19. Bölüm

19.(SIR PERDESİ)

Kübra Koçaslan
petrichor2

Keyifli okumalar...

 

Bana şaşkınca bakan Salih amca dayı, babam ise bu durumda oldukça memnun muydu yoksa oda mı şaşkındı çözemiyordum. Salih dayı bana o kadar içten bakıyordu ki, kendimi o an fazlaca deferli hissetmiştim.

 

Karanlık çöktü yine. Ama bu kez sadece pencerelere değil, içime de ben her gece karanlıktan korkmadım, ama karanlıkta yalnız kalmaktan hep korktum.Çünkü benim gecelerim hiçbir zaman sadece "gece" olmadı.Kabuslar oradaydı.

Sesler, yüzler, o sayılar...

 

Ve şimdi, o karanlık gecelerden birindeydik artık, akşam çökmüş olacakları konuşmuştuk. Kapım çalındı gelen;

 

Salih dayımdı...

 

Artık onu sadece bir psikolog olarak göremiyordum artık Salih Bey değildi.

Artık, damarlarımdaki soyağacın eksik halkasıydı. Gerçek babamın dayısı.

Ailemin... tek sesi. Kapıyı kapattı, bu anı saatlerce konuşmuş olsakta sun o kadar tuah bir durumun içindeydik ki. Ben karşısına oturdum o da bir sandalyeye.

Gözlerini bana dikti, o gözlerde geçmiş yoktu belki, ama beni bilen bir sezgi vardı. Sanki içimde unuttuğum bir şeyin sesini duyuyordu.

 

"Elis," dedi. "İyileşmek istiyor musun?"

 

Kelimeler boğazıma düğümlendi.

Ama başımı yavaşça salladım.

Çünkü artık her kabusun içinde kalmak istemiyordum. Çünkü artık... yaşamak da istiyordum.

 

"Peki kabuslarda en çok ne oluyor?"

 

Gözlerim bir noktaya takıldı. Konuşmam gerekmedi. Sadece fısıldadım:

 

"24601..."

 

Salih dayım irkildi.

 

"Bir sayı?"

 

"Evet. Her gece kapımın üstünde yazıyor.

Üvey babamın sesiyle fısıldanıyor.

Sonra o... geliyor. Ve ben hiçbir yere kaçamıyorum."

 

Salih dayı gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. Sonra konuştu:

 

"Elis, sayılar bazen zihnin korkuyla koyduğu etiketlerdir. Gerçek bir anlamları olmayabilir. Ama senin zihnin bu sayıyı seçtiyse... bir şeyi anlatmaya çalışıyordur. Onu birlikte çözebiliriz.

Ama önce... kendine sorman gerek:

'Ben bu korkuyu hâlâ taşımak zorunda mıyım?'"

 

İçimde bir şey kırıldı. Aylardır kabusları taşıyan o kız... ilk kez durdu. Korkuya değil, soruya baktı.

 

"Hayır," dedim. "Artık taşımak istemiyorum."

 

Salih dayım başını salladı.

"O zaman şimdi başlayalım. Ben burada bir psikolog olarak değil... ailenden biri olarak kalacağım. Kurtarılman gerekmiyor Elis. Yalnızca... kendini tekrar hatırlaman gerek."

 

Gözlerim doldu ama ağlamadım.

Çünkü ilk kez, birinin beni gerçekten gördüğünü hissettim. Üstelik geçmişi bilmeden. Sadece... bağ kurarak.

 

Salih dayım tam karşımdaydı.

Sanki gözlerimin içine değil, içimdeki kuyuya bakıyordu. Oraya kimse bakmazdı. Ben bile yıllardır uzak durmuşken, o... orada durdu.

 

"Bir şey deneyeceğiz," dedi. "Korkacak bir şey yok. Sadece gözlerini kapatmanı istiyorum. Bu odada güvendesin.

Yanındayım. Hazır mısın?"

 

Derin bir nefes aldım. Titreyen parmaklarımı dizlerimde tuttum.

Başımı salladım. Hazır değildim belki... ama kaçmayacaktım.

 

Gözlerimi kapattım.

 

Salih dayımın sesi fısıltı gibiydi:

"Şimdi hayal et... bir kapı var karşında.

Beyaz, eski, boyaları dökülmüş.

Kapının üstünde bir sayı yazıyor.

Ne görüyorsun?"

 

"24601."Dilime kendiliğinden geldi.

 

"Kapının koluna dokunmanı istiyorum," dedi.

 

"Açmak zorunda değilsin. Ama onun senin kapın olduğunu fark et. Sadece senin. Ve ne zaman açmak istersen... o zaman açılacak."

 

Kalbim güm güm atıyordu.

Ama bir yandan da... ilk defa bu kabusun içinde kontrol bendeydi. Kapı beni yutmuyordu artık. Ben ona bakıyordum.

 

"Şimdi orada, geçmişten bir ses duyuyorsun. Küçük bir sen. Yalnız, korkmuş...Ama bekliyor. O sese ne söylersin?"

 

Bir anda boğazım düğümlendi.

Kelimeler birikti.

 

Ve sonra söyledim:

 

"Ben geldim. Artık tek başına değilsin.

Seni susturdular, korkuttular... ama seni unutmadım. Şimdi kapıyı birlikte açacağız. Ve ne çıkarsa çıksın... birlikte çıkacağız."

 

Gözyaşlarım sessizce süzüldü.

 

Salih dayımın sesi titreyerek geldi:

"Elis... kapıyı aç."

 

Bir tıkırtı duydum içimde. Bir menteşe sesi. Ve sonra... sessizlik.

 

O karanlık boşlukta ilk kez hiçbir şeyin gelmediğini fark ettim. Ne bir çığlık, ne bir figür, ne o nefret edilen ses...

 

Sadece boşluk.

Ve bir ses:

 

"Bitti."

 

Gözlerimi açtım. Salih dayım karşımdaydı.Ben hâlâ bendim.

Ama ilk defa biraz daha... tamamlanmıştım.

 

"Kapının ardında... kimse yoktu," dedim.

"Yani... ben yaratmışım onları.

Onlar... artık yok."

 

Salih dayım başını salladı.

"Çünkü gerçek seni artık tanıyor, Elis.

Karanlık seni yaratmadı.

Sen karanlığın içinden çıkmayı seçtin."

 

Ve o an... İlk kez derin bir nefes aldım.

Yüzümdeki çukur yine oradaydı.

Ama bu kez korkudan değil bir huzurdan doğan ağırlık Salih dayım odadan çıkınca, kendimi yalnız hissetmedim.

O da bir yenilikti.

 

Koridora çıktığımda, ev sessizdi.

Ama huzursuz bir sessizlik değil.

Sanki duvarlar bile nefes alıyordu artık.

 

Merdiven başında biri oturuyordu.

Pars abim...

 

Ne kitap okuyordu, ne telefonla ilgileniyordu. Sadece oradaydı.

 

Ben yaklaşınca başını kaldırdı.

Göz göze geldik.

 

"Geç kaldın," dedi.

Gülümsemedi. Ama sesi yumuşaktı.

 

"Ben de kendimce kapının ardında bekliyordum."

 

İçime bir şey battı. Belki de kimse sessizce beklememişti benim için.

Ama Pars abim beklemişti. Ses çıkarmadan. Zorlamadan.

 

"Açtım o kapıyı," dedim."İçerisi boştu."Kendime bile tuhaf gelen bir cümleydi bu.

 

Pars abim omzunu silkti.

"Bazen en korkunç olan budur. İçeride bir canavar bekliyorsun. Ama yok.

Yani... yıllarca korktuğun şey aslında senmişsin."

 

Dudaklarımı ısırdım.İçimde ince bir sızı yükseldi. "Ben çok yalnızdım," dedim.

İtiraf gibi. Fısıltı gibi."Ve şimdi çok doluyum. O kadar doluyum ki... içimden taşanları nasıl taşıyacağımı bilmiyorum."

 

Pars abim başını salladı, bir an sustu. Sonra yanına yer açtı.

 

"O zaman burada biraz taş.

Ben taşanları tutamam ama... yanında otururum."

 

Bir an sonra kendimi onun yanına oturmuş buldum. İkimiz de konuşmadık.

Ama ilk defa sessizlik de bir dil gibiydi.

Ve ben... anlaşıldığımı hissettim.

 

Gece geldi, ama karanlık, her zamanki gibi içime dolmadı. Sanki bu kez... bir adım geriden izliyordu beni. Tıpkı ben kabuslarımı izlemeye karar verdiğim gibi. Yatağa yattım. Gözlerim tavanı görmeden kapandı. Ve düşmenin o tanıdık boşluğuna bıraktım kendimi.

 

Yine o kapı.

 

Yine o sayı: 24601

 

Ama bu kez elim titremedi. Kapının koluna uzandım bir ses duyulmadı.

Çığlık yoktu. Ayak sesi yoktu.

 

Ama biri vardı. Yanımda biri duruyordu. Döndüm Pars abim.

 

Rüyanın içinde, hiçbir şey sormadım.

Çünkü rüyalar bazen sorulara değil, sessizliğe yer verir. O bana bakmadan konuştu:

 

"İçeri gireceksen, yalnız girmeyeceksin."

 

Yutkundum.

 

"Bu benim kabusum."

 

Başını salladı.

 

"Biliyorum. Ama ben de senin gerçeğinim artık."

 

İşte o an, yıllardır taş gibi içimde duran bir şey... çatladı. Çünkü ilk kez, bir kabusun içinde yalnız olmadım.

 

Kapıyı açtım içeri girdik.

İçerisi bu kez boş değildi. Bir masa vardı. Ve masada bir sandalye.

Üzerinde eski bir defter, kapağında hiç yazı yoktu. Ama sayfalar... doluydu. Benim yazmadığım... ama hep içimde duyduğum cümlelerle.

 

"Sen sus,"

 

"Senin sesin çıkmasın,"

 

"Sen yoksun."

 

Pars abim, defteri aldı sayfaları yavaşça koparıp tek tek yaktı. Hiç konuşmadı. Sadece baktı gözleriyle 'artık bu sesler senin değil' dedi.

 

Alevlerin arasında, defterin sonuna geldik. Orada sadece bir cümle yazıyordu:

 

"Bu kabustan uyanmak istiyorum."

 

Ben o cümleyi okurken, Pars abim diz çöktü. Ve elini tuttuğumda...

 

Uyanmıştım.

 

Ama garip olan şu ki ilk defa bir kabustan uyandığımda pişman olmadım.

 

Çünkü bu kez uyanmak, kaçmak değildi.

Bu kez uyanmak... özgürlüktü. Gözlerimi açtığımda odada garip bir huzur vardı.

Güneş perdenin aralığından içeri süzülmüyordu bile, ama... içimde bir aydınlık vardı. İlk kez uyanmak, kaçış gibi gelmedi.

 

Yavaşça kalktım. O rüyadaki kapı gözümün önünde belirdi. Ve Pars abimin sessiz varlığı.Yanan sayfalar... Son cümle...

 

"Bu kabustan uyanmak istiyorum."

 

Uyandım. Ve şimdi buradayım.

Gerçekliğin ortasında koridora çıktığımda ev hâlâ sessizdi. Ama bu sessizlik soğuk değildi artık. İçinden nefes geçen bir sessizlikti. Hayatın, artık korkmadan geçtiği bir boşluk. Merdivenlerden aşağı indim ve mutfağa doğru yürüdüm. Mutfağın kapısını yavaşça ittim Pars abim oradaydı.

Kahvesini karıştırıyordu, gözleri camdaydı. Tıpkı rüyadaki gibi...

Hiçbir şey söylemeden, orada.

 

Beni fark etti. Göz göze geldik.

Ama bu kez bakışının içinde bir soru yoktu. Hafifçe tebessüm etti, sadece... tanıma vardı. Bir bilme, sanki o rüyayı o da görmüştü. Sanki, oradaydı.

Gerçekten.

 

"Kahve ister misin?" dedi. Sesi çok sıradandı, ama tonunda bir şey vardı.

Gündelik bir cümleden sızan, başka bir dünya gibi.

 

Başımı salladım.O bana bir fincan uzatırken, elim titremedi.

İlk kez, biri elimdeki titreyişi fark etmeye çalışmadı. Sadece tuttu, sessizce.

 

Birlikte mutfak masasına oturduk.

Konuşmadık. Ama konuşmasak da yetiyordu. İçimden geçen cümle şuydu ama söylemedim:

 

"Ben o rüyadan seninle çıktım."

 

O an fark ettim...

 

İyileşmek bazen konuşmak değil, birinin susarken bile yanında durmasıymış.

 

Ve o gün...

Kahvemi ilk defa sonuna kadar içtim.

 

Zil tüm evi doldururken, merdivenden inen ayak sesleri kulağıma doluyordu, kapı açıldı. Salih dayının sesi değdi kulaklarıma yerimden seri bir hareketle kalkarken, Pars abimdi kalktı ve içeri girdik. Annem ve babam Salih dayıma hoşgeldin diyerek salona doğru ilerlediler, bizde arkalarından. Kimse salonda oturan abi ve kardeş tayfası Salih dayıya hoş geldin demediler, sanki alışmış gibiydiler. Çünkü evdeki sessizlik bile artık ona alışmıştı. O bizden biri gibiydi. Sanki hep buradaydı.

 

Beni görünce başıyla selam verdi.

Ben de küçük bir baş selamıyla karşılık verdim. Bu sefer benim odamda değiliz.

Salih dayının ısrarıyla salonda, pencere kenarında oturduk. Kahvelerimiz yanımızda, bir defter ortada.

 

"Hazır mısın?" diye sordu.

Artık bu soruyu duyunca gerilmiyordum.

 

Çünkü 'hazır olmanın' bazen sadece oturmak olduğunu öğrenmiştim. Başımı salladım ve sesli bir şekilde cevap verdim.

 

"Hazırım."

 

Salih dayım not almadı bu kez.

Gözlüğünü çıkardı, dizine bıraktı.

 

"Elis," dedi.

 

"Bu defa sana geçmişi değil, geleceği soracağım. Kimsin değil...

Kim olmak istersin?"

 

Sorunun içime nasıl dokunduğunu anlatamam. Çünkü ben kendimi hep 'yaşanmışlarla' tanımlamıştım.

Şiddetle, karanlıkla, kabuslarla...

 

Kim olmak isterdim? Sessizlikte birkaç saniye geçti. Sonra cevapladım:

 

"Korkmayan biri."

 

Salih dayım başını salladı.

 

"Peki korkusuz olmak mı...

Yoksa korkarken yürümeyi öğrenmek mi?"

 

Gülümsedim.

 

"Korkarken yürümek."

 

Kalbim çok garip atıyordu. İlk defa... yaralarımı değil, yolumu düşünüyordum.

 

Salih dayım tekrar konuştu:

 

"Sen acıya çok alışmışsın.

Ama iyilik, huzur, sevgi... onlara ne kadar hazırlıklısın?

Yani... mutlu olduğunda ne yapacaksın, Elis?"

 

Bilmiyordum. Düşünmemiştim.

Çünkü hep acıdan kaçmak için mücadele ettim. Ama şimdi...

Belki de nereye varmak istediğimi düşünmenin zamanıydı.

 

Yavaşça fısıldadım:

 

"Belki de artık sadece hayatta kalmak istemiyorum. Yaşamak istiyorum."

 

Salih dayım sustu.

Sonra yumuşak bir sesle dedi ki:

 

"İşte şimdi başladı her şey."

 

Üç gündür Salih dayı ile yaptığımız seanslar o kadar ise yarıyordu ki, annemle, babamla ve abilerim ile o kadar çok vakit geçiriyorduk ki. Yatağımdan kalktım ve gerindim, haftalar, hatta aylarca böyle güzel uyumamıştım. Ayağa kalktım, gözlüklerimi takarak banyoya girdim, işlerimi hallederek çıktım. Üç günde o kadar toparlanmıştım ki ve tabiki bu üç günde Karan'a bir gün bile ulaşamamıştım. İçimde ki sıkıntıyı yok sayarak odamdan çıktım, evin arka odalarından biri hâlâ kapalıydı. Hiç girilmemişti, hiç sorulmamıştı.

Sanki evde herkes oranın varlığını unutmuş gibiydi.

 

Ama o kapının orada olduğunu hep ben hatırladım. Ve o sabah, rüyadan sonra, Salih dayımın sesi içimde yankılanırken... İçimde sessiz bir cesaret kabardı. Ayak sesleri çıkmasın diye çorapla yürüdüm. Kimseye haber vermedim. Çünkü bazı kapılar, sadece tek başına açılır. Elim, kapının tokmağına uzandı.

 

Soğuktu zamanla değil, hatıralarla soğumuş gibi.

 

Kapıyı açtım.

 

Toz.

 

Sessizlik. Kapanmış perdelerin arasından süzülen donuk ışık. Oda bomboş değildi.

Bir sandalye eski bir konsol ve üstünde, solmuş bir şal. İçgüdüsel bir şekilde yaklaştım parmak uçlarımla dokundum.

 

Şalın kokusu vardı ne belirgin bir parfüm, ne de eski bir kumaş...

 

İnsan kokusu.

 

Bana ait olmayan... ama bir yerden tanıdık gelen bir şey.

 

Anne kokusu.

 

Elimi çektim, gözlerim yandı ama ağlamadım. Konsolun çekmecesini açtım.

İçinden küçük bir defter çıktı sayfaları sararmış. Ama yazılar sağlamdı.

 

Açtım.

Ve ilk satırda ismimi gördüm.

 

"Elis'im..."

 

O anda içimdeki bir duvar çöktü.

Ben doğduğumdan beri bu sesi beklemişim.Adımı, böyle bir sesle duymayı.

 

Mektup değildi bu,günlük de tam sayılmazdı. Sadece... Annemin bana bıraktığı kırık cümlelerdi.

 

"Bugün ilk kez gözlerini açtı. Sanki bakmıyor... tanıyor gibiydi."

 

"Ağlamıyor. Bakıyor. Sessizce. Sanki içimdeki fırtınayı dinliyor."

 

"Adını söyledim bugün. Elis.

Duyduğunu sanmıyorum ama... belki hissetti. Çünkü gülümsedi."

 

Sayfalar titredi ellerimde, o an şunu fark ettim: Ben bu hayatta hiç tanımadığım bir kadının sevgisiyle yürümüşüm.

Hiç duymadığım bir sesin gölgesinde büyümüşüm.

 

Ve şimdi...

İlk kez annemi, korkmadan özledim.

 

Konsolu kapattım ama defteri almadım.

Henüz değil, şimdilik sadece hatırlamak yeterdi. Çünkü artık biliyordum:

 

Ben unutulmuş bir çocuk değilim.

Beni hatırlayan biri varmış.

Adımı yazan biri. Anneymiş.

 

Hepimiz salonda öylece oturuyorduk, elimde sıkı sıkıya tuttuğum günlüğe bakıyor ve tebessüm edip duruyordum, annem fark etmişti, gözlerinde gördüğüm merhamet iliklerime kadar dokunuyordu.

 

"Güzel kızım iyi misin?"

 

Babamın yumuşak sesi tüm benliğimi eritiyordu, kocaman tebessüm ile babama baktım.

 

"Elinde ki nedir?"

 

Deftere baktım tekrar ve gözlerim yeniden o merhametin aktığı gözlere değdi. O kadar merak ediyordum kime ne zaman, ne ara yazmıştı bu defteri? Anlamış gibi, gözlerini merak ettiğim sorularını anlıyor gibiydi annem.

 

"Benim için çok kıymetli olan birisinden gelen bir şey."

 

Annemin gözünden bir damla yaş aktı, silmedi. Yavaşça çenesinden aşağı doğru aktı. Bu sırada kapının zili çaldığında bejledigimiz kızı gelmişti, hepimiz suspus olmuş ayağa kalkmıştık.

 

Salih dayı geldiğinde hava daha kararmamıştı. Evin içi kalabalıktı ama her odada ayrı bir sessizlik dolaşıyordu.

Ben camın önünde, küçük defteri elimde tutuyordum. İki gündür açmamıştım, ama elimden de bırakamıyordum.

Sanki sayfalar bir şey söylemek istiyor, ama acele etmeden bekliyordu.

 

Salih dayı beni görünce, 'Hazır mısın?' demedi bu kez. Sadece yanıma oturdu, bir süre konuşmadık. İkimiz de sessizliğin bir dile dönmesini bekliyorduk. Sonunda ben konuştum.

 

"Annem beni seviyormuş."

 

Salih dayım başını eğdi. Herkes bize bakıyordu, sanki yıllardır duyduğu bir cümleyi ilk kez gerçekte işitiyordu.

 

Defteri uzattım.

 

"Bakmak ister misin?" dedim.

"Ama yüksek sesle okuma. Sadece... bil istedim."

 

Defteri aldı, sayfaları yavaşça çevirdi.

Hiçbir şey okumadı, hiçbir şey sormadı.

 

Sonra bir anda, fısıltıya yakın bir sesle söyledi:

 

"Ben seni ilk gördüğümde, yüzünde tanıdık bir kırılma vardı.

Ama şimdi...O kırığın içinden ışık geçiyor."

 

Elime baktım, yüzümde bir şey vardı, farklı. Bana ait gibi, annemden kalan.

 

"Adımı yazmış," dedim.

"Sesini hiç duymadım ama... adıma bir ses vermiş. Benim adım, sessiz değildi."

 

O an bir şey oldu.İçimdeki derin bir boşluk... ilk kez dolmadı belki ama sustu.

Açlığını değil, hafifliğini hissettim.

 

Salih dayı biraz sonra kalktı.

Defteri geri verdi.

 

"Onu yanında taşıma," dedi,

"içinde taşı. Çünkü artık senin bir parçan. Ve sen... tamamlanmaya başlıyorsun."

 

O gün, ilk kez biri bana geçmişimden değil, tamamlanabilirliğimden bahsetti.

 

Ve ilk kez ben de inandım.

 

Ev sessizdi yine ama bu sefer içimi kemiren bir yalnızlık değildi.

Daha çok...bir şeylerin büyüdüğü sessizlik. O küçük defteri şifonyerin üstüne koymuştum. Her sabah gözüm oraya kayıyordu. Elim gitmiyordu artık ona, çünkü içimdeydi zaten.

 

Oradaydı.

 

Kapı tıklatılmadan açıldı, başımı kaldırdım, Efekan.

 

Sessizce geldi, sandalye çekmeden yatağımın ucuna oturdu, bir şey sormadı, bir şey anlatmadı.Bir süre sustuk. Sonra gözüm onun elindeki kâğıda kaydı, bir eskiz defteri, üzerinde silik kurşun izleri.

 

Efekan yavaşça uzattı.

"Senin için bir şey çizdim," dedi.

 

Sesi çok düşüktü, sanki kelimeler çabuk kaçmasın diye dikkatli konuşuyordu.

 

Defteri aldım, ilk sayfada bir kadın vardı.

Yüzü net değil, ama gözleri tanıdık.

Sanki birini bekliyordu.

Ellerini karnında birleştirmiş.

Sanki koruyor.

 

Altında bir cümle yazılıydı:

 

"Henüz tanımadığın ama seni bekleyen biri."

 

Boğazım düğümlendi ama ağlamadım

Bu bir hüzün değildi, bu bir tanınma anıydı. Elim önce annemin belli olmayan yüzüne değdi, sonra ise elleriyle karnını tutan değdi parmaklarım.

 

"Bu çok güzel."

 

Derince nefes aldı Efekan, bir şeyler söylemek ister gibiydi sanki. Beklenti ile yüzüne baktım, söylemeliydi çünkü şuan o kadar çok ihtiyac8m var dı ki...

 

"Sen geldiğinden beri annem her gün günlük tutardı, annemi bunu sorduğumda bana dediği şeyi hiç unutmadım."

 

Merakla ona baktım, ne demişti ki annem? Gözlerimi gözlerine delercesine

baktığımda bu hareketime güldü ve devam etti.

 

"Seni yeniden büyüttüğü için ve senin hakkında her şeyi günlük tuttuğu içinmiş."

 

 

Elinde ki defterle yatağıma çöktüm, o gerçekten beni çok seviyordu. İlk defa bir annenin sevgisini böyle iliklerime kadar hissediyordum ve bu beni öyle şımartıyordu ki. Yatağımdan kalktım ve odadan çıkarak koşar adımlarla salona doğru indim, annem oradaydı babamla kahve içiyorlardı.

 

"Annemmm. Babammm"

 

Benim sesimle hem annem hem babam bana döndü. Kollarımı kaldırdım ve ikisinide kucakladım.

 

Sanırım artık ben tamamdım...

 

Bölüm sonu ❤️‍🔥

 

Bölüm : 10.07.2025 00:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...