Gözlerimi araladığımda hissettiğim ilk şey, başıma saplanan yoğun bir ağrıydı.
Ne olduğunu başta kestiremedim, hatta nerede olduğumu bile idrak edebilecek güçte değildim. Ama saçlarımı okşayan bir elin varlığını hissedince aniden irkildim. Ateş'ten başka kimse saçlarıma dokunamazdı. Başımı kaldırdığımda, karşımdaki kişinin gerçekten de Ateş olduğunu gördüm. Gözleri endişeyle üzerimdeydi.
Restorandan çıkarken eve gideceğimi söylemiştim. Evin kapısına vardığımda, bir yandan anahtarı ararken diğer yandan Ateş’i aramakla meşguldüm. Uzun zaman olmuştu ve hâlâ gelmemişti. İçimi bir huzursuzluk kaplamıştı ama elimden bir şey gelmiyordu.
Anahtar elimden düştü. Eğilip aldım ama telefonla uğraşmaya devam ettim. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde ise kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu.
Kapının önünde, siyahlar içinde, iri yarı bir adam duruyordu.
Silahını doğrultmuş, keskin bakışlarla bana bakıyordu.
Tam konuşacakken, arkasından bir ses duyuldu:
"Neyi bekliyorsun? Bayılt artık!"
Ve o an, silahın kabzasının başıma inmesiyle her şey karardı.
Korkuyla Ateş’in ellerine yapıştım, yüzüne baktım. Ama onun da pek iyi görünmediğini fark ettim.
Bana bir şey olacak diye mi bu kadar korkmuştu?
"Ateş… Adamlar vardı… Evde… Sana zarar vermediler, değil mi? İyisin?" diye sordum, endişeyle onu baştan aşağı süzerek. Görünürde bir yarası yoktu.
O an gözlerini bana çevirdi ve içimi ürperten bir manzarayla karşılaştım.
İçimde beliren korkuya rağmen güçlü kalmaya çalışarak sordum:
"Ateş, iyi misin? Birtanem, ne oldu? Korkuyorum… Neden ağlıyorsun?"
Sol gözünden bir damla yaş süzüldü.
"Özür dilerim… Çok özür dilerim," diye fısıldadı.
Kendimi olduğum yerde kilitlenmiş hissettim.
"Kendime engel olamadım, Su," diye devam etti. "Ben… Ben öldürmek istememiştim… Sana bir şey olacak diye korktum, yemin ederim. Ben öldürmek istemedim."
Gözyaşları boynumu ıslatıyordu.
Ama bunları sormadım. Onun da güçsüz olduğu anlar vardı. Ne kadar yıkılmaz bir dağ gibi görünse de, omuzlarındaki yükün ona ağır gelmiş olabileceğini biliyordum.
"Ağla…" dedim fısıltıyla, elimi saçlarının arasına gezdirerek. "Ben yanındayım. Ağla."
O an içli içli ağlamaya devam etti. İçim parçalanıyordu. Onun bu halini ilk kez görüyordum.
"Annemi ve babamı kaybettim, Su."
Kafam karıştı. Onların öldüğünü zaten biliyordum. Peki, neden şimdi bunu söylüyordu?
"Bana annemi ve babamı kaybettiğim gerçeği ilk kez bu kadar ağır geliyor, Su," dedi. "Ben beş yaşındaydım öldüklerinde ama..."
"İlk defa gittiklerine ve bu boşlukla böylesine burun buruna geldim," dedi ve daha da sıkı sarıldı. "Ben sana aynı acıyı yaşatmak istemezdim, Su. Çok özür dilerim. Beni affedebilecek misin?"
İki elimle yüzünü kaldırdım, yanaklarını avuçlarımın arasına aldım.
"Ne için affetmemi istiyorsun, sevgilim? Ben hiçbir şey anlamıyorum."
O an gözleri büyüdü, şaşkınlıkla bana baktı.
"Se… Sen bilmiyorsun…" diye kekeledi. "Sen… Hâlâ bilmiyorsun."
İçimde bir şeyler kıpırdanmaya başladı.
Gözlerini kapattı. Gözyaşları kirpiklerinden süzülmeye devam ediyordu.
"Sen… Su, sen buraya ait değilsin aslında."
Ama bir şey söylemedi. Sadece nefesini düzensizce alıp veriyordu.
"Ben… Senin babanı öldürdüm, Su."
Ama bu saçmalıktı. Babam bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Hatta Ateş de yanımdaydı o zaman.
"Aşkım, babam trafik kazasında öldü," dedim, başımı iki yana sallayarak. "Hastanede beraberdik, cenaze işlemlerini bile birlikte yaptık. Hatırla."
"O değil, Su…" diye mırıldandı. "Öz baban. Öz baban da öldü."
Gözlerim karardı. Başım dönüyordu. Ellerim titredi.
"Bak, Su… Senin baban, benim annem ve babamı öldürdüğü gün…"
"Ne diyorsun? Kim kimi öldürdü? Kim kime evlatlık verildi?"
Ateş artık konuşmuyordu. Gözleri büyümüş, beni şok içinde izliyordu.
Ve o, dudaklarından tek kelimeyi güçlükle döktü:
Beynime bir şey saplanmış gibi hissettim. Başım dönüyordu. Ateş ismimi sayıklayarak bağırdı ama ben hiçbir şey duyamıyordum artık.
❄
On iki gündür hastanedeydik. Gül Hanım hâlâ neden Su’ya gerçeği söylediğimi sorguluyordu.
"O şerefsizi öldürmüşsünüz işte! Neden Su’ya böyle bir şeyi anlattın? O bunları kaldıramaz. Küçükken geçirdiği birçok hastalık var, sayısız operasyon geçirdi, bağışıklığı çok zayıf... Neden söyledin?"
Ama bunu saklamam imkânsızdı. Su’nun sağlık raporlarının hepsini incelemiştim. Bu düşüncemi sesli dile getirdim.
"Ben Su’nun sağlık raporlarına, hatta kullandığı ilaçlara kadar baktım, Gül Hanım."
"Servet Bey onun her şeyini gizlice hallederdi... O yüzden bilmemen normal."
Bu sözlerden sonra yine uzaklaştı. Davranışları garipti. Tam Gül Hanım’ın hâl ve tavırlarını sorgulamaya başlamışken Servet Şanlısoy hastaneye geldi. Gül Hanım’a, en fazla bir ay sonra kızını yanına alacağını söylemişti. O yüzden dalgın olduğunu, her an ağlayacak gibi göründüğünü söyledi.
Doktorun bize doğru geldiğini fark ettiğimde önünü kestim. Ama önceki günlerden farklı bir şey söylemedi.
"Hastanın tüm kontrollerini yaptık. Kan testi, idrar testi, röntgen, MR... Sonuçları temiz. İstediğiniz için tüm tetkikleri baştan tekrarladık ama değişen bir şey yok. Su Hanım sanki... uyanmak istemiyor. İlk defa böyle bir durumla karşılaşıyorum. Bir tür koma hâlinde ama hiçbir fiziksel sorunu yok. Kendini bu dünyaya kapamış gibi."
Doktor arkasını dönüp giderken Akın yine camın önünden içeri bakıyordu. Günlerdir başından ayrılmamıştı. Bana dinlenmemi söylüyordu ama kendisini bir kere bile yemek yerken görmemiştim. Güçlü durmak, özellikle böyle zamanlarda, her şeyden zordu.
Su için özel olarak tuttuğum oda olduğu için doktorlar girip çıkmamıza karışmıyordu. İçeri girdim. Monitörden gelen sese kulak verdim. Anlamsız çizgiler, kulak tırmalayan bir sesten başka bir şey yoktu. Ama bu sesi duyduğum için bile şükrettim. Yanındaki koltuğa oturup elini tuttum. Hiçbir tepki vermedi.
"Su, bugün on ikinci gün… Bana verdiğin en uzun ceza on gündü. Ama şimdi, nasıl oluyor da beni on iki gündür görmeden dayanabiliyorsun?"
Gözlerimi sıktım. Keşkeler içimi kemiriyordu.
"Keşke o güne dönebilsem... Keşke sana hiçbir şeyi anlatmasaydım. Keşke... Keşke... Ama ben senden bir şey saklayamam ki sevgilim. Sen bana dedin, ne olursa olsun anlat, beraber atlatalım, dedin."
Ellerini tuttum. Soğuktu. Aylardan hazirandı ama Su, ocak ayındaki kadar üşüyordu.
"Biliyor musun? Gül Hanım da, Nur Hanım da… İki annen de iyi insanlar. Ama Nur Hanım hâlâ senin öldüğünü sanıyor. Her yıl sahte mezarına, kapalı bir fanusun içinde kardelen bırakıyormuş. Güneşe rağmen ölmesin, hapis olduğu hâlde yaşasın diye..."
Boğazım düğümlendi. Gözyaşlarımı sildim.
"Biliyor musun? Adın Nilsu olacakmış, sevgilim..."
Sustum. Birkaç saniye nefesimi dengelemeye çalıştım. Ama olmadı.
"Bunu sana on iki gündür söylüyorum, ama yine de söylemek istiyorum... Seni seviyorum, Kardelen’im. Bana 'Esmer Şeker' demeni bile özledim. On iki günde tam bin iki yüz yetmiş dokuz kere seni sevdiğimi söyledim ama yetmiyor. Yetmiyor, Su! Ben ailemi kaybettim diye Allah bana kızdı mı sence? Ondan mı beni seninle sınıyor? Seni de mi benden alacak?"
Ellerine baktım. İğnelerden morarmıştı. Göz altları solgundu. Tek bir parmağını bile oynatsa yeterdi. Ama yine beni boş gönderdi. Gitmeden önce son bir cümle söyledim.
"Su, ahtım olsun ki… Eğer ölürsen, ölürüm. Biliyorsun, benim ağzımdan çıkan söz, benim senedimdir. Öldüğün an, arkandan gelmem dakikamı almaz. Sensiz olmaz."
Elimi elinden çekmeye hazırlanıyordum ki…
Bir hareket hissettim. Çok hafifti. Su, parmağını oynatmıştı.
Kalbim deli gibi atmaya başladı. Hiç vakit kaybetmeden kırmızı alarm butonuna bastım. Koşarak gelen hemşire, önce monitöre baktı. Sonra bana döndü.
Heyecandan nefesim kesilmişti. Ama hemşirenin yüzünde umutsuz bir ifade vardı.
"Refleks olabilir, Boran Bey. Böyle şeylerin mümkün olduğunu söylemiştik."
Başımı onaylar şekilde salladım. Ama içimde bir his vardı.
"Seni seviyorum… Seni seviyorum… Seni seviyorum..."
Ellerini avuçlarımın arasına aldım.
"Eğer beni seviyorsan… Kardelen’im gibi ol. Güçlü ve inatçı ol. Gözlerini aç. Ben daha fazla sensiz kalamam."
Alnına bir öpücük kondurdum. Ama odadan çıkmadım. Koltukta bekledim. Saatlerce. Bazen konuştum, bazen sadece ağladım. Ama her anında yanında oldum.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Başım öne düşerken uyuduğumu fark ettim. Gözlerimi açıp hemen Su’nun ellerini kontrol ettim. Hâlâ soğuktu. Ama…
Yüzüne baktığımda gördüğüm şey beni şok etti.
Su gözlerini açmıştı. Bana bakıyordu. Ama… gerçek mi, yoksa bir hayal mi, emin olamıyordum.
Yerimden fırlayıp yüzünü avuçlarımın arasına aldım.
Sesimin yüksek çıktığını fark edememiştim. Ancak fark ettiren iki şey vardı.
Birincisi, dışarıdan gelen sesler…
İkincisi, Su’nun yüzünü ekşitmesiydi.
Sesinde yorgunluk vardı. Ve yüzünü, benim göremeyeceğim bir konuma çevirdi.
🌹
Tam on iki gün olmuştu Servet’in ölümünün üzerinden. Ama ben bir kere bile ağlayamamıştım. Çünkü ona karşı sevgim yoktu. Yirmi dört yıl boyunca içimde yalnızca bir nefret büyütmüştüm. Onu öldürmeyi ben de defalarca denemiştim ama olmamıştı. Şimdi, kim öldürdüyse… Yemin ederim, alnından öpmek istiyordum.
Bugün de, on bir gündür yaptığım gibi, yine siyahlarımı giyip kabristana gitmek için hazırlandım.
İlk ölüm haberini aldığımda dışarı çıkmamıştım. Çalışanlar rahatsızlandığımı düşünüp odama çekildiğimi söylemişlerdi. Ama o ilk gecesinde… Hayır, onu rahat bırakmaya niyetim yoktu. Herkes çekip gitmişti. Ona hakkımı helal etmek mi? Gülünçtü. İsterlerse bana deli desinlerdi ama helal olmayan bir şeyi nasıl helal edebilirdi insan?
Kızımın benden koparıldığı gün, ben de onu kaybettim. O gün, Servet benim için öldü. Çünkü kızımın ölümünün tek sorumlusu oydu.
Adımlarımı hızlandırdım. İlk gece gittiğim gibi, mezarının başına varana kadar durmadım. Beni durdurabilecek kimse de yoktu zaten.
Mezar taşına her baktığımda, hâlâ ilk günkü gibi donup kalıyordum. Üzerinde kendi adımı görsem, bu kadar şaşırmazdım.
Nefretimi kusmaya hazırdım. O, bir zamanlar her şeyimdi. İhtiyaç gibiydi belki, bilmiyorum… Ama şimdi? Şimdi sadece nefretti.
"Yine ben geldim… Kusura bakma, Efnan’ın yanına gömülmek isterdin belki, bilmiyorum. Ama öyle bir şey olmadı. Kadın mezarında ters dönmesin şimdi…"
Ayakta, dimdik durdum. Göz pınarlarım kurumuştu. Yirmi dört yıldır tek bir damla gözyaşı dökmemiştim. Kızım öldüğünde, o kadar çok ağlamıştım ki… Geriye ağlayacak tek bir damla bile kalmamıştı.
"Bir şey bilmek istiyorum. Neden beni sevemedin, Servet? Neden?"
Sustum. Bir nefes aldım ama içimdeki fırtına dinmemişti.
"Sevmediysen… Çocuğumun olmayacağını, en azından o olaydan sonra bir daha asla anne olamayacağımı biliyordun. Peki neden boşamadın beni? Belki soyunu sürdürecek biri olurdu. Belki sana erkek bir evlat verirdi. Ama sen beni bırakmadın. Ben seni bırakmak istedim, Servet. Ama intikam almak için yanında kalmayı seçtim. Her gün yüzüne vuracaktım. Kadınlık görevlerimi yapmayacaktım. Bir sese, bir gülüşe hasret bırakacaktım seni… Ve yaptım da. Ama sen beni sayısız kez aldattığın için, sanırım senin için pek de sorun olmadı, değil mi?"
Acı bir kahkaha attım. Histerik, öfkeli, yaralı bir kahkaha…
"Peki şimdi ne oldu, Servet? Söylesene, Şanlısoylardan geriye kim kaldı? Ne kaldı? Söyleyeyim… Bir kısır gelin!"
Bağırdım. Sesim kabristanda yankılandı.
"O yere göğe sığdıramadığın soyun bir kısır kadına kaldı, Servet Şanlısoy! Bu toprak seni kabul eder mi sanıyorsun? KALK O TOPRAKTAN! PİSLİĞİNİ BU TOPRAKLARA BULAŞTIRMA! KALK DİYORUM!"
Titreyen ellerimle toprağa vurmaya başladım. Defalarca.
Geriye birkaç adım attım. Ciğerimdeki nefes ağırlaştı. Çektiğim acı azalıyor muydu? Hayır. Ama biraz olsun rahatlamak istiyordum. İçimde yirmi dört yıldır birikmiş her şeyi dökmek istiyordum.
Kabristanın çıkışına vardığımda, son bir kez arkama baktım.
Bir daha buraya yalnızca kızımın mezarı için gelirdim.
Servet, benim için mecazi olarak değil, artık gerçekte de ölmüştü...
💦
Bölüm nasıldı, Su sizce neler yaşıcak.
Nur abarttımı sanki biraz yada az bile mi yaptı?
Sizi bilemem ama ben Ateş'e çok üzüldüm.
Herşeyi bilip, susmak ne büyük bir kambur değil mi?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
11.2k Okunma |
707 Oy |
0 Takip |
53 Bölümlü Kitap |