20. Bölüm

20.(Geri dönen ses)

Kübra Koçaslan
petrichor2

Keyifli okumalar...

 

O kadar sessizdi ki, kalbimin atışı duvarlara çarpıp yankılanıyor gibiydi. Eski evin bodrum katına girmemle birlikte ciğerlerime dolan rutubet, zihnimin çoktan unuttuğumu sandığım köşeleri uyandırmıştı.

 

Kapkaranlıktı.

 

Ama bu sefer fenerimi açmadım. Karanlıkla yüzleşmeyi öğrenmiştim. O beni korkutmuyordu; aksine, içindeki sesleri duyabiliyordum artık.

 

Ayaklarımın altındaki tahta zemin, her adımda gecenin sırrını fısıldıyordu bana. Törer'le ilgili belgeler bu evde bir yerlerdeydi. Onları bulacaktım. Benim, hayatımın köklerini karartan bu yalanları… ortaya çıkarmam gerekiyordu.

 

Ama buraya gelmek kolay olmadı.

 

O sabah, Pars abim ve Araf abim ile uzun uzun konuştuk. Onlara ne yapacağımı, neden yapmam gerektiğini anlattım. Öz babamın yüzündeki endişeyi görmezden geldim. Annem, boğazında düğümlenen cümlelerle sadece "dikkatli ol" diyebildi.

 

Pars abim ve Araf abim beni yalnız bırakmadı. Eve birlikte geldik. Bahçeye girdiğimizde bile gözlerimiz her yeri tarıyordu. Etraf sessizdi ama ev boş değildi. İçeride hâlâ o insanlar yaşıyordu. Onlar uyurken girmek zorundaydık.

 

Eski pencere camı hâlâ kırıktı. Pars abime söylediğim gibi yaptı, duvarın alt kısmındaki taşları kaldırarak bodrum katına açılan gizli girişi ortaya çıkardı. Araf abim sessizce omzuma dokundu.

 

“Hazır mısın?”

 

Hazır değildim. Ama girmek zorundaydım.

 

Bodrum katı bir mezar gibi kokuyordu. Soğuk, eski eşya kokusu, küf, pas... Hepsi birden hücum etti üzerimize. El fenerlerimiz açıldı. Sessizce ilerledik.

 

Rafların arasında eski dosyalar, çatlamış bavullar, çürümüş bir sandalye... Ve nihayet, aradığım şey: Kitaplığın ardındaki gizli döşeme. Pars tahtayı kaldırdı, altında metal bir kutu.

 

Kutuyu aldım. İçindeki belgeler, fotoğraflar ve bir not:

 

"Karıştırılan tek şey bebekler değildi. Belgeler susar, ama çocuklar büyür. Onlar bizi izliyordu. Hep izlediler."

 

Okuduğum yazı gözlerimi sıkıca kapattım. Belgeleri sırt çantama yerleştirip doğrulduğumda, gözüm merdivenlere takıldı. Zemin kata çıkmalıydım. Orası hâlâ gölge gibi peşimi bırakmayan o adamın yaşadığı yerdi. Zihnimde binlerce anı fısıldıyordu: Karanlık bakışlar, bastırılmış çığlıklar, sus pus sofralar...

 

Adımlarım ürkekti. Zemin kata giden merdivenin her basamağı geçmişin yankısını taşıyordu. Duvarlardaki soyulmuş boyalara, küflenmiş çerçevelere göz ucuyla bile bakmak istemiyordum. Nefesimi tuttum. Parmaklarım merdiven trabzanını sımsıkı kavramıştı.

 

Zemin katın eşiğine bastığım an, o soğuk hava yeniden yüzüme çarptı. İçerisi hâlâ o adamın varlığını taşıyordu sanki. Salonun boşluğuna bir adım daha atacakken...

 

Bir gölge.

 

İçeriden biri bana bakıyordu.

 

Gözlerimiz buluştu.

 

Kalbim bir anlığına durdu.

 

Pamir abimdi!

 

O, gözlerini gözlerimden ayırmadan hızla merdivenlere yöneldi. Bir şey demedi. Sadece geldi, kolumdan tuttu ve geldiğimiz bodrum merdivenine doğru yöneldi. Şaşkındım, üzgün ve oldukça kırılmış gibiydim. Hayal mi görüyordum? Delir mişmiydim bilmiyorum ama elinin sıcaklığı tüm vücudumu yakiyord gibiydi. O gerçekti, o buradaydı ve bana bakıyordu.

 

Gözlerinde ne öfke ne de şaşkınlık vardı. Sadece... yorgunluk.

 

Araf abim ve Pars abim hızlıca yanımıza geldiler, bir bana bir de Pamir abime bakıyorlardı. Sessizlik arasında geçen o zaman içinde, merdivenlerden gelen ayak sesleriyle birlikte telaşla o tarafa döndük, o adam geliyordu.

 

"Siz arabanızla gidin, biz peşinizden olacağız."

 

Pars abim bir şey diyecek gibi olsada , gözlerimle onu susturdum. Zemin kapısı açıldığında hepimiz hızlıca çıksakta, o adam görmüştü bizi. Elinde tuttuğu telefona kükredi.

 

"Evin etrafını sarın! Çabuk."

 

Hepimiz geldiğimiz yerden çıkarken birden kendimi Pamir abimin poposu ile bakışırken buldum, beni omuzuna atmış ve hızlıca yürüyordu, kafamı kaldırdım ve Pars abim ve Araf abime baktım. Arabalarına binmiş gidiyorlardı, birden ayaklarımın üzerinde durdum.

 

"Hemen bin."

 

Emir tonu… Onu hep böyle hayal etmiştim. Kesin, tartışmaya yer bırakmayan. Ama sesindeki o sarsılmazlık, içime beklenmedik bir güven serpti.

 

Sorgulamadım. Sadece bindim.

 

Kapıyı kapattığım an, Pamir abim çoktan şoför koltuğundaydı, motorun çalışmasıyla beraber zaman sanki hızla akmaya başladı. Daha 'ne oluyor?' bile diyemeden, Pamir abim aniden boynumdan kavrayıp başımı eğdi. Nefesim göğsümde kaldı. Dizine bastırdığı gibi, sanki bedenim onun nefes alışına karıştı.

 

Ve arkamızdan bir silah sesi yankılandı.

 

Büyük bir patlama sesiyle arka cam tuzla buz oldu. Cam kırıkları saçlarıma, sırtıma, omuzlarıma döküldü. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Nefes almaya korkuyordum. Pamir’in parmakları ensemi sıkıca kavramıştı. Sıcaklığı, oradaydı. Güvende hissetmem gerekirdi… ama ellerim titriyordu.

 

“Kıpırdama.” dedi, sesi bu kez daha yumuşak, ama hâlâ buyurgandı.

 

Araba hızlandı. Camdan içeri dolan rüzgar çığlık çığlığa esiyordu ama o an yalnızca Pamir abimin kalp atışlarını duyabiliyordum. Bedenim ona yaslanmışken, abimle olan her bağımın ilk defa gerçek olduğunu hissediyordum.

 

"Buradasın." diye fısıldadım, ama sesim boğazıma düğümlendi. Cevap vermedi. Sadece hızlandı.

 

Bir süre daha dizine başımı yaslı tuttum. O karanlıkta, o kaosun ortasında, ilk kez çocuk gibi hissettim. Korkmuş, kırılmış… ama biri tarafından tutulmuş. Arabanın içinde başımı dizine yaslamışken, kalbim hâlâ göğsümde çırpınıyordu. Dışarıdan esen rüzgar, arka camın kırıklarıyla birlikte içeri dolarken, saç tellerim savruluyor, ama ben hâlâ kıpırdamıyordum.

 

“Geçti,” dedi Pamir abim neredeyse fısıltıyla. Sanki benim için değil, kendini ikna etmek için söylemişti.

 

Gözlerimi açmaya cesaret edemedim. Nefes almak… hâlâ zordu.

 

“Ne… neydi o?” dedim titreyerek.

 

Sustum.

 

O da sustu.

 

Kısa bir süre sonra, arabayı yavaşça kenara çekti. El freninin sesi gecenin içine kazındı. Motor hâlâ çalışıyordu ama içeride zaman durmuştu.

 

Pamir abim yavaşça elini ensemden çekti. Ardından koltuğunu biraz geriye yatırdı, başımı kaldırmam için hiçbir şey söylemedi; sadece bekledi. Sessizce.

 

Ben de gözlerimi açtım. Kırık cam parçalarının arasından gökyüzüne baktım. Ay oradaydı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Ama ben… içimde sanki yıllar öncesine dönmüştüm.

 

Elleri titreyen bir çocuk gibiydim.

 

“Ben… ben tekrar oradaydım,” dedim kısık sesle. “Eski evde. O odada. Kapının önünde... yine kilitlenmiştim sanki.”

 

Pamir abim bir süre hiçbir şey söylemedi. Sonra gözlerini bana çevirdi, ama sesi hâlâ sakin ve derindi.

 

“Artık kimse seni kilitleyemez, Elis.”

 

Gözyaşlarım istemsizce yanaklarıma süzüldü.

 

“Zaten ben çoktan içeride kaldım, Pamir abi...”

 

Sesimdeki titrek yankı ikimizin arasındaki tüm sessizliği doldurdu. Parmaklarımı yumruk yaparak kucağımda sıktım. Cam kırıklarından biri avucuma battı ama aldırmadım.

 

“Oradan hiç çıkamadım. Hep sustum. Herkes unuttu sandı. Ama ben…” Nefesim kesildi. “Ben unutmadım. Ne sesi, ne dokunuşu, ne... ne korkuyu...”

 

Pamir abim başını öne eğdi. Sessiz bir iç çekiş duyuldu.

 

“Keşke daha önce gelebilseydim,” dedi. “Seni oradan ben çıkarmak isterdim.”

 

“Sen de oradaydın,” dedim ani bir dürtüyle. “O evde… ben sandım ki… hepimiz aynı acıda birleştik. Ama sen yoktun. Hep yoktun.”

 

Birkaç saniye Pamir abim cevap vermedi. Sonra gözlerini uzaklara dikti.

 

“Ben de yoktum çünkü… beni de yok saydılar, Elis. Kim olduğumu bilmeden büyüdüm. O evde sadece seni değil… beni de unuttular.”

 

Arabanın içinde sadece motorun düşük uğultusu vardı şimdi. Ve iki kardeşin, iki parçalanmış ruhun ilk kez birbirine gerçekten dokunan cümleleri...

 

“Beni öldü sanmalarına izin verdim,” dedi Pamir abim. “Çünkü gerçeğe dönmek, o geçmişe dönmek... ölümden daha ağırdı.”

 

O an, ilk defa gerçekten birbirimizi gördük. Yalnızca isimlerimiz değil, acılarımız da kardeşti.

 

Ben ona baktım. Ve fısıldadım:

 

“Biz o evin içindeki iki hayal gibiydik, değil mi?”

 

Pamir abim başını salladı. “Ama artık hayal değiliz, Elis. Gerçeğiz. Ve o evin karanlığı artık bizim gölgemiz olmayacak.”

 

O an içimde bir şey kırıldı. Yıllarca bastırdığım, unuttum sandığım, silindi sandığım her şey... bir gözyaşına sığarak akıp gitti. Hızlıca arabadan indim ve kaputun önünde öylece düz duvarı izledim, kırgındım, üzgün ve öfkeliydim. Duyduğum kapı sesiyle gözlerimi kapattım. Elimin içinde olan cam parçasını iyice sıkmaya başladım, erime girişini ve kestiğini hissetmiştim. Karşımda duran Pamir abime baktım ve ilk defa ona karşı sesini yükselttim.

 

"Sen nasıl bırakırsın beni o evde?!”

 

Sözlerim bir kurşun gibi çıktı ağzımdan. Sanki yıllardır içimde sakladığım öfke, korku ve hayal kırıklığı aynı anda patlamıştı. Arabadan inmiştik. Karanlık bir sokakta, kırık bir sokak lambasının altında, yüzüm gözyaşlarıyla ıslanmış, elim Pamir abimin göğsüne yaslanmıştı, itiyordum onu. Ama aslında kendimi ayakta tutmaya çalışıyordum.

 

Pamir abim başını öne eğdi. “Elis...”

 

“Hayır!” diye bağırdım, sesiyle bütün hücrelerim titredi. “Sakın adımı böyle... böyle suçlu bir sesle söyleme! Beni o insanların yanında bıraktın! Her gün biraz daha küçülerek yaşadım ben! Her gece korkarak uyudum. Her sabah o adamın kapı gıcırtısıyla irkildim!”

 

Boğazım yanıyordu. Kalbim... parçalanıyordu.

 

“Sen yoktun. Abiymişsin. Nerede vardın?! Nerede?!”

 

Pamir abim sustu. Gözleri dolmuştu ama hiçbir şey söylemedi. Ona bir adım daha yaklaştım. Yumruklarım göğsüne indi.

 

“Ben çocukken hep dua ettim. Dedim ki; bir gün biri gelir. Beni alır. Kurtarır. Bir abi. Bir melek. Biri... Biri bana ‘korkma’ der. Ama hiç kimse gelmedi, Pamir abi. Hiç kimse gelmedi...”

 

Sesim çatlamıştı. Gözyaşlarım artık durmuyordu.

 

Pamir abim sessizce bir adım geri çekildi. Sonra yutkundu. Ve gözlerini bana dikti. Gözlerinde öyle bir suçluluk vardı ki, neredeyse nefesim kesildi.

 

“Bilmiyorsun...” dedi kısık bir sesle. “Ben... seni her gün izledim, Elis. Ama yaklaşamadım.”

 

“Sana kim engel oldu?! Kim?!”

 

“Devlet...” dedi Pamir. “Gizli görevdeydim. Kimliğim silinmişti. Ölümüm sahnelenmişti. Seni korumak için... ortaya çıkamazdım.”

 

O an başımı iki yana salladım. “Korumak mı? Sen beni o evde ölüme bıraktın. Her şeyimle. Ruhumla!”

 

Pamir abim bir adım daha yaklaştı.

 

“Seni takip ettim. Okuluna, parkta yürüdüğün yolları... hatta bazen sırf seni bir an görmek için yüzlerce kilometre geldim. Ama... seni sadece uzaktan koruyabildim. O evin içine giremezdim. Bir kez girseydim... her şey mahvolurdu. Sen daha da çok zarar görürdün.”

 

“Sence zarar görmedim mi?!”

 

“Daha fazlası olurdu!” diye bağırdı Pamir abim. “Sana yapacakları şeyler... benim varlığımı öğrenselerdi... seni daha çok yaralayacaklardı. Sen... benim sustuğum her saniyede yaşadın, biliyorum. Ama... hayatta kaldın.”

 

Elim göğsümdeydi. Nefes almaya çalışıyordum. Gözlerim bulanıktı.

 

“Sadece yaşadım. Hayatta kalmak başka, Pamir abi. Yaşamak başka... Ben çocukken öldüm. Her gün yeniden.”

 

O, ellerini iki yana bıraktı. “Ben de her gün öldüm, Elis. Ama bizi ayakta tutan şey... bir gün karşılaşmaktı.”

 

Sessizlik... ağırdı. Gecenin içinden sadece bir araba geçti. Kaldırım taşlarına düşen gözyaşlarımızdan başka ses yoktu.

 

Sonra Pamir abin yavaşça cebinden eski, buruşmuş bir kağıt çıkardı. Bir çizim.

 

Benim çocukken yaptığım bir resimdi. Bir ev. Yanında uzun boylu bir çocuk, saçları rüzgarda dalgalanıyor. Altında bir cümle yazılıydı, çarpık harflerle:

 

"Beni kurtaracak abim var."

 

Uvuzlarıma kadar titredim.

 

Pamir abimin sesi titreyerek konuştu:

“Yıllarca cebimde taşıdım bunu. O resmi bulduğum gün... yemin ettim. Ama sözümü o zaman tutamadım. Şimdi buradayım.”

 

Gözlerimi kağıda diktim, o çizimi hatırladım. Kırık bir defterin arkasına çizmiştim. Saklamıştı.

 

“Keşke...” dedim. “Keşke bunu hiç çizmeseydim. Çünkü hiç kimse gelmedi... ve ben o resmi her gördüğümde daha çok yalnız kaldım.”

 

Pamir abim eğildi. Ellerini omuzlarımda hissettim, çok sert sıkmıyordu. 'Ben artık buradayım' der gibiydi.

 

“Şimdi buradayım. Çok geç kaldım, biliyorum. Ama seni o karanlıktan sadece almak için değil... birlikte çıkmak için geldim.”

 

Tekrar o an tüm vücudum titredi. Ve başımı Pamir’ abimin omzuna koydum.

 

“Ama bir daha gidersen... seni affetmem.”

 

Pamir abim gözlerini kapattı.

 

“Bir daha gitmeyeceğim.”

 

Uzaktan gelen motor sesi ile Pamir abim beni arabaya geri oturttu ve kapımı kapattı, motor sesi iyice yaklaştı. Tozlu yoldan gelen far ışığı gözümü kamaştırırken, Pamir abim arabadan çıkmamı engellemek istercesine elini önüme koydu.

 

“Dur burada.”

 

Sesindeki sertlik kadar, altında yatan gerginliği de hissettim. Pamir abimin nefesi hızlanmıştı. Sanki az sonra olacakları kendisi bile kestiremiyor gibiydi.

 

Motosiklet, arabanın birkaç metre ötesinde durdu. Farlar kapanınca karanlıkta sadece adımların sesi duyuldu. Kaskı çıkaran kişi, tanıdık bir yüzü ortaya çıkardı.

 

Resul abim.

 

Gözlerimi kırpmadan baktım ona. Saçları dağınık, yüzü yorgundu. Gözleri… gözleri hâlâ yılların içinden konuşan bir adamın gözleriydi. En son gördüğümde beni o lanetli evden çıkarmıştı, hızlıca arabadan çıktım ama gözleri tam Pamir abime odaklandığını için öylece durdum ve izledim.

 

Resul abi olduğu yerde dondu.

 

Bakışları boşlukta takıldı, sonra titredi.

 

“Yok artık…” dedi, boğuk bir sesle. “Hayır…”

 

Pamir abim kıpırdamadı.

 

Sadece bir adım attı ileriye.

 

“Resul…”

 

Resul abi geriye bir adım attı, sanki bir hayalet görmüş gibi. “Sen… sen…”

 

Kelimeyi tamamlayamadı. Gözleri doldu. Elindeki kask yere düştü. Ağzından çıkan nefes, bir çığlık gibiydi. Benim gibiydi, inanamıyor gibiydi.

 

“Sen ölmüştün lan!”

 

Bir tokat gibi çarptı o cümle yüzüme. Havadaki sessizlik yerle bir oldu.

 

Ben hâlâ öylece duruyordum şok içinde, Pamir abimin hic kimseye gerçeği neden söylemediğini merak ettim. Beni korumak içindi onu anlamıştım ama Resul abi? Onunla aynı savaşta omuz omuza mücadele etmemiş miydi?

 

Pamir abim yürüdü. Adımları yavaş, elleri açık.

 

“Ben… görevdeydim Resul. Söyleyemedim. Kimseye.”

 

“Bana bile mi?!” diye bağırdı Resul abi. “Bana bile mi?! Beraber can verdik biz! Aynı çatının altından çıktık, aynı toprağa bastık! Ve sen... mezarını izlettin bana!”

 

“Emirdi.” Pamir’in sesi çatladı.

 

Resul abi kafasını iki yana salladı. Gözlerinden yaş akmıyordu. Çünkü bu ağrı ağlamayı bile aşıyordu. Haklıydı, abimi savunacak hiç bir yanım yoktu!

 

“Beni bile ölüme gömdün, haberin yok.”

 

Dayanamadım, araya girmek istedim. Çünkü bu konu uzayıp gidecekti. Bir kaç adım attığım da Resul abi beni fark etti, gözleri o yorgunluğu silip atarken yerine saf sevgi ve merhametle doldu.

 

"Bacım."

 

Kollarını kaldırdığı gibi sımsıkı sarıldım, omuzları çökmüştü, bildiği doğru yanlış çıkmıştı. Benim gibi senelerce boş bir mezarı mesken etmişti kendine. Arkamdan duyduğum derin bir iç çekişten sonra Pamir abimin sesi doldurdu, ıssız sokağı.

 

“Ben sadece görevde ölmedim, Resul. O evde de öldüm. O hayatı, o yalanları da bırakmak zorundaydım. Ama şimdi… artık hiçbir yere gitmeyeceğim.”

 

Resul abim benden ayrılıp ileri bir adım attı. Yüz yüze geldiler. Sanki yumruk atacak gibiydi. Ama yapmadı.

 

Elini Pamir abimin omzuna koydu. Sesi titriyordu:

 

“Ben seni affetmeyeceğim, bunu bil. Ama… seni yeniden gördüğüme sevindim lan. Hâlâ buradasın.”

 

Sonra döndü, bana baktı.

 

“Sende hemen affetme Elis, senin neler çektiğini bir sen ve birde ben bilirim."

 

Bir şey demeden elinde ki motor anahtarını Pamir abime vererek konuşmasına devam etti.

 

"Komutan aradı beni ve buraya gelmemi söyledi, arabayı ben alacağım ve imha edeceğim."

 

Abim kafasını sallayarak Resul abinin kaskını bana uzattı, bir şey demeden Resul abiye sarılıp iyi geceler diledim ve kaskı taktım. Abim arabanın anahtarını Resul abiye verdi ve dostça selamlaşarak ayrıldılar.

 

Saçlarım rüzgarın etkisiyle arkaya doğru uçuşurken abimin beline sıkıca sarıldım, abime sarılmayı özlemiştim!

 

Eve yaklaştığımızda otomatik kapı açıldı ve Pamir abim motoru hızlıca bahçeye doğru sürdü. İkimizde motordan indiğimizde öylece durduk, derin bir nef alarak bir adım attım. Bir adım ve bir adım derken, dış kapıya gelmiştik. Elimi kaldırdım ve zile bastım. Bu gece o kadar uzun ve çetrefilli olacaktı ki!

 

Eve geleli yarım saat olmuştu, herkes önce bana daha sonra ise Pamir abime bakıyorlardı herkes salondaydı. Belgeler masaya serildi. Pamir abim sustu.

 

Ben de sustum.

 

Ama o an biliyordum.

 

Her şey şimdi başlayacaktı.

 

Ve o akşam başka bir sessizlik daha çöktü evin üzerine.

 

Pamir abim derin bir nefes aldı, gözleri dolu dolu.

 

“Ben... ben küçük bir çocukken kaçırıldım. Üç, belki dört yaşındaydım. O yüzden sizi tam hatırlamıyorum. Bazen sadece bulanık anılar kalıyor zihnimde; bir gülüş, bir dokunuş..."

 

Masadaki sessizlik derinleşti. Annem gözyaşları içinde, sesini titrek çıkardı:

 

“Pamir... seni yıllarca aradık. Kaybedeli yıllar oldu ama kalbimizde hep umut vardı.”

 

Pars sertçe karıştı:

 

“Nasıl olur? O çocuk kayboldu diye yaşadığımız hayatı mı yalan sayacağız şimdi?”

 

Araf öfkeyle:

 

“Senin için ne kadar endişelendik. Neredeydin yıllarca? Bize neden hiç ulaşmadın?”

 

Pamir’ abimin sesi kırılmaya başladı:

 

“Ben... size ulaşmak istedim, ama... beni başka bir hayat bekliyordu. Gerçek babamı, annemi, kardeşlerimi bile bilmeden büyüdüm. O evde bana ‘aile’ diye öğrettikleri aslında yalanmış.”

 

Yankı acıyla:

 

“Bize bunları neden şimdi anlatıyorsun? Neden yıllarca sakladın?”

 

Benim gozlerim dolarken öğrendiğim gerçekle, sevinsem mi üzülsem mi bilememiştim. Pamir abim benim öz abimdi, üvey değil ve ikimizin yaşadığı şeyler o kadar benzerdi ki! Uzandım elini sıkıca tuttum.

 

"Sen benim ilk abimsin, bu aile bu davayı bir kere yaşadı ve bir daha yaşayabilir bence."

 

Eymen sessizce başını salladı, destek verircesine.

 

Salondaki hava, kırılganlık ve karmaşa içinde ağırlaşıyordu. Herkes kendi acısıyla savaşıyor, geçmişin hayaletleriyle yüzleşiyordu

 

Pars, gözlerini kaçırarak konuştu:

 

“Benim için bu çok ağır. Küçükken ikizimi kaybettim sandım. Şimdi karşıma çıkması... Yani... nasıl davranacağımı bilemiyorum.”

 

Pamir abim başını öne eğdi, gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü:

 

“Ben de bilmiyorum Pars. Ama size gerçekleri söylemek, o acıyı paylaşmak istiyorum. Beni aramayışınız için kızmıyorum, anlayış bekliyorum.”

 

Annem yavaşça Pamir abimin elini tuttu, titrek sesiyle:

 

“Çocukluğunu, kayboluşunu, büyürken yaşadığın yalnızlığı hiç bilmiyorduk. Şimdi seni bulduk, seni kaybetmeyeceğiz.”

 

O sırada Yankı itiraz etti:

 

“Kanıt yokken bunu nasıl kabul edeceğiz? Yıllardır ailemizden biri değilmiş gibi yaşadı. Biz ne hissedeceğiz?”

 

Eymen yanıt verdi:

 

“Kanıt gelecek. DNA testi var. Gerçeği saklayamayız.”

 

Pamir abim çantasından sararmış bir zarf çıkardı, titreyen elleriyle önlerine koydu.

 

“Bu, yıllar önce alınmış DNA testi sonuçlarım. Artık inanmayan kalmasın.”

 

Salondaki herkes sonuçları inceledi. Uzun sessizlikten sonra annem hıçkırıklarla ağlamaya başladı, babam gözlerini kaçırdı, Pars gözleri dolu dolu baktı.

 

Ben ise derin bir nefes aldım, yutkundum.

 

“Artık gerçekler var. Artık birbirimize ihtiyacımız var.”

 

O an, o karanlık odada, geçmişin ağırlığı bir nebze hafifledi. Ancak önümüzde kocaman bir yol vardı

 

Pars ayakta zor duruyordu.

 

“Bu... bu ne demek?” diye fısıldadı.

 

Pamir gözlerini kaçırmadan konuştu:

 

“Beni bir görevden değil, bir yalandan korudular. İkiz olduğumuzu kimse bilmemeliydi. Devlet bile. Koruma altındaydım. Ama şimdi, artık o perde kalktı.”

 

Kimse konuşamadı.

 

Pars gözyaşlarını saklamadı. Araf, alnını iki parmağıyla ovuştururken sadece bir cümle mırıldandı:

 

“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

 

Ve o akşam, sadece yılların suskunluğu değil, gerçekler de sofraya oturdu.

 

Her şey şimdi başlamıştı.

 

Pamir’in sesi titremedi. Onca yıl saklanmış bir adam gibiydi ama gözleri, anlatamadığı acıları haykırıyordu.

 

Pars hâlâ donuk bir halde ona bakıyordu.

 

“Sen… nasıl?”

Sesi çatallaştı. Yutkundu.

“Nasıl söylemezlerdi bunu bize? Benim ikizimdin. Bir hayat boyunca neden sustular?”

 

Pamir yaklaştı, Pars’ın omzuna dokundu.

“Söyleyemediler, Pars. Çünkü söylemelerine izin verilmedi.”

 

Babam belgeleri incelediği masadan başını kaldırdı.

“Bu yalnızca bir aile meselesi değil. Bu belgelerle birlikte, çok daha büyük bir yapının içine çekildiğinizi anlamanız gerekiyor.”

 

Annem babama dönerek konuştu.

“Sen biliyor muydun?”

Gözleri nemliydi. Babamı eli titredi.

 

“Ben... sadece bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum. Ama

Pamir’in öldüğünü düşündük hepimiz.”
Gözleri Pamir abime döndü.
“Ben seni mezarına bile ağlayamadım.”

Pamir abi sessizce başını eğdi.
“Ben orada değildim. Hepiniz başka birini uğurladınız.”

Öylece oturduğum koltukta Pamir abime döndüm ve dilimde bit türlü bitmeyen o soruyu sordum.

“Beni neden o anda oradan çıkardın?”
Sesi yumuşaktı ama içinde bin parçalık bir sarsıntı taşıyordu.

Pamir abi başını hafifçe sağa çevirdi.
“Çünkü onların seni fark etmesi bir felaket olurdu. O ev hâlâ aynı değil, Elis. O evin içi hâlâ karanlık. Ve ben... o karanlığın içinden geldim.”

Pars abi ileri atıldı, sesi yükseldi.
“Sen bize geri geldin ama hayatlarımız parçalandı Pamir. Biz... ben seni toprağa gömdüm. Ruhumu oraya bıraktım. Ve sen şimdi... buradasın.”

Pamir abi sakinliğini bozmadan cevap verdi:
“Ben de kendi mezarıma gömüldüm. Ama mezarımın taşında bir isim bile yoktu. Kimliğim yoktu. Anılarım sadece benimleydi. Şimdi... onları geri vermeye geldim.”

Araf ayağa kalktı, yumruklarını sıktı.
“Bu belgeler... törerle ilgili belgeler, devletin içindeki yapı, Elis’in karıştırıldığı bebek olayı... Hepsi tek bir noktaya mı çıkıyor?”

Babam kaşlarını çatmış, sessizce başını sallıyordu.
“Evet. Ve o noktanın adı: LARMES.”

Salonda bir sessizlik daha oldu. Sanki nefes bile almayı unuttular.

Pamir abim devam etti:
“Larmes, yalnızca bir proje adı değil. Aynı zamanda... bu yapının kod adıdır. O evdeki belgeler, yalnızca başlangıç. Asıl belgeler, benimle gelenlerin içinde.”

Babama döndüm ve içimi kemirip bitiren sorunu sordum.

“Peki şimdi ne olacak?”

“Şimdi... geçmişin gölgesinden çıkıp savaşmaya başlayacağız.”

İlahi bakış açısı;

Salonun ışıkları sönmüş, ev yavaşça sessizliğe gömülmüştü. Herkes kendi içine kapanmış, az önce öğrenilen gerçeğin ağırlığını sırtına almıştı.

Ama iki kişi… hâlâ ayakta, hâlâ geçmişin kıyısındaydı.

Pars, kütüphanenin önünde durmuş, duvardaki eski bir aile fotoğrafına bakıyordu. Henüz beş yaşındayken çekilmiş, sağında annesi, solunda... boşluk. O boşluk bugün tamamlanmıştı. Ama bu tamamlanma, yırtılmış bir sayfayı bantla birleştirmek gibiydi. Hâlâ okunamayan cümleler vardı.

Arkasında bir ayak sesi duydu. Yavaş, dikkatli… ama yıllar sonra ilk kez bir araya gelen bir yüreğin sesiydi bu.

Pamir’di.

“Bu fotoğrafa hep baktım,” dedi Pars, sesi taş gibi soğuk. “Ama şimdi anlıyorum… eksik olan sadece bir figür değilmiş. Bir parçam eksikmiş.”

Pamir yaklaştı, durdu. Ellerini cebinde sıkıyordu.
“Ben de hep eksik kaldım. Ama farkı şuydu… Ben neden eksik olduğumu bile bilmiyordum.”

Pars ona döndü. Gözleri yaşlı değildi; daha yıkıcıydı.
“Ne zaman kaçırıldın?”

“Üç yaşımda. Bir hastane yangını… karmaşada beni bir araçla götürdüler. Sonrası sadece kodlar, eğitimler, sessizlik. Aile... sadece bir kavramdı. Anlamı yoktu.”

Pars bir adım yaklaştı.
“Sen… benim ikizimdin. Ben seni her gece rüyamda çağırdım. Ne olur bir iz bırakmış olayım diye dua ettim. Ama annem ağladığında nedenini sormadım, babam sustuğunda neden sessiz olduğunu anlamadım.”

Pamir başını eğdi.
“Çünkü seni koruyorlardı. Annem ve babam yıllarca senin ‘tek’ olduğunu sandılar. Ben… sistemin gözünde sadece bir ‘gölge’ydim. Çocukken bana ‘Pars’ ismini fısıldayan bir kadın vardı. O isim, kalbimin en iç noktasında yankılandı hep.”

Pars yumruğunu sıktı.
“Sen orada büyürken, ben burada parçalandım. Her doğum günümüzde içimde bir eksiklik olurdu. Sanki bir mum eksikti hep. O boşluğu ‘acı’ sanmıştım. Meğer senmişsin.”

“Ben de her doğum günümde neyi kutladığımı bilmeden mum üfledim,” dedi Pamir. Sesi titriyordu. “Gözlerimi her kapattığımda yabancı yüzlerin arasında bir silüet görürdüm. Senin yüzündü. Ama bilmezdim… adını bile koyamazdım.”

Pars bir adım daha yaklaştı. Aralarındaki mesafe birkaç santime düşmüştü artık.
“Pamir… neden şimdi?”

“Çünkü sistem çöktü. Artık bana ihtiyaçları kalmadı. Gizli görevim bitti. Ama içimdeki boşluk… asla bitmedi. Seni gördüğüm an, her şey geri geldi. Biz ikiziz, Pars. Bu bağ… zamanla değil, kanla yazılmış.”

Pars’ın göğsü inip kalkıyordu. Gözleri nemlendi, ama gözyaşlarını tutuyordu.

“Beni affet,” dedi Pamir fısıltıyla.

“Affedemem,” dedi Pars.
“Çünkü suç senin değil.”

O an durdular. Göz göze. Yıllarca ayrı düşen iki yürek, birbirinde aynı ritimde çarpıyordu şimdi.

Pars, bir anda ileri atıldı ve Pamir’i sımsıkı sarıldı.

“Beni sensiz büyüttüler. Ama şimdi buradasın. Artık eksik değiliz.”

Pamir sarılırken titredi. Gözlerinden yaşlar süzüldü.
“Artık yalnız değilim…”

Sessizlik uzun sürdü. Ama bu sefer sessizlik… huzurluydu. Çünkü o gece, sadece iki kardeş buluşmadı.

İki yarım bir bütün oldu.

Bölüm sonu ❤️‍🔥

Bölüm : 12.07.2025 01:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...