasladı Caner. “Kader,” dedi inanmadığı hâlde. Ne derece inançlı olup olmadığı tartışılırdı ancak annesini kaybettiği gün, kaderin önüne geçemeyeceğini anlamıştı. Yazgıyı değiştirmeye kimsenin gücü yetmiyordu da, bütün yaşananlar kader değildi. Günler boyunca tek yardımın bile gelmemesi, insanların enkaz altında bağıra bağıra can vermesi ya da yeni yapılan binaların bile harabeye dönmesi kader değildi. Kesilen kolonlardan bahsetmiyordu bile. Eğer o binayı yapanlar malzemeden çalmamış olsalardı, eğer yardım hemen gelseydi belki bugün Akkaya ailesi yanında olurdu. Belki iki buçuk yaşındaki bir bebek annesiyle, babasını kaybetmez, gençliğinin baharındaki bir kız bu denli büyük acıları göğüslemek zorunda kalmazdı. Ülkede adalet olmadığını iyi tecrübe etmişti fakat adaletsizliğin böylesiyle ne yazık ki şimdi karşılaşmıştı.

Gözyaşları yeniden yanaklarını ıslatırken dudaklarını ısırdı Çiçek, ağlamaktan nefret ederdi bir zamanlar şimdi ise durmak bilmiyordu gözyaşları. “Özür dilerim,” diye mırıldandı Caner. Çiçek’e kendini suçlama diyordu da, kendi kendini suçlamadan duramıyordu. Orman yeşili gözleri buğulandı, boğazı düğümlendi. En sevdiklerini toprağın altına koymuş olmayı kabul edemiyor, bir an olsun onların o hâlleri gözlerinin önünden gitmiyordu. Akkaya ailesini defnetmişti de, mezarların başından çığlık çığlığa bağırıp hepsini tek tek geri çıkarmak için avuçlarıyla eşelemişti toprağı. Kalkın demişti Sarp’la, Feyza’ya. Kızınız sizi orada bekliyor, sizin burada ne işiniz ne var diye bağırarak yeri göğü inletmişti. Asu kendinden daha beter Altay’ın omuzunda ağlarken sayıp sövmüştü. Öylesine kızmıştı ki Feyza’ya, bana bunu niye yaptın diye bağırmıştı. Zordu. Yaşadıkları imtihan fazlasıyla zordu.

“Sana onları getiremediğim için özür dilerim abim.”

Caner’in gözlerine nemli gözleriyle baktı genç kız. Bir şey söylemeye dili varmıyordu.

“Ama ben yanındayım. Ömrüm boyunca seni de, Masal’ı da asla bırakmayacağım. Siz, bana kardeşimin emanetisiniz bunu sakın unutma olur mu?”

Başını belli belirsiz sallarken en sonunda duygu bozukluğu durumundan dolayı bu sözleri reddedeceğini bilmiyordu Çiçek. Zamanla özlemi daha da katmerlenecek, hasretinin acısından gözü hiç kimseyi görmeyecek, abilerinin yerine almaya çalışanlara öfke duyacaktı. Şimdi Caner’in kollarında ağlarken günler sonra elinin tersiyle itecekti onu. Yaşananlar fazla ağırdı, Çiçek’in aklı başında davranması zaten mucize olurdu.

Günler günleri aynı şekilde takip ederken Mart ayının başında taburcu oldu Masal. Emir iki, Osman bir ameliyat daha geçirdi fakat tedavileri son bulmadı. Altay’ın çalıştığı otel sorun çıkartırken mecbur yaşadığı şehre dönmek durumunda kaldı Altay. En azından iki hafta çalışıp geri dönecekti. Osman’ı, Mersin’e aldırma taraftarı değildi Oya zira Mersin’deki hastaneler bin kat daha doluydu. Ankara’da bile kardeşinin tedavisi doğru düzgün ilerlemezken Mersin’de hiç ilerlemezdi. Osman'ın durumu stabildi. Üçüncü ameliyata rağmen ne yazık ki yüzü düzelmemişti ve aslında her ameliyat ayrı zordu. Delikanlının bacağından deri alıp yüzündeki açık yarayı kapatmaya çalışıyorlardı, o yüzden üst bacakları da yaralıydı. İşin daha güç kısmı ise şüphesiz pansumanlardı. Pansuman sırasında kimse odada durmak, atılan çığlıklara şahit olmak istemiyordu. Her yaralının canı feci hâlde yanıyordu pansuman esnasında, öyle ki bayılanlar bile oluyordu. En azından Masal bir de bütün bunlara maruz kalmadığı için şanslıydı.

Osman gibi Emir de tedavi görmeye devam ediyor, kaçıncı ameliyata girdiğini saymıyordu artık. Yeniden yürüyeceğine dair umutları her geçen sönüyordu zira bacakları bir türlü düzelmiyor cerrahi müdahaleler işe yaramıyordu. Tabii küçük çocuğun babasızlığı duruma etkendi. Yaşadığı üzüntüden dolayı da ilerleme kaydemiyordu. Psikolojik yardım alsa da hiç kimse ona yardımcı olamaz, babasına olan hasretini dindiremezdi. Efsun, oğlu için çabalıyor ancak evladına yetemediğini hissediyordu bazen. Oğlunu iyileştiremeyecek kadar âciz bir anne olması ayrıca yakıyordu canını. Günbegün Emir gözlerinin önünde erirken elinden hiçbir şey gelmiyordu. Eğer arkadaşları olmasa tam anlamıyla çöker kalırdı fakat dostları acılarına rağmen bir başına bırakmıyorlardı kendini.

Hastane sonrasında Masal için çocuk odası yeniden düzenlendi. Caner’in de, Asu’nun da küçük kızı hiçbir yere bırakmaya niyeti yoktu. Ethem Bey, torununu yanına almak istemişti tabii ki, zaten o adamın da yaşadığı acı ayrı bir boyuttu. Hayattaki tek evladını kaybetmiş yaralı bir babaydı. Keza Fulya Hanım'da kocasından farksız değildi. Feyza’nın yokluğu yüreklerini dağlıyordu.

Yaşlı çift, depremden hemen sonra Hatay’a gitmişlerdi gitmelerine de, ellerinden hiçbir şey gelmemişti. Ne mal varlıkları, ne de o kudretleri kızlarını enkaz altından çıkarmaya yetmemişti. Evlat kaybı ikisini de paramparça ederken Masal’a tutunmaya çalışmışlardı. Feyza’nın bir parçasıydı sonuçta Masal, kızlarından izler taşıyordu torunları. Masal’da, Feyza saklıydı bir bakıma. Hakları olsun ya da olmasın Caner’le Asu, onlara torunlarını vermemişti fakat. Masal'ı evlatlarından ayırmayacaklar, üçüncü çocuklarıymış büyüteceklerdi. Elbette Ataman ailesi kolay kolay kabul etmemişti bunu. Torunlarını yanına almak için çeşitli mücadeleler vermişlerdi. Nitekim Masal yanlarında en iyi şartlarda büyümesine engel olmak ona yapılacak en büyük kötülüktü. Öylece ortada kalmış Çiçek nasıl sahip çıkabilirdi el kadar çocuğa? Ya iki çocuğu zar zor büyüten Asu ve Caner nasıl Masal’a hak ettiği hayatı verebilirdi? Kimseyi küçümsedikleri yoktu ama durumlar gün gibi ortadaydı. Masal ancak Ataman ailesinin yanında iyi bir şekilde büyüyebilirdi.

Kesinlikle yeğenini Ataman ailesine vermeyi düşünmüyordu Çiçek. Masal’ı anneannesinden ya da dedesinden koparmak niyetinde değildi asla lakin elinde kalan tek varlığı söküp alamazdı kimse. Ataman ailesi istediği mahkemeye başvursun, güçleri ikisini ayırmaya yetmezdi. Abisinin emanetini kimselere vermeyecek, gözü gibi bakacaktı Masal’a. Hâlâ Canerlerin yanında kalıyor olabilirdi genç kız ancak en kısa zamanda içinde bulunduğu durumun başka bir çaresini bulacaktı.

Bu kadar acı olayın içerisindeki güzel bir haber Sırma’nın, Ankara’ya gelişiydi. Depremden beri bir an olsun Çiçek’i bırakmamıştı Sırma hatta Çiçek Ankara’ya geçince bir günlüğüne arkadaşının yanına gelmiş, onunla birlikte verilen kayıplara hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Sonrasında İstanbul’a dönmek zorunda kalsa bile her gün ama her gün aramıştı Çiçek’i. Tabii ki onu yalnız bırakmayacak, ilelebet arkadaşının yanında olacaktı.

Masal hastaneden taburcu olduktan hemen iki gün sonra geldi Sırma, Ankara’ya. Asu, ona evini seve seve açarken hiç olmazsa geride kalanlarla bir arada olduğu için şükrediyordu. Okulundan dolayı çok kalamayacak, sadece bir hafta Çiçek’in yanında olabilecekti Sırma. Bencilce davranmak istemiyordu ama güzel bir haber vermek istiyordu arkadaşına. O güzel haberi ise nişanlanmış olmasıydı. Evet, İstanbul’a ilk gittiği zamanlarda tanıştığı doktor Kaan ile evlilik yolunda ilk adımı atmıştı. Depremden bir hafta önce Kaan yüzüğü takmıştı kendine fakat Çiçek’e bunu söyleyemeden malum olaylar yaşanmıştı. Devamında yaşadıkları acılar arasında sevincini gizlemeye çalışmıştı da, daha fazla içinde tutmak istemiyor, hem biraz olsun can dostunun yüzünü güldürmek istiyordu. Belki aldığı habere sevinirdi Çiçek. Ki, öyle oldu.

Odada oturup iki eski dost olarak dertleştikleri günlerden birindelerdi yine. Sırma çantasındaki yüzüğü çıkarıp parmağına takıp güzel haberi verdi arkadaşına. Her şeyin nasıl olduğunu tek tek anlatırken haftalar sonra mutlu bir haber almanın sevincini yaşadı Çiçek. Sırma’nın adına gerçekten mutluydu. Ona kızdığı tek nokta, bunu daha önce söylememiş olmasıydı. Sırma ise kendini açıklayınca arkadaşına hak verdi. Ardından sarılıp defalarca tebrik etti onu. Nihayet güzel bir şey olmuştu.

“Ya Eren’den haber yok mu? Bahsetmiyorsun hiç.”

Yüzünü buruşturdu Çiçek, galiba Eren artık hayatında değildi. Resmi olarak ayrılmamış olsalar bile aralarında mesafeler vardı. Ara sıra hâlini hatırını sormak için arıyordu da Eren, eskisi gibi samimi hissettirmiyordu. Şanslıydı o, kayıp vermemişti fakat buna rağmen kendinin yanında değildi. En zor zamanında en çok ona sığınmak isterdi genç kız ancak aradığı sıcak sevgiyi ne yazık ki sevgilisinde bulamamıştı. Omuzlarını silkerken Eren’in artık kendi için o kadar da bir şey ifade etmediğini yeniden anlıyordu. Gitmek istiyorsa giderdi, kendi de arkasından el sallardı. Olur, biterdi. En sevdikleri toprağın altında yatıyor iken kimsenin gidişi daha fazla koymazdı.

“Konteyner da kalıyor. Ara sıra konuşuyoruz ama o kadar.”

“Hiç gelmedi mi Ankara’ya?”

“Gelmedi.”

“Çiçek…” dedi Sırma ne diyeceğini bilemeden. Arkadaşının ellerini tuttuğunda onu daha çok incitmekten korktu. Çiçek ise acı acı gülümsedi.

“Biliyor musun, gerçekten umrumda değil. Benim ailem toprağın altında iken Masal dışında kimse umrumda değil. Gitmek isteyen gider, ben de el sallarım gidenin arkasından.”

Nasıl da değişmişti Çiçek, nasıl da bir anda kocaman olmuştu. Gözlerinin dolduğunu hissetti Sırma. “Onu bunu bilmem ama ben asla gitmem,” derken sıkı sıkı sarıldı arkadaşına. Asla bırakmazdı can dostunu. Babasını kaybettiğinde yanında Çiçek vardı, düşersen ben kaldırırım seni demişti. Şimdi, kendi aynısını yapacak hatta arkadaşı düşerse onu kaldırmaktan ziyade yanına oturacak, onunla birlikte ağlayacaktı. On yaşlarında başlayan dostlukları daima böyle devam edecekti.

“Kızlar,” diye odanın kapısını koluyla açıp elindeki tepsi ile içeri girdi Asu. Azıcık ağızlarının tatlanması için kelle süt getirmişti onlara.

Asu’yu öyle görünce bir an Meryem yengesinin geldiğini zannetti Çiçek. Biliyordu, o da hiç gelmeyecek, ona bir daha sarılamayacaktı. Bazı şeyleri bilmek yetmiyordu fakat. Hisler, insanı hep yanıltıyordu. Şimdi burada, yanlarında olsaydı Meryem, dayanamazdı ağlamalarına. Bir şekilde yine ailesini toparlamayı başarırdı ama yoktu. Yoktu işte. Hiç gelmemek üzere kocasıyla, çocuklarını alıp bilinmez bir diyara gitmişti.

“Kek yaptım size, öyle kuru kuruya dedikodu yapmak olmaz.”

“Eline sağlık Asu abla,” dedi Sırma. Çiçek’le aynı duyguları paylaşıyordu aslında.

Asu’yu kırmamak için bir dilim kek aldı Çiçek, ufak bir ısırık koparmıştı ki, yutkunamadı. Cem’le, Zeyno burada olsaydı kesin tabağı silip süpürmüşlerdi. Düşüncelerinden sıyrılabilmek için boğazını temizledi. “Masal,” dedi Asu’ya.

“Masal içeride ne yapıyor?”

“Cansu’yla çizgi film izliyorlar sen merak etme onu. Bak Sırma burada, bol bol hasret giderin.”

Başka bir şey demeden odadan çıktı Asu, çocuklara bir göz atıp odasına geçtiğinde başucunda duran resmi eline aldı. Feyza, Sarp ve o zaman henüz altı aylık olan Masal… Arka fonda park manzarası vardı. Bir parkta birine çektirmişlerdi fotoğrafı. Nasıl güzel gülümsüyordu mutlu çift… Kim bilebilirdi ki, onların iki sene sonra öylece gideceklerini? Çerçeveyi göğsüne bastırırken gözyaşlarına engel olamadı genç kadın. Kuzeninden öte kardeşiydi Feyza ama yoktu artık yanında. Hiç gelmemek üzere bırakıp gitmişti kendini oysa söz vermemiş miydi? Hani hep, birlikte olacaklardı? Hani hiç ayrılmayacaklar, birbirlerini hiç bırakmayacaklardı niye Feyza çekip gitmişti? Niye kendini bu hasretle baş başa bırakmıştı? Yapamıyordu Asu, alışamıyordu. Feyza’nın yokluğunu kabul edemiyor, bu acıyla baş etmeyi beceremiyordu. Ne hayalleri vardı, ne umutları vardı hepsi yarım kalmıştı.

“Böyle mi olacaktı? Söylesene Feyzoş, böyle mi olacaktı? Beni böyle bir başına bırakıp gidecek miydin?”

Hıçkırmamak için dudaklarını ısırdı Asu. Resimde parmaklarıyla birlikte gözlerini de gezdirirken acı acı gülümsedi. “Ya sen Sarp,” dedi ağlamaklı sesiyle. “Niye sevdanı alıp gittin? Niye bizi böyle öksüz bıraktın? Masal her gün sizi soruyor ne diyeceğim ona? Annesiyle babasının olmadığını nasıl anlatacağım? Bu yaşımda ben bile yokluğunuza kabul edemez iken ufacık yaşında Masal nasıl kabul etsin bunu? Çok özledim… İkinizi de çok fazla özledim. Ne olur kapı açılsa çıkıp gelseniz. Ne olur bana sarılıp her şey kötü bir kâbustu deseniz…”

Ağlamaklı kısık sesini kendi bile zor duyarken gözlerini kapadı genç kadın. Çerçeveyi tekrar göğsüne bastırıp boğazını yakan ufak hıçkırıklarına engel olamadı. O son gece gözlerinin önünden gitmiyordu. Beş şubat akşamı son kez bir arada görmüştü Akkaya ailesini. Her zaman ki gibi gülüp konuşurlarken kavuşma planları yapmışlardı. Hiçbirinin sesi kulaklarından silinmiyordu. O gece bilseydi sabahı onları bulamayacağını bırakır mıydı Akkaya ailesini? Hiç durur muydu yerinde? Canı pahasına bile olsa ışık hızıyla giderdi Hatay’a, tüm sevdiklerini kurtarmak için elinden gelenin fazlasını yapardı ama bilememişti. Kahretsin ki, hiçbir şeyi bilememişti. Çerçeve avuçlarının arasından kayıp düşerken daha da hıçkırdı. Bütün yaşananlarla baş edemiyor, istese bile güçlü olamıyordu.

Yeni işten gelmişti Caner, çalışmaya devam etmek zorundaydı. Bir şekilde çocuklarının geçimini sağlamalıydı. Hayata küstüm, diyerek kendini bırakamazdı. Karısının sesini duyduğunda hızla odaya geçti. Hiçbir şey demeden yatağa oturup Asu’yu sarıp sarmaladı. Onunla birlikte gözyaşı dökerken bu acının hiçbir zaman geçmeyeceğine emin oldu.

“Çok özledim. Hepsini çok özledim Caner.”

“Bende… Bende çok özledim sevgilim.”

Aynı yaralar, aynı acılar, dinmeyen gözyaşları, geçmeyen hasretler... Altı şubattan sonra bazıları için hayat artık bu kavramlardan ibaretti ve günler değişse bile o kavramlar değişmeyecekti.

***

“Ben kararımı verdim Caner abi. Masal’la birlikte yaşayabileceğimiz bir ev tutmak istiyorum.”

Deminden beri kaçıncı kez sabır dilediğini bilmiyordu Caner. Dün Sırma’nın gidişinin ardından Çiçek, ev diye tutturmuştu. Güya hem çalışıp hem okuyacak bir yandan da Masal’a bakacaktı. Gerçi okumak kısmını kendi ekliyordu kafasında zira küçük hanım okulu bırakmayı bile düşünüyordu. Ki, zaten yeni dönem kaydını Asu’nun ve Sırma’nın zoruyla yenilemişti. Üniversite şimdilik uzaktan eğitim yaptığından dolayı da okula gitmek gibi bir mecburiyeti yoktu fakat komple okulu bırakmasına asla göz yumamazdı. Büyük kayıplar vermiş olsa da Çiçek, hâlâ hayatı anlamayacak kadar küçüktü. Eğer öyle olmasa dünyayı tozpembe görmeye devam etmezdi. Sahiden ne sanıyordu? Ev tutacak sonra hemen iş bulup çalışacak ve Masal’a mükemmel hayat sağlayacağını falan mı? Zaten sokakta onca işsiz insan yoktu hiç ya da herkes Çiçek’i işe almak için sırada bekliyordu. Karşısındaki kıza ters bakışlar atarken sakin kalmak için çabalıyordu genç adam. Çiçek meseleyi biraz daha uzatırsa gerçekten sabrı taşacaktı.

“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Seni bırakacağımızı nasıl düşünebilirsin?”

“Caner abi,” diyerek ayağa kalktı genç kız. Caner’e yaklaşıp sandalyeye sırt kısmına dayamış olduğu eline, elini dayadı. İkisinin de gözlerinde anlaşmaya muhtaç bir ifade vardı.

“Masal için de, benim için de çok şey yaptınız Asu ablayla. Sizin hakkınızı asla ödeyemem ama benim bir düzene ihtiyacım var artık. Ne kadar zor olursa olsun bir yerden başlamak zorundayım.”

“Okulunu bitirip mesleğini eline almadan hiçbir yere gidemezsin Çiçek Masal’ı da, seni de asla bırakmam. Bu evde bizimle birliktesiniz o kadar.”

Tartışmaya son noktayı koyduğunu düşünerek salondan çıkmak üzere adımladı Caner. Pazar günü olduğu için işe gitmemişti ancak sabah sabah Çiçek fazlasıyla asaplarını bozmuştu. Onu anlamaya çalışacak psikolojiye sahip değildi. Yaşananlar alt üst etmişti akıl sağlığını, verdiği kayıpların boşluğunu avuçlarına kalan iki kızla doldurmaya çalışıyor, Sarp’ın acısını onlara tutunarak dindirmek için çabalıyordu. Eğer şimdi onların yanında olmazsa ihanet etmiş olurdu can dostuna. Kardeşinin emanetlerine sahip çıkmak boynunun borcuydu.

“Hayatıma bu şekilde müdahale edemezsin Caner abi.”

İleri gittiğini biliyordu aslında Çiçek lakin ağzından dökülenlere engel olamıyordu. Herkes kendine emanet diyordu da, kimsenin emaneti olmak istemiyordu. Yirmi iki yaşındaydı, kendi başının çaresine bakabilecek kadar büyümüştü. Caner bile olsa sığıntı gibi kimsenin evinde kalmak istemiyordu. Ayrıca iki abisini de toprağın altına koymuşken kimsenin kendine abi olmasını da istemiyordu.

Genç adamın kızgın bakışları kendine geri döndüğünde dik durmak için çabaladı Çiçek. Madem bir adım atmıştı, cesur olmalıydı. Hem en sevdiklerini kaybetmişken, daha da kaybedeceği bir şey yoktu.

“O ne demek öyle?”

“Benim de bir hayatım var demek. Tamam, ailemi kaybettim ama ayakta kalmak zorundayım. Masal için… Abimin emaneti için güçlü olmalıyım ve onu sizinle değil, tek başıma büyütmek istiyorum. Masal şimdi anlamıyor ancak büyüdüğünde Cansu’yu ya da Arda’yı ne zaman anne babasıyla görse yaraları daha çok kanayacak. Kimsesizliğini, ailesiz kalışını daha çok hatırlayacak. Caner amcası işten geldiğinde ikizleri boynuna atlarken Masal babasını arayacak, neden diye soracak defalarca. Neden benim babam yanımda değil? Kardeş bildiği ikizler, anneler gününde Asu teyzesine renk renk hediyeler alırken Masal boynunu bükecek, annesinin kokusunu duymak için fotoğraflara sarılacak. Sessiz gözyaşlarını hep… Hep içine akıtacak. Sizin mutlu aile tablonuz benim minik kuşumu çok üzecek. Konuşmayacak Masal, anlatmayacak fakat canı çok yanacak.”

“Çiçek…”

“O yüzden gitmemize izin ver Caner abi. Ne seni, ne de Asu ablayı suçlayamam. Üzerimizde çok hakkınız var, başkası olsa bu kadarını bile yapmazdı ama… Ama siz bir ailesiniz ve biz bu aileye ait değiliz. Acı da olsa gerçek bu: biz, o kalabalık ailemizi kaybettik.”

Hayır, der gibi gerçekleri kabul etmek istemez gibi başını iki yana salladı Caner. Hayır, bunların hiçbiri olmayacak, Masal’ı evlatlarından bir an olsun ayırmayacaktı. Cansu’dan bir farkı yoktu onun, sahiden yoktu. Kan bağının önemsiz bir detay olduğunu Sarp’ı kardeş yerine koyduğu gün anlamıştı. Şimdi Masal’ın canının yanmasına asla izin vermezdi asla. Kaldı ki, Çiçek’i de öylece gönderemezdi. Genç kız ne söylerse söylesin, kardeşiydi o. Hiçbir şey ama hiçbir şey bunu değiştiremezdi.

“Asla! Duydun mu beni Çiçek? Asla! İkinizi de asla bırakmam! Masal benim kızım, sen de kardeşimsin ve sizin eviniz burası! Aileniz de biziz! Başka türlüsü mümkün bile değil!”

“Caner abi,” dedi Çiçek elinden geldiğince ılımlı yaklaşmaya çalışırken o, kendini anlamamak için inat ediyordu sanki.

“Eğer biraz daha bu konuyu uzatırsan sana abilik yapamadığımı düşüneceğim haberin olsun.”

“Sorun bana abilik yapman veya yapmaman değil! Niye anlamıyorsun ben iki abimi de toprağa verdim ve başka abi istemiyorum! Özür dilerim ama seni ne Sarp’ın, ne de Sedat’ın yerine koyamıyorum,” diyerek gözyaşlarını elinin tersiyle sildi genç kız. Hıçkırıkları boğazını yakarak özgürlüklerine kavuşurken duygularının birbirine dolandığını, sinirlerinin iyice bozulduğunu biliyordu. Bir buhran geçirirken kendine hiçbir şekilde engel olamıyordu.

“Kimseyi onların yerine koyamıyorum, yapamıyorum! Elimde değil, yapamıyorum! İstemiyorum! Ben ailemi kaybettim, başka bir aile istemiyorum! Ben sadece onları istiyorum… Sadece annemi istiyorum! Abilerimi istiyorum! Benim abilerimi! Meryem yengemi, Feyza ablayı, Cem’le, Zeyno’yu… Ben onları istiyorum! Bu evi değil, kendi yuvamı istiyorum! Ama yok! Hiçbiri yok! Ne ailem var, ne de evim! Gidecek hiçbir yerim yok! Ne olur ben de senin abinim deme çünkü değilsin! Sen sadece abimin arkadaşısın!”

“Arkadaş?” dedi Caner inanmayan gözlerle. Çiçek karşısında paramparça olurken bu defa onu avutacak gücü kendinde bulamıyor tam aksi duyduğu sözler fazlasıyla zoruna gidiyordu. Nasıl bunları söylerdi Çiçek? Nasıl, sen sadece abimin arkadaşısın diyebilirdi? Geçip giden yılın sahiden hiç mi hatırı yoktu? Eliyle kendini işaret ederken öfkesinin kurbanı olacağını ve belki de bu yüzden genç kızın canını daha çok yakacağını biliyordu.

“Ben sadece Sarp’ın arkadaşıyım öyle mi? Ulan sen daha doğmamıştın abine kardeşim dedim! Kardeşim! Kardeşten bile öteydik! Aha el kadardım gider annenin kapısını çalardım! Nermin teyze az mı koştu peşimizden, az mı kadını delirttik? Her haltı birlikte yedik lan biz! İlk okul, orta okul, lise… Daha saymamı ister misin? Zamanında Asu’yu üzdüğüm için abin ağzıma tükürdü, tek kelime etmedim! Büyüdük, asker çağına geldik İkimizden biri askerde şehit olursa geride kalan tabutu taşıyacak diye yemin ettik! Askerden döndük birbirimizin düğünde halay çekeceğimiz günlerin hayalini kurduk. O da yetmedi annem öldü cenazeyi Sarp sırtladı! Bir tek o bana omuz verdi, bir tek onun yanında hıçkıra hıçkıra ağladım ben! Otuz yıl… Dile kolay bizim otuz yılımız birlikte geçti. Şimdi karşımda, sen sadece abimin arkadaşısın mı diyorsun? Yazıklar olsun… Harbiden sana yazıklar olsun Çiçek!”

Söyleyecek başka bir lafı kalmadığından hışımla salondan çıktı Caner. Genç kız ise bulduğu koltuğa çöküp iki büklüm bir halde hıçkıra hıçkıra ağladı. Olanlar çok ağırdı ve bazen gerçekten kaldıramıyordu. Bu kadar acı fazla geliyordu yüreğine.

Deminden beri koridorda durmuş kocasıyla, Çiçek’i dinliyordu ki Asu, tartışma son bulunca içeri girip Çiçek’i sarıp sarmaladı. Kimin haklı, kimin haksız olduğunu düşünecek zaman değildi de, Caner fazla gitmişti Çiçek’in üstüne.

Yatağında oturup olan biteni düşünüyor, işin içinden çıkamadığından saçlarını karıştırıyordu genç adam. O kadar dalmıştı ki, Masal’ın odaya geldiğini bile fark etmemişti. Eğer o, “Caney amca,” demese fark etmezdi de.

Masal’ın sesini duyunca başını yana çevirdi Caner. Kollarını açıp “Gel,” derken buğulanan gözlerini aldırmamaya çalıştı. Koşup Caner amcasının kucağına atladı küçük kız. Gözünün önüne gelen saçları ufak elleriyle geriye savururken umutla onun gözlerine bakıyordu. Caner ise doya doya koklayıp öptü Masal’ı. Kanı bağı olmayabilirdi ama evladıydı Masal. Onu asla ikizlerden ayırmayacaktı, asla.

“Bal mısın sen yoksa kaymak mısın?”

Genç adamın dediklerini anlamadı Masal, kalın sakallar boynunu gıdıklarken ufak ufak güldü. Zaten aslında bir Caner amcası güldürüyordu yüzünü. “Caney amca,” dedi kahkahalarının arasından. Kumral yüzüyle, ela gözleriyle ve çocuklara has o tatlılıkla fazla güzeldi Masal. Keşke kaderi de öyle olsaydı.

“Caney amca, Caney amca… Söyle ne istiyorsun Caney amcandan?”

“Babam neyde Caney amca?”

Masal’ı göğsüne bastırdı Caner, saçlarına öpücükler bırakıp gözlerini kapadı. Yoktan anlamıyordu ki Masal, nasıl anlasındı? Nasıl iki buçuk yaşında iken ölümü kabul etsindi? Otuz küsur yaşında olmasına rağmen kendi bile kardeşinin kaybını kabul edemiyorken, el kadar çocuk nasıl bu gerçekle başa çıksındı? “Annenin yanında,” derken burnunu çekti. Tekrardan gözlerini kucağındaki kızın gözlerine odakladığında gülümsemeye çalıştı.

“Annem neyde?”

Cennette, dese de anlamazdı ki Masal. Cenneti nereden bilsindi bu yaşında? En zoru, ona durumları anlatmaktı. Başucunda duran fotoğrafı eline aldığında küçük kıza gösterdi. Kafasını daha çok karıştırmaktan korkuyordu aslında ama başka türlü açıklayamıyordu ona.

“Bak, annen de, baban da burada ve hep burada olacaklar. Ne zaman istersen onlara böyle sıkı sıkı sarılabilirsin.”

Yine hiçbir şey anlamasa da Caner amcasının dediğini yaparak çerçeveli resme sıkı sıkı sarıldı Masal. Annesiyle, babasını o kadar çok arıyordu ki…

“Masal,” diyerek odaya girdi Asu. Kocasıyla konuşması gereken mevzular vardı fakat öncesinde Masal’ı yatırmalıydı. Neyse ki öğle uykusuna alıştırabilmişti onu. Tıpkı bir, iki ay önce Feyza’nın alıştırdığı gibi.

“Hadi teyzecim öğle uykusu zamanı.”

İtiraz etmeden Asu’nun elini tutup odasına doğru yol aldı Masal. Caner ise deminki resme uzun uzun bakmayı sürdürdü. Yine içinden geçen çok şey vardı.

Masal’ı yatırmasının ardından kocasının yanına oturdu Asu. Caner’in elini tutup biraz olsun acısını paylaşmaya ve onu anlamaya çalıştı. Tamam, acıları aynıydı fakat Caner, kendi kendine daha farklı sorumluluklar yüklüyordu.

“Daha iyi misin? Yani Çiçek’le olanlar…”

“Ben yanlış bir şey mi yapıyorum Asu? Onlar benim kardeşimin emaneti, öylece bırakamam ikisini de.”

“Biliyorum ama yine de Çiçek’in fazla üstüne gittin. Onu anlamaya çalışmalıyız Caner. Kız, ailesini kaybetti. Bizi de ailesinin yerine koyamıyor. Hak vermek lazım biraz.”

“Ben de ailemi kaybettim,” diyerek bakışlarını Asu’ya çevirdi Caner. Sesi neden sertti yahut neden yine öfke ağır basıyordu yüreğinde, bilmiyordu ama az sonra karısını da istemeden kıracaktı.

“Nermin teyze, Sedat abi, Meryem yenge, Feyza, Zeynep, Cem… Ben onları ailem bildim Asu ve inan en az Çiçek kadar acı çekiyorum. Sarp zaten kardeşimdi. Nasıl diye soruyorum hâlâ… Nasıl bütün bunlar gerçek olabilir? Nasıl onlar apansız gitmiş olabilir?

“Yine de kabul etmemiz lazım. Biz birbirimize tutunuyoruz, çocuklarımız da var ama Çiçek’in kimsesi kalmadı.”

“Bunu yapma Asu, sen de Çiçek gibi biz bir aileyiz deme.”

“Öyleyiz ama. Kabul etsen de, etmesen de biz bir aileyiz ve Çiçek bu aileye ait hissetmiyor kendini. Keşke böyle olmasa fakat…”

“Tabii,” dedi Caner. Ellerini ovuşturup dururken dirseklerini dizlerine dayamış, anlamsızca başını sallıyordu. Yaşanılan acı fazla geldiğinden ağzından çıkanları kulağı duymuyordu.

“Senin nasıl olsa bir ailen var demi? Annen, baban, çocuklar… Beni anlamanı bekleyemem çünkü sen Feyza dışında kimseyi kaybetmedin!”

“Bir dakika, bir dakika ne?”

“Öyle tabii Asu. Sen, Feyza dışında kimseyi kaybetmedin hadi Sarp’a da belki üzülüyorsun ama diğerleri o kadar acıtmıyor çünkü onlar senin ailen değildi! Ve senin ailen hep vardı! Hep! O yüzden şimdi rahat rahat biz bir aileyiz diyebiliyorsun ama ben diyemiyorum! İki çocuğumuz olmasına rağmen diyemiyorum niye biliyor musun çünkü ben ailemi kaybettim!”

“Bilmem farkında mısın ama Çiçek’in sana yaptığını sen bana yapıyorsun şu an! Ben bu kadar bencil bir insan mıyım senin gözünde? Feyza dışında kimseye üzülmeyecek kadar vicdansız mıyım ben Caner? Her başım sıkıştığında kapısını çaldığım Meryem abla veya bize düğün dernek yapan Sedat abi… Hadi onları geçtim henüz okul çağında olan Zeyno ile Cem… Hiçbirinin sahiden umrumda olmadığını mı düşünüyorsun? Gerçekten sana diyecek hiçbir lafım yok. Pes! Bu kadarına cidden pes!”

Başka bir şey demeden odadan çıktı Asu, çocuk odasına geçip kızının yanına kıvrıldı. Sessiz sesiz ağlarken Cansu’nun kokusuyla bastırdı acılarını. Yeterince yaralı olmalarına rağmen birbirlerini kırıp dökmeleri saçmaydı ama insan acıdan bazen gerçekten ne yaptığını bilmiyordu. Yaşadıkları acı, birbirlerine kenetlenmelerini sağlamayacak kadar büyüktü maalesef.

Hışımla kendini dışarı attığında duvar dibine çöküp ellerini alnına dayadı Caner. Gözyaşları yanaklarını ıslatıyor, yüreği çaresiz bir derde ev sahipliği yapıyordu. Sarp’a gitmek istiyordu. Her zaman yaptığı gibi şimdi yine onunla dertleşip, konuşmak istiyordu. Hatta ve hatta onsuzluğun ne kadar acı olduğunu yine can kardeşine anlatabilmek istiyordu. Başka türlüsünü hiç bilmiyordu çünkü. Düştüğünde Sarp kaldırmış, ağladığında o omuz vermişti. Gülüşlerinde, gözyaşlarında hep o vardı yanında ama şimdi yoktu. Yoktu işte. Mezara gidip toprağını eşelese bile onu geri getirmeye gücü yetmeyecekti. Kalk lan buradan, diye bağırsa duymayacaktı Sarp. Oysa hiç olmadığı kadar hesap sormak, beni niye bu acılarla bırakıp gittin diye bağırmak geliyordu içinden. Belki karşısında olsa okkalı yumruk atardı ona, öylece çekip gitmek neymiş gösterirdi ya da varlığına şükreder boynuna atılırdı fakat yoktu. Annesi gibi bilinmez bir diyara karısını da alıp intikal etmiş, sırtına acıdan bir dağ bırakmıştı Sarp. Ya o dağı taşıyacaktı Caner ya da can kardeşinin enkaz altında kaldığı gibi o dağın altında kalacaktı. İşte, bunu da yine zaman gösterecekti.

***

“Toparlamaya çalıştıkça daha çok dağılıyoruz Oya. Kırıp döküyoruz birbirimizi. Ben artık neye üzüleceğimi şaşırdım biliyor musun? Yaşananlar yeterince acı zaten bir de evde olanlar…”

Hastaneye hem Osman’ı, hem Emir’i ziyarete gelmişti Asu. İkisini de görmesinin ardından Oya ile kafeye inmişti. Şimdi de arkadaşıyla karşılıklı olarak oturmuş, dertleşiyordu. Kafası allak bullaktı, biriyle konuşmaya gerçekten ihtiyacı vardı.

“Yaşananlar kolay değil Asu. O çok kayıp verdik ki… Ben annemle, babamın yasını bile tutamadım.”

“Özür dilerim,” diyerek arkasına yaslandı Asu. Başını bir an pencereye çevirdiğinde derin bir nefes aldı ama aldığı nefesler daha çok boğuyordu sanki. “Senin acın zaten sana yetiyor bir de ben burada oturmuş, sana dert anlatıyorum,” derken yeniden Oya’nın yüzüne gözlerini çevirdi. Belki Caner haklıydı, fazla bencil bir insandı.

“Olur mu öyle şey bugün yan yana olmayacaksak arkadaş olmamızın ne anlamı var? Hem arkadaştan öteyiz, biliyorsun. Tabii ki birlikte güldüğümüz gibi birlikte ağlayacağız.”

“Ama sen ağlarken ben yanında olamadım. Evlendin yanında değildim, doğum yaptın yine yoktum. Annenle, babanı kaybettin başın sağ olsun bile diyemedim. Şimdi hastanede kardeşin için kendi kendini feda ederken benim yine elimden bir şey gelmiyor. Ne Masal’a teyzelik yapabiliyorum ne de Çiçek’e sahip çıkabiliyorum ne de seninle, Efsun’un yanında olabiliyorum. Anneliği bile doğru düzgün beceremiyorum ki.”

Elleriyle yüzünü kapatıp gözyaşlarını geri göndermeye çalıştı genç kadın. Oya’nın derdi başından aşkındı bir de kendiyle mi uğraşsındı kızcağız? Yine de hıçkırıklarına engel olamadı. Sinirleri boşalmıştı, ket vuramıyordu duygularına. Yüreğine çöreklenen hüzünler boğazını keskin bir bıçak misali kesiyordu.

Arkadaşının ellerini indirdi Oya, üzgün gözlerle ona bakarken içi acıyordu. Yaşanan onca şey elbette hepsini darma duman etmekle beraber alıp ayrı ayrı köşelere de savruyordu.

“Ne olur yapma Asu. Kendini suçlama, herkes için elinden gelenin fazlasını yapıyorsun. Başkası olsa Masal sonuçta kuzenimin kızı diyerek başından savardı onu. Hem halası varken asla sahip çıkmazdı ona ama sen onu, kendi çocuklarından ayırmıyorsun ki. Ayrıca mükemmel bir anne olman gerekmiyor çünkü zaten öylesin. Daha fazlası için kendini yıpratma.”

“Şu hâle baksana benim seni teselli etmem gereken yerde, sen beni teselli ediyorsun. Oya sen annenle, babanı kaybettin. Kardeşin aylardır hastanede tedavi görüyor. Diğer ikisi ise seni arayıp sormuyor bile. Abla nasılsın demiyorlar ya… Sen onlar için neler neler yaptın. Sırf onlar okusun diye kendinden vazgeçtin ama ikisi de öylece çekip gitti. Şimdi bir de benim için kendini harcıyorsun.”

“Aşk olsun. Bir şey yaptığım var sanki. Sadece gerçekleri söylüyorum ve ayrıca Emel’le, Erdem’e kırgın değilim. Hayatlarını yaşamaya hakları var. Osman yanımda ya, nefes alıyor o bana yeter.”

“Senin şu yüce gönlünü ne yapacağız biz?”

Burukça gülümsemekle yetindi Oya, içinden nasıl geliyorsa öyle davranmıştı hep. Şimdi de farklı bir şey yapmıyordu. Tekrardan Asu’nun ellerini tuttuğunda hem kendine, hem ona güç vermeye çalıştı.

“Kayıplarımızın yeri asla dolmayacak, belki acılarımız bile azalmayacak ama biz hep el ele olacağız. Biliyorum, Feyza’nın yerini asla tutamam ancak…”

“O nasıl söz öyle? Evet, Feyza’yı özlüyorum. Çok özlüyorum ama sen de benim kardeşimsin ve yanımda olduğun için çok şanslıyım.”

“Bende öyle. Eğer sen olmasaydın bu kadar şeyin üstesinden nasıl gelirdim, bilmiyorum.”

“Keşke senin için elimden daha fazlası gelse. Sahiden Osman için yapılabilecek bir şey varsa eğer…”

“Yok, bacağından deri alınacak bir kez daha. Yüzündeki yarayı o deriyle kapatmaya çalışıyorlar, biliyorsun.”

“Yine de elimden gelen ne varsa yapmaya hazırım.”

“Biliyorum tabii ve aynısını ben de sana söylüyorum.”

Gülümsemekle yetindi Asu, konuşmayı burada noktalamışlardı çünkü artık eve gitmesi gerekiyordu. Çocukları bir saatliğine Çiçek’e bırakmıştı da, aklı fikri evdeydi. Kim bilir ikizler nasıl çıldırtmıştı genç kızı? Oya ile vedalaşmasının ardından Efsun’a da son bir kez uğradı genç kadın. Emir’i öpüp kokladıkça Hakan geliyordu hatırına. Hani Caner, sadece Feyza’ya üzüldüğünü iddia etmişti ya, Hakan’ı da mı unutmuştu? Ya da Hakan’a için gözyaşı dökmeyecek kadar vicdansız bir insan mıydı kocasının gözünde? Sarp neyse kendi için Hakan da öyleydi. Kolay mıydı onu da toprağa vermek? Kolay mıydı yirmi yıllık arkadaşının ölümünü kabullenmek? Asıl düşüncesiz olan Caner’di. Düşünmeden kendine o lafları sarf ettiği için.

Eve geldiğinde yiyecek bir şeyler hazırladı Asu. Hâlâ bir şey yiyecek iştahı bulamasa da çocuklar vardı, Çiçek vardı onları öylece ihmal etmeye hakkı yoktu. Depremden sonra ne yazık ki sütü kesilmişti ve ikizler o günden sonra mamalara başlamıştı. Neyse ki, bir yaşlarını geçtiklerinden anne sütünden o kadar da mahrum kalmamışlardı.

Yemeğin ardından saatler ilerledi, çocuklar uyudu ama Caner eve gelmedi. Hiç böyle yapmazdı oysa, sorumluluk sahibi bir aile babası olduğundan gecikmeden gereken saatte evde olurdu fakat o akşam gece yarsını geçmesine rağmen eve gelmedi. Kocasını arayıp aramama konusunda tereddüt ederken bir yandan da sevdiği adamın yolunu gözledi Asu. Tamam, Caner ağır konuşmuştu ama fazla ileri gitmemiş miydi kendi de? Kocasına bir ailesinin olduğunu söyleyerek belki de canını çok yakmıştı. Ne yapsın sağlıklı düşünemiyor, konuşamıyordu. Otuz iki yıllık hayatında ilk defa kendini böylesine çaresiz hissediyor ve yine aynı çaresizlikle karanlık odada, yatakta oturup kocasını bekliyordu. Bir günden bir güne ayrı uyumamıştı Caner’le, şimdi de o olmadan uyumak istemiyordu. Biraz kafasını dağıtsın gelirdi Caner, evde kendini bekleyen bir karısının olduğunu elbet akıl ederdi.

Akreple yelkovan üç buçuğu gösterirken meraktan çatlamak üzereydi genç kadın. Aramıştı kocasını ama telefon açılmamıştı. Hava buz gibiydi, saat gecenin kaçı olmuştu, Caner daha gelememişti. Ortalığı velveleye vermek istemediğinden kimseyi aramıyordu fakat biraz daha gelmezse Caner, o zaman yapacağını bilirdi. Tam, onu yeniden aramak üzere telefonu eline almıştı ki, kapının açıldığını duydu. Çok geçmeden de kocası odaya girdi. Hırsla ayağa kalktı Asu. Elbette hesap soracaktı.

“Neredesin sen? Arıyorum açmıyorsun, meraktan öl-“

Dudaklarına kapanan parmaklarla sustu Asu. Çatık kaşları, genç adamın yorgun bakışlarıyla gevşerken tepki veremedi.

“Ölüm deme. Yalvarıyorum sana ölüm deme artık.”

“Caner…”

Karısının elini tutup yatağa çekti Caner. Asu yatağa oturunca ise kedi gibi onun dizlerine kıvrıldı. Nemli gözleriyle, düğüm düğüm olan boğazıyla konuşacak gücü kendinde bulamıyordu.

“Özür dilerim. Sana o sözleri söylediğim için özür dilerim Asu. Canım çok yanıyor. Canım o kadar çok yanıyor ki, bununla baş edemiyorum. Üstesinden gelemiyorum… Bu acı beni yiyip bitirirken ben hiçbir şey yapamıyorum. Sana ihtiyacım var. En çok sana ihtiyacım var.”

“Benim de sana,” diye mırıldandı Asu. İçinin acıdığını hissederken gözleri yaşardı. İki damla gözyaşı yanağını ıslatırken burnunu çekti. Elleri, kocasının saçlarının arasında dolaşmaya başlayınca kederli bir gülümseme peydahlandı dudaklarında.

“Benim de en çok sana ihtiyacım var.”

Başını kaldırıp karısının gözlerine bakınca toparlanıp oturdu genç adam. Asu’nun yüzünü avuçlarının arasına alıp alnına ufak bir öpücük kondurdu. Sonra da sımsıkı sarıldı sevdiği kadına. Onu kollarına hapsederken bir nebze olsun acılarının dindiğini hissediyordu. Bir nebze olsun kalbi şifa buluyordu.

“Acımız aynı, yaramız aynı ve bütün bunların üstesinden birlikte geleceğiz yeter ki birbirimizi kırıp dökmeyelim. Yeter ki sen kapıları benim yüzüme kapatma, yanında olmama, elini tutmama izin ver.”

Başı karısının boynuna gömülü olsa da, başıyla onu onayladı genç adam. Âşık olduğu koku bir parça olsun dindiriyordu içindeki fırtınayı. O noktaya ufak bir öpücük bırakıp geri çekildiğinde gözlerindeki hüsran ayan beyan görülebiliyordu. Elleri Asu’nun yüzünde dolaşırken zorlukla yutkunup “Masal,” dedi. “Masal bizim kızımız, onu birlikte büyüteceğiz demi?”

“Başka türlüsü mümkün mü? Sarp ve Feyza gitti ama bize bir hatıra bıraktılar. O hatıraya gözümüz gibi bakacağız.”

“Ya Çiçek?”

“Ne derse desin, onun ailesi olacağız çünkü kayıplarımıza rağmen bir aileyiz Caner ve sana söz veriyorum bu aile için elimden gelenin fazlasını yapacağım.”

“Biliyorum ve seni çok seviyorum.”

“Bende seni… Ben de seni çok seviyorum sevgilim.”

Aşkla sevdiği adama dokunurken Asu, bedenleri yeniden birbirine kenetlendi. Acılar birlikte oldukça azalır mıydı gerçekten, tartışılırdı fakat hiç olmazsa o acıya beraber göğüs germek gerekti. Asu ve Caner hayat denen bu zorlu yolda, başlarına gelen en ağır sınavdan da geçmeyi başarmışlardı. İmtihanları belki yeni başlıyordu ancak elleri birdi. O eller bir olduğu müddetçe zorluklar elbet aşılırdı. Eninde, sonunda kış bitecek, bahar gelecek ve o baharda yeniden açacaktı solmuş çiçekler çünkü güneş, geceye teslim olmuş yürekler için yeniden doğacaktı. Doğacak ve baharın geldiğini bir gün… Mutlaka bir gün müjdeleyecekti. Nitekim her şey vaktini beklerdi, güneşte vakti geldiğinde tabii ki doğacaktı yeniden.

Bölüm : 19.02.2025 14:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Petek Ayla / Hatıra / ~62. Bölüm Geriye Kalanlar ~
Petek Ayla
Hatıra

8.96k Okunma

598 Oy

0 Takip
68
Bölümlü Kitap
~Sonun Başlangıcı~~Kavuşmalar Ayrılıkla Başlar~1. BÖLÜM: Akkaya Ailesi2. Bölüm Yine Yeniden Bir Eylül'de3. Bölüm Kabulleniş4. Bölüm: Fragman5. Bölüm: Gökyüzü6. Bölüm: 1. Ders Hayal Et7. Bölüm : Anlaşma8.Bölüm: Antakya Sokakları9. Bölüm: Yeni Bir Hayat10. Bölüm: Sevda Kuşu11. Bölüm: Unutulmayan Sevgili12. BÖLÜM: 1. Kısım Hercai ile Kardelen12. Bölüm 2. Kısım Anneler ve Babalar13. Bölüm: Gençlik Baharı14. BÖLÜM: Mahalle Eşrafı15. BÖLÜM: 2. Ders Sygı16. BÖLÜM: Defne'nin Gözyaşları17. BÖLÜM: Örülen Kader Ağları18. BÖLÜM: Kesisşen Yollar19. Bölüm: Yasak Arzular20. Bölüm: Davetsiz Misafir21. BÖLÜM Eski Bir Soba22. Bölüm: Padişahın Kızı23. BÖLÜM: İkinci Şans24. Bölüm Deniz Günü25. Bölüm Tarihin Tekerrürü26. Bölüm Kara Sevda27. Bölüm Kelepçe28. Bölüm Yüzleşme29. Bölüm Nişan30. Bölüm Kalbe Düşen Sevgi Tomurcukları31. Bölüm Uğur Kolyesi32.Bölüm Ateşten Gömlek33. Bölüm Oyun ve Gerçek34. Bölüm Dönüm Noktası35. Bölüm Bir Gönül Davası36. Bölüm Bıçak Yarası37. Bölüm Alev Alev38. Bölüm Yaralı Kuşlar39. Bölüm Edilmeyen Veda40. Bölüm Yenge Meselesi41. Bölüm Aşkın Peşinde42. Bölüm İttifak Oyunları43. Bölüm Kaçak Gelin44. Bölüm Birleşen Eller~45. Bölüm Aşk ve Sadakat~~46. Bölüm Baba Hasreti~~47. Bölüm Vuslat~48. Bölüm Haykırış~49. Bölüm Merhamet~~50. Bölüm Bağışlama~~51. Bölüm Soğuk Savaş~~52. Bölüm Eskimeyen Dostlar~~53. Bölüm: Bir Elmanın İki Yarısı~~54. Bölüm: Nikâh~~55. Bölüm : Kırık Hayaller ~~56. Bölüm: Armağan~~57. Bölüm : Kelebek Etkisi~~58. Bölüm: Düğün~59. Bölüm: Evlat Kokusu~~60. Bölüm: Ramazan~~61. Bölüm: Yıkım~~62. Bölüm Geriye Kalanlar ~~63. Bölüm Rüyalar ve Kâbuslar~~64. Bölüm Masal'ın Gözyaşları~~65. Bölüm: Son Hatıra (Final)~
Hikayeyi Paylaş
Loading...