14. Bölüm

14.BÖLÜM(Kaybolan Parça)

Kübra Koçaslan
petrichor2

Keyifli okumalar...

 

(Yorum yapın lütfen, düşüncelerinizi merak ediyorum)

 

Evdeki sessizlik, bana bir yük gibi çöküyordu. Ne kadar çabalasam da, bir türlü o boşluğu dolduramadım. Her şey sanki bir anda anlamını yitirmişti. Yankı… O eski halinden eser yoktu. O eski gülüşü, o bir adım ileri gitmek için hep cesaretli olan tavırları… Hepsi kaybolmuştu. Şimdi, yerine büyük bir boşluk, derin bir acı kalmıştı.

 

Yankı’nın Peri'yi kaybetmesi, sadece onun değil, hepimizin kaybıydı. Ama ben, her ne kadar üzülsem de, bu kaybı tam olarak anlayacak kadar yakın değildim ona. Aramızda hep bir mesafe vardı, bir duvar. O duvar, beni onun acısına uzak tutuyordu. Ama şimdi, her şey farklıydı. O kayıp, duvarları sarsmıştı.

 

Herkes gibi ben de evde yalnızdım. Annem, babam Abilerim, Poyraz, Araf, Çağrı, Efekan, ve kardeşim Eymen… Hepsi kendi içlerinde kaybolmuş gibiydi. Ama Yankı… Yankı her zamankinden de derin bir boşluğa düşmüştü. O boşluk o kadar büyüktü ki, odanın her köşesinden yankılanıyordu. İçimden bir şey bana gitmem gerektiğini söylüyordu, ama ne diyeceğimi bilemiyordum.

 

Sonunda cesaretimi topladım ve Yankı’nın odasına doğru ilerledim. Kapıyı çaldım ama içeri girmekte tereddüt ettim. Ne de olsa, bizim ilişkimiz hiç de kolay olmamıştı. Her zaman mesafeli, her zaman soğuk… Ama o acıyı gözlerinde gördüm ve bu acı, her şeyi değiştirecekti.

 

Kapıyı nazikçe araladım. İçerisi karanlıktı. Yalnızca pencerenin kenarından sızan birkaç ışık huzmesi vardı. Yankı, o karanlıkta, sanki kaybolmuş gibiydi. Gözleri, daha önce hiç görmediğim kadar derindi. Derin bir boşluk vardı orada. Bir an, korktum. O kadar yalnızdım ki, belki de onu anlayacak kelimelerim yoktu.

 

“Geldin mi?” dedi, sesi o kadar kırık ve boğuk çıkıyordu ki, içim sızladı.

 

Birkaç adım atıp odasına girmeye başladım. Yavaşça yanına oturdum. “Evet,” dedim, boğazımda bir düğüm varmış gibi. “Yanındayım, Yankı. Ama bilmiyorum… Ne söyleyeceğimi.”

 

Yankı, derin bir iç çekti. Yüzü o kadar solgundu ki, gözlerindeki acıyı daha da fazla hissedebiliyordum. “Ne fark eder ki? Ne söylesek, ne yapsak, o kayıp geri gelmeyecek. Ben de ne kadar çırpınırsam çırpınayım, bir şey değişmeyecek.”

 

Gözlerim, gözlerindeki boşluğu takip etti. Evet, bir şey değişmeyecekti. O bebek, o küçük umut, hiç doğmadı bile. Bir hayal gibi silinip gitti. Ama buna rağmen, belki de bir şey yapmalıydık. Belki de bu acıyı birlikte taşımalıydık. Hepimiz, her birimiz.

 

“Ben buradayım,” dedim, derin bir nefes alarak. “Bu acıyı birlikte taşıyacağız, Yankı. Senin yanındayım. Ne olursa olsun, senin yanında olacağım.”

 

Yankı, gözlerini kapadı. Gözlerinden düşen bir damla yaş, yanaklarından süzüldü. O an, içimde ne kadar boşluk varsa, hepsi biraz olsun doldu. Bu kadar basit bir şey, bu kadar derin bir acıyı hafifletebilir miydi? Bilmiyorum. Ama o an, sadece onu dinlemek, onu anlamak istedim.

 

Bir süre suskun kaldık. O kadar sessizdi ki, her birimizin nefesini duyabiliyorduk. Bazen, acıyı kelimelerle değil, sadece birinin yanında olmakla hissettirebileceğini düşündüm. Belki de Yankı, sadece benim varlığımı hissedebilseydi, biraz olsun rahatlayabilirdi.

 

“Birlikte… Bu kaybı birlikte atlatabiliriz,” dedim. “Sadece susarak değil, birbirimizin yanında olarak. Ben buradayım, Yankı. Ve sana söz veriyorum, her adımda senin yanındayım.”

 

Yankı, başını kaldırdı. Gözlerinde o kadar çok şey vardı ki, bir ömür boyu anlatılamazdı. Ama o an, bir şey değişti. Bir şey fark ettim. Belki de her şey bir anda düzeltilemezdi. Ama zamanla, birbirimize sahip çıkarak, belki de o kaybolan parçayı yeniden bulabilirdik.

 

Odanın kapısını hafifçe açtım. İçeri girerken, bir an daha karanlıkta kaldık. Ama bu kez, her şeyin biraz daha farklı olduğunu hissediyordum. Belki de, kaybedilen her şeyin ardından, bir yerlerde bir umut kalır.

 

Yankı'nın odasından çıktım, ama o anın ağırlığı hâlâ üzerimdeydi. İçim burkulmuştu, ama aynı zamanda bir şeyler hissetmiştim. Belki de her şeyin iç içe geçmiş olduğu o karanlık anlarda, birinin yanında olmak bile fark yaratabiliyordu. Yavaşça koridordan geçerken, odaların kapıları birbirini izliyordu. Sessizlik her yerdeydi ama bana bir şey söylemek istiyordu. Bir şeyin farkına varmam gerektiğini.

 

Odaya döndüm. Kendimi yatağa otururken buldum. Gözlerim tavanı tarıyordu, ama bir düşünce dönüp duruyordu kafamda. Bir an bir şeyler düşündüm, sanki her şey kaybolmuş gibiydi. Geçmişteki bütün sesler, kahkahalar, tartışmalar, hepsi… Ama bir şey vardı, belki de Yankı’yla bu mesafeyi aşmak, birbirimize biraz olsun daha yakın olmak belki de hayatın en gerçek anıydı. Belki de tüm kayıplar, bizi birbirimize daha da yaklaştırmak içindi.

 

Biraz sonra, odama gelen sesle irkildim. Kapı hafifçe çaldı ve içeri Eymen girdi. Gözlerinde bir şey vardı, ama bu kez bu bakış bir yargılama değil, bir soru işareti gibiydi.

 

“Abla, sen de mi Yankı’yla konuşmaya gittin?” dedi, sesindeki merak birden dikkatimi çekti.

 

Evet, konuşmuştum. Ama ona nasıl açıklardım? “Yankı’yla aramızda hiç kolay bir ilişki olmadı, Eymen. Ama bu sabah… bir şey hissettim. Onun acısını paylaşmalıyım. Belki de biz hep birbirimize daha uzak durduk, ama belki de bu kayıpla birlikte, biraz olsun yakınlaşmalıyız.”

 

Eymen, başını salladı. “Bazen, kayıplar birbirimizi bulmamıza yol açar. Ama bu, çok da kolay değil. Zor bir süreç. Hem Yankı, her zaman kendi içine kapanmıştı, bilemiyorum… Ama belki de haklısın,” dedi.

 

Yavaşça yanıma oturdu. Gözleri beni dikkatle izlerken, aradığımız anlamı bulmak için hepimiz bir yerlerde boğuluyorduk. “Birbirimize daha yakın olmalıyız, değil mi?” dedi Eymen.

 

Evet, belki de bu kayıp, bizi hepimizi bir arada tutacak bir şeydi. Herkesin kaybı farklıydı ama her kayıp bir şekilde birleşiyordu. Yankı’nın içindeki o boşluk, o kadar derindi ki, sanki o boşluğa düşmek bir anlığına bana da bile olmuştu. Ama her zaman olduğumuz gibi, sessiz kalmak kolay değildi.

 

Bir süre sessiz kaldık. Eymen’in sesi, bu sessizliği daha da derinleştiren bir yankı gibiydi. Fakat ben de, Yankı’yla olan ilişkimizin ne kadar kırılgan olduğunu fark etmiştim. Onun gözlerine tekrar bakınca, içimde bir şeyin kırıldığını, ama belki de bir şeylerin doğru yolda olduğunu fark ettim.

 

Biraz sonra, sabahın erken saatlerinde Yankı odasından çıktı. Bu sefer, gözleri daha yorgundu ama biraz daha sakin görünüyordu. Beni gördüğünde durakladı, biraz çekingen bir şekilde bana bakarak:

 

“Elis,” dedi, sesi hala kırık ama biraz daha netti. “Beni yalnız bırakma. Ben… sadece biraz daha zaman istiyorum. Ama birlikte olsak… belki de biraz daha dayanabilirim.”

 

O an, kalbimde bir şeyler oldu. Bu basit cümle, beni o kadar derinden etkiledi ki, içimden her şeyin kolayca düzelmeyeceğini kabul ettim. Ama onunla birlikte olmak, ona bir şeyler söylemek, belki de bu yolculuğun başıydı.

 

“Yanındayım, Yankı. Senin yanında olacağım. Ne olursa olsun, buradayım,” dedim.

 

Yankı, birkaç adım daha atarak yanıma geldi. Gözlerinde bir şey vardı. Neşenin, acının, korkunun hepsi bir arada. Ama o an fark ettiğim şey, artık yalnız değildik. Hepimiz birbirimize daha yakın, daha açık bir şekilde yaklaşıyorduk. Birbirimizin acılarını paylaşmak, sadece kelimelerle değil, sessizce durarak, sadece var olarak yapılacak bir şeydi.

 

Odanın kapısına kadar beraber yürüdük. İçeride abilerim de vardı, ama o an sanki hiçbiri önemli değildi. Önemli olan tek şey, o kaybolan parçalardı. Yankı’nın kaybı, içindeki boşluk, hepsi… Ama birlikte olsak, belki de bir şeyler yeniden şekillenebilirdi.

 

Günler birbirinin aynı gibi geçmeye başladı. Ev hâlâ sessiz, kelimeler hâlâ yarım. Yankı’yla o sabah konuştuğumuzdan beri birkaç kez daha karşılaştık. Bir şeyler söylemeye çalıştı, ama genelde gözleri konuştu. Sanki kelimelere güvenmiyordu artık. Belki de çok şey kırıldığı zaman, sözcükler de parçalanıyordu.

 

Ona dokunmak, yanında durmak, gözlerine bakmak… Tüm bunlar artık daha anlamlıydı. Ama hâlâ aramızda, görünmeyen bir mesafe vardı. Yine de artık düşman değildik. Bu bile başlı başına büyük bir adımdı.

 

Ama ben… ben değişiyordum.

 

Kendi içimde bir yabancıyla yaşıyordum sanki. Peri benim için çok anlam taşıyor ldu. Ama kaybı… içimi oyuyordu. Yankı’nın kaybını izlemek, onun içinde açılan uçurumu görmek, bende de aynı yarayı açtı. Her gece yatağa uzandığımda, düşünceler beynimde dönüp duruyordu. Neden bu kadar etkilenmiştim? Çünkü ilk defa, birinin acısını anlamaya çalışmıştım. Ve ilk defa, gerçekten onunla birlikte susmayı seçmiştim.

 

Bir akşam, mutfakta otururken Yankı geldi. Sessizce sandalyesini çekti ve karşıma oturdu. Ne bir selam verdi ne de bir soru sordu. Ama bu sessizlik artık garip gelmiyordu. Tam tersine… tanıdıktı. Güvendiği bir şey gibi.

 

"Bugün mezarlığa gittim," dedi aniden. Sesi alçak, ama kararlıydı. Gözlerini masanın üzerindeki bir kırıntıya dikmişti. "Adını söyledim... sanki cevap verecekmiş gibi."

 

Kalbim sıkıştı. Hiçbir şey söyleyemedim. Çünkü biliyordum, onun bu cümlesi, benim 'yanındayım' deyişime verilen en büyük cevaptı. Artık ona güveniyordum.

 

"Bazen orada öylece durmak… içimi biraz olsun boşaltıyor. Sanki o sessizlikte, onu hâlâ duyabiliyorum. Ama sonra eve dönünce… her şey daha ağır geliyor."

 

"Çünkü burada her şey onu hatırlatıyor, değil mi?" dedim. "Bazen ev dediğin yer, kalbinin ağırlığını koyduğun en sessiz mezar olur."

 

Yankı başını kaldırdı. Gözleri doluydu ama ağlamıyordu. Artık o gözyaşlarını bile içine akıtıyordu. “Seninle konuşmak… garip. Ama iyi geliyor.”

 

Yutkundum. "Bana da garip geliyor. Ama ben de kendimi ilk defa sana gerçekten yakın hissediyorum."

 

İkimiz de sustuk. Ama o akşam, Yankı bana kaybını açtıysa, ben de ona kendi yalnızlığımı açtım. O masada otururken, kalbimiz kırık camlar üzerinde yürüyordu. Ama düşmeden, birbirimize tutunarak yürüyebiliyorduk artık.

 

Yankı o gece erkenden odasına çekildi. Ardında bıraktığı sessizlik, kulaklarımda çınladı. Konuşmamızdan sonra içimde bir ağırlık vardı ama bu, yalnızlık gibi değildi artık. Acının paylaşılınca nasıl bir şekil değiştirdiğini ilk kez anlamıştım.

 

Ama Yankı’yla bağ kurmak… diğerleriyle aramı da sessizce değiştiriyordu. Sanki her biri bu yakınlaşmayı uzaktan izliyor, ama hiçbir şey söylemiyordu. Belki anlamıyorlardı, belki de söylemeye cesaret edemiyorlardı.

 

O gece, Efekan oturma odasında yalnızdı. Televizyon açıktı ama sesi kısılmıştı. Işıklar loştu. Yanına oturduğumda kafasını kaldırmadı. Gözlerini cama dikmiş, karanlıkta kaybolmuştu.

 

“Yankı’yla konuşmuşsun,” dedi bir süre sonra, sesi neredeyse fısıltıydı.

 

“Evet,” dedim. Ne inkar ettim, ne de açıklama yaptım.

 

“Biliyor musun, onu en son böyle yıkılmış halde gördüğümde on yaşındaydık. Annemiz hastanedeydi, gece boyunca uyumamıştı. Sabah bana sarıldı ve tek bir şey söyledi: 'Bir daha kimseyi bu kadar çok sevemem.' Şimdi düşünüyorum da, belki de haklıydı.”

 

Kalbim sıkıştı. Yankı’yı anlamak zordu, ama sevmeye çalışmak daha da zordu. Bu ailesel ağırlığın içinde herkes kendi yükünü taşıyordu. Ama hiçbiri yükünü tam olarak konuşmuyordu.

 

“Sevmek, bazen kaybetmekten daha ağır geliyor insana,” dedim. “Çünkü birini sevdiğinde, her an elinden kayıp gidebilir.”

 

Efekan bana baktı. Gözleri buğuluydu ama ağlamıyordu. Biz bu evde ağlamayı unutmuştuk sanki. Her şey içimize akıyordu. Kalbimizde büyüyen bir sessizlik gibi.

 

“Sen güçlüsün, Elis,” dedi. “Bizim hiç yapamadığımız şeyi yapıyorsun. Yankı’yla… o karanlığa girebilecek kadar cesursun.”

 

Gülümsedim, acı bir gülümseyişle. “Ben cesur değilim, Efekan. Sadece yalnız kalmaktan korkuyorum.”

 

İtiraf etmek zordu. Ama doğruydu. Belki de Yankı’ya yaklaşmamın en büyük sebebi, onun kaybında kendi eksikliğimi görmekti. Bir parçayı onunla paylaşarak tam olabileceğimi sanmak… ne tuhaf bir his.

 

Ertesi sabah Poyraz abim mutfaktaydı. Her zamanki gibi sabahın sessizliğini kahvesiyle bozuyordu. O her zaman güçlüydü, dağ gibi dururdu. Ama bu sabah, sırtı biraz daha eğik gibiydi. Artık sabah kahvaltıları olmuyordu evde, belki de herkes acısını içinde yaşadığı içindi. Annem odasından tek tük çıkıyordu, babam ise bir şeylerin peşine düşüyor Hasan dedem ile bir kanıt bulmaya çalışıyorlardı.

 

“Yankı bugün çıkacakmış,” dedi, kahvesinden bir yudum alırken. “Mezarlığa. Tek başına.”

 

Bir şey içimi burktu. “Yalnız gitmesin,” dedim. “Yalnız olmak, bazen daha çok parçalar insanı.”

 

Poyraz abim gözlerini bana dikti. “Sen git onunla. O seni seçmiş belli ki.”

 

Cümlesi öyle sade, öyle netti ki… kalbime kazındı. Yankı beni seçmişti. O karanlığın içinden birini çağırmıştı ve ben ona karşılık vermiştim. Artık o çağrıya sırtımı dönemezdim.

 

O gün, Yankı’nın yanına gitmeden önce odama uğradım. Aynada kendime baktım. Gözlerim yorgundu ama ilk defa kendime yabancı gelmedim. Çünkü artık sadece izleyen değil, dokunan, hisseden biriydim. Ve o yük… ne kadar ağır olursa olsun, yalnızca Yankı’nın değil, artık biraz da benimdi.

 

Yankı sabah kapımı çalmadı. Ne haber verdi, ne bir kelime söyledi. Ama biliyordum… gidecekti. Ve ben onun yalnız kalmasına izin vermeyecektim.

 

Kahvaltıyı pas geçtim. Ayakkabımı aceleyle geçirirken kalbim hızla atıyordu. Kapıdan çıktığımda onu bahçenin köşesinde, elleri cebinde, başı eğik beklerken gördüm. Beni görünce şaşırmadı. Sadece kısa bir bakış attı, sonra yürümeye başladı.

 

Yanına yetiştim. Sessizlik yine bizimleydi. Ama artık bu sessizlik yabancı değildi. Aramızda konuşulmamış bir anlaşma vardı sanki. O konuşmazsa, ben de sormazdım. Ama yanında yürürdüm. Ve bazen, bu yeterdi.

 

Mezarlığa vardığımızda kuş sesleri bile susmuş gibiydi. Rüzgâr bile hafif esiyordu; saygı duyar gibi. Yankı mezar taşına yaklaştığında, ben birkaç adım geride durdum. Bu onun anıydı. Ben sadece tanıklık ederdim.

 

Dizlerinin üzerine çöktü. Avuç içlerini toprağa koydu. Sanki onu hissedebileceğini sanıyordu. Belki de hissediyordu. Dudakları kıpırdadı, ama ne söylediğini duymadım. Sonra bir sessizlik. Derin, uzayan, boğucu bir sessizlik.

 

Yanına gittim. Hemen değil, yavaşça. Diz çöküp yanına oturdum. Başımı eğdim. Birkaç saniye içinde omzunun titrediğini fark ettim. İlk defa, gerçekten ağlıyordu. Sessizce. Kendinden geçercesine.

 

Elimi onun elinin yanına koydum. Dokunmadım. Ama orada olduğumu bilmesini istedim. Birkaç saniye sonra parmaklarını yavaşça elime yaklaştırdı. Ve bir an… elimizi birbirine değdirdik.

 

Bu dokunuş… kelimelerden daha fazlaydı.

 

“Biliyor musun,” dedi kısık bir sesle, “Ona bir ninni yazmıştım. Eve geldiği gece. Bir daha asla duyamayacak ama… bazen rüyamda mırıldanırken buluyorum kendimi.”

 

“Bazen sesini sadece kalbin duyar,” dedim. “Ve kalbin unutmaz.”

 

Uzun bir süre konuşmadık. Ama toprağın üstünde otururken, içimizdeki taşlar yavaş yavaş çözülüyordu. Kaybetmenin, sadece gidenin değil, kalanın içinden de bir şeyleri kopardığını biliyorduk. Ve bu kopuşun sesini ilk defa birlikte duyuyorduk.

 

Geri dönerken, yol boyunca konuşmadık. Ama adımlarımız senkrondu. Aynı ağırlık, aynı tempo. Kalbimizde aynı çatlaklar, aynı sessizlik vardı.

 

Eve geldiğimizde Yankı bana döndü, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kırıklık vardı ama bu kez gözlerinde minik bir parıltı da vardı.

 

“Teşekkür ederim,” dedi. “Gerçekten… sadece geldiğin için bile.”

 

Başımı eğdim. “Yanında olmam gerekiyordu.”

 

“Sen ilk defa gerçekten yanımda olan birisin, Elis.”

 

O an içimde bir şey kırıldı, ama güzel bir şekilde. Sanki uzun zamandır

sırtımda taşıdığım bir ağırlık, ilk kez yere bırakılmış gibiydi

 

Bölüm sonu....

 

 

Birazcık kısa oldu ama bu bölüm Elis ve Yankı biraz daha yakınlaştı....

 

 

 

Bölüm : 16.04.2025 16:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...