66. Bölüm

~63. Bölüm Rüyalar ve Kâbuslar~

Petek Ayla
petekayla

 

Kavuşmaların en ağırıdır kaybettiğimizi rüyada görmek

Halil Cibran

***

Doktor odasının önünde beklerken yanlış bir şey yapmadığına inanıyordu Asu. Hatta bunu yapmak için geç bile kalmıştı. Yaşanılanlar fazla ağırdı, tek başlarına olanların üstesinden gelemeyeceklerdi. O yüzden psikolojik yardım almak istemiş, ailesi için randevu ayarlamıştı. Caner şimdilik gelmek istemiyordu da, en azından Çiçek’i getirmişti. Eğer doktor kabul ederse bir dahaki sefere Masal’ı getirecekti. Zira gün geçtikçe yalan söylemek bir işe yaramıyor, her şey daha beter kördüğüm oluyordu. Küçük kıza yalan söylemiyorlardı aslında ancak gerçekleri de uygun bir dille anlatamıyorlardı. Belki psikolog bu iş için de çare olurdu. Aklına başka bir şey gelmiyordu çünkü.


Seans bittiğinde Çiçek odadan çıktı, onu görünce hızla ayaklandı Asu. Neler olup bittiğini merak ediyordu, nitekim Çiçek’in ilk seansıydı. Doktor Şebnem Hanım güler yüzüyle her şeyin yolunda olduğunu belli ederken rahat bir nefes aldı ama Çiçek’le konuşmadan tam anlamıyla rahatlayamayacaktı. Sekreter eşliğinde uğurlanıp merkezden çıktıklarında birlikte arabaya bindiler. İkisinin de ağzını bıçak açmıyordu. Genç kadın arabayı çalıştırdığında biraz yol almıştı ki, daha fazla dayanamadı.

“Nasıl geçti?”

Omuzları silkti Çiçek, birileri kendi için çabalarken nankörlük etmek istemiyordu fakat hasta değildi ya da iyileşmek için doktora ihtiyacı yoktu sadece eksikti, eksikliği ise hiç geçmeyecekti.

“Önümde upuzun bir hayat olduğunu, bir gün benim de bir aile kuracağımı ve o zaman tüm bu acıları buruk bir hatıra olarak hatırlayacağımı gibi bir ton şeyler söyledi Şebnem Hanım.”

“Belki de,” dedi Asu kelimeleri toparlamaya çalışarak. Arabayı kullanırken yoğun trafikten dolayı gözlerini yoldan ayırmıyordu. “Belki de haklıdır Çiçek. Biliyorum acın çok büyük ama…”

“Sen yapma bari Asu abla,” derken genç kadının yan profilini göz hapsine aldı Çiçek. En azından o, herkesin yaptığı gibi kendini sahte avuntularla avutmaya çalışmasaydı.

“Ben hasta olmadım, ailemi kaybettim ve bu iyileşecek bir şey değil.”

Kırmızı ışıkta durduklarında gözlerini kapatıp açtı Asu. Çiçek her söylediği sözle canını nasıl yaktığını biliyor muydu acaba? Onun için çabalıyor, bir şeyler yapmak istiyordu lakin genç kız bütün kapıları kapatıyordu. Sanki yaralarına kimsenin merhem olmasını istemiyor, ebediyen bu acıyı yüreğinde taşımak istiyordu. Hoş, kendi farksız mıydı ondan? Güldüğünde, ufacık bir tebessüm ettiğinde suçlu hissetmiyor muydu kendini? Yemek bile yerken ben nasıl bunu yapıyorum diye kendini sorguya çekmiyor muydu? Mutlu olmak, kayıplarına ihanet gibi gelmiyor muydu? Yüreğini kavurup yakan ateş sönerse kayıplarından geriye hiçbir şeyin kalmayacak gibi hissetmiyor muydu? Kendi bile kendini toparlayamaz iken Çiçek’i teselli etmeye çalışıyordu. Ne beyhude bir çaba... Haklıydı Çiçek; hasta değildi ki, iyileşsin.

“Sadece… Sadece bir şeyleri toparlamaya çalışmalıyız Çiçek. Bu acı hepimizin. Ben sadece Feyza’yı kaybetmedim, ikinci ailemi de kaybettim. Belki annemle babam hâlâ hayatta ama sevdiğim insanlar toprağın altında.”

Burukça gülümsedi genç kız. Yalan söylemiyordu Asu, gerçekten öyleydi ama yine de tutunacak dalları vardı. Her ne kadar Asu’yla, Caner kendine aile olmaya çalışsalar da, kaybettiklerinin yerini dolduramazlardı. Kimseyi suçlamıyor yalnızca gerçeği kabullenmeye çalışıyordu. Aynı zamanda hayatta tek başına kaldığını, bu yüzden her türlü zorluğa hazırlıklı olması gerektiğini kendine hatırlatıyordu her defasında.

“Yine de bir ailen var ama yarın ikizler büyüdüğünde asıl sen şimdiki kadar acı çekmeyeceksin. Onların peşinden koşturup dururken zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksın bile.”

Duyduğu sözlerle direksiyon hâkimiyetini korumak için uğraştı genç kadın çünkü elleri titriyordu. Gerçekler niye bu kadar acımasızdı ve niye Çiçek geleceği gören bir kâhinmiş gibi konuşuyordu? “Lütfen,” derken alt dudağını dişledi. “Lütfen böyle konuşma. Ben onları hiçbir zaman unutmayacağım.”

“Unutmayacağına eminim yalnızca şimdiki kadar canın acımayacak diyorum ama benim acım hiç dinmeyecek.”

“Çiçek…”

“Fakat geçmesini de istemiyorum, biliyor musun? Çünkü bu acı bana ailemden kalan tek hatıra eğer geçerse onlardan geriye hiçbir şey kalmaz.”

“Onlar bunu istemezdi… Seni böyle gördükçe emin ol, üzülüyorlardır.”

“Bu da sahte tesellilerin başka bir yolu. Onlar beni böyle görmek istemezdi… Böyle diyerek bana daha çok acı çektiriyorsunuz. Hiçbiriniz anlamıyorsunuz. Ben acımı yaşamak, yasımı tutmak istiyorum. Sizi üzüyorsam özür dilerim fakat tüm bunlarla başka türlü nasıl başa çıkabilirim bilmiyorum.”

“Yaran çok taze, seni anlıyorum…”

“Anlamıyorsun Asu abla,” derken sitemli ses tonuna engel olamadı genç kız. Yalan sözler duymaktan usanmıştı. Saçını kulağının arkasına geçirdiğinde sakinleşmeyi denedi. Asu yardım etmek istiyordu da, edemezdi zira insanlardan ne duymak istediğini bilmiyordu. Aslında yalnızca etrafında sonsuz bir sessizliğin hâkimiyet kurmasını diliyor, kimse yarasına dokunmasın, o yara öylece kalsın istiyordu. Galiba sevdiklerinden geriye kalan o yarayı seviyordu. Belki de mazoşist olmuştu, acı çekmekten tuhaf bir zevk duyuyordu. “Anlayamazsın,” diye sözlerine devam ederken ses desibelini biraz olsun düşürdü.

“Evet, Feyza abla, kuzeninden öte kardeşindi. Evet, Sarp abim yirmi yıllık dostundu. Evet, Sedat abimle, Meryem yengeme vefa borcun vardı. Evet, annem senin için kıymetli bir insandı. Cem’le, Zeyno gerek yeğenin, gerek kardeşindi ama onlar benim her şeyimdi, ailemdi ve ben onları kaybettim. Senin ise annenle, baban var. Kocan var, çocukların var, o yüzden beni anlayamazsın. Seni asla suçlamıyorum, suçlayamam ama sen de bana, seni anlıyorum masalları anlatma. Masallara inanmayacak kadar büyüdüm çünkü.”

“Canını yakmak istemedim,” derken fısıldar gibi konuştu genç kadın. Arabanın vitesi otomatik olarak düşerken yine bir trafiğin ortasında buldu kendini. Yol, ne uzamıştı bugün.

“Yanında olmaya çalışıyorum yalnızca.”

“Biliyorum ve tekrar söylüyorum seni üzdüysem özür dilerim ama… Ama bazı şeyler çok zor geliyor ve ben verdiğim tepkilere engel olamıyorum.”

Genç kızın kucağındaki elini tutup anlayışla gözlerine baktı Asu. Onun yaşında öylesine yaşanmış aşkların acısını çekerken, Çiçek ailesini kaybetmenin hüsranı içeresindeydi. Akıl sağlığına koruduğuna şükürdü. Tabii ayakta durmak için verdiği mücadeleyi takdir etmemek olmazdı. Yirmi iki yaşında ne ağır, ne zor bir imtihandan geçiyordu. Olur olmaz tepkiler vermeyip ne yapsındı? En azından içindekileri, yüzünü karşı söyleme cesareti buluyordu. Böylesi daha iyiydi yoksa yüreğine kök salan kederi onu yiyip bitirecekti.

“Ben sana kırılmam ama yanında olmama, acını paylaşmama izin ver olur mu?”

Gözleriyle onu onayladı genç kız. Ailesini kaybetmişti de, kendi için çabalayan insanlar vardı etrafında. Bazen gerçekten nankörlük ediyordu. Fazla ilgi görünce şımarıyordu galiba oysa şımarmaya asla hakkı yoktu. İki buçuk yaşındaki yeğeni annesiz, babasız kalmışken kendi yersizce şımarıklık edemezdi.

“Beni uygun bir yerde bırakır mısın? Yalnız kalıp hava almak istiyorum biraz.”

“Peki ama çok geç kalmayacağına söz ver ve kaybolmayacağına da.”

“Merak etme sizden önce geldim ben Ankara’ya.”

İkisi de belli belirsiz gülümsemekle yetindiğinde Asu, uygun bir yerde bıraktı genç kızı. Belki biraz yürüyüş yapmak sahiden iyi gelirdi ona. Kendi ise eve doğru yol almıştı ki, telefonu çaldı. Efsun arıyordu. Telefonu açıp kulaklıkla konuşurken Efsun, evine çağırdı kendini. Birkaç günlüğüne Ankara’ya gelmişti Hale ve Emir’in yanında kalacaktı bugün. Efsun’da, kızlarla biraz dertleşmek istiyordu. Oya’yı da çağırmıştı zira Osman’ın da arkadaşı gelmiş, refakati iki günlüğüne devralmıştı. Oya da böylelikle kızıyla ilgilenebilecekti. Hem zaten yarın Altay’da geri gelecekti.

Caner evde olduğu için rotasını Efsun’a çevirdi Asu. Tabii kocasına haber vermeyi ihmal etmedi. Onu gün boyunca üç çocukla baş başa bırakmıştı ama baba da, amca da olmak kolay değildi. Başa gelen çekilirdi.

Yirmi dakika sonra Efsun’un evine vardığında, Oya’yı da orada gördüğü için sevindi genç kadın. Çağla, Mersin’deki arkadaşlarıyla telefonda konuşurken uzun zaman sonra üç arkadaş olarak rahat rahat konuşup dertleşebileceklerdi. Efsun kahveleri pişirince üçü de mutfağa yayıldı. Herkes içindeki elemi, kederi dökecekti bugün. Oya yasını bir kez daha arkadaşlarıyla paylaşırken Asu sıkıntılarını onlara anlatmaktan çekinmedi.

Gündem bir buçuk aydır olduğu gibi yine yaşanan deprem ve verilen kayıplardı. Bir süre daha hatta uzun bir süre daha böyle devam etmesi muhtemeldi. Konuşma sırası Efsun’a gelince, kahvesini yudumlayıp kelimeleri toparlamaya çalıştı Efsun. Ne kadar kaçarsa kaçmaya çalışsın artık bir karar vermesi gerekiyordu. Fazla vakti kalmamıştı çünkü. Önce Hakan’dan girdi konuya. Kocasına olan aşkını ve özlemini dile getirirken gözyaşlarına engel olamadı. Hakan gitmişti ancak kendine iki emanet bırakmıştı. Biri hastanedeydi, biri karnında… Enkaz altında kalmış olmasına rağmen bebeğinin yaşaması mucizeydi. Yeni öğrenmemişti aslında hamile olduğunu. Hastanede gerekli muayenelerin ardından doktorlar durumu kendiyle paylaşmış, kendi ise ne tepki vereceğini bilememiş yalnızca gözyaşlarına boğulmuştu.

“Kısacası durum bu ve ne yapacağımı bilmiyorum kızlar.”

“Efsun bu… Bu gerçek bir mucize,” diyerek gülümsedi Oya. Arkadaşının omzunu sıvazlarken haftalar sonra ilk defa mutluluktan yaşardı gözleri. Hakan için ayrı vicdan azabı çekerken şimdi Efsun’un hamile olduğunu öğrenmek mutlu ediyordu kendini. Demek Hakan bir emanet daha bırakmıştı arkasında.

“Bilmiyorum Oya ama artık bir karar vermem gerekiyor.”

“Bebeği aldırmayı düşünmüyorsun demi?”

Oya şüpheli gözlerle bakarken yutkundu Efsun. Düşünüyordu ve geç olmadan karar vermesi gerekiyordu. Bebeği karnında günbegün büyüyordu nitekim.

Yapma der gibi bakarken Oya, Asu araya girdi. Efsun için zor bir karardı. Kadın; kocasını kaybetmişti, oğlunun ise hastaneden ne zaman çıkacağı belli değildi. Bütün bunların ardından babasız bir bebeği büyütmek için gücü olmaması elbette normaldi. Bebeği aldırsa hak verirdi ona. “Kaç haftalık?” diye sordu o yüzden.

“Yedi, sekiz. Çok geç kaldım biliyorum ama hâlâ aldırmak için zamanım var da, aldırmak istiyor muyum emin değilim. Bir yandan Emir, bir yandan bu bebek… Hakan olsaydı hiç düşünmeden dünya getirirdim bebeğimi fakat şimdi her şey çok zor. Onu dünyaya getirirsem bakamamaktan, o gücü kendimde bulamamaktan korkuyorum. Kızlar ne olur bana bir akıl verin, ben işin içinden çıkamıyorum.”

Efsun’un elini dostça tuttu Oya. İçten bakışlarla arkadaşına bakarken gülümsedi. Elbette son kararı o verecekti fakat içinden geçenleri dile getirmesinde bir sakınca yotu.

“Hakan ne isterdi ya da sana ne derdi? Bence bunu düşün. Doğru kararı o şekilde vereceğinden şüphem yok.”

“Oya haklı, bazen durup düşünmemiz gerekiyor gidenler bizden ne isterdi diye. Mesela Feyza olsa ne derdi, ne yapardı diye düşünüyorum kendi kendime. Masal’ı nasıl büyütürdü ya da Çiçek’i nasıl toparlardı. Toparlayamaz demiyorum çünkü o, mutlaka bir yolunu bulurdu.”

“Hem de hepimiz için bir yol bulurdu,” diye mırıldandı Efsun. Feyza’yla çok eski bir geçmişi olmasa da, özlüyordu arkadaşını. Hayatında onun kadar mükemmel bir insan tanımamıştı ve evet, Feyza olsaydı her şeyin bir yolunu kesinlikle bulurdu.

“Eksiğiz,” dedi Oya. Buğulanan gözlerine aldırmadan. “Hem de çok eksiğiz ama birbirimize tutunacağız kızlar. Başka çaremiz yok.”

“Efsun,” diyerek masadaki hüznü dağıtmaya çalıştı Asu. Anlayışlı bir ifade vardı yüzünde. “Her ne karar verirsen ver, yanındayız. Bunu unutma.”

“O yüzden sizinle paylaştım ya durumu. Keşke demek istemiyorum artık, iyi ki diyorum. İyi ki Hakan sizinle tanışmış lisede, iyi ki sizinle böyle bir dostluk kurmuş.”

“İyi ki,” demekle yetindi Oya. Geçip giden yıllar gözlerinin önünden film şeridi gibi akarken. Hakan’ın kendine olan aşkı buruk bir gülümseme bırakırken dudaklarında Efsun’un elini daha sıkı tuttu, bir kez daha iyi ki dedi içinden. İyi ki Hakan, Efsun’la evlenip liseden sonra mutlu bir aile kurmuş, hayatının sonuna kadar aşk acısı çekmemişti. Eğer öyle olsaydı muhtemelen vicdan azabından ayakta duramazdı.

***

Hiç beklemediği bir anda Eren aramış, Ankara’da olduğunu ve buluşmak istediğini söylemişti. Hatta sırf kendi için buraya geldiğini eklemişti. Duyduklarından emin olamamış, aynı soruları tekrar tekrar sormuştu Çiçek. Sevgilisi ( Eren sevgilisi miydi, emin değildi) ise verdiği yanıtlarla kendini şaşırtmayı cidden başarmıştı. Depremden sonra onu ilk defa görecekti ama zerre kadar heyecan yoktu içinde. Delikanlıya karşı öyle tutkulu hisler beslemiyordu kalbinde ya da galiba tüm gerçekleri kabullendiği gibi, ilişkisinin çoktan bittiğini de kabullenmişti. Şimdi Eren’le buluşmak üzere metroya biniyorsa bazı şeyleri netleştirmek istediği içindi.

Yaklaşık yirmi dakika sonra Kızılay’a vardığında Eren’le hep buluştukları kafeye geçti genç kız. Tabii ki Eren defalarca Ankara’ya gelmiş, birlikte vakit geçirmişlerdi. Her ne kadar depremden önce sevdiği çocukla arasına mesafelerin girdiğini hissetse de, üniversiteye geldiği ilk zamanlar her şey bir başka güzeldi. Ne yapıp ne edip kendini görmek için her ay mutlaka başkente geliş gidiş yapmıştı Eren. Antakya’daki gibi burada da güzel anılar biriktirmişler, gönüllerince gezip dolaşmışlardı. Öyle basit bir ilişki değildi aslında yaşadıkları, üç, dört yıllık tertemiz bir sevgiydi. Hatta ikisinin de ilk ciddi ilişkisi. Ara ara evlilikten konu açacak kadar üstelik lakin her şey sonsuza denk sürmüyordu. En başta ailesi sonsuza kadar yaşamamıştı. Şimdi sevgilisinin gidişini izlemek düşüyordu belki de payına fakat canının parçalarını toprağa emanet etmişken kimsenin gidişi daha fazla acıtamazdı canını. Sırma’ya da söylemişti, gitmek isteyenin arkasından el sallar sonra acısıyla baş başa kalmayı yeni baştan öğrenirdi. Ne yazık ki hayata başka bir pencereden bakamayacak kadar gencecik yaşında yaşama hevesini kaybetmişti Çiçek. Dünyada hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin artık kendini mutlu edemeyeceğine emindi.

On dakika sonra Eren kafeye geldiğinde gözleriyle taradı etrafı, genç kızı her zamanki masada oturduğunu görünce yanına adımladı fakat cıvıl cıvıl giyinen sevgilisinin siyahlara büründüğünü görmek canını yaktı. Anlaşılan matemi o kadar kolay geçmeyecekti. Onun için gerçekten üzgündü ama ne yapabileceğini bilmiyordu. Teselli edemezdi Çiçek’i ya da ona her şey güzel olacak masalları anlatamazdı. Ailesini kaybetmiş biri için hayat nasıl güzel olabilirdi? Zaten ne yapacağını bilmediğinden dolayı uzak durmamış mıydı sevdiği kızdan?

“Çok bekletmedim umarım.”

Delikanlının sesini duyunca düşüncelerinden sıyrıldı Çiçek. Başını havaya kaldırıp Eren’le göz teması kurdu. Hep olduğu gibi yakışıklıydı Eren. Maviler içinde karizması daha çok ortaya çıkıyordu. Uzun boyu ise bütün kızları kendine hayran bırakacak cinstendi. “Yok,” diyerek sessizliğini bozdu. Gerçekten onunla ne konuşacağını bilmiyordu.

“Ben de yeni gelmiştim zaten.”

Sandalyeyi çekip Çiçek’in karşısına oturdu delikanlı. Garson siparişleri almak üzere yanlarına geldiğinde ikisi de kahve istedi. Kahveler gelene kadar da konu açmak için çabaladı Eren.

“Beni gördüğüne sevinmemiş gibisin.”

“Benim sevinecek hâlim mi var Eren?”

“Ve daha da asileşmişsin.”

Açıkçası hemen böyle bir tepki almayı beklemiyordu genç adam. Çiçek tahmin ettiğinden bile ters olmuştu. Sanki karşısında düşmanı varmış gibi koyu yeşil gözlerini kendine dikmişti.

“Bir de sen yargıla beni tam olsun.”

Bakışlarını pencereye çevirdiğinde gözlerini kapatıp açtı genç kız. Elinde değildi, kimseye sakin davranamıyordu. Biri canım dese, canın çıksın demek geliyordu içinden. Dengesizdi, huysuzdu ve belki de en büyük nankördü ama nihayetinde acıların en beterini yaşamış bir kızdı. Ailesini kaybetmiş bir kız. Tepkilerinin normal olması elbette beklenemezdi ancak insanlar kendinden bunu bekliyordu. Her şey normalmiş gibi, hiçbir şey olmamış gibi davranmasını.

“Çiçek,” diyerek yumuşak olmaya çalıştı Eren. Uzanıp sevdiği kızı ellerini tuttuğunda Çiçek gözlerini birleşen ellerine çevirdi. Keşke iki ay önce de ellerini böyle sıkı sıkı tutsaydı Eren, belki o zaman her şey çok daha farklı olurdu.

“Üzgünüm. İnan bana, bütün yaşananlar için çok üzgünüm. Senin, aileni nasıl sevdiğini, sizin birbirinize nasıl bağlı olduğunuzu biliyorum fakat kendini toparlamalısın. Evet, aileni kaybettin ama yalnız değilsin. Caner abiyle, Asu abla var sonra Oya abla, Altay abi hatta Efsun abla… Eminim hepsi senin yanında olmak için çabalıyordur. Antakya’daki insanları görsen hepsi birbirinden perişan. Hiç olmazsa senin kalacak bir yerin var.”

“Ve bunun için şükretmeliyim demi? Sırf Konteynerda kalmadığım için, yediğim önümde yemediğim arkamda olduğu için hatta ailemi depremde kaybettiğim için bile şükretmeliyim demi? Eren farkında mısın benim artık bir ailem yok. Keşke onlar olsaydı da ben sokakta kalsaydım. İnan gıkımı bile çıkarmazdım.”

“Ben onu mu dedim şimdi? Aileni kaybettin ama yanında birileri var, demek istedim.”

Acı acı gülümsedi Çiçek. Ondan başka bir laf duysa şaşardı zaten. “Ama o birilerinin içinde sen yoksun,” diyerek ellerini çekip arkasına yaslandı. Eren sıkıntıyla nefes alırken garson kahveleri getirdi. Belli belirsiz teşekkür etmekle yetindi genç adam sonra da bir yudum aldı kahvesinden.

“Seni yalnız bıraktıysam özür dilerim fakat sen yanında olmama izin vermedin."

“İzin vermedim öyle mi? Eren ben sana sarılmak istedim. Ailemi kaybettiğimi öğrendiğim an, tek isteğim sana sarılmaktı ama sen yoktun. Masal’la hastanede kalırken bir kez olsun… Bir kez olsun gelmedin. Öyle yabancıymış gibi soğuk soğuk mesajlar attın. Aramaya bile zahmet etmedin. Şimdi gelmiş yanında olmama izin vermedin mi diyorsun?”

“Geldim de, ne oldu? Bir hoş geldin bile demedin. Surat asmalar, afralar tafralar… O zaman gelseydim sen yine böyle davranacaktın. Şu hâline bir bak o kadar asi olmuşsun ki, üç yıllık sevgilimi tanıyamıyorum ya. Sanki aileni ben öldürdüm.”

“Eren!” dedi Çiçek sert bir sesle. Ailesiyle, ölüm kelimesinin yan yana gelmesine asla tahammül edemiyor, o lafı duyunca sinirleri tepesine çıkıyordu. Acımasız olan bu hakikat her defasında canını daha çok yakıyordu. Ayrıca gerçekten Eren afra tafra yaptığını mı düşünüyordu? Sarılıp ben yanındayım demesi gereken yerde böyle davrandığı için kendini suçluyordu. Asıl kendi sevdiği adamı tanıyamıyordu.

“Ne, yalan mı? Hiç aynaya bakmıyor musun Çiçek? Şu gözlerindeki karanlığı görmüyor musun hiç? Gerçekten senin iyi bir tedaviye ihtiyacın var başka türlü kendini toparlayamayacaksın çünkü.”

“Ben hasta değilim!” diyerek ayağa kalktı genç kız. Avuçlarını masanın üzerine yerleştirdiğinde gözlerinden ateşler çıktığını hissediyordu. Birilerinin kendine deli muamelesi yapmasına da tahammül edemiyordu.

“Ailemi kaybettim ve iyileşmeye değil, onlara ihtiyacım var. Bilmem anlatabildim mi?”

Sözlerinin ardından çantasını alıp hızla kafeden çıkmak üzere adımladı Çiçek. Eren peşinden gitmek üzere ayağa kalktı ancak gitmedi çünkü sevdiği kızın geçmişte kalan buruk bir hatıra olduğunu o an kabullendi. Herkese kapıları kapatıyordu Çiçek, kendi ise bir şey yapamazdı. İyileşmek istemeyen bir hastayı iyileştiremezdi sonuçta.

O gün Eren’le son defa buluştuğunu biliyordu Çiçek. Bir daha ikisi de birbirini aramayacak, mesajlaşmayacaklar, zamanla hatıraları gibi telefon numaraları da silinip gidecekti. Geriye yalnızca kırık bir aşk hikâyesi kalacaktı. Zaten aslında tüm hikâyeler yarım değil miydi?

Eve vardığında kimseye bir şey demeden odasına geçip kanepeye uzandı genç kız. Olan biten her şeye bir kez daha ağlarken sessiz gözyaşlarını içine akıttı. Islanan yastığını ters çevirip biraz daha ağladığında içindeki hesaplaşmaları o an yaşadı. Kimin gerçekten yanında olup olmadığını anlarken istemeden kırdığı kalpler için suçladı kendini. Ailesi için çektiği vicdan azabı yetmiyormuş gibi… Zihni, ruhu, tüm varlığı öyle yorgundu ki, düşüncelerinin arasında kayboluyor, hislerini çözemiyordu. Canı yanarken ne yaptığını bilmiyordu bazen. Gaflete düşüyor, kırıp döküyordu ama yarasını kaşımadan duramıyordu. Ki, zaten kabuk tutmamıştı yarısı, kanamaya devam ediyor, her kanayışında gerçekleri yeniden hatırlatıyordu. Her doğum sancılıydı ve asında Çiçek küllerinden yeniden doğmak zorunda olduğu için bu kadar acı çekiyordu gerçi Anka kuşu da değildi. Kolu, kanadı kırılmıştı en başta. Ait olduğu ağaçtan düşmüş, yönünü şaşırmıştı. Geri dönmeye çalışsa bile evini bulamayacaktı zira evi, bir harabe yığınından ibaretti.

Ağlayabildiği kadar ağladı Çiçek, özgürlüklerine kavuşmak isteyen hıçkırıklarını susturmak için yüzünü yastığa gömdü defalarca. Geçmiyordu. Yüreğini yakan kor ateş bir türlü geçmek bilmiyordu. Kendini toparlamaya çalışarak oturdu bir an. Göz pınarları kurumuştu ağlamaktan. Saçlarını bileğindeki toka ile topladığında burnunu çekti. Geçti, dedi içinden. Tamam, sakin ol, geçti… Anlık bir sinir boşalmasıydı yalnızca… Kendi kendini telkin etmek için çabalarken kapının açıldığını fark etti bir an. Hayır, yanılmıyordu. Biri kapıdan kendine bakmıştı. Ayağa kalkıp kapıyı araladığında hayal görmediğine emin oldu çünkü Caner koridorda adımlıyordu. “Caner abi,” diye mırıldandı. Ona ihtiyacı vardı. En çok ona ihtiyacı vardı.

Omuzunun üstünden genç kıza bakarken onu perişan bir halde görünce içinin acıdığını hissetti Caner. Ağladığını duymuştu ve gidip saçlarını okşamak, sımsıkı sarılmak istemişti de, yapamamıştı. İstemeden de olsa hâlâ kırgındı çünkü.

“Efendim?”

“Sana sarılabilir miyim?” diye ürkekçe sordu Çiçek. Küçük bir çocuktan farkı yoktu hatta yaptığı çocukluğu Masal bile yapmazdı ama Caner’e ihtiyacı vardı işte. Abisinin hatırasına sımsıkı tutunmak istiyordu tam şu an.

“Gel buraya,” derken kollarını açtı Caner. Nasıl onu geri çevirebilirdi? Çiçek bir dakika düşünmeden koşup boynuna atladığında sımsıkı sarıldı ona. Genç kız kollarında hıçkıra hıçkıra ağlarken saçlarında elini gezdirdi ve acısını yaşamasına izin verdi. Geçecek demedi, her şey güzel olacak yalanları söylemedi yalnızca yaralı bir insana omuz verdi. Teselli sözleri anlamsızdı, insanın bazen sadece doya doya ağlayabilecek bir omuza ihtiyacı oluyordu ve Çiçek en azından o konuda şanslıydı. Yaktığı ağıda omuz veren Caner abisi vardı çünkü.

“Özür dilerim. Sana öyle davrandığım için çok özür dilerim Caner abi. Ben… Ben baş edemiyorum. Ne yapsam olmuyor, geçmiyor ve çok acıtıyor. Çok…”

Genç kızın yüzünü avuçlarının arasına aldığında hüzünlü bakışları Çiçek’in yüzünde dolandı. Hiçbir şey demeden başını geri göğsüne yasladığında defalarca yutkundu. İkisi de farksızdı birbirinden, ikisi de kaybetmişti en sevdiklerini, bundan mütevellit aynı acıya ev sahipliği yapıyordu yürekleri.

“Geçecek diyerek sana yalan söyleyemem ama alışacağız Çiçek. Bütün acılara rağmen yaşamaya alışacağız. Masal için… Abinle, Feyza’nın emaneti için acımıza rağmen yaşayacağız.”

Keder yüklü gözleriyle başını sallayabildi genç kız. Konuşacak gücü kendinde bulamıyordu. Bazen gerçekten kelimeler tükeniyor, sözcükler kâfi olamıyordu hislere.

“Hadi elini yüzünü yıka senle mutfağa geçip abi, kardeş yemek yapalım. Asu ablana sürpriz olsun.”

“Tamam,” demekle yetindi Çiçek. Genç adam mutfağa doğru yol aldığında bir kez daha onun ismini zikretti. “Caner abi,” dedi nemli yanaklarını yeniden sildiğinde. Caner, kendine dönünce ise yine onun boynuna atladı. Ne zaman ona sarılsa Sarp’a sarılıyormuş gibi hissediyordu.

“İyi ki varsın, iyi ki yanımdasın.”

“Sen de iyi ki varsın. Allah seni de, Masal’ı da iyi ki bize bağışladı.”

Çiçek’in saçlarına öpücük bıraktı Caner. Sahiden de iyi ki Masal’la, o vardı. Eğer onlar da olmasa gerçekten aklını kaybederdi herhalde. Sarp giderken bile kendine hayata tutunması için sebepler bırakmıştı. Belki o da biliyordu, başka türlü tüm bunlarla başa çıkamayacağını.

***

Yaşananlardan daha yorucu olanı şüphesiz rüyalardı ya da diğer adıyla kâbuslar. Hiçbirinin yakasını bırakmıyordu çünkü kötü rüyalar. Kimseyi uyku tutmadığı bir gerçekti ancak uyumaya çalışınca bile karmakarışık görüntüler zihinlerde canlanarak gözlerin önüne geliyor, rüyalara bir anlam vermeye çalışırken daha da yoruluyordu herkes. Mesela neden Çiçek her gözünü kapadığında Feyza’yı veya abisini görüyordu? Onlar gerçekten rüyasına mı geliyor yoksa zihni bir oyun mu oynuyordu? Diğerlerini görüyor ve onların da kendine farklı farklı mesajlar vermeye çalıştığına inanıyordu. Gündüzleri acısıyla, geceleri rüyalarıyla boğuşurken günden güne tükeniyordu. Ailesini, uykularında görmek ayrı, görmemek ayrı acıtırken uyandığında her şeyin bir rüya olduğunu fark etmek gözlerini açar açmaz canını yakıyordu.

Genç kızın hayatı ikiye bölünmüştü sanki. Depremden öncesi ve sonrası… Hangisi gerçekti? Hangi hayatı sahiden yaşıyordu, yaşamıştı? Ailesi vardı bir zamanlar demi? Yirmi iki yıllık hayatı halüsinasyonlarından ibaret olamazdı. Peki ya şimdi? Şimdi yaşadıkları kötü bir kâbus, rüyalarında gördükleri mi gerçekti? Beyni allak bullak, ruhu biçareydi. Her şey bu kadar zor iken bir de bilinçaltı fazlasıyla yoruyordu kendini. Akıl sağlığını korumaya çalışırken gitgide sinirlerinin fazlasıyla bozulduğunu, her geçen gün yüreğini yangın yerine çeviren ateşin biraz daha, biraz daha harlandığını hissediyordu. Tarih kavramı zaten silinmişti. Hangi gün ya da aydı bilmiyor, bilmek istemiyordu. Ailesi yokken geçen zamanın da önemi yoktu. Hatta zaman dursun, dünya dönmeyi bıraksın istiyordu. Hayatın ileriye değil, geriye sarmasını, kendini geçmişe götürmesini diliyordu. Sevdiklerine bir kez daha sarılabilmek için bir şansı daha olsun, onların kıymetini bilmesi için verdiği hazin imtihan son bulsun istiyordu fakat acı olan, dileklerinin gerçekleşmeyeceğini bilmesiydi.

Çiçek nasıl rüyalarla boğuşuyorsa Asu ve Caner de ondan farksız değildi. Uykularında gördüklerini anlamsız görüntüler kan ter içinde uyanmalarına neden oluyor, birbirlerini sakinleştirmeye çalışırken uykuları kaçıyor, yeniden uykuya dalmak imkânsız hâle geliyordu. Ki, ikisi de uyumak istemiyordu aslında çünkü Caner’in gözlerinin önünden Akkaya ailesinin cansız bedenleri, Asu’nun zihninden mezarlar silinmiyordu. Geceler karabasandı; ikisinin de üzerine çöküp yüreklerini paramparça ediyor, acımasızca tırnaklarını boğazlarına batırıyordu. Beyinleri, ruhları gibi fazlasıyla yorgundu ve uyku asla dinlemelerini sağlamıyor aksine zehir oluyordu.

Akkaya ailesini kendi elleriyle defnetmişti Caner, o hâllerini gören son kişiydi. Her birinin ayrı bir şekilde acı çekerek vefat ettiğini bedenlerinin görüntüsünden anlamıştı fakat yine de şükretmeliydi. Onları en azından tek parça bir şekilde mezarlarına koyabildiği için. Hâlâ kayıp olan, ölüsü bile bulanmayan insanlar varken, kendi en azından sevdiklerinin mezarını gidip görebilecek, en azından o mezarların başına oturup ağlayabilecekti.

Her şey o kadar karışıktı ki Antakya’da, insanları defnedecek yer bulunamamış, önceki mezarlar bile depremden dolayı kaybolmuştu. Zaten başlı başına bir harabeye dönmüştü Antakya. Işıl ışıl caddeleri şimdi bir enkaz yığınından ibaretti. Cıvıl cıvıl olan o insanların kimi mezarlarda, kimi hâlâ molozların, tuğlaların, betonların altındaydı. Bir gecede o küçük ama sıcak şehrin altı üstüne gelmiş, insanların yuvası, mezarı olmuştu. Yaz, kış çocukların şen çığlıklarına şahitlik eden sokaklar, feryatlara, gözyaşlarına ev sahipliği yapıyordu şimdi. Bir zamanlar yemek kokulu o meydanlar, kefensiz cesetlerle doluydu. Her köşe başında tarih saklayan Antakya görkemli bir acıya kucak açmış, kayıplarını yine tarihe gömmek ister gibi sarıp sarmalamıştı. Yüzyıllar boyunca hakkında nice efsaneler yazılıp söylenmiş, sırlarla, gizlerle dolu olan o kent, yirmi birinci asrın en büyük yıkımıyla tarih sayfalarına karışmayı başarmıştı. Öyle bir acıydı ki bu, dağlar bile dayanamamış, yıkılmış, geriye fersah fersah yürek yangılarından başka bir şey kalmamıştı.

Akkaya ailesinin görüntüleri unutamadığı gibi, memleketinin son hâlini de unutamıyordu Caner. Antakya’nın bir harabeye döndüğünü görmek canını ayrıca yakıyordu. Zaten sevdiklerini nereye defnedeceğini bilememiş, onlara mezar bile yapamamaktan korkmamış mıydı? Onların cansız bedenlerinin başlarında çaresizlik içerisinde saatlerce beklememiş miydi? Hangisi çıksa enkazdan yaşıyordur umuduna tutunmamış mıydı? Nefes alsın diye dualar etmemiş miydi? Annesi öldüğü gün, en büyük yaşadığını sanmakta yanılmıştı zira annesini kaybettiğinde yalnız kalmamış, kendine kucak açan Akkaya ailesini, ailesi bilmişti. Doğduğu andan beri onların elinde büyümüş, her çağında yine onları yanında bulmuştu fakat şimdi… Şimdi onlar da yoktu ve çaresizliğini anlatacak kelime de yoktu. Depremden sonra yaşananlar mütemadiyen gözlerinin önünden akıp gidiyor, bir yandan da ailesine karşı son vazifesini yerine getirebildiği için şükrediyordu. Eğer Altay, Meryem yengenin köyü demeseydi kesinlikle Akkaya ailesini oraya defnetmek aklına gelmezdi. O karışıklıkta, o kıyamette iyi düşünmüştü Altay. Onları alıp birlikte köye götürmüş, oraya defnetmişlerdi. Boşuna kötülere bir şey olmaz demiyorlardı çünkü Meryem’in abileri sapasağlamdı. Bu yıkım içinde depremi yaşamamış gibilerdi. Kardeşleri için, yeğenleri için tek damla gözyaşı dökmemeleri de, ne kadar vicdansız olduklarını kanıtlıyordu. Hatta malların tamamı kendilerine kaldığı için utanmadan seviniyorlardı belki de.

Kocasının yatakta dönüp durmasından değil, gözlerini kapatınca nefesinin kesildiğini hissettiğinden uyuyamıyordu Asu. Kendi suçlasa da bazen iyi ki diyordu. İyi ki, sevdiklerinin enkazdan çıkan bedenlerine bakmamıştı zira onları hep, o içten gülüşleriyle hatırlıyordu. Cesaret edip Caner’e de soramamış, sormak istememişti. Belki Caner paylaşsa biraz olsun daha iyi hissederdi fakat o kudreti bulamıyordu kendinde. Vicdan azabı çekse de, anlat diyemiyordu kocasına. Özlemi, acısı yeterince canını yakarken bir de onların son hâlini duymaya dayanamazdı. Kaldı ki, aslında Caner de anlatmazdı. Kendini daha fazla üzmemek için anlatmak istemezdi. Yine en büyük acıyı o üstleniyor, korkmadan göğüs geriyordu her şeye. Kendi ise ona sarılmaktan başka bir şey yapamıyordu.

Defalarca rüyasında Feyza’yı görmüştü Asu, her seferinde ayrı bir şeyler söylüyordu kuzeni ya da kendini onunla birlikte farklı şeyler yaparken buluyordu. Masal’la hiç bilmediği yolda aniden yalnız kalıyor, Feyza dese de göremiyordu kuzenini. Aniden ortadan kayboluyordu Feyza. Arada Sarp’ta beliriyordu rüyalarında ikisi kendine kızlarını emanet ediyor, bir otobüse binerek yolculuğa çıkıyorlardı. Onların arkasından koşuyordu Asu, ağlıyor, geri gelmeleri için yalvarıyordu ama gidenler dönmüyordu. Bir ara Feyza’ya ulaşmak istediğini hatırlıyordu yine rüyasında. Onu arıyor, telefon defalarca çalmasına rağmen açan olmuyordu sonra bir ses duyuyor, ben iyiyim diyordu kuzeni. Sakın gelme peşimden, ben iyiyim… Devamında ter içinde uyanıyor ve rüya gördüğünü anlıyordu. Gidip Masal’a bakmadan da içi rahat etmiyordu tabii. Küçük kızı koklayıp öpmesinin ardından Caner’i mutfakta buluyor, onun da gece boyunca uyumadığını biliyordu. Hiçbir şey demeden birbirlerine sarılıp sevdiklerinin kayıplarına gözyaşları döküyorlardı. Gündüzler, geceler birbirine girmiş iken hayat devam ediyor diyenlere gerçekten ellerinin tersiyle vurmak istiyorlardı. Evet, zaman akıyor, dünya dönüyordu ve geçen süre acılarını da, uykusuz gecelerini de arttırıyordu. Sevdiklerinin yokluğu zaman geçtikçe bir tokat gibi yüzlerine çarpıyordu. Geride kalan telefon numaralarından, resimlerden, videolardan bahsetmiyorlardı bile…

Uyku herkese haram olduğu gibi Oya ve Altay’a da haramdı. Akkaya ailesinin ölümüne birlikte üzüldükleri yetmiyordu da, Hakan için vicdan azabı çekiyorlardı. Belki liseden sonra mutlu olmuş, bir hayat kurmuştu Hakan ama lisede yaşananlar, kâbusları oluyordu her gece. Hakan’ı rüyalarında görmek ikisinin de canını yakarken geçmişin karanlık gölgesinden kurtulmak için çareyi Emir’e sıkı sıkı sarılmakta buluyorlardı. Masal nasıl Caner’le, Asu’ya emanet ise, Emir de kendilerine emanetti. Hakan’dan kalan bir hatıraydı ve onu canları pahasına koruyacak, babasızlığı hissetmemesi için elinden gelen ne varsa yapacaklardı. Hatta Altay; kızımla, Emir’in düğününü ben yapacağım diyerek söz vermişti karısına oysa Hakan’a kızını gelin vermemek için onunla dalaşıp durmanın hayalini kurmuştu çok kez fakat o, mızıkçılık yaparak göçüp gitmişti aralarından. Onu da unutamıyordu ki Altay, bir zamanlar ağzını burnunu kırdığı arkadaşını kendi elleriyle defnetmenin nasıl ağır bir yük olduğunu anlatamazdı.

Herkes için hayatta zor olan bir şeyler vardı ancak yaşamdaki tek gerçek ölümdü ve dünyadaki en zor imtihan, şüphesiz sevdiklerinin mezarını kazmaktı. Altay’la, Caner işte o sınava ne yazık ki çok kez tabii tutulmuşlar, bir değil neredeyse aynı anda on mezar birden kazmak zorunda kalmışlardı. Sevdiklerini birer birer toprağa koyarken içlerinin nasıl yandığını, yüreklerinin nasıl pare pare olduğunu imkânı yok anlatamazlardı. Acıları birdi, yaraları birdi; o yüzden ezelden, ateşten bir ip üzerine inşa edilmişti dostlukları nitekim ikisi de geride kalan ailelerine kol kanat germek üzere o ateşten ipin üzerinde ömürleri boyunca yürümek zorundalardı.

Hiç kimsenin yardımını inkâr edemezdi Efsun. Herkesin ayrı bir derdi varken kendinin yanında olmak için çabalıyordu arkadaşları. Dördü de her gün arayıp hâlini hatırını soruyor, bir ihtiyaç varsa hallederiz diyorlardı ısrarla. Kocası kendini bırakıp gitmişti ama öyle güzel dostlar biriktirmişti ki, onun yokluğunu hissettirmemek, oğluna sahip çıkmak için çabalıyordu hepsi. Emir’i bağırlarına basıyorlar, bir an olsun onu, evlatlarından ayırmıyorlardı. Bundan önce arkadaşları vardı elbette ama dostluğun ne olduğunu eşinin lise arkadaşları sayesinde öğrenmişti. Her ne kadar, yatağa her yalnız girdiğinde kalbi yeniden kanasa da, hayatında o güzel insanlar olduğu için şükrediyordu. Belki Asu’yla, Oya’dan cesaret bulduğundan karnındaki bebeği dünyaya getirmeye karar vermişti ya da belki hepsine yeni bir umut vermek için, biraz olsun yaraları sarmak için evladını doğuracaktı. Hem Hakan da bunu isterdi. Kocasının hatırasını öylece atamazdı çöpe. Evet, hayatı zordu lakin üstesinden gelebilecek kudreti karnındaki bebek sayesinde hissediyordu. Oğlu hastaneden elbet çıkacaktı. Çıkacak ve yeniden yürüyecekti. Tüm yüreğiyle inanıyordu öyle olacağına.

Günler birbirini aynı şekilde takip ederken Caner olaya el attı. Tamam, eskisi gibi gülüp eğlenemezdi kimse ama hiç olmazsa geride kalanlar olarak bir kez olsun toplanıp efkâr dağıtmalılardı. Herkes içindekileri döküp bir nebze olsun rahatlamalıydı. Ağlanacaksa da ağlanacak, gülünecekse de güleceklerdi ama beraber. Anca beraber kanca beraber demişlerken ayrı ayrı dert çekmek olmazdı. Madem aynı yerden yaralıydılar o zaman birbirlerine omuz vermemelilerdi. Aksini asla kabul etmiyordu ki, bunu da kesin bir dille söyledi. Planları çoktan yapmıştı kafasında. Antakya’nın güzel mekânları gibi bir yer bulamazdı tabii Ankara’da fakat artık bulduğu kadarıyla idare edecekti. İki gün içinde iyi bir yer ayarladığında hiçbirinin itirazını kabul etmeyerek arkadaşlarını oraya davet etti. Korkmayın, hesabı üstünüze yıkmam diyerek takılmayı da ihmal etmedi. Bütün olanlara rağmen hâlâ gülebilmesi mucizeydi lakin hep bunu yapmamış mıydı? Kaçtığını iddia ederken acılara göğüs gerip sevdiklerini gülümsetmek için çabalamamış mıydı? Caner’di işte, depremin bile yıkamadığı, hayatı gözyaşlarıyla değil inadına gülüşüyle cezalandıran, yaralı yüreğinde dostlarının ağıtına omuz verebilen güçlü adamdı.

***

“Ne iyi ettik geldik demi şuraya? Caner vallahi sen olmasan kimse toplayamazdı bizi bir araya.”

Kadehini yudumlarken belli belirsiz gülümsedi Caner. Kendi gibi, Altay da acıdan kaçmak, masadaki hüznü dağıtmak için çabalıyordu da ne kadar işe yarayacağı tartışılırdı. Kimsenin rol yapmasına gerek yoktu aslında. Ağlamak isteyen ağlasın, içini dökmek isteyen döksündü. Yabancı biri mi vardı aralarında? Kim ne hissediyorsa, dibine kadar yaşayacaktı bu akşam. Çığlık atmak isteyen varsa bile hiç düşünmeden haykıracaktı. İnsan acıdan kaçtığı zaman değil, onunla yüzleştiği zaman içinde bitirirdi çünkü savaşını.

“Ama bu akşam her şey yolundaymış rolleri kesmek için değil, yüreğimizdeki dertleri dökmek için bir aradayız arkadaşlar. Elemimizi, kederimizi paylaşmak için.”

“Birçok giden memnun ki yerinden, çok seneler geçti dönen yok seferinden…” dediğinde herkesin gözlerini üzerinde hissetti Asu. İstemsizce dökülmüştü sözler dilinden. Madem Caner, dert paylaşmak için buradayız diyordu o zaman kendi de daha fazla duygularını saklamayacaktı içinde. Hem haklıydı kocası, yabancı biri mi vardı aralarında? Hepsi dostları değil miydi? Eğer onlarla ağlamayacaksa kiminle ağlayacaktı? “Feyza,” dedi arkadaşlarında tek tek bakışlarını gezdirirken.

“Feyza olsa kesin şimdi bu şiiri mırıldanırdı.”

“Yahya Kemal Beyatlı, Sessiz Gemi…” diye devam etti Çiçek. Gözlerinin dolmasına aldırmadan Asu ablasıyla göz teması kurdu. Lisede edebiyat dersinde öğrendiği bir şiirin, şimdi bu denli canını yakacağını nereden bilebilirdi?

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.”

Şiiri bitirmesinin ardından burnunu çekti genç kız. Acı acı gülümserken şiirin manasını yeniden anlıyordu. “Keşke hep lisede alay konusu yaptığımız o şiir olarak kalsaydı, asıl anlamının ölüm olduğunu hiç anlamasaydım.”

“Aramıza hoş geldin,” diyerek Çiçek’in omuzuna elini dayadı Caner. Onun da dudaklarında hüzün dolu bir tebessüm vardı. “Bak bu masada gördüğün herkes lise yıllarını özlüyor. Öyle değil mi arkadaşlar?”

Ortaya ilk atılan Altay oldu. Nihayet konuşulacak bir konu açabilmişlerdi. “Tabii ya,” dediğine gözlerinin önünden yeniden geçip gitti onca sene. Öyle anılarımız var ki lisede özlememek elde değil. Sen hatırlamazsın Çiçek, daha Feyza’yla, Asu gelmemişti. Biz dokuzuncu sınıftaydık. Caner, ben, Sarp, Hakan... Dördümüz ilk o zaman tanışmıştık…” Bir an durup yanlış bir şey söyleyip söylememe konusunda emin olmak istedi Altay. Çiçek’i üzmek istemezdi asla.

“Devam etsene oğlum,” dedi Caner büyük bir istekle. Hatıraları anlatmak, yeniden o günleri yâd etmek istiyordu. Bu, Çiçek’in hoşuna giderdi. “Demi Çiçek?” diye sordu yine de emin olmak için.

Başını salladı genç kız, bahsedilen o günleri tekrar ayrıntılarıyla dinlemek için can atıyordu. Birilerinin ailesini anlatması burukta olsa mutlu ediyordu kendini.

“Ya da dur ben devam edeyim. Abinle, ben can ciğer kuzu sarmasıyız ya hiç kimse çekemiyordu bizi. E işin içine kopya da girince lavuğun biri hocaya şikâyet etti bizi sonra tabii ben durur muyum? Ağız burun giriştim o kılkuyruğa ama iyi dayak yedim ha, Sarp’ın da ağzı burnu bir güzel kırılınca bir baktım Altay ne oluyor lan, diye girişti bizim işe. Arkasından Hakan… O lavukta, onun yerden bitme o arkadaşlarını bir dövdüler bizimkiler, ben hayatımda böyle bir şey görmedim. O günden sonra da bitirim dörtlü olduk işte.”

“Sonra Feyza geldi,” diye sözü devraldı Oya. Geçip giden yılların burukluğu yüzüne yansımıştı. “Lisede ikinin başlarıydı. Abinlerden başka anlaştığım kimse yoktu sınıfta. Dört erkeğin içindeki tek kız bendim, herkes tuhaf karşılasa da hiç aldırış etmedim duruma ama Feyza gelince en iyi arkadaşım o oldu. Sınıfa ilk geldiği anı hatırlıyorum da, direkt Sarp’ın yanına oturmuştu.”

“Öncesi de var,” diyerek araya girdi Altay. Karşısında oturan Çiçek’le göz teması kurduğunda Yıllar önceki ılık bir Eylül günü yeniden canlandı gözlerinde.

“Biz dördümüz basket oynuyorduk Caner yeni ayrılmıştı kız arkadaşından. Kapadım gönül işlerini diyordu da, Sarp inanmıyordu ona. İşte tam, ikisi atışırken abin basket atacağım diye topu Feyza’nın kafasına gönderdi. Feyza da yeni girmişti okula hatta yanında Ethem Bey vardı. Kız okula girer girmez o top sayesinde tanıştı abinle.”

“Ama Sarp’ı görsen bir özürler, bir affedersiniz demeler… Kıpkırmızı kesildi utancından. Bir yandan da birbirlerinden gözlerini alamıyorlar tabii. Üçümüz o anladık biliyor musun? Sarp ve Feyza kör kütük birbirlerine âşık olacaklardı.”

“Oldular da,” diye mırıldanıp Caner'den sözü devraldı Oya. Burukça gülümsediğinde gözyaşlarını geri gönderdi ağlamak istemiyordu şimdi. “Onlar birbirini öyle çok sevdi ki, ölüm bile aralarına giremedi. Bize bir emanet bırakıp el ele gittiler.”

Herkesin gözleri oyun yerinde ikizlerle ve Çağla'yla birlikte koşturan Masal’ı bulduğunda burukça gülümsedi hepsi. Kesinlikle öyleydi, Sarp ve Feyza gitmişti ama geriye güzel bir hatıra bırakmışlardı. Aşklarının en değerli varlığını, sevdalarından doğan Masal’larını…

“Peki,” diyerek su içtiği bardağı geri masaya bıraktı Efsun. Hakan kendine elbette her şeyi anlatmıştı ama kocasının lise hatıralarını yeniden dinlemek istiyordu. “Ya Hakan? Hakan’la çok mu küs kaldınız o zaman?”

“Hakan hepimiz için unutulmaz bir dosttu,” dedi Asu sessizliğini bozarak. Onun arkadaşlığını sahiden sevmişti ve isterdi ki, o da yeniden aralarında olsun. “Caner’le kavga ettiğimizde en az Sarp kadar arka çıktı bana. Hep yanımda oldu, elini uzatmaktan asla çekinmedi. Ona küs kalmamız mümkün mü?”

“Ailem beni okuldan aldığında her şeye rağmen babamla konuşmak için çabaladı. Yeniden eğitimime devam edebilmem için elinden gelen ne varsa yaptı.”

“Hatta sırf bu yüzden gelip benim ağzıma tükürdü. Oya’yı sevdiğim için değil de, onun eğitimine engel olduğum için daha çok nefret etti benden.”

“Ama sonunda sözüme geldi. Ben en başından beri Hakan’ı yeni biriyle tanıştırmak gerek derken yanılmıyordum baksana Ankara’ya gelir gelmez seninle evlendi Efsun yenge. İyi de yapmış benim kardeşim! Bir yengemiz, bir yeğenimiz daha var fena mı?”

“Bir değil,” diyerek elini karnına dayadı Efsun. Henüz erkekler hamile olduğunu bilmiyordu. Kızlardan söylememesini rica etmişti çünkü kararını henüz vermemiş iken gebeliğinin duyulmasını istemiyordu fakat şimdi bebeğine dünyaya getirmek istediğine karar vermişken beyler de öğrenebilirdi durumu. Dudaklarındaki buruk gülüşle müjdesini dile getirdi.

“İki yeğenin var Caner. Ufaklık yolda, elini öpmek için sabırsızlanıyor.”

“Na- nasıl?” diye sorarken durumu algılayamadı Caner. Altay da aynı şaşkınlığı yaşarken Asu ve Oya kocalarının şapşal hâllerine gülmeden edemediler. İkisi de o kadar komik görünüyordu ki… “Hamile misin?” derken gözlerinin nasıl pörtlediğinden habersizdi Altay. Başıyla onları onayladığında “Hem de iki aylık,” dedi Efsun. Dokuzuncu haftayı geride bıraktığını bugün gittiği doktor randevusundan dolayı biliyordu.

Caner sevincini içinde tutamadan ayağa kalkıp Efsun’un boynuna atladığında gözyaşlarına engel olamadı. Bir kez daha amca oluyordu. Altay da, ondan geri durmadı tabii. Caner gibi defalarca tebrik etti genç kadını. Hakan’ın bir parçası daha ellerinde büyüyecek, ona babasızlığı asla hissettirmeyeceklerdi. Geride kalan tüm emanetleri sarıp sarmalayacak, gidenlerin hatıralarına gözleri gibi bakacaklardı.

Erkek olursa Cansu’yu oğluna alacağını söyleyip durdu Efsun. Kız olursa da Asu, Arda’ya alacaktı onu. Kadınlar birbirlerinden daha iyi dünür bulamayacakları konusunda hemfikirdi ancak kızını verme fikrine sıcak bakmadı Caner. Tabii buna ters olarak oğluna gelin alma fikri hoşuna gitti. Masada dakikalar boyunca aynı konu dönerken saatler su misali akıp geçti. Yüreklerdeki acı silinmese de, birlikte o acılara göğüs germek hayatı biraz olsun daha çekilebilir kılıyordu. Hem felaketlerin ardından gelen mucizeler de vardı. Tıpkı Efsun’un yedi ay sonra dünyaya getireceği bebek gibi.

Akrep yelkovanı kovalarken çocuklar oyun alanında oynamaya, büyükler dertleşip efkâr dağıtmaya devam etti. Lise hatırları yeniden birer birer anlatılırken hepsinin dudaklarındaki o buruk gülüş bir an olsun silinmedi. Eksiklerdi lakin anılar dün yaşanmış kadar canlıydı gözlerinde. Yirmi senenin ardından geriye kalan hatıralara tutunmak düşüyordu şimdi hepsinin payına. Çiçek, abisinin okul günlerini dinlerken kimi zaman ağladı, kimi zaman o günleri birilerinden dinleyecek kadar şanslı olduğu için şükretti aynı zamanda Sarp ve Feyza’nın aşkının ne kadar yüce olduğunu yeniden anladı.

“Efsun, Çiçek siz kesin Asu’nun okula ilk geldiği anı bilmiyorsunuzdur,” derken Altay, Asu yüzünü kapadı. Kocasıyla tanıştığı ilk anı unutur muydu hiç?

“Ben bilmiyorum,” dedi Çiçek. İşte bunu gerçekten merak etmişti. Kim bilir Caner ve Asu nasıl bir tanışma yaşamışlardı?

“Hakan bana çat pat anlatmıştı da, sen yine anlat Altay,” dedi Efsun. Masadaki hoş sohbette katılırken bir yandan oğlunu merak ediyordu aslında. Emir’in yanında halası vardı ama yine de anne yüreği, evladını merak etmeden duramıyordu.

Asu “Altay,” dese de, duymadı genç adam onu. O anıyı anlatmakta kararlıydı. Su bardağını geri masaya koyduğunda Çiçek’i hedef alarak anlatmaya başladı o günü.

“Hiç unutmam aylardan ekimdi. Feyza okula geleli bir ay ya olmuştu, ya olmamıştı ama o gün hiç geç kalmadığı kadar geç kalmıştı. Sarp tabii ki merak ediyor onu… Oya geldi yanımıza, dedik Feyza’dan haberin var mı?”

“Kuzeni gelecek dedim ben de ama Caner, Sarp’a yandın sen dedi. Bizim sivri akıllı, kuzen lafından hemen bir erkeğin okula geleceğini varsaymış hatta kızların, erkek kuzenleri de hiç çekilmez diye de ekleme yapmıştı.”

“Fakat Asu, babasıyla okula gelince ağzı bir karış açık kaldı. Görür görmez vuruldu ona. Sonra Asu geldi yanımıza, bir atışmalar, bir laf sokmalar, bu ikisini görsen var ya… Dersin düşman ülkeler mi bir araya geldi? Hatta Asu, Caner’le aynı sınıfta olacağını öğrendiğinde bundan daha büyük şansızlık yaşamadım diye laf çarpmıştı bizim hergeleye.”

“Devamı da var, şimdi sen bunların evli ve iki çocuk sahibi insanlar olduğuna bakma Çiçek. Lisede ellerinden ne çektiğimizi biz biliriz.”

“Oya,” dedi Caner uyarı dolu bir sesle. Tabii yüzündeki sevimli ifade yerli yerindeydi. Karı koca ne meraklılardı kendilerini rezil etmeye.

“Bırak konuşsunlar sevgilim. Bizim de nasıl olsa kozlarımız var. Bizi böyle anlatıyorlar ama Oya’nın da, Altay’a attığı tripler bitmiyordu Çiçek. Az mı koştu Altay, Oya’nın peşinden?”

“Sonra onlar da sınıfa el ele bir girdiler biz kaldık öyle meğer Altay işi pişirmiş haberimiz yok.”

Dirseğini masaya, elini başının altına yerleştirmiş anlatılanları dinliyordu Çiçek. Abisinin öyle güzel lise arkadaşları vardı ki, geçip onca yılın ardından şimdi onların o günleri böyle hisli biçimde anlatmasını dinleyebiliyordu. Kendinin hiç öyle bir şansı olmamıştı, liseden sonra arkadaşlarıyla iletişimi kopmuştu ne yazık ki. Bir Sırma vardı, zaten o çocukluk arkadaşıydı. Üniversitede de o samimiyeti bulamamış, yalnızlığına sarılmıştı ve bugün kendi arkadaşlarıyla değil, abisinin can dostlarıyla birlikteydi. Gerçek dostluğun nasıl bir şey olduğunu yine onlar sayesinde öğreniyordu.

“Peki ya abim Feyza ablaya hiç açılmadı mı lisede? Yani birbirlerini o zamandan beri sevdikleri belliymiş. Hiçbir şey olmadı mı aralarında?”

 

“Onlar lisede sevgili olmadılar ancak hiçbir şey yaşamadılar da değil Çiçek. Sevgileri öyle masum, öyle saftı ki o sevgiyi kirletmekten korktular belki de,” diyerek iç çekti Asu. Gözlerinin dolmaması için çabalarken başını havaya kaldırdı, onlardan bahsetmek nasıl güzelse yoklukları bir o kadar acıydı.


Ağzındaki lokmayı yutmasının ardından “Aslında,” dedi Caner. İşte bunu gerçekten kimse bilmiyordu. “Sarp, Feyza’ya açılmayı düşündü bir kere.” Asu, Altay ve Oya üçlüsünde tek tek gözlerini gezdirirken onlara hatırlatmak istedi o günü. “Sarp’ı basket için seçmelere çağırdıkları zaman.”

“Hatayspor’dan geldikleri zaman,” dedi Asu bir aydınlanma yaşayarak. Bu ayrıntıyı nasıl şimdi fark edebiliyordu? Karısını gözleriyle onayladı genç adam. Garipti ama o konunun bahsi bir daha hiç açılmamıştı.

“İki gün sonra seçmeler vardı, o gün ise Feyza’ya açılmayı düşünüyordu Sarp. Çıkışta sevdiği kızı bir köşeye çekip seni seviyorum diyecekti ama yaşadığı talihsizlikler izin vermedi. Ethem Bey’in peşindeki adamlar Feyza’yı kaçırmak istedi, o sırada da Sarp bıçaklandı. Sadece o değil, hepimiz hastanelik olduk ve abin bir daha Feyza’ya açılmaya cesaret edemedi.”

“Aynı zamanda basket hayatı da bitti,” diye ekledi Altay. Zaten ne olmuşsa o günden sonra olmamış mıydı? Sarp’ın basket için hayalleri yıkılmış, devamında Asu ve Caner ayrılmış sonra Oya’nın ailesi onu okuldan alıp eve kapatmıştı. Gençliklerin en körpe çağlarında neler neler yaşamışlardı, anlatınca bazı şeyleri daha iyi fark ediyorlardı.

“Hatırlıyorum,” dedi Çiçek yıllar öncesine dalıp gittiğinde. Abisinin bacakları sargılı bir şekilde eve dolandığı zamanlar şimdi geliyordu gözlerinin önüne. Demek Sarp, Feyza için bırakmıştı basketi. Bunu şimdi öğrenmesi duygudan duyguya sürüklenmesine neden oluyordu. Ne bu büyük bir aşktı bu, nasıl sonsuz bir sevdaydı… Akıl almayacak kadar ve çok az insana nasip olacak kadar deli bir sevgiyi taşımışlardı yüreklerinde.

“Bir hikâye anlatmıştı Sarp, evlenmeden önce. Birbirini çok seven iki âşığın hikâyesini. Daha da doğrusu kendi öykülerini… Hatıra demişti ismine. Son dediğin sadece şu fani dünyada vardır, onlar birbirlerini o kadar çok sevmişler ki, ölümden sonra bile ayrılmamışlar… Aynen böyle bitirmişti sonunu. Sanki olacakları seneler evvel hissetmiş gibi.”

“Eksiğiz,” dedi Oya herkesin yeniden hüzne boğulduğunu görünce. “Hem de çok,” diye devam etti sözlerine fakat yalanlar söylemek yerine bir ufak gülümseme kondurdu yüzüne. “Ama yine de beraberiz ve en önemlisi bir aileyiz. Kayıplarımız, acılarımız, yaralarımız var ancak gidenler için birbirimizin elinden sımsıkı tutacağız. Gerek ağlayacağız, gerek güleceğiz lakin birlikte. Ayrı gayrı olmak yok. Eğer geride bizler kaldıysak birbirimize omuz vereceğiz. Her ne olursa olsun asla ayrılmayacağız. Bana bunun için söz verin.”

“Söz,” diyerek Oya’nın elini tuttu Efsun. Tutunacak bir dal bulmuşken bırakır mıydı? Altay, karsının alnını başına ufak bir öpücük kondurmakla yetinip aşkla baktı gözlerine.

“Ben seni bırakır mıyım güzelim?”

Asu uzanıp Efsun’la, Oya’nın ellerinin üzerine elini koyduğunda gözlerindeki hüzünlü buğuya aldırmadı. “Ya biz,” dedi titrek sesiyle. “Biz bırakır mıyız hiç sizi?”

“Onu bunu bilmem ben ölene kadar benden kurtulamazsınız haberiniz olsun.”

“Ölüm deme Caner abi. Ne olur deme.”

Genç kız yalvarır gibi kendine bakarken Çiçek’in başını göğsüne yasladı Caner. Saçlarında elini gezdirip acısını yok etmek ister gibi şefkatle sarıp sarmaladı onu.

“Özür dilerim abim. Bir daha ölüm demek yok ama sen de bizimle birlikte olacağına söz ver.”

Bir dakika bile tereddüt etmeden “Söz,” dedi Çiçek. Ortadaki ellerin üzerine elini koyduğunda masadakileri aile olarak kabullendi. Öz ailesi göçüp gitmişti ama kendine aile olmak isteyen insanları kırıp dökmenin bir anlamı yoktu. Tamam onlar, gidenlerin boşluğunu asla dolduramazdı ancak yanında olmak için her şeyi yaparlardı. Bu kez nankörlük etmeyecek, ailesinin varlığına isyan değil, şükredecekti. Onların da sonsuza kadar yaşamayacağını biliyordu çünkü.

“Hep sizinle, sizin yanınızda olacağım.”

“İşte bizim Çiçek’imiz,” dedi Asu. “İnan bana, ailen de bunu isterdi.”

Sessiz kaldı genç kız, söylenecek bir şey kalmamış gibiydi ancak Caner içinden geleni yaparak ayağa kalkıp sahneye adımladı. Herkesin gözleri ona döndüğünde yine ne yapacağını merak ediyorlardı ki, Caner daha fazla kimseyi merakta bırakmadan mikrofonu eline aldı. İlk boğazını temizledi devamında restoranda bulunan herkese seslendi.

“Ben Caner, Caner zorlu. Antakyalıyım, iki ay önce yaşanan korkunç felakette en sevdiği insanları kaybetmiş bir adamım aynı zamanda. Ağzınızın tadını kaçırdığım için, gecenizi kendi derdimle böldüğüm için hepinizden özür dilerim ancak can kardeşimi... Şimdi aramızda olmayan dünyanın en güzel yürekli adamını, Sarp Akkaya’yı anlatmak istiyorum size. O öyle güzel bir adamdı ki, sevdiği kızı on yıl boyunca bekledi. Üstelik ondan tek bir haber bile almadan. Hiç görmedi, hiç dokunmadı lakin yüreğinde bir hatıra gibi taşıdı sevdasını. Sevdiği kadını bir gün gelecek umuduyla beklerken başkasını asla almadı hayatına. Saf, temiz, çıkarsız bir aşkla sevdi benim kardeşim. Yirmi birinci yüzyılın tüm kirlenmiş sevgilerine inat… Hikâyenin sonunda ne mi oldu? Feyza, Sarp’ın sevdiği kadın geldi. Bir edebiyat öğretmeni olarak Antakya’ya atanıp onlarca gencin hayatına dokundu. Sarp nasıl Feyza’yı beklemişse, Feyza’da ona kavuşmak için çeşitli mücadeleler vermişti. Akıl almayacak bir aşkla sevdiler birbirlerini, çok zor imtihanlardan geçtiler ama sonunda kavuştular. Hem de öyle bir kavuştular ki, ölüm bile aralarına giremedi. İkisinin de enkaz altındaki cansız bedenlerini ben buldum. Romantik cümleler kuramayacağım çünkü romantizm acılardan doğamaz. Onlardan geriye bir küçük kız kalmış iken onların ölümünü süslü cümlelerle betimlememi bekleyemeyin benden. Belki bunları niye anlattığımı sorguluyorsunuzdur… Bir nedeni yok, sadece Sarp’la, Feyza’nın sevdasını bilmenizi istedim ve onlar için kısacık bir şarkı söylemek, tabii izin verirseniz.”

Bir alkış fırtınası koptuğunda Caner gülümsedi, böyle bir sevdanın yüreklere dokunmaması imkânsızdı zaten. Birileri gözyaşı dökmeye başlamıştı bile. Sahnedeki sandalyeye oturunca arkadaki küçük orkestra takımı şarkıyı bekliyordu ki, daha da kimseyi bekletmeden şarkının sözlerini dile getirdi genç adam. Restoran sahipleri söylediklerine rağmen ortama romantizm katmak için ışıkları kapatmış, loş ışıklarla aydınlatmıştı mekânı. Müzik çalınca Caner girdi şarkıya, tüm duygularını melodiyle döküyordu sanki ortaya.

“Bir garip âşık vardı

Bir düğün günü vardı

Gayrı mahşere kaldı o sevda

Dağlara yazdık ne fayda

Yollara yazdık ne fayda

Kaldı betonlar altında

O sevda

Bizim aşkımız nazar oldu

Büyülere bastık mezar oldu

Anlatmayayım ağlarsın

Duyanın gönlüne dert kaldı

Ne can kaldı, ne canan

Sanki olduk bir ziyan

Bu şarkıymış bana kalan hatıra…”

Caner şarkıyı söylerken restorandaki herkes eşlik ediyordu ona. Sanki o an Ankara da ağlıyordu Sarp’la, Feyza’nın aşkına. Bir anlık Masal, Caner’in yanına çıktığında genç adam onu kucağına alıp saçlarına öpücük bıraktı. İnsanlar şarkıyı söylemeye devam ederken kendi durdu “İşte,” dedi. “Sarp’la, Feyza’nın son hatırası…” Masal hiçbir şey anlamaz iken insanlar sırayla onu alıp bağırlarına bastı. Hepsi küçük kızın talihsizliğine gözyaşı dökerken o gün ne kadar ünlü olduğunu hatta gelecekte bütün kapıların kendine açılacağından habersizdi. Annesiyle, babasının yarım kalan sevdası, gün gelecek şansı olacaktı. Antakya yoktu artık ve Ankara küçük kıza ev sahipliği yapmak üzere ilk, o gece harekete geçmişti. Kalbindeki yaraları kimsenin iyileştirmeye gücü yetmezdi de, en azından ona yuva vermek için çabalayacaktı başkentin insanları fakat yine de o iş ne kadar mümkün olacaktı, tartışılırdı.

Bölüm : 20.02.2025 10:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Petek Ayla / Hatıra / ~63. Bölüm Rüyalar ve Kâbuslar~
Petek Ayla
Hatıra

8.96k Okunma

598 Oy

0 Takip
68
Bölümlü Kitap
~Sonun Başlangıcı~~Kavuşmalar Ayrılıkla Başlar~1. BÖLÜM: Akkaya Ailesi2. Bölüm Yine Yeniden Bir Eylül'de3. Bölüm Kabulleniş4. Bölüm: Fragman5. Bölüm: Gökyüzü6. Bölüm: 1. Ders Hayal Et7. Bölüm : Anlaşma8.Bölüm: Antakya Sokakları9. Bölüm: Yeni Bir Hayat10. Bölüm: Sevda Kuşu11. Bölüm: Unutulmayan Sevgili12. BÖLÜM: 1. Kısım Hercai ile Kardelen12. Bölüm 2. Kısım Anneler ve Babalar13. Bölüm: Gençlik Baharı14. BÖLÜM: Mahalle Eşrafı15. BÖLÜM: 2. Ders Sygı16. BÖLÜM: Defne'nin Gözyaşları17. BÖLÜM: Örülen Kader Ağları18. BÖLÜM: Kesisşen Yollar19. Bölüm: Yasak Arzular20. Bölüm: Davetsiz Misafir21. BÖLÜM Eski Bir Soba22. Bölüm: Padişahın Kızı23. BÖLÜM: İkinci Şans24. Bölüm Deniz Günü25. Bölüm Tarihin Tekerrürü26. Bölüm Kara Sevda27. Bölüm Kelepçe28. Bölüm Yüzleşme29. Bölüm Nişan30. Bölüm Kalbe Düşen Sevgi Tomurcukları31. Bölüm Uğur Kolyesi32.Bölüm Ateşten Gömlek33. Bölüm Oyun ve Gerçek34. Bölüm Dönüm Noktası35. Bölüm Bir Gönül Davası36. Bölüm Bıçak Yarası37. Bölüm Alev Alev38. Bölüm Yaralı Kuşlar39. Bölüm Edilmeyen Veda40. Bölüm Yenge Meselesi41. Bölüm Aşkın Peşinde42. Bölüm İttifak Oyunları43. Bölüm Kaçak Gelin44. Bölüm Birleşen Eller~45. Bölüm Aşk ve Sadakat~~46. Bölüm Baba Hasreti~~47. Bölüm Vuslat~48. Bölüm Haykırış~49. Bölüm Merhamet~~50. Bölüm Bağışlama~~51. Bölüm Soğuk Savaş~~52. Bölüm Eskimeyen Dostlar~~53. Bölüm: Bir Elmanın İki Yarısı~~54. Bölüm: Nikâh~~55. Bölüm : Kırık Hayaller ~~56. Bölüm: Armağan~~57. Bölüm : Kelebek Etkisi~~58. Bölüm: Düğün~59. Bölüm: Evlat Kokusu~~60. Bölüm: Ramazan~~61. Bölüm: Yıkım~~62. Bölüm Geriye Kalanlar ~~63. Bölüm Rüyalar ve Kâbuslar~~64. Bölüm Masal'ın Gözyaşları~~65. Bölüm: Son Hatıra (Final)~
Hikayeyi Paylaş
Loading...