

"Kınanın en güzel yanı, yürekte saklı renkleri açığa çıkarmasıdır."
Mihre Kandemir’in Anlatımıyla;
İnsan bazen bir kelimenin bile içine saklanabiliyor. Bazen bir bakışta boğuluyor, bazen bir gülüşte kendine geliyor. Ben ise uzun bir suskunluğun içinde yaşıyordum. Sanki kelimeler benden kaçıyor, hislerim tanıyamadığım bir dilde konuşuyordu.
Ta ki onu görene kadar.
Bintuğ.
Adını ilk duyduğumda herhangi bir harf gibi gelmişti. Ne eksik, ne fazla. Ama sonra bir sabah… Sanki kelimeler yerini buldu. Göz göze geldiğimizde içimde tuhaf bir sessizlik oldu, öyle bir sessizlik ki yalnızca kalp atışım yankılandı içimde.
Bütün hayatım, tek bir saniyeye yığıldı gibi. Ne kadar süredir böyle yalnız hissettiğimi fark ettim o an. Ne kadar uzun süredir biri bana, "buradayım" dememişti.
Tanıdık değildi Bintuğ. Alışılmış hiç değildi. Ama garip bir şekilde… Sanki hep hayatımdaymış gibi. Sanki beni ben yapan ne varsa, o da bir yerinden tutuyormuş gibi.
İçimde, uzun zamandır kurumuş olan bir göl vardı. Sessizdi, kuruydu, rüzgâr bile uğramıyordu yanına. Ama onun bakışıyla o göl, birden suya kavuşmuş gibi doldu. Taştı. Ve ben, bir taşkının ortasında buldum kendimi.
Zaman geçti. Sessizce, fark ettirmeden. Onu tanımaya başladıkça kendimi de yeniden tanıdım. Ona güldüğüm anlarda içimdeki yaralar susuyordu.
O sustuğunda bile, varlığıyla konuşuyordu. Ben de artık kaçmıyordum hislerimden.
Kimi zaman insanın yüreğine neşe değil de tarifsiz bir afallama oturur. Gözlerim onun etrafındaki koşturmacaya iliştiğinde, içimde önce sıcak bir dalga yayıldı.
Gözbebeklerim genişledi. Kalbim, fark ettirmeden bir an duraksadı. Düğün kelimesi zihnimde yankılandı… Bintuğ ve düğün.
Bir anlığına anlam veremedim. Şaşkındım. Mutluydum. Garip bir huzur vardı içimde. Sanki dünyadaki herkes onunla aynı karede mutluymuş gibi hissettim. Sonra… küçük bir umut fısıldadı içimden:
"Belki… belki de bu masa bana da kurulacak." Ama o anda bile bir parça çekingenlik vardı içimde. O bana yaklaşır mıydı? O hissettiğim şey, onun kalbine de dokunmuş muydu?
Yine de… içimden geçen o küçük sevinç, tıpkı bir çocuk gibi elimden tutup beni gökyüzüne doğru çeken bir rüzgâr gibiydi. Gözlerim doldu. Ama ağlamadım.
Çünkü içimde ilk defa bir şeyler "olabilir" diye fısıldıyordu. Ve ben belki de ilk defa bir duygunun olgunlaştığına tanıklık ediyordum.
“Bir gün, sadece kendime ait.” Bugün ne telefon çaldı ne de biri kapımı çaldı. Ne bir acil durum vardı ne de bir mecburiyet. Sadece sessizlik vardı. Ve ben.
Kahvemi koyduğum bardağın sesi bile yankı yaptı mutfağımda. Perdeler hafifçe kıpırdadı, dışarıdan esen rüzgârla. Balkon kapısını aralık bıraktım.
Temmuzun bu tarafı bile esiyorsa belli ki benim içim hâlâ biraz serin. Belki de alışkanlık belki de yalnızlık biraz cam açık bırakmak gibidir. İçeri sızar ama tamamen çıkmaz.
Kahvemi alıp oturma odasındaki küçük koltuğa geçtim. Her zamanki köşe. Sol yanımı pencereye verip, dizlerimi çekip battaniyeye sarıldığım yer.
Yaz günü battaniye sarılmak gibi bazı alışkanlıklarım vardır. Neye karşı bilmiyorum, ama kendimi korumaya alıyorum belki.
Bugün her şey yavaş. Düşüncelerim bile. Ama kaçamıyorum onlardan.
Bintuğ’un düğün hazırlıklarını gördüğüm o an hâlâ gözümün önünde. Beyaz örtüler, şamdanlar, gülüşmeler… ve o. O kadar uzakta ama o kadar yakındaydı ki.
Kalabalığın içinde yalnızca onu seçebiliyordum. Sanki herkes silikleşmişti. Sanki dünya biraz durup ona bakmamı istemişti.
İçim acımadı. Hayır. Ama bir yerim tuhaf şekilde burkuldu. Sanki bir ihtimalin üzerine incecik bir tül örtüldü ve ben o tülün altından bakmaya devam ettim. Net değil ama büsbütün silik de değil.
Bugün kendime söz verdim. Hiçbir şey yapmayacağım. Sadece düşüneceğim. Sadece hissedeceğim. Bazen de hiçbir şey hissetmeyeceğim.
Öğleye doğru mutfağa geçtim. Kafamı dağıtmak için tarif kitapları karıştırdım ama hiçbir şey cazip gelmedi.
En sonunda çocukluğumdan kalma bir tarife sığındım: peynirli börek. Annem eskiden yapardı, ben kenarlarını yemeği severdim.
O an fark ettim içimde bir suçluluk duygusu ağır ağır yükseldi. Sonra geçeceğini bildiğim için fazla kurcalamadım.
Börek fırında pişerken, salonun ortasında pinekleyen defterime gözüm ilişti. Kenarı kıvrılmıştı. Son birkaç haftadır yazmak içimden gelmemişti. Kalem elimdeyken bile susmuştum. Ama bugün, sanki parmaklarım yavaş yavaş ısındı.
“Bugün Bintuğ’a uzaktan baktım. Kendime yaklaştım. Olmasa bile, içimdeki ihtimale teşekkür ettim.” Bu cümle döküldü kağıda. Ne fazla, ne eksik. Olduğu gibi.
Akşam üzeri, balkona çıktım. Mahallenin çocukları aşağıda top oynuyordu. Bir tanesi düşüp dizini kanattı. Annesi hemen aşağı indi, sarıldı, sildi.
O an düşündüm: birini sevmek, onun düşeceğini bile bile orada durmak gibi bir şey. Ne engelleyebiliyorsun ne koşulsuzca yaklaşabiliyorsun. Ama yine de bekliyorsun.
Gün yavaşça akşama döndü. Işıkları yakmadım. Karanlıkla aydınlık arasında o kısa zaman dilimini hep sevmişimdir. Ne gündüzün yükü var, ne gecenin sessizliği. Sadece “geçiyor” hissi var. Bugün, hiçbir şey yapmadan geçirdiğim bir gün değil.
Bugün içimdeki dağınıklığı fark ettiğim, toplamaya çalışmadığım bir gün. Ve belki de bazen sadece fark etmek yetiyor.
Kapı çaldığında henüz ışıkları açmamıştım. Güneş çoktan batmış, gökyüzü morla gece arasında sıkışmıştı. Tam mutfağa doğru yürüyordum ki, o “ding-dong” sesi yankılandı evin içinde. Bir an durdum. Beklediğim biri yoktu.
Kapıya yürürken aklımda olasılıklar dönüyordu: Kargo? Komşu? Yoksa… Kapıyı açtığımda bir an gözlerim kısıldı. Üç farklı enerji. Üç farklı bakış. Ama hepsi tanıdık.
Bintuğ, Duru ve Aydemir. Birbirlerinden habersiz gibi ama bir olmuş gibi. Duru elinde kola şişesiyle önde, Aydemir koca bir poşet çekirdekle yanında, Bintuğ ise…
Ah, Bintuğ. Elinde kocaman bir pizza kutusuyla gülümseyerek: “Biz geldik. Ev partisi modunu açtık,” dedi.
Gülmemek elde değildi. "İçeri girin de şu mahalle duyup kıskansın," dedim. Duru “Ay ne güzel karşılama bu, sen hep böyle ol,” deyip kendini koltuğa attı.
Aydemir hemen televizyonun kumandasını buldu. Bintuğ ise ayakkabılarını çıkarırken bana dönüp fısıldadı: “Bugün seni görmem gerektiğini hissettim.”
İçimden geçen o sıcaklık, galiba böreğin fırından çıkan sıcaklığına bile meydan okuyordu. Mutfakta bardakları çıkarırken Duru gelip tezgâha oturdu.
"Ne yaptın bugün, yine şiir mi yazdın? Mihre’mizin ilham perisi sanki içeride uçuyor gibi bir hâlin var," dedi.
“Yok,” dedim. “Bugün sadece düşündüm.”
“Ne düşündün?” diye sordu.
“Büyümeyi. Hissederek yaşamayı. Bir de… pizza siparişi verebilmeyi,” deyip güldüm.
Salon adeta küçük bir kamp alanına dönüştü. Yastıklar yerde, koltuklar işgal edilmiş, pizza ortada, çekirdek avuçlarda. Aydemir’in aklına “Sessiz film” oynamak geldi.
İlk kelimeyi Duru yaptı, ellerini iki yana açtı, kafasını çevirdi. Bintuğ ciddi ciddi izliyor, ben kendimi tutuyorum. Aydemir bağırdı: "Midye dolma!" “Ya ne alaka!” diye hepimiz güldük.
Sıra bana gelince sahneyi biraz abarttım. Elimi kalbime götürüp yere yığıldım.
Duru: “Felaket tellalı!”
Bintuğ: “Duygusal patlama!”
Aydemir: “Bence bu kesin beni temsil ediyor!”
Salonda kahkahalar yankılandı. O an fark ettim, gülüşler arasında zaman eriyip gidiyordu.
Sonra müzik açıldı. Bintuğ “Bakın bu bizim şarkımız,” deyip Duru’yla dans etmeye başladı. Aydemir ise kendi başına halay çekiyor gibi bir figürle yerinde zıplıyordu.
Ben mi? Ben sadece izledim bir süre. Onların arasında olmayı, sevilmeyi, ait olmayı. Sonra Bintuğ elini uzattı bana.
“Dans etmeyecek misin?” Gözlerimi kısıp gülümsedim. “Benim ritmim kalbimde,” dedim. “Ben de oraya uyum sağlıyorum zaten,” diye cevapladı.
O an her şey durdu gibi oldu. Ama sadece bir an. Çünkü Duru “Biri mutfağa gidip buzlu çay getirsin, yoksa kendimi yorganın içine sararım,” deyince hepimiz yine kahkahaya boğulduk.
Mutfak, her zamanki gibi evin en sessiz köşesiydi. Herkesin eğlendiği, güldüğü bir gecede bile burası sanki bir sığınak gibiydi. Çaydanlığa su koyarken duyduğum tıslama sesiyle birlikte, arkamdan gelen ayak seslerini fark ettim.
Bintuğ.
Sessizce yanıma yaklaştı, çay bardaklarını dolabın üst rafından indirdi. İkimiz de bir süre konuşmadık.
Sanki sessizlikle anlaşıyorduk. O, her zaman olduğu gibi önce ortamı değil, beni izliyordu. Bakışlarında bir soru vardı ama henüz sorulmamıştı.
Ben dayanamayıp kırdım o sessizliği. “Bugün gerçekten geleceğini düşünmemiştim.”
“Ben de,” dedi. “Ama... içimde bir şey ‘git’ dedi. Gittim.”
Bardağa uzanırken elinin bana temas etmesiyle bir an durdum. İçimden geçen her şey sanki bir anda hızlandı. Kalp atışım, nefesim, düşüncelerim. Ama gözlerim yerinden kıpırdamadı. Sadece ona baktım.
“İyi misin Mihre?” diye sordu yumuşak bir sesle. Kelimeler dilimin ucuna geldi ama tam düşmedi. İyi miydim? Kime göre? Ne zamandır?
“Sana bir şey söyleyeyim mi?” dedim, sesim neredeyse bir fısıltıydı. “Ben bazen ne hissettiğimi bile bilmiyorum. Ama seni gördüğümde… her şey biraz daha anlaşılır oluyor.”
Bir an başını eğdi, sonra gülümsedi. Yorgun ama sıcak bir gülümseme. “Seni görmem yeterli oluyor zaten. Duru’nun bin tane planı vardı bu akşam için. Ama ben çaya gelmek istedim.”
İçim titredi. Yani bu geliş, bir tesadüf değildi. Kahkahalarla geçen gece, aslında sessizce planlanmış bir yalnız kalıştı belki de.
Bardaklara çayı doldurduk. O sırada mutfağın loş ışığı altında bana döndü. “Bir şey diyeceğim ama sen gülersen alınmam bak,” dedi. Gülümseyerek baktım. “Söz veremem.”
“Bana ilk güldüğün anı hatırlıyorum. Duru’nun abisi olduğumu öğrendiğindeki yüz ifaden çok komikti. Bıyık altından gülüyordun fakat dışarıdan güldüğün belli oluyordu.” Kahkaha attım.
“Çok komik duruyordun,” dedim.
“İşte o an demiştim: bu kız benim canıma dokunacak. Ama güzel yerden dokunacak.”
İçimde, bir şey kıpırdadı. Bir çiçek mi desem yoksa bastırılmış bir ağlama hissi mi... bilmiyorum. Sadece yutkundum. Ve onun bardağını uzattım.
“Çay içerken kalbimize dokunmazsak, ne anladık bu geceden?” dedim. Bana bakarken gözleri ciddileşti. “Kalbime çoktan dokundun Mihre. Sen bilmeden çok şeyi değiştirdin.”
Arkamızda Duru’nun kahkahaları, Aydemir’in sesi vardı. Ama burası… sadece ikimize aitti. Bu küçük mutfak, o anda dünyadaki en samimi yerdi. Ve ben o gecede, sadece çay değil… belki de kalbimi verdim.
Mutfakta onunla çay içerken içimde bir karar yavaş yavaş olgunlaştı. Bu gece dağılmasın istedim.
Bu sıcaklık, bu samimiyet. Birbirimize iyi gelen bu küçük dünya.
Elimdeki bardağı tezgâha koyup, ona baktım: “Bu gece kalın burada. Üçünüz de.” Gözlerinde bir şaşkınlık belirdi. “Ciddi misin?”
Başımı salladım. “Evet. Gece güzel. İçim rahat. Sanki… bu evde eksik bir şey tamamlandı gibi.” Sonra biraz sessizlik oldu. Sanki o da ‘tamam’ dedi içinden.
Duru, kapıdan kafasını uzattı o sırada. “Yalnız mısınız siz? İki saattir oradasınız!”
Ben gülerek ona döndüm: “Kalın bu gece. Koltuklar sizin, kahvaltı da benden.” Aydemir’in sesi salondan geldi: “Yastık savaşına varım da battaniye paylaşmam ha!”
Gece biraz daha kahkaha, biraz da yorgunlukla son buldu. Herkes bir köşeye kıvrıldı. Ben odamda, kalbimde taşıdığım yeni bir fikri büyütmeye devam ettim. Sabah olduğunda paylaşacaktım.
Güneş perdeyi delip geçerken evin içi sarı bir huzurla doldu. Mutfak mis gibi kızarmış ekmek, domates ve demli çay kokuyordu. Masayı hazırlarken içimde bir kıpırtı vardı. Bugün biraz farklıydı. Bugün içimi dökme günüydü.
Herkes birer birer uyandı. Duru saçını karıştırarak, Aydemir uykulu bakışlarla, Bintuğ ise sessiz bir tebessümle masaya oturdu.
Kahvaltı başladı. Bir süre sessizce yedik. Sonra, derin bir nefes alıp konuşmaya başladım: “Size bir şey söyleyeceğim. Uzun zamandır içimde taşıyordum ama artık söylemenin zamanı geldi gibi…”
Hepsi bana döndü. Duru hemen dikleşti, “Ay ev mi alıyoruz, ne bu ciddi giriş?” diye espri yaptı.
Gülümsedim. “Hayır. Ama bir karar verdim. Kına, söz ve nişan meselesi…” Bir an duraksadım. Bintuğ gözlerime bakıyordu, sesi çıkmadı. Devam ettim:
“Bunların hepsini sadece biz yapalım istiyorum. Siz, ben başka kimse olmasın. Kalabalık, gösteriş, salonlar, bu karmaşa… bunlar hiç benlik değil. Ne hissettiğimi bastırıyor. Ben o günleri yaşamak istiyorum. Gerçekten. Kalpten. Sade ama bizim olan bir şey istiyorum.”
Duru hemen coştu: “Kesinlikle evet! Sonunda biri benim dilimden konuştu! Bak arkadaşımın sözünde herkes bana ‘öylesi şık olur’ dedi ama ben ayakkabımı çıkarmak için can attım bütün gece.”
Aydemir çayından bir yudum aldı, gülümsedi. “Samimi olsun, kalpten olsun, bize yetsin. Gerisi fasa fiso.” Sonra gözlerimi Bintuğ’a çevirdim.
Hiçbir şey demeden sadece baktım. O da bana bakarak başını hafifçe eğdi. “Ben zaten hep bizi istedim Mihre. Geri kalan her şey fazlaydı.”
İşte o an… İçimdeki telaşın yerine bir durgunluk geldi. Sanki hayat birden sessizleşti. Ve ben anladım… Doğru yerdeyim. Doğru insanlarla.
“Duru, masayı toplayalım da kahve saatimiz yaklaşıyor.” gözlerinin parıltısı mutfağı aydınlatırken hepimizin hızlı hareketleri sonucu mutfak tertemiz olmuştu.
Duru hemen cevzeyi alıp ocağa koydu ve yanında beklemeye başladı. Ben de fincanları ayarlayıp Duru’nun yükünü hafiflettim ve dolaptan çıkardığım lokumları da küçük kaselere dağıttım.
Kahve olduğunda, tepsiyi masaya koydum ve almalarını bekledim. Herkes aldıktan sonra direkt tezgaha koyup oturdum.
“Kına bizde,” dedim. “Mehtap, Duru, Ayşe ve ben. Yüksek ses yok. Neşeli ama küçük bir akşam. Pencereden bile taşmayacak bir gülüş.”
Duru kahvesinden bir yudum aldı, “Ben roman havası oynarsam kusura bakmayın ama pencere titrer,” dedi. Ben güldüm. “Sen tül giy, ben seni balkonun tülüne sararım.”
Ardından söz ve nişanı konuştuk. İkisini bir güne sığdırmak hem kolay hem anlamlı olurdu. Gelecekler belliydi: Karan ve Caner, Aydemir ve Duru, Mehtap, Ayşe… ve Yiğit, Fatih, Ertuğrul. Karan’ın yüzükleri takmasını istedim.
İçimde ağabey yerine koyduğum bir duruş vardı onda. Belki de, yıllardır eksik kalan koruyucu bir boşluğa onun sessizliği dokunmuştu.
“Pastayı ben yaparım,” dedi Duru, başını dik tutarak. “Ama içinde renkli şekerlerden olacak, çocuk gibi hissedeceğiz.”
Mehtap telefonla bağlandı o sırada. “Pastayı bırak, ben gül böreği saracağım. Elinizi çabuk tutun, nişanlı gibi gelin oraya!”
Gülümsedim. Bu insanlar benim hayatıma telaşla değil, sessizce yerleşmişti. Şimdi her biri bir sandalyeye oturmuştu ve ben, onlara koca bir masa kuruyordum.
Konu düğüne geldiğinde durduk. Büyük bir sessizlik olmadı; ama küçük bir duraksama vardı.
“Düğünü sonra konuşuruz,” dedim. “O biraz daha kalabalık olacak. Askeriyenin tamamı hastanedekilerin hepsi. Bu üç adımı biz bize atalım. O günü onların da hakkıyla paylaşırız.”
Bintuğ başını salladı. “Büyük gün, büyük kalabalık. Ama bu… bu bizim zamanımız. Haklısın.”
O an, elimdeki kalem bile ağırlaştı. Çünkü defterin sayfalarına sadece plan değil, kalbimi de yazıyordum. Ve bu sabah, hayatımın ilk sade törenine sessizce ‘evet’ dedim.
O akşam, zaman sanki camdan bir kutunun içine hapsolmuş gibiydi. Her şey yavaş ilerliyordu ama içim hızlı çarpıyordu.
Salondaki lambanın ışığına tül bağlamıştı Mehtap; “Sarı ışık altında daha güzel çıkarsın fotoğraflarda,” demişti. Ama ben o gece fotoğraf gibi görünmekten çok, kendim gibi hissetmek istiyordum.
Elbisemi yatağın üstüne sermiştim. Vişne çürüğü rengiyle öylece duruyordu; sanki ben giymesem bile gecenin sahibiydi.
Saçımı Duru ördü, elleri titredi biraz. “Sen hiç böyle heyecanlı bir gelin olmadın,” dedi. “Çünkü ben hiç böyle bir gece hayal etmemiştim,” dedim.
Ama içimden bir ses, işte tam da bu yüzden bu gecenin en gerçek olanı olduğunu fısıldıyordu. Ayşe, aynanın karşısında beni çevirip duruyordu.
Küçük taşlı tokayı saçımın arasına iliştirdiğinde “Bu gece sadece bir kına değil, bizim yıllar boyu içimize attığımız duaların da cevabı,” dedi.
Kapı çaldı. Duru koştu, Mehtap ardından. Sesler, gülüşmeler, ayakkabıların çıkardığı cıvıltılar… Ve sonra… Bintuğ. O içeri girdiğinde salondaki ses azaldı.
Ben hâlâ odadaydım. Perdenin arkasından onu izledim. Elinde küçük, kare bir kutu vardı. Duru, onun geldiğini haber vermek için odaya koştuğunda, ben hâlâ perdenin kenarından çıkmamıştım.
“Bintuğ geldi,” dedi.
“Tamam,” dedim ama kıpırdamadım.
O an içeri girdi. Kalabalığı yarmış gibi değil de, yalnızca beni bulmak için yürümüş gibiydi.
Elindekini bana uzattı. “Açma şimdi. Gece bitince açarsın,” dedi. Kutunun üstüne bir kurdele bağlamıştı. Sadece benim anlayacağım bir düğümle…
Sonra herkes geldi. Caner ve Karan erkenden gelip sandalye taşıdı. Mehtap, gül böreklerini fırına vermişti. Ayşe, telefonundan o klasik kına gecesi listelerini sıraya koydu.
Ve an geldi. Ortaya küçük bir minder konuldu. Kafamın üstünde kırmızı tül gezdi. Sırtımda Mehtap’ın hediye aldığı tülbend vardı. Avuçlarım açıktı, Duru’nun ellerinde kına yavaşça açılıyordu.
Bintuğ tam karşımdaydı. Gözleri gözlerimde değildi; yere bakıyordu. Ama o utangaç bakışta, bana kurduğu hayallerin gölgesi vardı.
Bir an herkes sustu. Mehtap, türkünün sesini biraz kıstı. Duru, kınayı avucuma yerleştirirken “Allah tamamına erdirsin,” dedi.
Benim gözümden bir damla düştü. Ama dudaklarımda hâlâ bir gülümseme vardı. Sonra alkışlar, kahkahalar, havaya savrulan tül parçaları… Ve içten bir gece, öylece bizim evimize çöktü.
Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bugün kına gecemizi sade yapmak istedim. Söz ve nişan da sade olacak lakin Düğün baya eğlenceli geçecek. O yüzden bu sadelikleri koruma taraftarıyım şu anlık. Umarım beğenirsiniz. Sizi seviyorum. Oy ve yorumlarınızı da bekliyorum. Düğün bölümünde Mihre’nin gelinliği medyada olacaktır ❤
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 28.31k Okunma |
6.22k Oy |
0 Takip |
71 Bölümlü Kitap |