

“Hayatın en acil hâli bir çocuğun sessizce can çekişmesidir. Ve biz bazen sadece ellerimizle dua ederiz.”
Mihre Kandemir’in Anlatımıyla;
Hayatım boyunca hafızama kazınacak günlerden biriydi. Henüz dün akşam, Bintuğ cebinden buruşturulmuş küçük bir kese çıkarmış, parmaklarımın ucuna bir kuru papatya yerleştirmişti. Yüzük değil ama ondan daha anlamlıydı. Onunla geçen her an gibi sade, ama içi dopdoluydu. O geceden sonra uyuyabildim mi bilmiyorum. İçimde minik kıpırtılarla sabaha vardım.
Telefonum sabah saatlerinde durmadan çaldı. Arayanlar ekibimdi. Yüzümde koca bir tebessümle açtığım her aramada aynı cümle yankılanıyordu: “Tebrikler Mihre! Sonunda biri seninle baş etmeye cesaret etti demek!”
Çoğu şakaydı ama her kelimede samimi bir sevgi vardı. Bugün nöbetim olmasa bile hastaneye uğramadan edemezdim. Öğleye doğru Duru mesaj attı: “Seni Karan’la alıyoruz. Sürpriz yapacağız. Sıkı giyin!”
Gülümsedim. Sürpriz dedikleri şeyin kahve içmek olduğunu tahmin etmek zor değildi. Ama zaten mesele ne içtiğin değil, kiminle içtiğindi.
Hastane yakınlarındaki küçük ama samimi kafede, dört kişilik bir masa... Karan köşeye yerleşmişti. Duru beni görünce “İşte bizim nişanlı prenses geldi!” diye bağırdı. İnsanların dönüp bakması umurumda değildi. Gittim, sarıldım sımsıkı. Bintuğ hemen yanımda yer açtı.
“Kahve mi, papatya çayı mı?” diye fısıldadı.
“Bence artık sen ne verirsen içerim.” dedim gülerek.
Masaya oturduğum anda, karşımdaki manzara içimi ısıttı. Yüzümdeki tebessüm hiç eksik olmadı. Duru kahvesini yudumlarken, ciddiyetle, “Gerçekten çok sevindim Mihre. Sen kolay sevilen biri değilsin. Çünkü güçlü durmayı alışkanlık edinmişsin. Ama Bintuğ sana bir duvar değil, bir pencere açtı.” dedi.
Karan da başını salladı. “Doğru. Onun yanında sen başka bir Mihre oluyorsun. Daha yumuşak, daha içten. Ama aynı zamanda daha gerçek.” Gözlerim dolacak gibi oldu ama izin vermedim. “Ben zaten hep oyum. Sadece... artık daha rahat görünüyordur.”
Gülüştük. Kahveler geldi. Bintuğ benim fincanımı alıp kendi önüne koydu. “Bunu karıştırmamışlar, sen bunu içme. Benimkini al.” dedi. Duru gözlerini devirdi. “Bak bak, korumacılığa bak. Sıradaki siparişiniz nedir efendim, yastık mı?”
Tam o anda, alıştığımız o tiz ses duyuldu. Acil çağrı. Duru refleksle ceketini kaptı. “Ne varmış?” Karan kulaklığını takarken mırıldandı: “Bir trafik kazası. Dört vaka geliyor. Bir tanesi çocuk.”
Kalbim sıkıştı. Hemen ayağa fırladım. “Ben de geliyorum. Duru, sen sedye tarafına geç, ben travma bölgesine.” Bintuğ elimi tuttu. “Git ama dikkat et. Sakinliğini koru.”
Başımı salladım. Hızla kapıya yöneldik. Duru’nun gözleri parlıyordu; bu heyecan onun da kanında vardı. Karan ise şimdiden planlama yapıyordu. “Kemik kırıkları olabilir, iç kanama riski yüksek. Oksijen ve transport hazırlayın.”
Kafeden çıktığımızda, güneş tepemizdeydi ama bizim aklımızda sadece görev vardı. Çünkü hayat bazen papatya kadar zarif, bazen siren kadar gürültülüydü. Ve biz... İkisinin arasında yaşamaya yemin etmiştik.
Kapıdan çıkar çıkmaz hızla hastanenin yolunu tuttuk. Ayakkabılarımızın sesi, kaldırım taşlarında yankılanırken, konuşmalarımız susmuştu. Bu sessizlik, görev öncesi o tanıdık odaklanma hâliydi. Sokağın köşesini dönerken Mihre Kandemir kimliğim yerine, görevdeki benliğim yerleşiyordu içime.
Hastaneye vardığımızda acil giriş kapısında iki sedye aynı anda içeri alındı. Ortalık hâliyle karışıktı. Duru hızlıca dosyaları alırken ben sol tarafta yatan genç kadının başına geçtim.
“Nefes darlığı. 27 yaşında. Ani başlangıç. Ateşi de var.” diye bilgi verdi hemşire.
“Nabzı düzensiz. Oksijen ver, ben EKG için hocaya haber vermeye gidiyorum.”
Duru diğer hastayla ilgileniyordu. Onun hastası da yaşlı bir adamdı, bilinci bulanıktı. “Pekmez gibi terliyor. Hemen hemogram isteyin!” dedi Duru, sesi kararlı ve netti. Onu dinlerken içimden bu kadınla gece gündüz çalışırım, diye geçirdim.
Odalar arasında hızlı ama koordineli bir tempo vardı. Duru ile göz göze geldiğimizde hiçbir kelimeye gerek kalmıyordu. Yıllardır aynı dili konuşuyorduk. Sözsüz.
Bir ara yanıma yaklaşıp fısıldadı: “Dün geceki tekliften sonra bugün ne işimiz var burada, değil mi?”
Bir yandan monitöre göz ucuyla bakarken gülümsedim. “Benim teklifim işimi bırakmam değil, onunla paylaşmam olurdu. Bintuğ da bunu biliyor.”
Saatler akıp giderken, iki vaka daha geldi. Bir tanesi çocuktu. Duru çocukla ilgilendi. O sırada küçük kızın elini tutarken gülümsedi. “Ben Mihre’nin en iyi arkadaşıyım, biliyor musun? İyileşince sen de onun gibi güçlü olacaksın.” Çocuk utangaç bir şekilde başını salladı.
Bense bir kadının başında nabzı sayıyordum. İçimdeki tüm yorgunluk, o kadının gözlerini açtığı an silinip gitti. Biraz sonra, tüm vakalar stabil hâle getirildiğinde, Duru yanıma yaklaştı.
“Yine iyi iş çıkardık.”
“O da mı bizi izliyor?” dedim başımı pencereye çevirerek.
Bintuğ dışarıda ayakta bekliyordu. Karargâhta değil, hastane bahçesinde. Elinde bir poşet vardı. Uzaktan tanıdım. İçinde sıcak kek, biraz da meyve suyu.
Göz göze geldik. Elini kaldırıp başını eğdi. Ben de hafifçe başımı salladım. Gülümsedim.
Sonra Duru’ya döndüm. “Bak şu işe... Kalbim yoğun bakımda değil, ama orada bile atıyor gibi.” Duru kıkırdadı. “İyice romantik oldun sen. Ama biliyor musun Mihre, yakışıyor.”
Evet. Belki kahveyi yarım bırakmıştım. Belki teklifin etkisi hâlâ üzerimdeydi. Ama içimde bir huzur vardı: Hayatın en güzel anları, görev bilinciyle kesilse bile, kalbin ritmi hiçbir zaman yarım atmazdı.
Günün son vakasını servise uğurladıktan sonra, Duru’yla birlikte omuzlarımızı silkeleyerek ofisimize döndük. İkimiz de yorgun ama mutluyduk. “Bugün güzeldi.” dedi Duru, sandalyeye kendini bırakırken.
“Güzeldi.” dedim aynı tonda. Ama sesim yumuşaktı, sanki bir şeylere hâlâ dokunmak istemiyordum.
Gözüm saate kaydı. Geç olmuştu. Çoktan akşam kararmıştı. “Ben çıkıyorum.” dedim. Duru başını salladı. “Git tabii. Adamın seni elinde kekle bekliyor, ayıp olur.”
Gülümseyerek montumu aldım. Koridorları geçerken adımlarım hafifti ama yüreğim hâlâ günün yükünü taşıyordu. Acil kapısından çıkınca karşıdaki bankta oturan o silüeti gördüm. Bintuğ.
Karanlıkta bile tanınacak kadar netti benim için. Yanında kâğıt poşet vardı. Ceketinin yakası kalkık, elleri cebinde... Ama başı önümdeki kapıya dönüktü. Hep olduğu gibi, benim çıkışımı kolluyordu.
Yaklaştım. “Beni mi bekliyorsun?” dedim alaycı bir tonla. Başını kaldırdı. “Yok, kekleri. Onlar biraz utangaç yalnız kalınca.” Gülümsedim.
“Ne zaman geldin?”
“Sen ‘ben geliyorum’ dediğinden bir yarım saat önce.”
Bankın yanına oturdum. Elime uzattığı poşeti açtım. İçinden hafif ılık, tarçın kokulu kekler çıktı. Yanında küçük bir meyve suyu kutusu... “Yine çocuk bölümü gibi hazırlanmışsın.”
Omzunu silkti. “Sen hastaneye girince büyüyorsun ama çıkınca aynı kalmanı istiyorum. O yüzden.”
Keke uzandım. “Biliyor musun, bugün çok fazla şey yaşadım. Koşturduk, terledik, kaygılandık ama... yorgunluk bir tek şimdi çöktü üstüme.” “Çünkü artık güvendesin.” dedi usulca. Evet. Belki hastanede gün boyunca güven dağıtıyordum. Ama kendimi güvende hissettiğim yer işte tam burasıydı: Onun yanı.
Isırdım kekten. O an durdu zaman. “Hem güzel yapmışsın hem de sıcacık. Nereden aldın?”
“Ben yaptım.” dedi.
Durdum. Sen? Fırın mı çalıştırıyorsun?”
Kıkırdadı. “Hayır. Ama seninle evlenecek adam olacaksam, en azından acil durumlar için kek yapmayı öğrenmeliyim. Doğru mu?”
Kahkaha attım. Başımı bankın arkasına yasladım. “Bu acil durum değil ama... tatlıymış. İçim tatlı tatlı ağrıyor şu an.” Ona döndüm. Gözlerimi kıstım. “Yarışma açsam aramızda, seni seçerdim biliyor musun?”
“Ne yarışması?”
“En sessiz ama en çok şey söyleyen adam.” Gülümsedi.
“Ben konuşmayı sevmem. Ama yanında durmayı, beklemeyi, kek yapmayı severim.”
O an içimden geçen şeyi söylemek için kelime aramadım. Sadece başımı onun omzuna yasladım. Ve gözlerimi kapattım. Gökyüzünde yıldız yoktu belki ama onun varlığı yeterince parlaktı.
O sabah, gözlerimi açtığımda pencerenin kenarındaki perde aralığından sızan gün ışığı önce kirpiklerime, sonra içime dokundu. Derin bir nefes aldım. Bu o sabahlardan değildi… Koşarak kalkılacak, aceleyle hazırlanacak, günün telaşıyla dolacak bir sabah değildi. Bu sabah bir şeyin sonu gibiydi. Bir vedanın, bir toparlanmanın sabahı.
Birkaç saniye öylece yattım. Başımı yastıktan kaldırmadan tavanı izledim. Her zaman kaldığım o odada, her sabah açtığım çekmecede artık hiçbir şeyim yoktu. Bavulum köşede hazır bekliyordu.
Yanına koyduğum papatya hâlâ yerindeydi. Solsa da dökülmemişti. Tıpkı kalbimdeki his gibi… Solgun ama sağlam.
Üstüme montumu geçirip saçlarımı gelişigüzel topladım. Aynadaki yansımama baktım. Birkaç gün önce bu aynada ne düşündüğümü hatırlamıyorum bile. Ama şimdi biliyordum: Bugün gidiyordum. Ve bu defa sadece bir yer değişikliği değil, bir dönem değişiyordu.
Kapının önüne indiğimde Duru elinde kahve kupasıyla bekliyordu.
“Hazır mısın?” dedi.
“Sanırım.”
Gülümsedi. “Ben değilim. Buradan nefret ediyordum, ama yine de zor geliyor.” Omzuma çantasını astı.
“Geride bırakacaklarımız çok değil belki ama yaşadıklarımız unutulmaz. Hakkâri bizden çok şey aldı. Ama galiba bir de bizi büyüttü.” Başımı salladım.
“Evet. Artık ne çocuk gibiyiz, ne de kaçak gibiyiz. Neysek, tam o olduk.”
Birlikte hastanenin arka bahçesine yürüdük. Karan çoktan otobüsün başındaydı. Sırt çantasını bagaja yerleştiriyordu. Duru onun yanına koşup çantasını atarken, “Bagaj zaten senin yüzünden kapanmıyor Karan, şimdi benimle uğraşma.” dedi. Karan hiç bozuntuya vermeden, “Şoför görüş açısı ister. Romantiklik istemem.”
Sonra Bintuğ belirdi. Her zamanki gibi sade, sessiz ama güven dolu… Elinde bizim için aldığı sıcak poğaça poşeti vardı. Yanıma geldi, fazla konuşmadan. “Yolda acıkırsın diye düşündüm.” Gülümsedim. “Sen düşünmesen ben kim düşünecek?”
O an, etraf sessizdi. Sadece valizlerin çekilme sesi, motorun çalışması ve o tanıdık veda sessizliği… Gözüm binaya takıldı. Aylarca girip çıktığım, ağladığım, güldüğüm, umutlandığım o binaya. Ve sadece başımı eğip fısıldadım: “Hoşça kal Hakkâri. Artık başka bir sokakta yürümem gerek.”
Otobüse bindiğimizde, Duru yan koltuğa, Karanarka koltuğa , Bintuğ ise yan tarafıma oturdu. Camdan dışarıya, dağların arasından yükselen sabah sisine baktım. “Şırnak… geliyoruz.” dedim usulca.
Bintuğ başını çevirdi. “Orası zaten bizim yerimizdi. Sadece biraz nefes almaya çıkmış gibiydik.” “Ve artık eve dönüyoruz…” Gözlerimi kapattım. Evet, bu sabah bir sayfa kapandı. Ama en sevdiğim bölüm, hep dönüşlerde başlardı.
Şırnak’a varışımız sabahın ilk ışıklarıyla oldu. Otobüs, tanıdık sokaklara girerken kalbim göğsümden çıkacak gibi atıyordu. Camdan dışarı baktım, Botan’ın sabah sisi hâlâ dağılmamıştı. Geri dönmek… Bu kadar özlediğimi ben bile fark etmemiştim.
Yanımda oturan Duru da sessizdi. Ama onun sessizliği huzurdandı. Parmaklarını dizlerinin üzerinde hafifçe oynatıyor, gülümsemeden gülüyordu. Göz göze geldiğimizde başını yana eğip "Evde gibiyim," dedi fısıltıyla.
Karan, otobüs durmuşken öne doğru eğildi ve hepimize seslendi: "Üç günlük izin verildi. Hepiniz biraz soluklanın. Burası Şırnak, yine buradayız." Bir anda alkış koptu. Küçük bir ekip de olsak, o an hepimiz çocuk gibi sevindik.
Otobüsten indiğimde ilk işim, toprağa bakmaktı. Aynı yer, aynı dağlar, aynı gökyüzü… Ama biz artık aynı değildik.
Kampın girişinde Bintuğ beni karşıladı. Gülümsemesini bastıramamıştı, başıyla selam verip alçak sesle, “Eve hoş geldin,” dedi. Gözlerinde yorgun ama huzurlu bir ifade vardı. “Kahve masası seni bekliyor.”
Ben de başımı sallayıp hemen Duru’yu aradım. Birlikte lojmanın yolunu tuttuk. Duru’nun elinde hâlâ sırt çantası vardı, ama yüzünde hafiflik. "Üç gün boyunca kimse bana acil vaka demesin," dedi ama ikimiz de gülüştük. Çünkü biliyorduk, hastane arardı.
Nitekim... Aradı da.
Kapıdan içeri girerken telefonum çaldı. Duru’nunki de aynı anda. Göz göze geldik. İkimiz de istemeden iç çektik.
“Buyrun?” dedim.
“Hastanede acil vaka yoğunluğu var. Yetişebilir misiniz?”
“Geliyoruz,” dedim hiç düşünmeden.
Duru gözlüğünü takarken, “Üç gün izni üç dakikada yedik be Mihre,” dedi. Gülümseyerek cevapladım, “Biz başka türlüsünü bilmiyoruz ki.”
Birkaç dakika içinde hazırlandık. Elimdeki yüzüğü çıkarmadım, sadece ters çevirdim. Duru buna bakıp hafifçe koluma dokundu. "Sen tebrikleri sonra alırsın. Şimdi hayat kurtarma vakti."
Ve birlikte kapıdan çıktık. Yine aynı hastane, aynı koridorlar… Ama şimdi yüzük parmağımda bir papatya vardı. Ve bu şehrin bütün acılarına rağmen, içimde hafif bir umut...
Hastanenin ön kapısına vardığımızda güneş, betonun üzerine çarpıyor ama ısıtamıyordu. Hava sıcaktı, evet, ama içeride bekleyenlerin yüzleri hâlâ gece gibiydi.
Acil servisin girişindeki sedyeler dolmuştu. Kırmızı ışıklar yanıp sönüyor, ambulanslar biri gidip biri geliyordu. Başhekimin yardımcısı bizi kapıda görünce derin bir nefes aldı.
"İyi ki geldiniz, içeride ortalık savaş alanı gibi," dedi. Biz de cevapsız bir baş selamıyla içeri girdik.
İlk vakanın dosyası elime tutuşturulduğunda henüz üzerimdeki tozu bile silkeleyememiştim.
Genç bir çocuk. On yedisinde. Dağ yamacından düşmüş. Kafatası travması şüphesi, açık yarası vardı. Yanında babası vardı, elleri titreyen bir adam. “Yalvarırım kurtarın,” dedi sadece.
O an gözüm Duru’ya kaydı. O da başka bir sedyenin başındaydı, yüzü sımsıkı, gözleri keskin. Yanına yaklaştığımda vakayı fısıltıyla söyledi: "Bacağına kaya saplanmış. Üç saat geç kalınsa amputasyon gerekebilirdi. Şimdi sınırdayız."
Birden içerideki ameliyathane hazırlıklarını organize etmeye başladık. Ne yorgunluk kaldı, ne yolun kiri. Sadece hayatlar vardı. Dakikalarla yarışan, gözlerle yalvaran, isimsiz, sessiz hayatlar...
Genç çocuk ameliyata alındı. Elimdeki pensi bırakırken içimden sadece bir dua geçti:
“Bu şehir artık bizimle iyileşecek…”
Sonra üst üste yeni vakalar geldi. İki kardeş, motosiklet kazası. Biri bilincini yitirmişti, diğerinin sol kolu kırılmıştı. “Yine de ben iyiyim, önce abime bakın,” dedi küçük olanı. Kalbim sıkıştı.
Duru onun başını okşadı. “Senin gibi bir kardeşe herkesin ihtiyacı var. Ama bana söz ver, artık kask takacaksın.” Çocuk gülümsedi. Kan revan içinde bir çocuk gülümseyince, insan bazen durup ağlamak ister. Saatler ilerledikçe hem acil doldu hem kalbimiz.
Aralarda Bintuğ iki kez mesaj attı. “Haberin geldi. Gurur duyuyorum seninle.” “Seni yorgun ama gülümserken görmek istiyorum.”
Ona tek bir şey yazabildim: “Bugün çok çocuk var. Belki bu şehirde bir gün, ağlamasız sabahlar olur.”
Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Umarım bölümü beğenirsiniz. Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Diğer bölümlerde görüşmek dileğiyle. Hoşça kalın, esen kalın 🤍
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 28.31k Okunma |
6.22k Oy |
0 Takip |
71 Bölümlü Kitap |