45. Bölüm
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 45- Huzurun Yolu: Birlikte Olmak

45- Huzurun Yolu: Birlikte Olmak

Sude Kayhan
poncikss1234

"Birlikte olmak, paylaşılan bir anın gücünden daha fazlasıdır; ruhların buluşmasıdır."

Bir Hafta Sonra Mihre Kandemir’in Anlatımıyla;

Sabahları hâlâ erkenden kalkıyordum. Hastaneye gidiyor, ameliyathane önlüğümü giyiyor, her zamanki gibi vakalara giriyordum. Ama ruh hâlim çok farklıydı. Telefonumun ekranında sabahın yedisinde bile Bintuğ’dan gelen “Bugün de dikkatli ol” mesajını görmek içimi öyle bir ısıtıyordu ki buz gibi ameliyathaneye girerken bile o sıcaklık içimde kalıyordu. Hatta bazen maskemin altında farkında olmadan gülümsediğimi fark ediyordum — gözlerimin kenarı kırışıyordu, hemşire arkadaşlarım da bunu görüyordu.

Aydemir hâlâ bizdeydi. Sabahları kahvaltı hazırlamama yardım etmeye başlamıştı. Ekmeği biraz yamuk kesiyordu ama çayı demlemesi şaşırtıcı şekilde iyiydi. Birbirimize çok alışmıştık. Akşamları bazen dizi açıp birlikte izliyorduk, bazen o kendi köşesine çekiliyor, ben kitap okuyordum. Sessizlik bile paylaşılıyorsa güzeldi.

Hafta ortasına doğru hastaneden çıktığımda gökyüzü kıpkırmızıydı. İçim kıpır kıpırdı, keyfim yerindeydi. Aniden bir fikir geldi: Akşam yemeği bizde olmalıydı. Telefonumu çıkarıp önce Duru’yu aradım. “Hazır bu akşam boşum, siz de uygunsanız bize gelin,” dedim.

Duru çığlık atar gibi sevindi, “Mihre senin yemeklerin için geliyorum!” dedi. Gülümsedim. Sonra Bintuğ’u aradım. Telefonu açtığında sesi yumuşak ve sakindi. “Bu akşam bize gelsene. Duru da geliyor. Aydemir evde. Kalabalık ve güzel olur.” Bir saniye sustu sonra içten bir kahkaha attı. “Zaten senin evin kadar rahat ettiğim başka yer yok, tabii ki gelirim.”

Eve geldiğimde hemen mutfağa girdim. Bir yandan tencereyle uğraşıyor bir yandan telefonla Duru’yla şakalaşıyordum. “Tatlıyı sen getiriyorsun, yoksa sofraya oturamazsın!” dedim, o da “Ben getirmez miyim, kurabiye yaptım bile!” diye cevap verdi. O anda mutfakta tek başımaydım ama kahkahamız telefondan taştı.

Kapı çaldığında saat sekizi geçiyordu. Duru elinde kocaman bir kapla geldi. İçinde kurabiye değil, neredeyse bir pastane vitrinini dolduracak kadar tatlı vardı. “Abarttım sanırım,” dedi, ama biz çok memnunduk. Ardından Bintuğ geldi. Üstünde sade bir tişört, yüzünde ise alışkın olmadığım kadar rahat bir gülümseme vardı.

Hep birlikte masayı kurduk. Aydemir tabak taşıdı, Bintuğ çatal bıçak yerleştirdi, Duru sofrayı renklendirdi. Kahkahalar eksik olmadı. İlk lokmadan sonra herkesin gözleri parladı. Duru, “Mihre bu yemeği evlenmeden önce bir daha yapmalısın!” dedi. Bintuğ başını çevirip gülümseyerek bana baktı, ben de omuz silktim. “Ona daha çok var,” dedim ama içimden “Belki de o kadar da uzun değildir” diye geçirdim.

Yemek bitince müziği açtım. Eski şarkılar, bildiklerimiz. Duru dayanamadı, Aydemir’i kolundan çekip dans ettirdi. Gülerek direndi önce ama sonra o da katıldı. Kahkahalarla salonun ortasında döndüler. Sonra Duru beni de yakaladı. Hep birlikte dönüp durduk. Bintuğ sadece izledi önce ama sonra o da geldi, elimden tuttu. Kalbim bir an hızlandı ama dışarıdan bakıldığında sadece keyifli bir anın içindeydik.

Gece yarısına yaklaşırken herkes yorgun ama mutlu görünüyordu. Duru salonda kıvrılıp battaniyeye sarıldı, Aydemir odasına çekildi. Bintuğ hâlâ gitmemişti. Mutfakta bulaşıklarla uğraşıyordum, o yanımda durdu. “Çok güzeldi,” dedi sessizce. Döndüm, gözlerinin içine baktım. “Gerçekten güzel bir akşamdı.” “İyi ki varsın,” dedi. Bir anda içimden çocukça bir şey geçti: “İyi ki varsak.” Ve o gece, her şeyin yoluna girebileceğine dair umut, sadece kalbimde değil, evin içinde de geziniyordu. Yarın yine herkes kendi yoluna gidecekti ama o akşam, küçük bir dünya kurmuştuk ve içinde hepimiz gülümsüyorduk.

Ertesi sabah uyanmak tuhaf bir şekilde kolaydı. Gecenin geç saatine kadar sohbet etmiş, gülmüş, dans etmiş olmamıza rağmen içimde taş gibi bir yorgunluk değil, hafif bir neşe vardı. Mutfakta hâlâ akşamdan kalma birkaç bardak ve tabak vardı ama umurumda değildi. Kahvemi alıp pencerenin önüne oturdum. Ağaçların arasında bir serinlik vardı, güneş daha tam yükselmemişti. “Bu gün güzel geçecek,” dedim kendi kendime.

Aydemir mutfağa girerken esneyerek, “O dans sahnesinden sonra sabah ayakta olman mucize,” dedi. “Ben alışığım. Yani... eğlenceli yorgunluk, öyle düşün,” dedim gülerek.

İşe gitmek için hazırlandım ama garip şekilde hiç acelem yoktu. Sanki zaman benimle birlikte ilerliyordu. Hastaneye gittiğimde arkadaşlarım bile fark etmişti bu enerjiyi. “Ne oldu sana Mihre? Piyango mu vurdu?” diye soranlar olmuştu. Gülümsedim. Piyango değil ama sanki hayat bana küçük bir tatil çeki vermişti. Sevdiklerimle dolu bir masa, kahkahalar ve biraz müzikle yüküm hafiflemişti.

O gün ameliyatlar da inanılmaz sorunsuz geçmişti. Hemşire arkadaşım Aslı, öğle arasında bana çaktırmadan şeker uzatmış; “Neşen bulaştı, hepimize iyi geldi,” demişti. O an içim daha da hafifledi. Enerji paylaştıkça büyüyordu, bunu yeniden hatırlamak iyi gelmişti.

Koridorlar sessiz, klimaların ve monitörlerin ritmik sesleri dışında ortalık sakin sayılırdı. Bugün, takvime haftalardır yazılı olan bir ameliyat vardı: On bir yaşında bir çocuk, doğuştan kalp kapağı darlığı. Zor bir operasyon değildi belki ama yaş çok önemliydi. Vücut küçüktü, damarlar inceydi, her hareket hassastı. Bu iş, cerrahların parmaklarının arasından geçen ömürlere dikkatle dokunmayı gerektirirdi. Ben ise teknik ekipteydim ama her ayrıntıyı en az doktorlar kadar içimde hissederdim.

Hastanın adı Mert’ti. Annesi sabah erkenden gelmiş, gözleri uykusuz ama yüzü umudu bırakmamıştı. Onlarla ilk görüşmeyi yaptığımda, Mert korkmamıştı aslında. Hatta makineyi merak etmişti. “Bu kocaman şey ne yapıyor?” diye sorduğunda, kalp akışını gösterdiğim monitör ekranındaki çizgiyi izleyerek, “Senin kalbinin sesi bu,” demiştim. O an bir çocuğun korkusunun nasıl meraka dönüşebileceğini gördüm. Ve o merakı korumak istemiştim.

Ameliyathane saat dokuzda hazırdı. Tüm ekip yerini almıştı. Baş cerrah, kalp damar uzmanı, anestezi teknisyeni, hemşireler ve ben. Orada olmak, o anın bir parçası olmak tarif edilemez bir sorumluluktu. Kıyafetlerimizi giyip steril bölgeye geçtiğimizde artık dünya dışarıda kalmıştı.

Mert sedyeyle içeri getirildiğinde hâlâ gözleri açıktı. Maskemi takmıştım ama gözlerini yakaladım. “Beraber başaracağız,” dedim sadece. Başını hafifçe salladı. O çocuk inancı, odanın içindeki herkesin içinde yankılandı.

Anestezi başladı. Monitörler çalıştı. Solunum cihazı bağlandı. Kalp atışı düzenli ama yavaşlamıştı. Benim işim, cihazların takibini yapmak ve doktorlara ihtiyaç duydukları anda doğru aleti, doğru zamanda vermekti. Bir ameliyathane teknikeri için zamanlama hayattı.

Baş cerrah kesiği attı. Herkes nefesini tutmuş gibiydi ama ekip senkronizeydi. Kalp ortaya çıktığında, o küçücük göğüs kafesinin içinden çıkan hayatla yüzleşmek, insanın kendine de bakmasına neden olur. Bu organ atarken, her şey mümkünmüş gibi gelirdi.

Kapak darlığını gidermek için ilk müdahale başladığında birkaç an için sessizlik olmuştu. Cerrahın gözleri mikroskop gibi odaklıydı. Ben ise elindeki cımbızın bir sonraki hareketini tahmin etmeye çalışıyordum. “Klemp,” dediğinde elimi hiç düşünmeden uzattım. Başarıyla geçen her dakika, içimizdeki gerginliği biraz daha çözüyor ama dikkatimiz bir gram bile azalmıyordu.

Bir ara monitörde kalp ritminde hafif bir düzensizlik olmuştu. Anestezi uzmanı hemen solunum akışını kontrol etti. Cerrah kısa bir duraksamayla “Sakin,” dedi. Hepimiz içimizden aynı şeyi geçiriyorduk: “Devam.” O düzensizlik, birkaç saniye sonra normale dönmüştü. Herkes gözleriyle birbirine kısa bir “tamam” bakışı atmıştı. Bu, bir ekibin birbirini kelimesiz anlayabilmesiydi.

Darlık giderildikten sonra cerrah kapağın yeni halini kontrol etmişti. Kan akışı simetriye kavuşmuştu. O an bir rahatlama dalgası geçti üzerimizden. Cerrah başını kaldırıp baktı. “Kapatıyoruz,” dedi. Bu cümle, bu beş harfli kelime, saatler süren bir mücadelenin sonunu haber veriyordu.

Kapanışta her detay hâlâ çok önemliydi. O küçük göğüs kafesi itinayla kapatıldı, dikişler atıldı, bandajlar sarıldı. Ameliyat bitmişti ama içimizdeki dikkat hâlâ tazeydi. Cihazları yavaşça kapatırken ekrana son bir kez daha baktım. Mert’in kalbi, artık rahat atıyordu.

Çıkışta annesiyle göz göze geldim. Henüz uyanmamıştı ama her şeyin yolunda olduğunu söylediğimde, kadının gözlerinden bir anda yaşlar süzüldü. Boynuma sarılmak ister gibi yaptı ama elleri titrediği için sadece “Sağ olun,” diyebildi. Ama o teşekkür, yılların bütün yorgunluğunu aldı içimden. Ve ben, o hayatın bir parçası olmuştum.

Hastane koridorundan çıkarken ayaklarım yere basıyor ama sanki vücudum hâlâ ameliyathanede kalmış gibiydi. Saat neredeyse altıya geliyordu. Gün boyunca ayakta geçen onca saate rağmen içimde hafif bir zafer sarhoşluğu vardı. Mert’in kalbi artık daha özgür atıyordu. O düşünce, omuzlarımdan tüm yükü alıp yerine derin bir huzur koymuştu.

Servis katından asansöre doğru yürürken, cep telefonumun titrediğini hissettim. Ekranda sadece bir mesaj vardı: “Lütfen hastanenin ön kapısından çık. Ellerim dolu.”

Bir an duraksadım. Ne demekti bu? O anda kendimi gülümserken bulmuştum. Kapıdan dışarı adımımı attığımda yüzüme sıcak bir bahar rüzgârı çarptı, ama ondan daha sıcak olan şey, hemen birkaç adım önümde duran tanıdıktı: Bintuğ.

Üzerinde sade bir siyah tişört, elinde küçük, yeşil desenli bir termal çanta vardı. Ve kucağında, kocaman sarı bir ay çiçeği demeti. “Bintuğ?” dedim şaşkınlıkla, gülümsememi gizleyemeden.

“Bugünkü süper kahraman senmişsin. Birinin seni kutlaması gerekiyordu,” dedi. Çantayı kaldırıp bir zafer işareti yaptı. “Ve evet, sıcak tutmayı başardım. Börek ve portakallı kek, annenin tarifine göre.” Ay çiçeklerini uzattığında kalbim sıkıştı. O kadar basit ve güzel bir jestti ki, yorgunluğum bir anda yerini tatlı bir sızıya bıraktı. “Sen... gerçekten bu günü börekle kutluyorsun?” diye gülerek sordum.

“Birinin seni doyurması gerekiyordu, değil mi? Mert’in kalbini onardın ama kendi kalbini de biraz şımart.” Yanına yaklaştım. Çiçekleri aldım, burnuma yaklaştırıp kokladım. Gülümsemem içimden taşıyordu. “Sen ciddi ciddi buraya geldin, börek yaptın ve bunu bir sürpriz olarak planladın?”

“İzinliyim, işim gücüm yok. Tek görevim seni güldürmekti,” dedi, göz kırptı.

O an hastane merdivenlerinde oturduk. Asfaltın sıcaklığı hâlâ yüzeye vuruyordu ama akşam serinliği de üzerimize çökmeye başlamıştı. Termos bardaklardan limonlu su içtik, böreklerden birer parça ısırdık. Yorgun ama huzurlu bir sessizlikte oturduk bir süre. Trafik uzaktan uğulduyordu ama bizim etrafımızda yalnızca kahkahalar vardı.

“Ben hep seni böyle görmek istiyorum,” dedi bir ara, sesini alçaltarak. “Yorulmuş olsan bile, böyle içi rahat bir gülümsemeyle.” Ben ona baktım. Gözlerinde bir yerde güven vardı. Ve belki de biraz daha fazlası. İçimden geçen her şey birden boğazıma düğümlendi ama sesim titremeden söyledim:

“Ben de seni hep böyle görmek istiyorum. Kolunun altında börekle, yüzünde umutla.” İkimiz de güldük. O an dünya çok basitti. Bir çocuğun kalbi düzelmişti. Bir adam sevdiği kadını börekle şımartmıştı. Ve bir kadın, yorgun ama gururlu, günün sonunda hayatın en sade sürprizine kucak açmıştı.

Eve geldiğimizde gün tam kararırken gökyüzü kızıl mor arası bir renge bürünmüştü. Kapıyı açtığımda içeriden gelen kahkaha sesleri hemen kulaklarımı doldurdu. Duru'nun sesi belirgindi, ince ama tok, neşeli bir yorum yapıyordu:

“Senin cevabın, cidden, ‘tuzluk mu’ Aydemir? Bu oyun senin zekânı sil baştan yaptı!”

Bintuğ’la göz göze geldik. “Başlıyoruz,” dedim gülerek. Salona adımımızı atmamızla birlikte Duru, bir parmak hareketiyle bizi içeri çağırdı. Masanın üzerinde post-itler, renkli kalemler, bir zil ve ortasında duran bir şapka vardı. “Ne oynuyorsunuz?” diye sordum. Aydemir kaşlarını kaldırarak, “Bu bir efsane. Adı: 'Kimim Ben?' Ama bizim versiyonumuz biraz... ileri seviye,” dedi.

Duru hemen açıkladı: “Herkesin alnına bir karakter yazılıyor. Ama karakterler normal değil — sadece 'şey' değil, aynı zamanda 'ruh hâli' de olacak. Mesela ben: ‘Kaygılı çamaşır askısıydım.’” Bintuğ kahkahayı bastı. “Peki, nasıl bildin bunu?” “‘İpliğim koptu’ dediklerinde anladım,” dedi göz kırparak.

Bintuğ hemen oyuna dahil oldu, alnına yapıştırılacak kartı seçerken gözlerini kapattı. Aydemir, post-ite bir şey yazdı ve alnına yapıştırdı: “Üzgün ama kurnaz fotokopi makinesi.” Oyun başladı. Herkes sırayla tahminlerde bulunuyor, saçma ama zekice ipuçları veriyordu. “Ben mekanik miyim?” “Evet ama duygularını bastıramıyorsun.” “Yani terapistim?”

Duru’nun yüzü kıpkırmızıydı gülmekten. “Hayır ama çok yakınsın!” Benim karakterim “Hırçın eski sevgili kokteyl menüsü” çıktı. Bintuğ öyle bir tanım yazmıştı ki ipuçları hem komik hem de rahatsız ediciydi. “Beni bir yerde okudun ama sonra pişman oldun,” dedi. “Bir daha karşılaşmak istemedim,” dedi Aydemir.

Oyunun zirve anında herkes bir anda kalktı. Duru, “Tamam, şimdi sessiz sinema. Ama mimiklerimiz sadece hayvan taklidiyle olacak!” dedi. Bintuğ deve oldu, ben sincap gibi titredim, Aydemir sinek taklidi yaparken ciddi ciddi salonun etrafında dolandı, Duru ise ahtapot gibi koltuktan yere süzüldü.

Saat gece bire yaklaşıyordu ama enerji hâlâ tavandaydı. Kahkahalar, birbirine takılmalar, saçma tahminler... En son Bintuğ’un alnında “Çekirdek çitleyen filozof” yazıyordu. Ve bunu bilmesi yirmi dakikayı buldu.

Aydemir kanepeye çöktü, “Yalnız... içsel olarak büyüdüm bu gece,” dedi. Duru başını yana eğdi, “Ben de. Özellikle o 'kaygılı çamaşır askısı' kimliğimle vedalaşmam gerekiyordu zaten.” Ben ayaklarımı koltuğa uzatmıştım. Bintuğ başını yasladı omzuma, elinde hâlâ bir post-it. “Yarın sabah kalkamayacağız ama değdi,” dedi.

Salonda gece lambası dışında tüm ışıklar sönmüştü. Herkes biraz sessiz, biraz dalgın ama tarifsiz bir keyifle gülümsüyordu. Aramızda telaş yoktu sadece anın tadı vardı. Hayat, bazen böyle küçük, absürt ve anlamsız oyunlarda anlam bulurdu. Ve o gece biz, dört yetişkin, kıkırdayarak çocukluğumuzu kutladık.

Kahvaltıdan sonra evin içinde hâlâ kahkaha tınıları dolaşıyordu. Ama hepimizin gözlerinde aynı şey vardı: dışarının çağrısı. Güneş ışığı camdan öyle tatlı vuruyordu ki evin içinde kalmak neredeyse suç gibiydi. Duru, tost makinesini fişten çekip ciddi bir tonla “Halk oylamasına sunuyorum: Botan Çayı kenarında yürüyüş?” dedi. Bintuğ hemen elini kaldırdı. Aydemir yastığını bırakmadan parmak kaldırdı. Ben de “Oylama oy birliğiyle kabul edilmiştir,” deyip ceketimi aldım.

Evin kapısını kapattığımızda, dışarıdaki hava ne çok sıcak ne de serindi, tam yürüyüş yapmalıktı. Şehirden uzaklaşıp Botan Çayı kenarına inmek için yola koyulduk. Araba seslerinden uzaklaşıp doğanın sesine kulak verdikçe, günün huzuru da artıyordu.

Botan Çayı’nın kenarına vardığımızda, suyun üstünde hafif bir buğu vardı, sabahın erken saatlerinde bu, nehrin serinliğinden kalan bir iz gibiydi. Birkaç kuş suya dalıp tekrar havalandı. O an, aramızdaki konuşmalar susmuştu; sadece suyun sesi ve rüzgarın hafif fısıldaması kalmıştı.

“Burası çok başka,” dedi Duru, hafif bir sükûnet içinde, suyun kenarına doğru ilerlerken. Bintuğ gözlerini nehre dikip, “Doğal sakinlik, ama aynı zamanda büyüleyici bir güç,” dedi. “Doğanın karşısında küçük hissediyorum bazen.” Aydemir gülümsedi. “Sadece bazen mi? Ben her zaman küçük hissediyorum. Ama bu güzel bir şey.”

Hep birlikte nehrin kenarına oturduk, taşlara sırtımızı yasladık. Birkaç çocuk, nehrin kenarındaki kumlardan kayalar alıp atarak suya kadar atıyordu, oradan gelen yüksek sesler zaman zaman kahkahalarla karışıyordu. Duru, “Kalkıp biraz daha ileri gidelim,” dedi. “Botan Çayı’nı takip edelim, yukarıya doğru yürüyelim. Nehir insanı başka bir şekilde büyülüyor.”

Hep birlikte yürüdük, taşlardan atlayarak ilerlerken, suyun gücüyle sesinin karışımını hissettik. Bazen nehrin derinliğine bakarak, bazen birbirimize şakalar yaparak. Duru, tam Botan Çayı'nın kenarına varmışken ayağını kaydırdı ve yere düşmemek için hızla tuttu ama Aydemir hemen yanına gelip onu savundu. “Yavaş ol,” dedi. “Doğanın insana göstermeyi seçtiği güçler...” “Ve korkulara yenilmemek,” diye tamamladı Duru, gülerek.

Saat ilerledikçe, hava daha serinlemeye başladı. Dicle Nehri’ni geçtikten sonra ince ince yayılan serinlik, dört dostun içini ısıtacak kadar huzurlu bir atmosfer yaratmıştı. Yavaşça geri dönmeye karar verdik ama her adımda bir şeyleri daha çok hissediyor, Dicle’nin berrak sularındaki yansımalara bakarak bu anı içimize kazıyorduk.

Eve dönüş yolunda, suyun kenarında kaybolan izlerimiz biraz dağılmış ama birbirine kenetlenen bir arkadaşlık gibi görünüyordu. Gün, doğanın tam ortasında hepimizi birleştiren bir melodi gibiydi.

Televizyonun ekranında film seçenekleri hızlıca geçerken herkes bir film seçmeye çalışıyordu. Duru, “Ben aksiyon istiyorum,” dedi, “İçinde kovalamaca, patlama, şiddet olsun.” Aydemir kaşlarını kaldırarak, “Tam senlik,” dedi. “Ben de o zaman komedi ve dram arası bir şey öneriyorum. Biraz ağlamak, biraz gülmek. Gerçek hayat gibi.” “Ve ben de... müzikli bir film seçiyorum,” dedim. “Evet, evet! Bir müzikali hak ediyoruz!”

Sonunda, herkesin istekleri arasında uzlaşmaya varıldı. Aksiyon, komedi ve dramı birleştiren bir film seçildi. Televizyonun karşısına geçtik, patlamış mısır, pizzalar ve içeceklerle dolu masayı bir kenara koyarak rahatça koltuklarımıza yerleştik.

Film bitmek üzereydi ama herkesin kafası hâlâ ekranda. Aydemir’in yerinde duramayan bir hâli vardı, Duru ise biraz önceki komik sahneyi hâlâ hatırlayarak mışıl mışıl gülüyordu. Patlamış mısırın son kalanlarını karıştırıyorlardı, kahkahalar havada yankılanıyordu. Ancak ben, gözlerimi ekrandan ayırmamıştım. Bir yandan filmi izliyor, bir yandan da Bintuğ’un yanımda sessizce oturmasına odaklanıyordum. Bazen içimde bir şeyler hareket ediyordu; Bintuğ’un orada olduğunu bilmek, beni gülümsetiyordu. Birkaç kez ona gizlice bakmayı düşündüm ama çekildim. Ne de olsa, filmde herkes çok eğleniyordu.

Ama bir şey fark etmiştim... Bintuğ gözlerini bir an olsun ekrandan alıp bana bakıyordu. Yavaşça, hâlâ beni izlediğini hissettim. Yavaşça, gözlerimin köşesinden, o gülümsediğinde, burnunun ucundaki o sıradan gülümsemeyi gördüm. Hemen başımı çevirdim ama Bintuğ’un bakışlarının üzerimde olduğunu hissedebiliyordum.

Gözlerim ekrana kayarken, düşüncelerimle baş başa kaldım. Ama o an Bintuğ, biraz daha yaklaşarak, beni izlemeyi sürdürdü. Birkaç saniye içinde istemsizce yüzümdeki gülümseme büyüdü. Ne kadar çekingendim. Ne kadar utanmıştım. Bunu belli etmeye çalıştım ama yüzümdeki kırmızı ton, ona yakından bakmanın ne kadar zor olduğunu gösteriyordu.

Bintuğ, bunu fark ettiğinde, yüzündeki gülümseme derinleşti. Sessizce, küçük bir kahkaha patlatarak başını eğdi. O an, kalbimdeki bütün boşluk, dolmuş gibi oldu. Ve işte o an geldi: Bintuğ, elleriyle yavaşça yüzümü tutarak, dudağımdan öptü. Hafifçe ama o kadar nazik bir şekilde ki sanki dünya durdu. Ne kadar garipti. Utanmıştım ama ona olan bu yakınlık da beni çok huzurlu hissettirdi.

Bintuğ öpücüğünü çekerken, gözlerim hâlâ onun bakışlarına odaklanmıştı. Birkaç saniye sonra gözlerimi ona kilitledim. O kadar yoğun bakıyordu ki neredeyse sesli bir şeyler söylemek istedim ama sadece bir gülümseme ile yetindim.

Bintuğ, “Gözlerinde bir şey var,” dedi hafifçe gülerek. “Ne kadar güzel, hiç fark etmiyorsun.” Ben hemen cevap veremedim. Yavaşça, sadece başımı hafifçe eğdim ve gözlerimi ondan kaçırdım. Yavaşça başımı çevirdim, ama içimdeki his, hala benimleydi.

O an, filmdeki olayların hiçbiri önemli değildi. Bintuğ ve ben, sessizce ve sadece birbirimizin gözlerine bakarak bu anı yaşadık. Kimseye söylememize gerek yoktu. Bunu sadece biz ikimiz hissettik. Ve gece boyunca, her ne kadar etrafımızda herkes olsa da, Bintuğ’un bakışları ve o küçük gülümsemesi, tüm dünyanın gerisindeydi.

Merhabalar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Mükemmel bir “aile, arkadaşlık.” bölümü yazmak istedim. Hep derin konular olmazdı değil mi? Arada aksilikler çıkacak orası Allah’ın emri ama bugün mutlu, bol kahkahalı bir bölüm yazmak istedim. İyi okumalar şimdiden. Sizi seviyorum, oy ve yorum yapmayı unutmayalım. İyi okumalar. 🤍💅🙏

Bölüm : 11.05.2025 18:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...