
05.11.2005
Ben bir mucizeyi içimde taşıyorum. Yıllar sonra bana gelen mucizem… Güzel kızım…
Bu günlüğü sana yazıyorum ama şu an öyle hareketlisin ki… Sanki bu dünyayla tanışmak için sabırsızlanıyorsun.
Seni görmek, kokunu duymak için öyle heyecanlıyım ki anlat—
Devamını getiremedi. Bir anda kasıklarına saplanan keskin bir acıyla kalemi defterin üzerine düştü. Doğum daha başlayamazdı… Çok erkendi.
Bebeği henüz 7,5 aylıktı. Evet, biraz hareketliydi ama daha doğmaması gerekiyordu.
Bir şey olacağından korkarak titreyen elleriyle telefonu eline aldı. Son aramalardan ilk numarayı çevirdi. Telefon ikinci çalışta açıldı. Karşıdan eşinin sesi geldi:
“Söyle Sunam, söyle gözümün bebeği, kızımızın annesi. Emret sultanım.”
“Ci… Civan… Çok sancım var. Ne olur, çabuk gel… Kızıma bir şey olmasın, lütfen… Lütfen çabuk gel.”
“Sakin ol bebeğim, bekle. Geliyorum ben… Derin derin nefes al. Sunam, duyuyor musun beni?!” Birkaç korna sesi duyuldu. “Geliyorum, merak etme. Sakın kapatma telefonu.”
“Civan, acele etme… İyiyim ben. Yavaş kullan arabayı, kızımla ben seni bekleriz, babası.”
Ama kasıklarına giren bir başka sancı onun aksini söylüyordu. Dudaklarından küçük bir inilti çıktı.
“Dayan Sunam, dayan güzel gözlüm. Çok yaklaştım, birazdan yanındayım… Sunam! Susma! Gözünü seveyim, konuş! Konuş, cevap ver bana!”
“Acele etme, Civan… Yavaş gel lütfen… Aklım sende kalmasın.”
“Tamam güzelim… İyiyim ben. Sen kendine ve kızımıza dikkat et.”
Telefondan gelen sese bakmak için cihazı kulağından uzaklaştırdı. Şarjı çok az kalmıştı.
“Civan, şarjım az. Kapatmam gerek… Dikkatli gel.” diyerek telefonu kapattı.
Birkaç adım atıp kızının odasına girdi. Çantasına birkaç eşya atmaya başladı. Ne koyması gerektiğini bile bilmiyordu. Eline gelen birkaç kıyafet, bez, biberon, battaniye… Aceleyle çantasını aldı ve dış kapıya yöneldi.
Tam dışarı çıkacakken gelen sancıyla dizlerinin üzerine çöktü. Sırtını duvara yaslayıp nefes almaya çalıştı.
Daha kızının adı bile yoktu…
Meleği çok aceleciydi. Annesini ve babasını görmek için sabırsızlanıyordu.
Üzerindeki buz mavisi elbisesinin eteklerine baktığında donup kaldı.
Kıpkırmızıydı…
Kanamam mı vardı? Kızım… Kızımın durumu nasıldı?
Acıya daha fazla dayanamadı. Gözleri karardı ve bilincini kaybetti.
---
Gözlerini açtığında hastanedeydi.
Civan başucunda ağlıyordu.
Nedenini soramadı. Eli refleksle karnına gitti. Bebeğini ondan almışlardı…
“Civan… Bebeğim… Bebeğimi ne zaman getirirler? Çok merak ediyorum onu… Kızımı bana göstersinler, lütfen.”
Civan nefesini titreyerek verdi.
“Sunam… Şey… Bebeğimiz… Kızımız dayanamadı. Kızımız hayata tutunamadı.”
“Şaka mı yapıyorsun sen?” diye fısıldadı. “Ben hissediyorum. Benim kızım yaşıyor! Eğer gerçekten ölmüşse getirin onu bana! Bak, hisseder hissetmez ağlayacak! Göreceksin!”
Civan başını eğdi. “Suna… Kızımız melek oldu.”
“Gördün mü, Civan?! Gördün mü?!”
“Gördüm… Gördüm tabii…”
“Bende görmek istiyorum! Kızımı gösterin bana!”
Hemşire araya girdi. “Kızınız emin ellerde, merak etmeyin. Belgeleri hallettikten sonra cenazeyi teslim edeceğiz.”
“SİZE KIZIMI BANA GÖSTERİN DEDİM!”
Sinirden ağlayamıyordu bile. Anneler hissederdi… Ve o, kızının yaşadığını hissediyordu!
“BANA KIZIMI GÖSTERİN DİYORUM!”
Elleriyle yatağa vurdu.
“KIZIMI İSTİYORUM! BANA ONU GÖSTERİN!”
“Suna… Sakin ol birtanem, sakin—”
“NE SAKİNİ, CİVAN?! KIZIMI İSTİYORUM BEN!”
Hemşire hızla odadan çıkıp bağırmaya başladı:
“Hemen doktora haber verin! Hasta sinir krizi geçiriyor!”
Üç doktor içeri girip ellerini tuttu. Bir iğne vurulduğunu hissetti.
“Lütfen… Bana kızımı getirin… Kızımı istiyorum…”
“Sakin olun, Suna Hanım. Lütfen sakin olun.”
Göz kapakları ağırlaştı. Uykuyla savaştı ama kaybetti.
Uykuya dalmadan önce gözlerinden süzülen yaşın yanağından yastığa aktığını hissetti.
Ellerini oynatamıyordu.
“Benim kızım öl…”
Cümlesini tamamlayamadan gözleri kapandı.
Ama bir şeyi biliyordu.
Onun kızı ölmemişti.
🪷
05.11.2024
Gözlerimi aralayıp yüzüme vuran güneşe baktım. Perdeyi kapatıp uyumaya bir türlü alışamamıştım. Kalkıp perdeyi çektim. Tam tekrar yatağa girecekken alarmın çalmasıyla derin bir iç çektim.
Elimi yüzümü yıkadım. Üniversiteye bu yıl başlamıştım ama bu bölümü hiç istememiştim… "Ailem zorla okutuyor" desem daha doğru olurdu. Siyah saçlarımı at kuyruğu yapıp göz kalemimi çektim. Onsuz asla olmazdı, benim imzam gibiydi. Dudağıma, kendi rengimden bir ton koyu bir ruj sürdüm; pek fark edilmiyordu bile.
Aşağı inip anneme arkadan sarıldım.
"Günaydın Aslı Hanım. Bugün de pek bir güzeliz bakıyorum."
Annem elinde kahvesiyle bana yandan bir bakış attı.
"Şüphen mi vardı, Ahu? Annen her zaman güzeldi."
"Tamam, tamam, bir şey demedik... Babam nerede?"
"Nerede olacak? Acil işleri varmış, erken çıktı."
"Anladık Aslı Hanım..." Ağzıma fermuar çekip tek kelime söyledim. "Sustum."
Bizim aile böyleydi işte, sohbet olmazdı. Üstelemedim, her zamanki gibi… "Çıkıyorum anne, geç kaldım bile!"
"Tamam, Ahu. Geç kalma, bugün baban erken gelecek."
Ağzıma bir peynir daha atıp çayımı yudumladım. Aceleyle koşturduğum için baştan savma bir cevap verdim.
"Tamam anneğğğ, tam zamanında geleceğim!" diyerek spor ayakkabılarımı giyip çıktım.
Sade biriydim zaten. Süse, püse önem vermezdim. Sıradan bir kazak, pantolon ve deri ceketle yola koyuldum. Günlük rutinime bir yenisini eklemek imkânsızdı.
Üniversite yakındı. Zaten ailem buradan başka bir yere gitmeme izin vermeyince yapacak bir şey kalmamıştı. Mimarlık okumaksa büyük bir azaptı…
İstediğim bölüm değildi. Ama kabul etme sebebim, benden başka kimseleri olmayan ailemdi.
Ailem sessiz, sakin ve soğuk insanlardı. Ben ise onların aksine daha hareketliydim. Fiziksel olarak da aileme pek benzemiyordum. Esmerdim, kahverengi gözlerim ve dolgun dudaklarım vardı. En büyük farkım ise gamzelerimdi.
Okula yakın olsun diye buraya taşınmıştık. Daha ilk senemdi ama okula bu kadar yakın olmaya ne gerek vardı sanki… Burası küçük bir yerdi. En sevdiğim yer ise ormanlık yolun sonundaki uçurumdu. Manzarası harikaydı…
Sessiz yerler beni kendine çekerdi. Ama ailem lüks ve gösterişi severdi. Annem hastanede hemşireydi, geliri iyiydi. Babamın adı Kutay’dı ve mimardı. Zaten bu yüzden benden mimar olmamı istemişti.
Düşüncelere dalarak yürüdüm. Sabahları burası çok ıssız olurdu, pek insan da bulunmazdı. Hava da soğuktu. Montumun fermuarını çektim, adımlarımı hızlandırdım.
Üniversite sıcaktı, hemen sınıfa koştum. Hoca derse çoktan girmişti. Beni görünce "Geç" demek yerine abartılı el kol hareketleri yaptı. Bu hocaya zaten ayar oluyordum…
Dersi de kendisi de sıkıcıydı. Kalem eteği ve beyaz gömleğiyle kendini dekan falan sanıyor olabilirdi. Konuşmasını bitirip, havalı zannettiği sesiyle konuşmaya başladı.
"Ahu Hanım da teşrif ettiğine göre dersimize devam edebiliriz arkadaşlar," diyerek masaya vurdu. "Şşşt, sessizlik!"
Sorun şuydu ki, konuşan bile yoktu. Kadın kendi kendine hareketler yapıp, kendi kendine zaman öldürüyordu.
Kapı tıklatıldığında yine umursamazca baktı. İçeri uzun boylu bir çocuk girdi. Bana düşmanıymışım gibi davranan hoca, bu çocuğa gülümsedi. Daha da sinir oldum tabii.
"Gel bakalım delikanlı," dedi, ardından sınıfa döndü. "Sınıfımıza yeni bir öğrenci katıldı. Kendini tanıt istersen."
"Adım Sarp. Sarp Kılıç," dedi, ardından duraksadı. Haklıydı, daha ne söyleyebilirdi ki? "Yerime geçebilir miyim?"
Hoca bozuldu ama çaktırmamak için yapmacık bir gülümseme takındı.
"Tabii, Sarp. Geçebilirsin."
Daha yeri bile yoktu. Ben en arkadaydım ve genelde kimse yanıma oturmazdı. O yüzden defterime bir şeyler karalamaya başladım.
Bir süre sonra başımı kaldırdım. Herkes bana bakıyordu. Gerildim. Göz önünde olmayı sevmezdim.
Soluma dönünce daha da şaşırdım. Yeni çocuk yanıma oturmuştu. Şaşırdım ama sustum.
Bir süre daha bana bakıp önlerine döndüler. Hoca yine bir şeyler zırvalıyordu, ben de karalamaya devam ettim. Yeni bir "şaheser" çıkaracaktım.
Gülümsedim.
Zil çaldığında herkes dışarı çıktı ama ben çıkma gereği duymadım. On beş dakikalık arada ne yapılabilirdi ki?
Sınıftaki herkes gitmişti. İşte bu anları seviyordum. Sessizlik...
Soluma baktım. Yeni çocuk da çıkmamıştı. Telefonuyla bir şeyler yapıyordu. Salak saçma konuşmadığı sürece sorun yoktu.
Keyfi bilir, benim tek derdim şaheserimdi.
Dersler bitmişti. Yine sıkıcı bir günü geride bırakmanın huzuruyla yola koyuldum. Annem erken gel demişti ama biraz uçuruma gidip manzarayı izlesem ne olurdu ki? Zaten hep bu yüzden geç kalıyordum.
Yol ayrımına gelince eve giden yolu es geçip ormanlık yola girdim. Burası benden başka kimsenin bilmediği bir yerdi. Adam akıllı ev bile yoktu, zaten bir insanın ormanda ne işi olurdu? Ailem bile buraya geldiğimi bilmezdi. Hatta tahmin bile edemezlerdi.
On dakika izlesem ne olurdu? Hiçbir şey.
Kendi kendime gülümsedim.
Uçurumun en ucuna kadar ilerledim. Kollarımı açıp gökyüzüne baktım. Az ileride, orta boylu bir kaya vardı. Oturdum.
"İŞTE ARADIĞIM HUZUR!" diye bağırdım.
Biraz daha oturdum ama kopamıyordum. Ne yalan söyleyeyim, burayı seviyordum.
Ama anneme erken geleceğim demiştim… Koşarak eve doğru gittim.
Asansöre bindim. Tam kapı kapanıyordu ki bir el araya girdi. Biraz yana çekilip yer açtım. Asansör dört kişilik yazıyordu ama üç kişi bile zor sığardı.
İçeri genç bir çocuk girdi.
Yeni çocuk…
Yakından bakınca daha da gerildim. Göz göze geldiğimizde hayatımda gördüğüm en koyu gözlerle karşılaştım.
O sırada katta durduk. Bizim kat.
Bizim kapı komşumuz muydu?
Sorgulamadım.
Asansörden inince ben sola, o sağa döndü.
Kapıyı açmaya çalışırken bir anda açıldı.
"İYİ Kİ DOĞDUN, AHUUU!"
Bugün 5 Kasım mıydı?
Tamamen unutmuştum.
Ben Ahu.
Bugün doğmuştum.
🪷
...Selamlar...
Yeni kurgumla karşınızdayım
Umarım beğenirsiniz
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum
Her zamanki gibi öpüldünüzzz
😘😘😘
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |