
“Bu evin kapısını değil, geleceğimizi araladık.”
Bintuğ Liva’nın Anlatımıyla;
Adliyeye adım attığımızda hava hâlâ sabahın serinliğini taşıyordu. Mihre’nin yanımda usul usul yürümesi, Duru’nun yanımıza gelip omzuma dokunması, Aydemir’in sessizce gülümsemesi… Hepsi bir araya geldiğinde, kalbimde dalga dalga yayılan bir heyecan vardı. Ne zaman biri "düğün" dese içim titriyordu, ama bu sabah... Bu sabah başka bir şeydi. Çünkü artık her şey gerçeğe dönüşüyordu.
Güvenlikten geçerken Mihre'nin avuç içi elimdeydi. Islak değil, ama sıcaktı. Bildiğim, alıştığım o ellerdi. Ama bugün, başka türlüydü. Bugün resmiyetin, kararın ve cesaretin elleriydi o eller. Onun gözlerine baktım, o da bana baktı. Dudaklarımız kıpırdamadı belki ama o anda binlerce cümle kurduk birbirimize. “Hazır mısın?” diye sormadım. Gerek yoktu. Varlığı zaten cevaptı.
Nikah işlemleri katına çıktık. Görevli kadın dosyamıza baktı, evraklarımızı taradı, sonra bilgisayar ekranında birkaç tuşa bastı. Beklerken koltuklara oturduk. Mihre’nin dizleri dizime değiyordu. Duru ayakta, çantasını karıştırıyor gibi yapıp heyecanını bastırıyordu. Aydemir duvarda asılı nikah salonu fotoğraflarına bakıyordu, ama bir gözünün bizde olduğunu hissediyordum.
“Bugünden itibaren yirmi gün sonrası boş. Uygun mu sizin için?” dedi görevli.
Birbirimize dönüp bakmadık bile. Mihre sol elimi sıktı sadece. O yetti.
“Uygun,” dedim net bir sesle. “Yirmi gün sonrası bizim günümüz olsun.”
Görevli başını salladı, yazıcıdan bir evrak çıktı. Mürekkep hâlâ sıcaktı, kâğıt elimde titriyordu. Orada, kocaman harflerle isimlerimiz ve o tarih yazıyordu.
O an içimden geçen tek şey şuydu: Ne olursa olsun, o gün gelene kadar geçen her dakika Mihre’ye daha çok sarılmak isteyeceğim.
Mihre belki ilk defa bu kadar utangaç bir gülümsemeyle kâğıda baktı. Yanına yaklaştım, yanağına eğildim ve usulca fısıldadım: “Yirmi gün sonra, sen benim evim oluyorsun.”
Onun gözleri doldu, benim kalbim taştı.
Aydemir sonunda sessizliğini bozdu, "Ben gerçekten evleniyorsunuzu ilk defa burada idrak ettim galiba," dedi gözlerini ovuşturarak.
Duru kahkahasını tutamadı, “Nikah tarihini alırken şaşıran tek çiftin kardeşi olamam,” deyip Mihre’ye sarıldı.
Ben sadece sustum. Sadece onlara baktım. Çünkü artık söyleyecek bir şey kalmamıştı. Zaten her şey gözlerimizdeydi. Bugün bir tarihi değil… Bir ömrün başlangıcını aldık.
Nikah tarihini almanın verdiği coşku hâlâ üzerimizdeydi. Eve dönerken, kalbim bir çocuk gibi heyecanlıydı. Artık sadece bir gün değil, hayal ettiğim bütün o küçük detaylar, yaşanacak anılar ve büyük günün kendisi vardı önümde. Kapıyı açtığımda, onları yanımda toplayıp, “Size bir şeyler göstereceğim,” dedim.
Salona geçtik. Gözlerindeki merakla Mihre, Duru ve Aydemir bana baktı. Çantamdan çıkaracaklarımı önceden hazırlamıştım; yılların sabrıyla, gizliden gizliye topladığım küçük bir hazine gibiydiler.
İlk olarak, güzelce paketlenmiş nikah davetiyelerini çıkardım. “Bunlar,” dedim, “hayatımızı paylaşacağımız insanların ilk çağrıları. Her biri özenle seçildi. Tek tek el yazımla yazdım.” Mihre’nin gözleri doldu, Duru heyecanla kutulara dokundu, Aydemir ise tebessüm ederek inceledi.
Sonra, gelinliğe özel seçtiğim zarif aksesuarları, tülleri gösterdim. Mihre’nin gözlerindeki parıltı, uzun uğraşların ödülü gibiydi. “Bunlar senin için,” dedim, “gözlerinin içine yakışacak bir mücevher gibi.”
Damatlıkla ilgili ise detayları anlattım; askeri üniformaya uygun, sade ama şıklığıyla fark yaratacak şekilde hazırlatılmıştı. “Benim için,” diye ekledim, “hem görevimi hem seni simgeleyecek.”
Çeyizden nikah şekeri ve küçük hediyelere kadar uzanan koleksiyonu sergiledim. “Bunu da Duru’nun zevkine bıraktım,” diyerek gülümsedim. O da gururla başını salladı.
En sonunda masanın ortasında duran küçük defteri çıkardım. “Burada,” dedim, “ilk dans müziğimiz, konuşmalar, sürprizler... Her şey hazır.”
Bir süre sessiz kaldılar. Sonra Mihre, gözleri dolu dolu bana sarıldı. “Sen... her şeyi düşündün.”
“Ama en çok seni,” dedim.
Aydemir araya girdi: “Abi, bu kadar planı gören ben bile şaşırdım. Vallahi sen bu işi biliyorsun.” Duru kahkahasını bastıramadı: “Seninle evlenmek şeref bizim için, ağabeyciğim!”
O an anladım ki, hazırladığım sadece bir düğün değil, sevgiyle inşa edilen bir yuvanın temelleriydi. Ve o temelleri en sağlam şekilde atmıştım.
Akşamın alacakaranlığı pencereyi yavaşça karartırken, evin içi sıcacık bir ışıkla dolmuştu. Duru mutfakta çayları koymuş, Mihre masayı özenle hazırlıyordu. Aydemir, eski bir kasetten hafifçe çalan nostaljik bir müziğe eşlik eder gibi mırıldanıyordu.
Ben ise bir köşede, kalbimdeki heyecanı bastırmaya çalışarak, hazırladığım küçük sürpriz kutusunu ortaya koydum. “Madem herkes buradaysa,” dedim gülümseyerek, “küçük bir kutlama yapalım. Bu, sadece bizim zaferimiz.”
Duru neşeyle sırtımı sıvazladı, “Abi, ne güzel söyledin. Bu ev artık gerçek bir yuva olacak, değil mi?” Mihre başını salladı, gözlerinde o özel parıltıyla. “Evet, artık her şey biraz daha anlamlı.”
Aydemir ise hafifçe kafasını sallayarak, “Bintuğ, sen hep sessiz adamdın ama bugün hepimizi şaşırttın. İyi ki varsın.”
Kutuyu açtım, içinde daha önce hazırladığım davetiyeler, nikah şekeri minyatürleri ve o gün için yazdığım kısa ama içten notlar vardı. Her şeyi tek tek gösterirken, aramızda öyle bir sessizlik oldu ki, kelimelere gerek kalmadı.
“İşte bu küçük şeyler,” dedim, “bize ait olacak. Bizim hikayemizin parçaları.”
Bir süre birbirimize baktık. Sonra Duru neşeyle masadan kalkıp, “Gelinlik provası için ilk randevu ne zaman, sence?” diye sordu. Mihre hafifçe gülümseyerek, “Sabırsızlık bu kadar mı olur?” dedi.
Aydemir ise biraz da takılma niyetiyle, “Abi, bu geceyi unutmayın. Ben size düğünde özel dans gösterisi hazırlayacağım!” diye ekledi.
Herkes kahkahalarla patladı. O an anladım ki, en güzel kutlama, hayatı birlikte paylaşmakmış. Ve biz, bu küçük dairede, büyük bir aile olmuştuk.
Akşam yemeği tam bir şenlik havasındaydı. Masada birbirinden renkli tabaklar, taze mezeler ve tıkır tıkır kaynayan çay vardı. Duru mutfaktan yeni bir şeyler getirirken, Mihre tabağını özenle dolduruyor, Aydemir ise her zamanki sakarlığıyla tabağından birkaç şeyi yere düşürüyordu. Gülüşmeler, hafif takılmalar, samimi atışmalar etrafı sarmıştı.
“Abi, biraz daha tadına bak da, bugün kaç kez ‘Ellerine sağlık’ duydun sayıyorum,” dedi Duru, gülerek. “Benimle yarışamazsınız,” diye karşılık verdim. “Mutfakta kral benim.”
Tam o sırada Aydemir ayağa kalktı, hafif bir ciddiyetle bana baktı ve espri dolu bir tonla: “Bintuğ, şu an en ciddi konuyu açıyorum. Ablamı sana vermiyorum, haberin olsun!” dedi.
Mihre ve Duru bir anda durdu, gözleri parladı; ben ise kahkahayı tutamadım. “Ne yani, sen de mi teslim olmuyorsun, Aydemir?” diye karşılık verdim.
“Hayır, abi,” dedi gülerek. “Ben sadece şaka yapıyorum ama bak seni biraz kıskanıyorum. O senin yanındayken nasıl bu kadar değiştin anlamıyorum.”
Mihre hafifçe başını salladı, “Evet, Bintuğ’un yanındayken gülmeyi bile unuturduk. Şimdi ise... kahkaha tufanı!”
O an masadaki herkes kahkahalara boğuldu. Yerdeki birkaç düşen tabak, eksik çatal, kayıp kaşık hiç umurumuzda değildi. O an, sadece birlikte olmanın, o anın tadını çıkarmanın keyfini yaşıyorduk.
“Bundan sonra,” dedim, “bu evde hiçbir gün sadece bir yemek yeme günü olmayacak. Her lokmada gülmek, her tatta mutluluk olacak.”
Aydemir, “Anlaştık o zaman, şaka şaka, ablamın gönlüne girmeye devam edeceğim,” dedi ve Mihre’nin elini hafifçe tuttu.
Masa, kahkahalar ve sevgiyle dolup taştı. Ve biz, o akşamı, yıllar sonra hatırlanacak en güzel anılardan biri yapmaya karar verdik.
Duru mutfakta tabakları yerleştirip, bulaşıkları toplarken, evin içinde hafif bir huzur ve dinginlik vardı. O anın büyüsünü bozmak istemedim ama kalbimde bir soru vardı, cevaplanması gereken… Mihre’ye doğru yürüdüm ve usulca, hafifçe adını fısıldadım.
“Mihre,” dedim, “bir dakika yanına gelebilir miyim?”
Başını kaldırdı, göz göze geldik. Sessizce evet dedi ve beraberce salondan çıkıp küçük balkon kapısının önüne, dışarıya açılan köşeye yöneldik. Havanın serinliği tenimize dokunuyordu, ama içimizdeki sıcaklık her şeyi unutturuyordu.
Bir süre sustuk. Sonra yavaşça sordum, kelimelerimin titreyen yankısıyla: “Gerçekten istiyor musun? Bu evliliği… Bizi...”
Gözlerini yere indirdi, derin bir nefes aldı sonra bana baktı. “Evet,” dedi, “seninle… hayatta en çok istediğim şey bu. Hem de kelimelerle anlatılamayacak kadar.”
“Öyle mi...” dedim, kalbim hafifçe çarparken. “Biliyorum kolay değil. Geçmişimiz, yaralarımız... Ama önemli olan neyi istediğimiz, değil mi?”
Başını salladı. “Evet. Ve seninle birlikte yürümek istiyorum. Korkularımı, umutlarımı, hatta kırılganlığımı bile...”
O an, zamanı durdurmak istedim. “Ben de aynı şeyi hissediyorum, Mihre. Bu yolda yalnız yürümeyeceğiz.”
Gözleri doldu, gülümsedi. Sessizce elimi tuttu, o küçük dokunuş, bir sözden çok daha fazlasını anlatıyordu.
Birlikte balkondan içeri döndüğümüzde, Duru hâlâ mutfaktaydı, kahkahalar yükseliyordu. Ama bizim aramızdaki o sessiz an, bütün hayatın en gerçek ve güçlü sözleriydi.
Mihre yanımda otururken, o anı zihnime kazımak istedim. Gözleri hâlâ balkondaki konuşmamızın etkisindeydi. Sanki içindeki fırtına durmuştu da, ilk defa huzurun kıyısına yaklaşmış gibiydi. Bir yandan onu seyrediyor, bir yandan da geleceğimizin ipuçlarını arıyordum yüzündeki her çizgide.
“Bir şey diyeceğim…” dedim, usulca yana dönerken. “Ev işi ne olacak? Yani... nerede, nasıl bir yerde yaşamak istersin gerçekten?”
Birden bana döndü. Ciddileşti. “Dürüst olayım mı?” dedi.
Başımı salladım. “Her zamanki gibi.”
“Gürültüden uzak bir yer… Ama çok tenha da olmasın. Bakkala yürüyerek gidebilmek istiyorum. Komşular olsun ama çok içli dışlı olmayalım. Balkon olsun… ama genişçe. Kahve içmelik. Sabahları sen uyanmadan oraya çıkayım, hava alsın yüzüm. Bitkiler de koyarız belki, senin de seveceğin türden.”
İçim gülümseyerek doldu. “Biraz serin eserse battaniyeyi omzuna alıp köşeye kıvrılırsın... öyle mi?”
Gülümsedi. “Senin kazağınla. O bol olan var ya...”
İçim titredi.
“Peki içi? İç düzeni nasıl olsun? Mutfak mı salon mu daha geniş mesela?”
“Mutfağı büyük istiyorum,” dedi tereddütsüz. “Bazen öyle geceler olur ki... sadece birlikte yemek yapmak isterim. Tartışmadan, acele etmeden, sen salçayı koyarken ben kaşığı tutayım… sonra sessizce çorbayı karıştıralım. O yüzden iki kişinin birlikte çalışabileceği kadar geniş olmalı. Ama aynı zamanda sıcak. Çok modern bir şey istemem. Perdeler açık renkli olsun, mutfağın içinde bir masa mutlaka olsun. Yemek masasını salona koymak istemem. Günlük kahvaltılar o küçük masada yapılsın. Sabahın mahmurluğuyla oraya oturalım.”
Böyle hayal kurduğu anlarda nefes bile almamaya çalışırım. “Salonda yer minderi olsun ister misin?” diye sordum gülerek.
“İsterim!” dedi hemen. “Bir kenara sereriz. Yere oturup film izlemek bence koltuktan daha güzel.”
Ben ise biraz daha farklıydım, ama onu dinledikçe, hayal ettiğim yerin yavaş yavaş değiştiğini hissettim. “Peki senin odan? Yani kendine ait bir köşen mutlaka olsun istiyorum. Kitaplarını koyabileceğin, dikiş makinesini ya da neyse seni rahatlatan şey...”
“Bir oda değil de... bir köşe yeter bana,” dedi. “Ama senin de köşen olsun. Bilgisayarını koyacağın, bir şeyler yazacağın. Bence iki kişilik bir hayatın içinde ikimizin yalnızlığı da olsun.”
Bir süre sustuk. Sonra ben fısıldadım: “Peki... bizim odamız nasıl olsun?”
Başını eğdi. Hafifçe gülümsedi.
“Kalbimizi yormayan bir oda. Ne gösterişli ne sade. Sadece seninle bana ait. İki baş yastığı, ama tek yorgan. İki kişi uyur, ama aynı rüyayı görür gibi. Her gece orada konuşup, sabah birbirimizi o odada yeniden tanıyalım.”
Bunu duyduğumda yutkundum. İçimde garip bir güven yayıldı. “Bence biz bu evi kurarız,” dedim. “Seninle… olur bu iş.” Mihre başını bana yasladı. Ve ben ilk kez, bir evin duvarları olmadan da ev hissini böyle derinden yaşadım.
Ev meselesi… Hayatımda ilk defa, bir çatının sadece dört duvardan ibaret olmadığını anladım. Mihre’yle birlikte geçireceğimiz yılların ilk adımını atarken; içime sinen, onu mutlu edecek, güvenli, huzurlu bir yer arıyordum. Savaşlardan, nöbetlerden, karargâh duvarlarından sonra; ilk defa “bizim yerimiz” diyebileceğimiz bir alan yaratmanın hayalini kuruyordum.
O sabah uyanırken gökyüzü hafifçe bulutluydu, ama içim kıpır kıpırdı. Mihre’ye kahvaltı hazırladım – evet, yumurta biraz fazla pişmişti ama o gülümsediğinde tüm yanlışlar bir anda siliniyordu. Kahvaltı masasının başında, "Bugün birkaç yere bakalım mı?" dedim. Gözleri parladı. İşte o bakış… Beni dünyaya bağlayan tek şeydi.
İlk ev eski bir apartmanın üçüncü katındaydı. Girişteki mermerler yer yer çatlamıştı ama Mihre "Burası ev gibi kokuyor" dedi. İçeri girdiğimizde duvarlar sararmıştı ama camdan Botan Çayı görünüyordu, uzak bir kıvrımı… O an düşündüm, acaba bir gün küçük bir odamız olur mu bu evde? Sessizce gülümsedim ama Mihre fark etti. "Neye güldün?" dedi. "Sana," dedim. "Ben buraya çocuk sesi hayal ettim." Yüzü kızardı.
İkinci eve girdiğimizde… Ah, o ferahlık! Salon genişti, balkon ise nehir kıyısına doğru açılıyordu. Mihre hemen perdeyi aralayıp dışarıyı izledi. O an düşündüm: Bu kadının hayatına gölge değil, pencere olmak istiyorum. Gün ışığı gibi, ferah, umut dolu…
Her evi gezerken aslında kendi içimi de geziyordum. Kaygılarımı, umutlarımı, kırıklıklarımı… Ama Mihre'nin sesiyle, dokunuşuyla her şey bir bir yerine oturuyordu.
"Senin için ne önemli?" diye sorduğumda, "Güvende hissetmek… ve birlikte büyüyebileceğimiz bir yer," dedi.
Eve dönüş yolunda arabada sessizlik vardı, ama huzurlu bir sessizlik. Elini tuttum, kavramadı… sımsıkı tuttu. Sessizce onayladı her şeyi.
O gün anladım; dört duvar değil mesele. Bir yürek, bir nefes, bir masa, iki çay… Ve onun sesi bir odada yankılandığında, orası ev oluyordu.
Sonunda… O ev.
Üçüncü günün sonunda, saat ikiyi geçmişti. Yorulmuştuk. Mihre, sustuğunda anlıyorum ki biraz umutsuzlanıyor. Ama pes etmedik. Emlakçı, "Bir ev daha var, yeni ilana çıktı ama hâlâ sisteme girmedi," dediğinde ikimizin de gözleri aynı anda parladı.
Şırnak’ın o yumuşak yokuşlarından birine yaslanmış, iki katlı sade bir yapıydı. Evin dış cephesi badanalı değildi ama duvarlarında zaman değil, huzur birikmişti sanki. Önünde çiçekli bir bahçe vardı; toprak yolun kenarında begonviller sarkıyor, bir köşede sarı bir leylek biblolarla dizilmiş taşların arasına sinmişti. Mihre yürürken çiçekleri inceliyor, her şeyin canlılığına bakarken fark etmeden gülümsüyordu.
Kapı gıcırdayarak açıldı. İçeri girdiğimizde… işte o an. Sanki ikimiz de orada, o an “burası” dedik. Sessizce, aynı anda.
Evin salonu genişti. Yerler cilalı çam tahtası, her adımda geçmişin sıcaklığı vardı. Ortada büyükçe bir pencere, pencerenin tam karşısında ise dağlara açılan bir manzara… Mihre perdeyi araladığında içeri düşen gün ışığı, onun saçlarında dans etti. İçimde bir şey, kalbimin en derin yerinden, usulca “burası” dedi.
Mutfağa geçtiğimizde, Mihre bir sandalyeye oturup “Burada yemek yaparım,” dedi. Sonra gözleri buğulandı. “Annemin reçellik kavanozlarını koyarım şu rafa,” diye mırıldandı. Ben sadece başımı salladım. Çünkü kelimeler bazen bu kadar büyük duygulara yetmiyor.
Üst katta iki oda vardı. Biri bizim için, diğeri… Kim bilir? Belki bir misafir için. Belki de bir gün, adını henüz bilmediğimiz biri için.
Banyonun fayansları mavi-beyazdı, eskiydi ama temizdi. Mihre aynaya baktı, sonra bana döndü. “Bu aynada birlikte yaşlanırız,” dedi. Yutkundum. İçimdeki bütün tereddütler çözüldü.
Bahçeye çıktığımızda, küçük bir limon ağacı fark ettik. Henüz meyve vermemişti ama toprağı kuvvetliydi. İşte o ev de öyleydi. İçine ne eksikse ekebileceğimiz, birlikte büyütebileceğimiz bir yerdi.
Ben orada, Mihre’nin yanında, geçmişin yükünü indirdim. Gözleriyle göz göze geldim. “Alalım mı?” dedim. Gülümsedi.
“Zaten seçmiştik.”
Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bu bölümü de size sunduktan sonra ben kaçıyorum. Umarım beğenirsiniz. Oy ve yorumlarınızı unutmayın lütfen. Bu arada Karşılaşma Cephesi bitti diye üzülmeyelim çünkü ikincisini en kısa zamanda yazacağım. Mihre ve Bintuğ’u yalnız bırakmayalım, öyle değil mi? Medyaları yarın sabah ekleyeceğim. Umarım seversiniz. İyi geceler ❤✨
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 28.31k Okunma |
6.22k Oy |
0 Takip |
71 Bölümlü Kitap |