
Sokağında gördüğün biri, belki komşu çocuğu. O ana kadar tanıdığın herkes arasında uçurtma yapmayı da uçurmayı da bilen tek kişi o. Eklemek için bir dipnot: çekingen, içine kapanık, konuşmayı bile cesaret sayacak kadar korkaksınız.
Sadece evinizin balkonunda, o çıkmaz sokaktaki tek açıklık olan gökyüzüne doğru süzülen uçurtmayı görüyorsunuz. Ona başta imreniyorsunuz, sonra hayran oluyorsunuz sonra onu bir çocuğun uçurduğunu görüyorsunuz ve onu kıskanıyorsunuz. Asıl mesele sonraki aşama, uçurtmanın sadece ona ait olduğunu ve onda güzelleştiğini fark ediyorsunuz.
Bir gün uyandığınızda yine koşa koşa balkona gidiyorsunuz ve süzülen bir uçurtma görüyorsunuz. Olması gerekenden çok çok yüksekte. Sebebini bilmiyorsunuz zaten nasıl bileceksin ki sen sadece uçurtmaya baktın.
Belki çocuk ipi tutamadı, belki rüzgar sert esti, belki çıtaları eksikti, belki de...
Belkisi çok işte sonuçta uçurtma uçtu gitti. Balkondan başını eğip çocuğa bakmak istedin. Onun yeni bir uçurtma hazırlayışını görmek istedin ama evin önünde bir kamyon tüm eşyaları yerleştiriyor. Aynı gün hem uçurtma gitti, hem çocuk. Artık uçurtma yapmayı bilen kimse yok.
Taşındı diye çocuğu suçlayamazsın, senden haberi bile yoktu. Onunla bir kere bile konuşmadın. Uçtu diye de uçurtmayı suçlayamazsın. Uçurtma bu uçmayıp ne yapacak?
"Bu ne duygusallık böyle?" Elimdeki kağıdı oflayarak masanın üzerine attığımda Mert karşımdaki masada, düzeltmelerini yaptığı benim kağıdımdan başını kaldırıp bana baktı.
Hangi kağıttan bahsettiğimi anlamak için biraz yükselip kağıda baktı.
"Şu uçurtmadan mı bahsediyorsun?"
"Aynen. Ne bu yeni metafor mu? Uçurtma diyerek neyi simgeledin şimdi?"
"Ben değil başkası yazdı onu." Gözlerini tekrar bana çevirdi "Kimin yazdığını da bilmiyorum. Geçenlerde kağıtları toparlarken buldum onu. Metaforsa da uçurtma aşktan başka bir şey gibi durmuyor."
Ayaklarımı uzattığım masadan indirip ona baktım. Dışarıdan duygularımı belli etmeyi beceremesem de heyecanlanmıştım.
"Rastgele birinin aşk tanımını mı biliyoruz yani şu an?"
Gözlerini benimle dalga geçercesine irice açıp başını aşağı yukarı salladı. Sonra da önündeki kağıda geri döndü. Bir şeylerin üzerini çizdikten sonra tekrar gözlerini kaldırıp bana baktı. Bu onun etiketiydi. Tek kelime bile edecek olsa karşısındakinin gözlerine bakar öyle konuşurdu.
"İsyan çıkarmaya çalışıp millettin aşk tanımına heyecanlanman çok ironik." Dalga geçiyordu ama onun gerçek düşünceleriydi bunlar.
"Ama düşünsene, uçurtması kaybolmuş ve artık uçurtma yapacak kimsesi de yok. Eğer aşksa senin dediğin gibi o bunu tamamen kaybetmiş. Ne bilen biri kaldı ne de komşu çocuğu." Kafamın içinde gezinen bin bir senaryo vardı. Ne şimdiyle alakası vardı bu olayın ne de planladığım ayaklanmayla. Ama dikkatimi çekmeyi başarmıştı işte.
"Başka biri taşınır o daireye."
"Ama bilmiyor uçurtma yapmayı."
Bu defa o da tüm dikkatini bana verip ellerini masanın üzerinde birleştirdi.
"Öğrenir."
"Tek bilen o diye belirtmiş ama, kimden öğrenecek yeni çocuk?"
"İlla uçurtma mı olacak aşk. O da başka şeylerle bağlantı kursun yeni geleni sevsin."
Gözlerimi devirip sırtımı siyah deri sandalyeye yasladım. Çok düz mantıktı ve bu konuşurken dahi yoruyordu insanı. O nasıl bu düz mantığıyla rahatça yaşıyordu anlayamıyordum.
"Aşkı uçurtmayla eş tutmuş. Değiştirse bu metafor komple çöker Mert."
Mert artık dayanamayıp "E bir zahmet çıksın arasın o zaman diğer çocuğu." dedi. Klasik Mert'ti.
"Mert, utangaç, çekingen ve korkak diye belirtmiş ya zaten. Empatiden ne kadar yoksunsun sen?"
Gözlerini gözlerimin en dibine kadar ittirip "Empati kuralım hadi. Farz edelim ki ben o çocuğum ve komşu kızım taşındı. Sence öylece durur ne olacağını mı beklerim Akça?" diye sordu.
"Ne bileyim ben sen ne yaparsın Mert?"
"Biraz da empati eksikliği var gibi." Ona dediğimi bana satıyordu. "Her neyse, ben o şehrin altını üstüne getirir o kızı bulur yeni uçurtmayı da onunla beraber yapardım Akça. Eğer uçurtma aşksa, ben ellerimin arasından kayıp gitmesine izin vermezdim." O kadar ciddiydi ki hiçbir şey demedim. Zaten o da beni beklemeden devam etti. "İşin özü şu korkak yazarın hikayesini bir kenara bırakıp bizim cesur hanımefendinin yazısını ayarlayalım."
Cesur hanımefendi bendim. Bunu büyük iltifat sayıp ayağa kalktım ve deyim yerindeyse kurula kurula, küçük dağlar benimmiş gibi onun yanına gittim. Cesaret benim ihtiyacım olan şeydi.
Hayatımda hep varlığı olan şey değildi ne yazık ki ama yalandan iyi görünmeyi biliyordum. O kadar iyi bir şekilde yalan atıyordum ki bir yerden sonra ben de inanıyordum. Cesaretim muhtemelen o kadar yavandı ki ben bunu tüm yalınlığıyla görsem kendimden tiksinir ve bir daha aynaya bakamazdım.
Mert'in yanına gidip omzundan bana ait olan kağıda baktığımda bir çok yerin üzerini karalayıp bazı yerlerine de kendi ek bir şeyler yazdığını gördüm. Açıkçası kontrol bile etmeden ona güvenebilirdim ama benim sütten ağzım bir kere yanmıştı ve değil yoğurdu buzu bile üfleyerek yerdim.
"Neden çizdin üstlerini?"
"Çok çiğ, böyle daha etkili oldu cümleler. Saldırıya açık cümleler vardı ama böyle bakınca insanlar bu yazıyı yazana sinirlenip köpürmek yerine, aynı dertten muzdarip oldukları bir yoldaşlarını görmüş gibi hissedecekler."
O bana bakarken ben hala kağıda yazdığı notlara bakıyordum. Haklı olabilirdi, hitabet önemliydi ve bizde hitabet ne benden sorulurdu ne de Asil'den. Hitabet Çetin'in işiydi ve bu sayede onun başkan olmasını isteyen azımsanamayacak bir kitle vardı.
"Sence yoldaş mıyız?" Gerçek bir soru cümlesiydi bu. Belki geç kalınmıştı ama gerçek bir merak hakimde sesime. Mert de bunun geç kalınmışlığının farkındaydı.
"O kadar geç kaldın ki bu soru için Akça."
"Onları yormayacak değil mi bu yaptıklarım."
"Yoracak. Çok yoracak onları ama senin kendine inanman lazım öncesinde Akça. Gerçekten gerekli mi bu. Önce bunu bir düşün lütfen."
Mert garip biriydi. O bizden biri değildi. Yayınevinde Asil'in yanında duran alelade biriydi. Asıl işi heykeldi ama o sanatın her dalında koşup duruyordu. Bazen dans ederdi bazen boyalar içinde sokaklarımızdan koşardı bazen rol aldığı bir tiyatro için afiş dağıtırdı.
Onun geçimini nasıl sağladığını kimse bilmiyordu. Her yıl mutlaka açtığı sergisinin gelirini karşılayabilmesine herkes şaşırıyordu. Gazete için karikatür çiziyordu bazen. Ama bunları yaparken ne sergiden para alıyordu ne gazeteden.
Hatta işin içine o girince şehirdeki insanlar sevinip ücretsiz bir etkinlik yapacağız diye seviniyorlardı. Bir noktadan sonra Mert bunu belirtmeyi bile bırakmıştı. İşin içinde o varsa insanlar koşulsuz eğlenecek demekti.
Gazetede ilk karşıt yazıyı yayımlaması için onun yanına gittiğimizde bana kısaca bakıp "Eğer seni çizmeme izin verirsen basarım bu yazıyı." demişti.
Kabul etmemiştim.
Asil devreye girip ona yayınevinde güzel bir karikatür dergisi ayarlayacağını söylemişti ve onu ikna etmişti.
Hatta Mert ilk modeli olmamla ilgili cümlesini kurduğu an Asil benim önüme geçip beni onun gözlerinden gizlemiş bir daha da kolay kolay onunla tek karşılaşmama izin vermemişti.
Kaderin cilvesi belki de buydu. Bugün Asil yoktu, Mert vardı.
"Sen neden bu toprakların insanı değilmiş gibi davranıyorsun?"
Döner sandalyeyi bana doğru döndürüp beni bacaklarının hemen önünde durdurdu. Yüzünde ona ait olduğu her halinden belli olan savsak bir gülüş vardı.
"Ben bu toprakların insanı değilim de ondan." Ona bakmaya devam ettim yüzümü herhangi bir kalıba sokmadan. "Dünyanın insanıyım ben Akça. Bana bura da bir iki sınır ötesi de. Ne fark edecek sanki gittiğim yerde elime boyamı versinler benim de sesimi kesmesinler yeter bana. Burada senin isyanınla savaş çıksın bura batsın ne değişecek benim için?"
Onu anlayamıyordum. Hiç mi vatan sevgisi yoktu, milletine hizmet aşkı hiç mi yükselmiyordu onda?
"Burası yok olsa öylece gidersin yani?"
"Buranın yok oluşu benim yok oluşum değil Akça. Ben var oldukça, kafamın içimdekiler var oldukça benim dünyam dönüyor."
"Nerede, kiminle olduğunun hiç önemi yok yani."
Hala onun hemen önündeydim ama bu defa o bana doğru dikleşti yerinde.
"Nerede olduğunun zerre önemi yok, kiminle olduğunun önemi düşünülür ama." Dökülen saçlarımda bakışlarını gezdirip tekrar gözlerime baktı. "Seni çizmeden, senin yok olmamı istemem mesela."
Ona vatansız demezdim. Bu belki de benim ikiyüzlülüğüm olurdu ama ilk isyanda o dışarıda vatanperverim diye geçinenlerden daha fazla çalışmıştı.
Sol koluna ağırlık alamıyordu mesela. Sol omzundan vurulmuştu çünkü. Asil'in babasının ellerinden çıkan bir kurşun onun omzunu delmişti. Aynı omuzu ise Asil kendi elleriyle sarmış ve onun yanında durmuştu.
Çetin , tüm bunlar olurken Sima ile birlikte uzak durmuştu her şeyden. Sima için Mert kanlar içinde uzanan diğerlerinden daha değerli değildi. Çetin için ise Mert potansiyel bir haindi.
O zamanlar fikir olarak ona mı daha yakındım yoksa Asil'e mi hatırlamıyordum. Çünkü Asil için bir yere ait hissetmemek hainlik sebebi değildi.
O zamanları hatırlamasam da şimdilerde Asil'e yakın düşünüyordum.
"Bu iş bir bitsin çizeceksin zaten beni."
"Yok öyle şey. Yazıyı yayınladığım an çizim için seni beklerim. Eğer sözünde durmazsan gazetemi unutursun." Çok ciddi söylemişti bunu. Ama Mert hakkında belki de alışamadığım şeylerden birisi buydu. Onun yüzü ne kadar ciddi olursa olsun gözlerine baktığın an onun aslında ciddiyetinden çok daha büyük bir hoşgörü olduğunu görürdün.
Bu benim için garip diye tanımlanıyordu ama onun için sanattı bu. Onun yüzü, gözü, bakışı her bir uzvu sanat için oynardı. Sanatta kibir de olurdu, gurur da ama ciddiyetin yeri yoktu. Sanatçı dediğin hoşgörüsünün arkasında koca bir dağ gizlerdi. Bunlar onun cümleleriydi.
Dediğini yaşıyordu, kibir de vardı onda umut da ama en çok hoşgörüsüyle muhatap olurdunuz. Eğer yazımı bastıktan sonra buraya gelmezsem ve bir sonraki yazımı ona ulaştırsam o yine basardı. Biliyordum ama bunun arkasına saklanmadan sözümü tutacaktım.
"Geleceğim. Bugün işlerimi halledeyim, bir sonraki yazımı getirmeden geleceğim buraya."
Sandalyesini sonunda masaya çevirip kağıdımı katladı ve diğer kağıtların yanına koydu. "Buraya tek gelen sen değilsin sizinkilerden."
Sizinkiler lafına karşı çıkmak istedim ama bu çocukluğu artık yapmayacaktım." Kim geliyor başka?"
"Asil. Eskisi kadar sık olmasa da geliyor buraya."
"Tamamen sana devretmemiş miydi burayı?"
"Yönetim katına gelmiyor hiç zaten. Bu odaya burayı bana bıraktığı günden beri girmedi hatta. Arada geliyor aşağıdaki odalardan birine kapanıp saatlerce duruyor, sonra da çekip gidiyor."
"Burayı özlüyordur belki."
"Burayı mı, buradaki zamanı mı?"
"Şimdiki zamanından çok memnun o. Şans verseler, önüne iki zaman dilimini de koysalar o yine gider bugünü seçer." Sandalyeme otururken kurduğum cümleden oldukça emindim. Sahiden böyle düşünüyordum. Asil hiçbir zaman önüne gelene karşı çıkmış biri değildi. Bir şey ona sunulduysa sevmese bile en iyi şekilde o işi yapardı.
Onun karşı çıktığı tek an ilk isyandı. O isyanda benim bizi terk edip gideceğini düşündüğüm tek kişi Asil'di. Ama bizi bırakmayıp en önde bakanlara karşı yürüyüşe çıkan kişi Asil olmuştu. Babasının ona kurduğu ağır cümlelerden sonra yüzünü çevirmeyen tek kişi o olmuştu.
"Üstüne giydiğin kıyafet benim, bu hükümetin parasından. Sen onları çıkardığın an bir hiçsin Asil. Sen baban olmadan, bu hükümet olmadan şu denizde yüzen leşlerden farksızsın."
Babası onun gözlerine bakarak bu cümleleri kurduğunda o kadar kırılmıştım ki. Asil bu lafları hak etmeyecek tek kişiydi belki de. Hayatının hiçbir noktasında babasının hata diye nitelendireceği bir şey yapmamıştı, taşkınlığı olmamıştı. O sesini bile yükseltmemişti o yaşına kadar. Vitrinde sergilenen bir bebek gibiydi. Belli komutlar dışında hareket bile etmezdi.
Asil babasına bakıp sakince üzerine giydiği ceketi çıkardı o gün. Hemen sonrasında önünü iliklemeden kullandığı gömleği çıkardı. İçinde siyah kalın askılı bir atlet vardı sadece. Denizin kıyısında, esen rüzgarın altında, koşturmanın verdiği terle o yine aynı sakinlikle varilin içinde yakmak için çırpınan ateşin başına gitti. Onları elinde özenle katlayıp varile baktı. Emin olmak ister gibiydi bir şeylerden. Babasına baktı son kez. Babasının gözündeki aşağılanma onu tepe taklak etti ve Asil özenle katladığı iki parçayı varilin içine de aynı sakinlikle koydu.
Atmadı, fırlatmadı. Dolabına koyar gibi sakince yerleştirdi oraya. Tekrar aynı yere döndü. Bizim hemen önümüze. Beyaz teni gecenin koyuluğunda nankörlük yapıyordu. Çektiği acıları gösterecek olan kızarıklıkların hepsini gizliyordu.
Babasının burnunun kanatlarının hızlı hareketi ile asilin ağır adımları o kadar tezattı ki, bir anlığına sadece o an için Asil'in annesini merak etmiştim.
"Onları çıkarınca aykırı mı oldun şimdi? Bu leş kargalarının yanında oğlun da var dediklerinde benim oğlum çöpe göz dikmez demiştim. Benim oğlum çoktan çöp olmuş."
Asil babasına bakıp sesini yine yükseltmeden konuştu. "O kıyafetler olmadan da varım baba. Üstelik onların ağırlığı altında ezilmeden, daha dik duruyorum karşında. Ne ben ne de onlar çöpe göz dikmedi. Çöpü dağıtmaya geldik biz." Sustu bir an. Devamından emin mi değildi kuracağı cümlenin yoksa etkisini artırmak için mi susmuştu bilmiyordum ama susup devam etmişti. "Bakanın çocuğu değil, Asil'im ben."
O an Çetin'in "Altın çocuk asıl şimdi parıldamaya başladı." demesi de dikkatimi çekmemişti. babasının "Sana o ismi bile ben verdim." demesi de çekmemişti.
Bu cümle benim dudaklarımdan dökülmüştü ilk kez. "Bakanın çocuğundan fazlasısın sen, Asil'sin. Bu yeter bize." Böyle demiştim ona. O ise bu lafa günler sonra inanmıştı. Söylediğim an değil, babasının karşısında başını dik tuttuğu an inanmıştı sözüme. Hemen yanında sağ tarafında duruyordum. Ne babasına cevap verdi tekrardan ne de Çetin'e dönüp güldü. Bana baktı yavaşça, garip bir haz vardı gözlerinde.
Sonra varile bakıp gözlerini atletine çevirdi. Utanç kaplamıştı gözünün her bir köşesini. Gözlerini yere çevirecekken bileğini tutup tekrar bana bakmasını sağlamıştım. "O paçavralardan fazlasısın. Asil'sin sen." O kadar kısık sesle konuşmuştum ki fısıldamaya yakındı bu. Sesimi bir o duydu bir ben.
Bakışları tekrar bana çevrilince görmüştüm. O koyulukta bir çift parlaklığı gördüğüme emindim. Ta ki ateşlerin arasından yükselen silah sesine kadar ben o parlaklıktan emin değildim. O ilk defa biri tarafından kabulleniyor gibiydi.
Onu ilk kabullenme şerefi de bana düşmüştü.
"Ne kadar beğenmesen de başkanlık ona yakışıyor." Mert'in sesiyle kafamı sallayıp tekrar olduğum ana döndüm.
"Onu başkan seçenlerden biri de bendim. Çekememezlik yok yani."
"Biliyorum. Öyle bir şey olsa ilk başta sana teklif edildiğinde kabul ederdin zaten. Herkes senin başkan olacağına emindi."
"Sen istemiyordun. O sabahki gazeteyi hala hatırlıyorum Mert. Çok alçakçaydı yaptığın."
Seslice gülüp baktı bana. Benim başkan olmamı isteyen bir meclis topluluğu vardı, halkta da bunu isteyen kesim az buz değildi. Başkan olacağım kesin gibiydi. Bir sonraki sabah gazetede manşet verilmişti. İsyanın prensesi, sarayın kraliçesi olmak için mi gemileri yaktı? Bu başlığı atan da pek ala Mert'ten başkası değildi. Koca sayfada çıkarılabilecek ana metin : Çetin varken diğerlerinin esamesi bile okunmamalıydı.
Çetini onaylayan büyük bir güruh vardı evet ama Çetin o gün yanıma gelip, başkanlığı sen yapmalısın, ne ben ne Asil demişti. Asil'in karşısına güçlü bir aday olarak çıkmamı istemişti. Bunu Asil hala bilmiyordu.
İşin özü Çetin de o zaman Asil'in aday olmayı geç meclise girmek gibi bir düşüncesinin dahi olmadığını bilmiyordu.
O konumu hak eden benim gözümde Asil'di. Adaylığımı silip, yerimi Asil'e devrettim ve onun başkanlığa kabulünü izledim. Onu biliyordum. İstemese dahi o görevi layıkıyla yapabilecekti.
Yanılmıştım, yapamamıştı. Ama Çetin de yapamazdı. Belki de diyordum bazen, belki de sahiden başkan olmalıydım.
"Hala Çetin varken neden Asil olduğunu anlamıyorum ama bana kazancı büyük oldu. Koca yayınevi bana kaldı." O savsak gülüşü tekrar yüzünü kapayınca ayaklanıp çantamı omzuma taktım ve kapıya doğru gittim. "Bir ara görüşürüz. Kolay gelsin sana. Yazıyı basmak için de telefonumu beklersin." Onun vedasını dinlemeden çıktım dışarı. Vedaları çok sevmezdim.
Şapkamı kafama geçirdiğimde sırtımdaki çantanın boşluğundan oluşan rahatlık sevindirmişti beni. Yolum uzundu. Şehrin göbeğinden kuytu sokaklarına gidecektim ve yürümek eziyet olacaktı. Sabah evden bunu düşünerek bisikletimle çıkmıştım. Binanın içine aldığım bisikleti dışarı çıkardığımda güneş çoktan tenimi acıtmaya başlamıştı.
Belime bağladığım gömleği çıkarıp üzerime geçirdim ve saçlarımı ensemden çıkarıp şapkamı son kez düzelttim. Ve pedalları çevirmeye başladım. Dudaklarımı büzüp ıslık çalmaya başladım. Kendime dair en keyif aldığım şey buydu. Islıkla şarkı çalabiliyordum. Güneşin güzel parlaklığı, baharın çiçek kokusu, taş yollar ve ıslık eşliğinde neşeli bir şarkı. Tam olarak taşkınlık yapmalık bir havaydı.
Islığımın kesilmemesi için kalabalık gördüğüm sokakları es geçiyordum. Zaten bugünkü işim de kalabalıkta değil, tenhadaydı. Uzunca bir süre gittikten sonra sonunda darma çatma evlerin olduğu sokaklara gelmiştim. Terlikle sokakta gezen çocukların arasından geçip bisikletimi yavaşlattım. İnip bir duvara dayadığımda ön cebimdeki numaralı gözlüğü taktım. Kapılarının önüne oturup birbirleriyle konuşan kadınların yanlarına doğru gittiğimde beni fark ettikleri için sustular.
"Merhaba, suyunuz varsa içebilir miyim?" Kadınlardan biri hemen ayaklanıp evine girdi. O dönmeden diğer kadınlar yanlarına oturup dinlenmemi söylediklerinde zaten amacım bu olduğundan oturdum yanlarına.
"Turist misin kızım?"
"Turist değilim ama çok yerlisi de sayılmam buranın."
"Buralısın yani?"
"Buralıyım."
"Küçük bizim ülkemiz, ada ülkesi iki şehir sadece. Yerlisi kendini el sayamıyor. ondan sordum."
Öyle bir sayıyordu ki buranın yerlisi kendini el. Aklımda sayfa sayfa dolanan Mert'i geriye atıp içerideki kadının dışarı çıkıp bana uzattığı bardağı ondan aldım.
"Hükümet düştüğünde burada yoktum, sonradan geldim. onlarla beraber uğraşmayınca çok da buralıyım diyemiyorum rahat rahat."
"Olur mu öyle şey kızım. O zaman bizde onlarla değildik ama buradaki topraklar asitle zehirlendi. Başka yerdeki insanlar kaçırıldı. Hepimiz çektik ceremesini. Onlar ayaklandıysa biz de bastırmadık onları. İki taraflı bu ihtilal."
"Geçti ama sonuçta. Değil mi?" kadın ne diyeceğini bilemeyerek gözlerini kaçırdı. Geçmediğini o da ben de biliyorduk ama bugün benim değil onun konuşması gerekiyordu.
"Geçti. bir şeyler elbet geçti kızım da. Bizim boynumuz çok dikelmedi." Yanındaki az önce gözlerini kaçıran kadın, bana su getiren kadını susturmaya çalışmıştı koluyla dürterek. O da bunu ikaz saydı ama kaşlarını çatıp bana konuşmaya devam etti.
"Seni turist sandık çünkü buraya kolay kolay gelen olmuyor. Topraktan hastalığın yayıldığına inanıyorlar hala ama bizi de böylece burada bıraktılar. Ev vereceklerdi sözde bizi taşıyacaklardı ama gel gör ki hala buradayız. Toprağımız besin vermiyor, verse o zehri çocuğuma nasıl yedireyim? Yardım edilmiyor burada." Onun açık sözlü oluşu ve belki benim de yargılamayışım az önce susturmaya çalışan kadının da konuşmasına vesile olmuştu.
"Huzursuzluk değil amacımız. Büyük şey başardılar, gencecik çocuklarmış daha ama eli kanlı katilleri devirdiler. Biz o zaman heveslenmiştik. Sonunda bu yokluğun pisliğinden kurtulacağımızı düşünmüştük ama olmadı işte. Belki de kabullenmek gerek, buralar bu ülkenin kör yüzü biz de o körlükteki siyah noktalarız."
Değillerdi, olmayacaklardı. Bahsettikleri taşınma projesi benim projemdi. Elimi ayağımı meclisten çektim diye onay almış fikrimi mi yok sayıyorlardı? Bu insanlar ne olursa olsun hala o asitin salındığı ortamlarda çocuk büyütüyorlardı. Bu toprakların ihtiyacı olan şey yapılmış mıydı? Kükürt, kireç buraya uğramış mıydı acaba?
"Ben yoluma gideyim artık. Su için çok teşekkür ederim. Doğru mutlaka olur çok yıpratmayın kendinizi. Onların içinden de bir kör olmayan çıkar elbet." Kadınlar mırıl mırıl bir şeyler söyleyince ayaklanıp bisikletimin yanına gittim. Arasında geçtiğim çocukların yanına gidene kadar yanımda sürdüm bisikleti.
Çocuklar az önceki hızlı geçişimin aksine bu defaki yavaşlığımdan faydalanıp bisiklete ve bana göz gezdiriyorlardı. Aralarına gittiğimde çantamı sırtımdan çıkardım.
"Abla bisiklet yarışı yapalım mı?" Hangisinin dediğini anlamadığım için her birinde yüzümü gezdirdim.
"Olur ama öncesinde bir şey isteyeceğim sizden. Bu çantayı görüyor musunuz? İçi bomboş. Benim için yumruk büyüklüğünde taşlar toplayıp buna yerleştirir misiniz?" Suratıma nedenini anlamak için baktıklarında "Toplarsanız sizinle yarış yaparız." dedim.
İkna olup etrafa dağıldıklarında çantayı yere koyup ağzını iyice genişlettim. Bir kız çocuğu hareket etmeden toprakla oynamaya devam edince "Sen neden gitmiyorsun?" diye sordum.
"Benim bisikletim yok. Ne diye kendimi yorayım?" Yüzüme bile bakmamış hala toprağıyla oynamaya devam etmişti. Hiçbir şey demedim gayet haklıydı. Diğer çocuklar ellerinde bir kaç taşla dönüp çantama yerleştirdiklerinde, tamamı dolmasa da yeteri kadar taşım olmuştu. çantanın ağzını kapatıp sırtıma taktım ve bisikletime bindim.
"Atlayın bakalım bisikletlerinize." Bazıları bir bisikleti iki kişi binmişti bazıları koştur koştur getirdikleri bisikletlerinin koltuğunu ayarlamıştı. O kız çocuğu ise hala başına dahi kaldırmadan oynamaya devam ediyordu elinde çamurlaşmaya başlayan toprakla. Onun önüne kadar bisikleti yürütüp tekeri tam önünde durdurdum. Kaşlarını çatarak bana baktı. Sinirlenmişti. Oyununu bölmüştüm.
"Atla bakalım, beraber sürelim." Taş çatlasa beş yaşındaydı. Barış gibi görünüyordu. Bir anda kaşları havalanıp ayağa kalktı. Ellerini işaret etti. "Pis ama ellerim üstün kirlenmesin." dedi.
Gülüp gömleğimin iç tarafını çevirdim ve ellerini silip onu önüme oturttum. O toprak onun toprağıydı, benim toprağımdı. Bu nefret de bizim nefretimizdi. Çocuklar çığlık atarak bisikletlerini sürmeye başladıklarında önümdeki kızın keyif alması için ne çok hızlı ne çok yavaş sürdüm. Rüzgar onun saçlarını tarayıp tarayıp bırakıyordu.
İlk yarış yapalım mı diyen çocuk yarışı kazanmıştı. Sonuncu olmamıştım, benim arkamda üç tekerlekli bir bisiklet süren çocuk vardı. Bebek bile denilebilirdi belki. Bir süre önce konuştuğum kadınlar büyük bir gülüşle bize bakıyorlardı. Önümdeki kız onu indirir indirmez koşarak gitmişti. Adını öğrenmek istemiştim ama koşan çocuğu da durduracak değildim.
Birinci olan çocuğu tebrik edip elini sıkmıştım. Bu onun gururunu okşardı biliyordum. Bisikletimi bu defa temelli çevirdiğimde oturan kadınlardan hiç konuşmayan bana seslendi. Yanıma geldiğinde sessizce konuştu.
"Yüzün tanıdık değil ama bakışların çok tanıdık. O genç gibi bakıyorsun, o genç gibi de alıştırma bizi olur mu?"
"O genç dediğin kim?"
"Adı sanı yok. Bakışı da aynı sen işte." Ona sakince başımı salladım. Arkadan koşa koşa gelen kız çocuğunu görünce güldüm. Elinde koca bir taşla yanma doğru geliyordu. Önümdeki kadın da onu fark edince panikle bağırdı.
"Hazar, koşma öyle."
"Anne dur, abla gitmeden vermem lazım. Al bu taşı da ben getirdim."
"Onun taşını elime aldığımda çantanın ağzını sıkan ipi gevşetip içine attım. Adını öğrenmiştim artık dönmeliydim. Ellerini bana sallayan çocuklardan uzaklaşıp geldiğim yere dönmeye başladım. Bu çocuklar belki açlıklarının nefretini kusamazdı ama ben aracı olmaya oldukça gönüllüydüm. Şehrin göbeğine dönene kadar ıslıklarımı çalmaya devam ettim. Hükümet binasının önünden geçip sadece meclistekilerin kullandığı lokantanın önüne doğru sürecekken birdenbire önüme atlayan bedenle aniden fren yaptım.
Az kalsın çarpacağım bedene baktığımda Sima olduğunu fark ettim. Üzerinde önlüğü vardı, hastanenin kapısında sanki benim ona çarpmamı bekliyor gibiydi.
"İyi misin?" Bir yerine çarpmamıştım ama korkmuş da olabilirdi.
"İçeri gel, diyeceklerim var." Yüzüme bile bakmadan hastanenin içine girince kaşlarım çatılmıştı. Bisikletten indiğimde iki katlı olan hastanenin kapısına koymuştum bisikleti. İçeri girdiğimde Sima'nın açık olan kapısından girip kapıyı kapattım. Masasının başında ayakta duruyordu. Masanın önündeki siyah deri koltuklara oturduğumda bir süre bana baktı.
"Yüzüme bakmak için çağırdıysan işim var."
"Önüne atladığım için özür dilerim ama başka türlü konuşamayacaktık."
"Telefon icadı kaç yıl öncesine dayanıyor bilmiyorum." Geçtiğim dalganın üzerinde bile durmamış ve etrafına bakıp oturmuştu.
"Asil bir şeyler planlıyor." İrileşen gözlerimle Sima'ya baktım. Şu an Asil'i mi gammazlıyordu?
"Yani?"
"Akça, aradığın şey bu mu bilmiyorum ama işine yarayacağını düşünüyorum. Kapalı kapılar ardında bir şeyler planlıyor. "
"İyi satışçı olmuşsun sen , ben görmeyeli. Alışkanlık falan mı oldu sende bu?"
" Akça, ben bu işlere başlarken safımı sana göre ayarladım. Sen neredeysen ben oradaydım. Bu benim için hiç değişmedi. Ne yapıyorsun, neden yapıyorsun bilmiyorum ama ben senin için ulaklık da yaparım, hainlik de."
Eğer Sima'nın hala eski Sima olduğunu bilsem bu dedikleri benim için mantık çerçevesine sığardı. Eskiden Sima da ben de ikimiz için her şeyi yapardık. Bu hainlik bile olsa yapardık ama Sima göz göre annemin ölümüne elçilik yapmışken bu dedikleri bana doğru gelmiyordu.
Belki de kaleyi içten patlatmak daha hasar verici olurdu. Ama ona güvenemiyordum.
"Sima, oynama benimle. İşim gücüm var." Ayağa kalktığım an o da kalkmış beyaz önlüğünün cebinden bir disk çıkarıp elime tutturmuştu.
" Biliyorum güvenmiyorsun ama bunu Asil'in bilgisayarından indirdim. Diğer dosyalar şifreliydi bir bu açıktı. Üzerinde de ismin yazıyordu. İşine yarar belki." İşte bu beklemediğim bir hareketti. Sima cidden bir şeylerden şüpheleniyor olmalıydı. Yoksa benim için bile birilerinin bilgisayarını karıştırmazdı. Hele söz konusu Asil'se Sima bu yükün altına girmezdi.
"Ben sana güvenmiyorum Sima. Diski kontrol edip düşüneceğim, ben ulaşırım sana." Kapıya doğru hızla gidip arkamdan kapattım. Hızlı hızlı hastaneden çıktığımda içimde garip bir his yükseliyordu. Ya tongaya düşürülüyordum ya da tonga oluyordum. Çıkıp bisikletimin yanına geldiğimde hükümet binasının önünün arabalarla dolu olduğunu gördüm. Bisikletimi bırakıp lacivert kapının önüne doğru ilerledim. Bu neyin hareketliliğiydi anlamak istemiştim. Birer ikişer çıkan takım elbiselerin ardından beklemediğim polis üniformalı adamlar çıkmıştı kapıdan. Ellerinin arasına sıkıştırdıkları adamı görünce yüzümde gıcık bir sırıtış yayıldı. Emir polislerin arasında tekrar ait olduğu yere götürülüyordu. O da biraz ilerledikten sonra beni fark etmiş ve yüzünü korkunç bir şekle sokmuştu.
"Senin yüzünden Allah'ın cezası kadın. Senin ve senin alengirli oyunların yüzünden. Sanıyor musun ki ben oradayken sen burada rahatça gezeceksin. Kork benden Akça. Sahiden artık kork benden." Sırıtarak ona bakmaya devam ederken aramıza birinin bedeni girdi. Yolun bir kenarında ben, bir kenarında Emir tam ortasında da o bedenin sahibi Asil duruyordu. Duruş açısı yüzünden Emir beni artık göremese de bağırmaya devam ediyordu. Asil başını eğip onlara hızlı olmasını belirttikten sonra Emir arabaya bindirilmişti.
Açık olan camdan başını uzatıp bana baktı Emir tekrardan. "Öldüreceğim, seni öldüreceğim Akça." Gülmeye devam edecektim ama sokakta keskin bir ses yayılmıştı.
"Kes lan o sesini. Sen tıkılacağın o delikten sağ çıkmaya bak önce."
Dürüst olmak gerekirse beni savunmak için bu cümleyi kuracak kimseyi görmüyordum bunca insan arasında ama yine de bir mucise olsun ve sıralama yap deseler bu bağırışı en duymayacağım kişi olarak nitelendirirdim Çetin'i.
Çetinin sesinin yüksekliği de hiddetti de bilinirdi herkesçe ama ilk defa bana bile korku vermişti onun sesi. O delikte öleceksin demişti resmen az önce.
Çetin'e baktığımda onun sinirle arabanın kapısını vurduğunu ve onların ilerlemesi için tampona yumruk yaptığı eliyle iki defa tıkırdatmıştı. Araba ilerlerken Çetin sakinleşen sokakta kendi arabasına binip gidecekti
"Sağ ol kuçu kuçu." Yüksek çıkan sesimle bana baktı. Sadece o değil ona hitap şeklimden dolayı Asil de dönüp kınayarak bakmıştı bana. Çok da umrumdaydı.
"Senin de elin ayağın rahat dursun Akça. Her tekinsiz anda burada olman çok gözüme batıyor."
"Batsa ne olacak, efendin emir vermeden bir şey yapabileceksin sanki."
Asil sıkılmış gibi arabasının arka koltuğuna binip kapısını kapattı ve motoru çalıştırdı. Çetin onun uzaklaşmasını beklemeden bana yaklaştı.
"Efendim emir vermeden adım atmam, görev adamıyım ben Akça. Ama işin ucunda sevdiğim bir şey tehdit altına girerse emir beklemeden herkesi yakarım. Ve belki unutmuşsundur diye söylüyorum ben kız kardeşim için vatanı, vatan için hükümeti yaktım. Benim doğruma sataşma."
Açıkça tehdit etmişti yine. Yine umurumda değildi. Ben kurtardığım vatanda babamı onun yüzünden kaybetmiştim. Onun tehditlerine çok da kanacak değildim. Asil kornaya basınca Çetin uzaklaşıp ona baktı ve yavaşça arabasına bindi. Asil'in arabasına baktığımda filmli camlardan hiçbir şey görememiştim. Bisikletime doğru yürürken onların arabalarının sesi yankılandı boş sokakta.
Sima'nın camına baktığımda onun da giden arabalara bakmak için camda olduğunu gördüm. Cebime yerleştirdiğim bezi alıp ağzımı örttüm ve buruşmamış kağıdı en üstte, Hazar'ın verdiği taşın çevresine sardım. Bisikletime binip lokantaya kadar sürdüğümde nazaran daha sakin olduğunu görünce vaktinde geldiğim için kendimi taktir etmiştim. Çantamın ağzını gevşettim ve bisikletimden indim. Çantayı yere yerleştirdiğimde daha fazla spor yapmam gerektiğini kendime hatırlattım. Sırtım acımıştı.
Lokantada duran her bir üye rahatça yemeğini yiyordu . Üstelik o kadar ucuza yiyorlardı ki dışarıdaki insanların bu yiyeceklere tomarla para vermesi gerekiyordu. Ya da asitli topraklarından zehir yemeleri. Tercih hakkı onlara sunulmuştu. O kadınlar ise açlıktan sitem edip, çocukları tek öğünle besleniyordu. Onlar hıncını şu an alamazdı ama onların topladığı taşlarla ben onlar yerine pekala alabilirdim.
İlk başta kağıt sardığım taşı lokantanın camlarının tam ortasına attım ve çıkan şangırtıdan aldığım zevkle ıslık çalmaya başladım. Hızlı davranamam gereken andaydım. Taşları çantamdan alıp hızlı hızlı camlara fırlattım. Masaların altına çöken bedenler gülme isteğimi arttırsa da çantadaki taşları oldukça hızlı bir şekilde bitirdim ve bisikletime atlayıp hızlıca sürmeye başladım.
Her birinin şu an sinirli olduğunu biliyordum ama asıl siniri kağıdı okuduklarında tadacaklardı.
"Zehir yedirip, öldürdüğünüz çocuklarımızın selamı var. Saygılar sayın vekillerim."
Sayın vekiller.
Benim de bir zamanlar içinde olduğum güruha böyle sesleniyorlardı. Bu onca hitapların aralarından en yalaka olmayanıydı. Çok bir şey başarmışız gibi gittiğimiz her yerde en nitelikli şeyleri istiyor, en az parayı veriyorduk. Halk fazla fazla vermeliydi çünkü onlar bizi değil biz onları temsil ediyorduk.
Azdık çoklardı, ya da artık çoktuk. Azınlığa çok çoğunluğa az vermezsen gizli bir denge bozulur gibiydi.
Çok saçmaydı ve ben bu saçmalığa yeni yeni ayak direttiğim için her düşünmeye başladığımda kendime kızmaktan ziyade kırılıyordum. Çok değil birkaç yıl önce ben de o camlarını indirdiğim lokantadan yemek yiyordum, o arabalara biniyordum. Planör uçurmak için de hükümetin kasasından para almıştım. Bu belki de zaten olması gerekendi. En azından ben kendimi o zaman böyle kandırıyordum.
Halbuki o planörü ülke işinden daha fazla kendi keyfim için kullanmıştım.
Sokaklar gözümden kaybolup arkamda kalınca şapkamı çıkarıp ağzımı açtım. Bugün bisiklet sürmekten alt bacaklarım ağırlaşmaya başlamıştı. Eve kadar sürmek gözümde fazlaca büyümüştü ama durmadan ilerlemeye devam ettim. Sırtımın hafifliği sırt ağrımı hissetmeme sebep olmuştu.
Cebimden çalan telefonu duyunca yavaşlayıp onu elime aldığımda Mert'in aramasını cevaplayıp kulağıma yasladım.
"Eteğindeki taşları mı boşalttın?" Güldüğünü sadece sesinden bile anlayabiliyordum. En azından birinin beni yargılamadan uzak durarak değerlendirmesi uzun zamandır tatmadığım bir duyguydu. Evet beni anlamıyordu ama yargılamıyordu da.
"Sizin orada haberler uçarak mı geliyor?"
"Ben dururum, millet durur ama gazete ve sen durmazsın Akça. Gazete için altın değerinde bu haberler. Yakınsan oralara uzaklaş hemen. Bisiklette misin sen?"
"Evet."
"İyi, hızlı git. Muhabirler de polisler de çoktan yola çıktılar."
"Yazıyı basabilirsin Mert."
"Tamam." Yüzüme telefonu kapattığında kaşlarım çatıldı. Telefonu cebime atıp sonunda eve yaklaştığımı belli eden yokuşları görünce mutlu olmuştum. Daha eve gidip yapmam gereken sürüyle iş vardı.
Evin bahçesini gördüğümde Barış ve Suna teyzenin bahçede oynadıklarını belli eden sesler yankılanmıştı her yerde. Bisikletten inip dizlerimi bir iki defa sıktım ve bahçeye onların yanına gittim. Barış'a kırmızı bir tulum giydirip topuyla beraber dışarı çıkarmıştı Suna teyze. Uzaktan izlemek değil de yanlarında olmak istediğim için hızlıca yanına gidip Barış'ın babaannesinden kaçırdığı topu ayak ucumla ondan alıp elime zıplattım.
"Akça teyze sonunda geldin." Barış topunun elinden kaçmasına karşı oluşan sinirini hemen arkaya atıp benim boynuma sarılmıştı. Onun işini kolaylaştırmak için daha da eğilmiştim.
"Babaannem çok güzel şeyler yapmıştı senin için de ayırdık. Onlardan ye çabuk."
"Yerim ama önce oyun oynayalım."
Suna teyze bana doğru gelip omzuma elini koyunca ona baktım. Başını sallayıp "Aç biilaç oynanmaz kızım. Tezgahta duruyor hazır hepsi. Git güzelce ye." dedi. Karşı çıkacaktım ama itiraz istemez gözleri işimi zorlaştırdı. Gün içinde bir şey yemediğim de midem tarafından bana çok şiddetli bildiriliyordu maalesef.
Sessizce ayaklanıp eve girdim ve tezgaha yerleştirdikleri şeylerden ufak ufak atıştırmaya başladım. Tekrar masa kurmakla uğraşamazdım. Yeşil zeytinlerde birkaç tanesini birlikte ağzıma attığımda gömleğimin cebine attığım belleği hatırlayıp hemen onu yokladım kumaşın üstünden.
Ekmeğin arasına birkaç tane zeytin koyup odaya geçtim ve bilgisayarımı açtım. Belleği takıp ekranda belirmesini beklerken Asil'in ters bir şey yapmış olabilme ihtimalini düşünüyordum. Bellek açıldığında sahiden içinde benim adımın büyük harflerle yazılı olduğu bir belge vardı. Üzerine ne kadar tıklarsam tıklayayım bir şifre istemesi sinirimi bozmuştu.
Ne koymuş olabilirdi bilmiyordum. Asil'di bu. Dünya sarılma günü bile onun şifresi olabilirdi ya da herhangi bir ismin rakamlardaki karşılığı. Sevdiği bir şiirin adı ya da çocukken sevdiği bir renk. Asil kesinliklerle yargılanabilecek biri değildi.
Bir anda bir şeye anlam yükler ve onu dünyasının en önemli şeyi haline getirebilirdi. Asil bir şeye değer verdiyse o şey de yaşayabileceği en değerli anları yaşayabilirdi. Değersizliği de zordu. Değer vermezse bunu anlardın, görmezden gelme kavramı yoktu onda. Görmezdi. Seni kazanmak için uğraşmazdı. Kaybettiysen bitmişti.
Asil'de ikinci şans kavramı yoktu. Ya yanında olurdun ya karşısında, ya vardın onda ya da hiç var olmadın. Kin tutmazdı. Kin tutmasına sebep olacak kişiyi zaten hayatında tutmazdı.
Ben o hayattan en çok da bu sebeple kayıp gitmiştim. Bu sebeple ben kayarken ellerim tutulmamıştı.
Ben hala şifre isteyen ekrana boş boş bakarken Suna teyze acele adımlarla benim yanıma geldi. Nefes nefeseydi ama nefeslerindeki acelecilik hızdan kaynaklı bir acele değildi.
"Akça, Çetin aradı kızım. Barış'ı hemen götürmemiz lazım buradan."
"Ne götürmesi?"
"Bilmiyorum. Güvenli değil orası Barış için dedi. Hemen toparla gelip alacağım dedi."
Sesi o kadar panikti ki Suna teyzenin içimde bir şeyleri yanlış yaptım mı düşüncesi yayılmış kalbimi çarptırmaya yetmişti. Telefonu çıkarıp ezbere bildiğim numarayı tuşladım ve açmasını bekledim. Çok bekletmeden açıldı telefon ama karşıdaki ses beklediğimden daha sinirliydi.
" Sen, daha ne kadar sorumsuzluklarınla o çocuğa zarar vermeye çalışacaksın?" Bu cümle, bilmiyorum başkası dese bu kadar alınacağım bir cümle olur muydu? Çetin neyin üzüp bana zarar vereceğini çok iyi biliyor ve bunu kullanmaktan hiçbir zaman çekinmiyordu.
"Çetin ne bu saçmalık, neyden bahsediyor Suna teyze?"
"Akça, bak istediğin yerde istediğin hainliği yapabilirsin. Geçmişin hatırına sana zarar vermem ama işin ucu Armağan'ın bize bıraktığı tek şeye değerse ben senin için bu kadar toleranslı davranmam."
Hain.
Duymaktan belki de en sıkıldığım sıfattı bu adımın önüne konulan. Hatta belki adımın yerini alan. Kimin yanında durduysam bir süre sonra hain olmuştum. Olduğum hiçbir yer mi doğru değildi? Ya da gittiğim her kapı hainlik rengine mi boyanıyordu da benim ellerime bunun izleri bulaşıp geçmiyordu.
"Bana dünyanın iyi adamlarından biriymişsin gibi davranma Çetin. Ne olduğunu soruyorsam ona cevap ver, daha fazlasını istemiyorsam anlatma."
"Ne sanıyordun? Cam çerçeve indirip kimsenin peşine düşmeyeceğini mi? O eve gelecekler Akça ve ben o evde Barış'ın bulunmasını istemiyorum. Sen ne halt yersen ye, Barış'ı almaya geliyorum." Bir süre sessizleşse de hemen sonrasında "Bana şöyle bakma." diye bir ses geldi. Bunu bana değil yanında kim varsa ona söylemişti. Yine ne haltlar karıştırıyordu bilemiyordum.
Bu cümleler de Çetin'den geldiği için yabancılık çektiğim cümlelerdi. Çetin bana sen ne halt yersen ye, umurumda değil demezdi. Çetin zarar göreceğim bir işe girişeceksem beni elimden tutar ve oradan çekerdi.
Yanlışa bulanmamış, altımızın yan yana olduğu hallerimize bazen akıl almaz bir özlem duyuyordum. Eğer biz o zamanda olsaydık Çetinle gece denizin dibine gider sabahında Yasemin ve Armağanın tartışmalarını izleyip keyif almak için koşa koşa salona giderdik.
Ama biz o zamanları çok geride bırakmıştık. Tartışmasını zevk için izlemeye yanlarına koştuğumuz kişilerin çocuğu şimdi kendi evine sığamıyordu.
Sebebi olmak istemiyordum.
"Gel." Söylediğim tek kelime adım gibi emindim ki onu şaşırtmıştı. Barış'a zarar gelmesini istemiyordum. Eğer gerçekten buraya geleceklerse, burası karışacaksa Barış'ın kendi evinde huzursuzluk hissetmesini istemiyordum. Burası onun güvenli yeri olarak kalmalıydı. İleride büyüdüğü zaman derdinde sıkıntısında kaçtığı yer olmalıydı. O annesine babasına bir zamanlar onların yaşadığı bu eve güvenmeliydi.
Telefonu kapattığımda Suna teyze bir şey dememi beklemeden Barış'ı toparlamak için onun yanına gitti. Ben de olası bir polis baskınında yakalanmaması için tüm eşyalarımı toparlayıp ardiyede duvarın içine konulan kasaya yerleştirdim.
Armağan'ın, Yasemin'in dosyaları için kendi elleriyle yaptığı kasaydı bu. Birçok suçumuza da şahitlik yapmıştı, bir çok ayaklanmanın da öncüsü olmuştu.
Odamda kalan kağıtları düzeltip sorun teşkil edecek bir şey kalmadığına emin olduğumda hazılanmış salondaki koltukta oturan Barış'ın yanına gidip oturdum.
"Yine gidiyorum bir yerlere Akça. Bu defa Çetin amcamla mı kalacağım?" sesi cıvıl cıvıldı Barış'ın. Hisleri dağınıktı, gözlerinden belliydi ama sesini duyan onu dünyanın en mutlu çocuğu sanabilirdi. Babasına çekmişti bu huyu.
Yasemin çok sevdiği kocasının çok sevdiği huylarını biricik oğluna da taşımıştı. Belki de birini çok erken kaybedeceği için diğerini onun kopyası olarak vermişti veren. Armağan, Yaseminle çok kısa bir süre vakit geçirmişti. Yasemin ona doyamamıştı ve oğlu kocasının aynısı olarak doğmuştu.
O kadar aynıydı ki Barış da tıpkı babası gibi Yaseminle çok kısa bir süre vakit geçirebilmişti.
İkisinin de hayatındaki Yasemin mevsimi kısacık sürmüştü.
"Sevmiyor musun onunla kalmayı?"
"Yok seviyorum ama bilmem hep bir yerlere gitmek istemiyorum sanırım."
"Çetin amcan üzülür bu dediğini duyarsa."
"Üzülmez, Çetin amcam benim ne demek istediğimi hep bilir akça."
Doğruydu. Çetin kimin ne demek istediğini onu dinlemeden bilirdi. Değer verme şekli buydu onun. Her şeyine dikkat ederdi değer verdiği kişinin. Bir zamanlar bu değerin en saf haliyle çokça şımartılmıştım.
"O zaman ben üzülmeliyim sanırım. Çetin amcan mı sadece bilir seni Barış?"
"Üzülme ama evet Akça. Size söylemem gerekiyor ama Çetin amcam konuşmadığım zaman da benim ne istediğimi biliyor. Sima'ya söyleyince de yapmıyor mesela. Çikolata istediğimde sürekli olmaz zararlı diyor. Çetin amcamın evinde benim için abur cubur dolabı bile var."
"E ne güzel işte. Birazcık çikolatadan kimseye zarar gelmez. Onunla eğlenirsin hem biraz."
"Çetin amcamın evinde çok az babam var Akça. Asil amcama gitsem olmaz mı?" Barış her babasından bahsettiğinde benim Yasemine karşı boynum daha da bükülüyor, sırtıma bindirdiğim yüklerim artıyordu.
"Çetin amcan seni istediğin yere götürür tabi. Sen ona güzelce söyle o seni bırakır Asil amcana."
"Akça ben buradan bir şey aldım. Özür dilerim haber vermeden aldığım için." Yanındaki ufak çantadan çıkardığı kağıdı bana çevirdiğinde yatak odasında duran Armağan'ın fotoğrafını aldığını gördüm. Yaseminin kendi tarafına özenle yerleştirdiği ona göre kocasının en güzel çıktığı fotoğrafı. "Onların evlerinde babamın fotoğrafı yok. Asil amcamın da sadece albümünde var. Bu bende kalabilir mi?"
"Barış burası benim değil senin evin. Buradan istediğin şeyi alabilirsin. Hele babanın olduğu her şeyi alabilirsin." Barış gülüp kağıdı bu defa sıkıştırmadan özenle yerleştirdi çantaya. Kapıdan bir arabanın motor sesi gelince bunu Çetin olmasını dileyip cama doğru yaklaştım. Hükümetin arabalarından birini görünce rahatlayıp kapıyı açmaya gittim. Ben kapıyı açana kadar Çetin arabadan inip kapıya gelmiş ve çalmıştı.
Açtığım zaman Çetin hızlıca içeri girip koltukta oturan Barış'ı kucağına aldı. Barış kucağa alınınca Çetine hızla sarılıp öptü onu.
"Suna abla hazırsan çıkalım."
"Akça burada mı kalacak Çetin?"
Çetin gözlerime bakıp hiçbir şey demedi Barış'ı bana doğru getirip eğdi.
"Öp teyzeni gideceğiz hadi." Barış beni de öptüğünde Çetin onu arabaya götürdü. Suna teyze bana sarıldığında "Kızım inat etme. Ne yaptın niye yaptın bilmiyorum ama Çetin bu denli acele ediyorsa burası cehennem olacak demektir. Gel bizimle." diye fısıldadı ama bilmediği onca şeyden sadece birini duysa bu teklifi yapmayacağını biliyordum.
Ona karşı borçlu hissetmek istemedim. Benden nefret etsin böylece bende oluşan minnet duygusu ortadan kalksın istedim, ona sadece bir doğru vereyim o da beni yok saysın böylece yolumun netliği kaybolmasın istedim.
"Teyze, ben bir şeyleri çok yanlış yaptım. Yanlış yerde durup, sustum her şeye. Bugün yaptıklarım ya da son zamanlarda yaptıklarım için demiyorum yanlış anlama beni. Şu an durduğum nokta benim son yıllarda doğru hissettiğim tek an. Yanlışın doğrusundan değil doğrumun yanlışından zevk alıyorum."
"Sen ne yaptın ki Akça?"
"Yasemin'e yapılanlara sustum ben teyze." Sustuğum an Suna teyzenin boynumdaki elleri gevşedi, aldığı nefes durdu sanki. Gözlerime baktığında kendimden çok fazla utanmıştım. Gözlerindeki umut parça parça ayrılıp her biri sabitlendiği raftan yerlere çakılmıştı. Gözlerimi kaçırdığımda o geri geri adım atıp evden çıktı ve arkasına bile bakmadan arabaya gitti. İstediğimi alınca hissettiklerimden nefret etmiştim. Olması gereken buydu, neyin kırgınlığını hissediyordum hala?
Çetin onun ardından kapıyı kapattı ve benim yanıma geldi.
"Durma burada." Onun son çağrısı gibiydi bu. Bana yönelik yapabileceği son şey.
"Karışma bana."
"Akça, vekiller çok sinirli. Zırhlılar için onay istediler. Bulaşırsan kurtulamazsın, çık bu evden."
"Çetin, Barış'ı güvenli bir yere götür ve beni anma. Ben seni daha çok rahatsız hissettireceğim."
Çetin bana dikkatlice bakıp kafasını salladı. "Durduğun yer yanlış Akça. Aklım almıyor bizim cephemizi sen oluşturduğun halde sen nasıl bize karşı bir cephe oluşturup onun arkasına geçtin ve oklarını bize yönelttin?"
"Benim yerim doğruydu Çetin, yoldaşlarım yanlıştı."
"Biz mi yanlıştık?"
Hayır demek istiyordum ama cevap bu değildi, evet demek istiyordum ama bunu da onlara yakıştıramıyordum. Açık kapıdan içeri girip kapıyı kapattım. Dışarıda kalan Çetin "ben o gün dediklerimden pişman değilim Akça ama senin bana yaptığın şey hainlikten başka bir şey değil." dedi ve bir süre sonra arabasının sesi geldi tekrardan. Neyden bahsettiğini maalesef o kadar iyi anlamıştım ki.
Kardeşinin cesedini bulduğumuz günlerce koca bir harabe gibi gezinmişti her yerde. Kanadı kırık bir kuş gibiydi. Yeri göklerdi ama onun kanatları kırıktı. Yere mahkumdu. Onu o zaman yalnız bırakmamak için hepimiz çırpınmıştık. Sima bir an olsun yanından ayrılmamıştı. Armağan onun yurtta kalmasına izin vermemiş kendi evinde tutmuştu. Asil her hareketinde onunla adım atmıştı, Yasemin durmadan konuşmuştu .
Ama çetin vakit gece olduğunda, o evden çıkıp kardeşinin boğulduğu denizin dibine gittiğinde beni aramıştı. Yanında beni istemişti, iğrenç bir bencillikti ama sığınabileceği kişi olarak beni görmesi iyi hissetmemi sağlamıştı. Müthiş bencil hissediyordum bu duygularım yüzünden.
O cesedi beraber bulmuştuk. Çetin kardeşinin saçlarını okşayıp yüzüne dokunamamıştı. Kardeşinin suda durmadan, kanının çekilmesinden bembeyaz olmuş yüzüne uzun uzun bakmış gece karası saçlarını koklamış morarmış bileklerini tek tek öpmüştü.
Sadece yüzüne dokunmamış, bir öpücük bırakmamıştı. Bunun sebebini de sonradan öğrenmiştik. Kardeşi yüzüne dokunulmasından hiç hoşlanmadığı için Çetin onu ölüyken bile, en hissedemeyeceği anda bile rahatsız etmek istememişti. O gece Çetin kardeşine sarılma umuduyla çıkmıştı yola. Kardeşini tacirlerden kurtarıp onunla bu düzeni yıkmak istemişti.
"Kardeşimi bulacağım Akça. Sonra onu da bizimle ilerlemesi için ikna edeceğim. Yolumuza bir yoldaş daha eklenecek bak görürüsün." Bu cümleleri kurduktan yarım saat sonra Çetin kardeşinin cesedine sarılıp ağlamıştı.
Onu en iyi benim anlayacağımı düşünmüştü belli ki çünkü gece denizin dibinde konuştuğumuz saatler günlerce tekrar etmişti. Aradan aylar geçince biz baştaki iki zıtlaşan iki insandan çok daha fazlası olmuştuk. Limandık birbirimize. En taşkın anda da en dingin anda da sığındığımız limandık.
Bir gün Çetin kardeşinin intikamı için en harlı olduğu zamanların birinde, başımızın belaya girebileceği, Asil'in babasına rest çektiği günlerin başlangıcı olan günlerden birinde bana sarılıp "Kardeşimi bulmak için çıktığım yolda bir kardeş daha edindim ben. Sakın kendine zarar verebileceğin bir işe girişme." demişti.
O an onun kardeşine karşı mahcup hissetmiştim ama bu laflar beni ayakta tutan sözlerden biri olmuştu. Dedim ya konu sevgi olduğunda ben korkunç bir insana dönüşüyordum. Çok bencil oluyordum. Bir kardeşi ölmüştü diğer kardeşinin ise ihanetine uğradığını sanıyordu ama bana asıl ihanet eden Çetin'di.
Onun kardeşi boğulmuştu, benim babam yanmıştı.
İki tarafta bir ölümle cezalandırılmıştı esasında ama fark vardı işte. Onun kardeşinin ölümünde benim hiç bir payım yoktu. Benim babamın ölümüne ise Çetin'in iki dudağının arasından çıkanlar sebep olmuştu.
Bana kardeşim dediği için pişman değildi. Ama benim kardeşim dediğim adam babamın ölümüne, evimin yanmasına öylece göz yummuştu. Asıl ihanet de onundu asıl hain de oydu ama kalkıp da bağıramıyordum bunları.
Daha sonraki çığlıklarım için bir bekleyiş miydi bu yoksa kalp kırıklarından kendime bir yol yapmamak için istemsiz bir girişim miydi yaptığım bilmiyordum.
Acı bir fren sesi yankılandı kapımın önünde. Daha holden ayrılamamıştım Çetin'in lafından sonra. Tekrar onun gelmiş olması beni yormaya yetecek bir sebepti. Kapım çaldı sakince. Sanki az önceki araba sesi bu ellerden gelmemiş gibi bir ritimle vuruyordu kapıya.
Açtığımda karşımda Çetin yoktu, Asil vardı. Sabahki takımı yine üzerindeydi ama kravatı çıkmış ve ilk düğmesi açılmıştı. Gömlek giymekten de hoşlanmazdı ama hiçbir hoşnutsuzluğunu dile getirip de karşı çıkmazdı o. Olması gereken neyse onu yapardı.
"Geliyor musun?"
"Nereye?"
" Bu evden çıkıp benimle geliyor musun?"
"Gelmiyorum." Ayakkabılarını çıkarıp içeri girdiğinde ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum. Sakince ilerleyip içeri girdi ve oturdu koltuğa.
"Uzun zaman olmuş buraya gelmeyeli. Anahtarı nereye saklamıştın?" O gün, Asil'in bile bile kötülük yapabileceğini öğrendiğim o gün bu evin anahtarını saklamıştım. Ben de girmemiştim bu eve ama onların da buradaki anılarla vicdanlarını rahatlatmalarını istememiştim. Burası bizim cehennemimiz olmalıydı. Cennet olacağı tek kişi bu evin küçük sahibiydi.
"Senin amacın ne? Gelseydim ulağınla çıkar gelirdim zaten, ne diye evin içine kadar giriyorsun?"
"Kapıda öylece ayakta mı dikilmemi isterdin?"
"Barış'ı gönderdim Asil. Senlik bir şey kalmadı burada. Çık git bu evden."
Omuzlarını silkip masanın üzerindeki fotoğrafı eline aldı. "Belli ki kalmış." Fotoğrafı incelemeye devam etti. "Bu fotoğrafa dair sevmediğim o kadar şey var ki. Ama ikinci en büyük hoşnutsuzluğum bir daha bu tablonun gerçekleşmeyecek olması."
" En büyüğü de o fotoğrafın asıl kahramanını sürgüne göndermendir muhtemelen."
Asil yavaşça bana baktı. Onun her şeyi ağır yapması beni çok yoruyordu. Konu karar vermek olunca çok hızlıydı ama fiziksel boyutta her şeyi ağır çekimdeydi.
"Yok en büyük hoşnutsuzluğumun yanında senin dediğin o kadar önemsiz ki."
"Yasemin bunu hak etmiyordu."
"Birazdan burayı basacaklar biliyorsun değil mi?" Konuşmak istemediği kadın, canhıraş kurtarmaya çalıştığımız çocuğun annesiydi. Bizim ekibimizin kalbiydi. Elimiz, kolumuzdu, her birimizin derdini dinleyen kişiydi.
"Madem konuşmaya yüzün bile tutmayacaktı, sen bunu niye yaptın?"
"Yüzümün tutmayacağı şeyleri yapabilmeyi çok isterdim Akça. Bazen önünü ardını düşünmeden hareket edebilmeyi, sonrasında pişmanlık duyabileceğim şeyleri yapabilmeyi tahmin edemeyeceğin kadar isterdim." Gözlerimde gezdirdiği bakışlarını daha fazla tutmayıp odanın köşesine çevirdi.
"Ama bildiğinden daha fazla düşünüyorum ben Ykça. yüzümün tutmayacağı iş yapmayacak kadar çok düşünüyorum."
" Sen niye bekliyorsun burada, ikimizi birden alsınlar diye mi?" Fotoğrafa bakmaya devam ediyordu. Öyle dikkatliydi ki sanki biz fotoğrafı o fotoğrafın arka planını görüyordu. Bacakları Yasemin'in küçük yeşil koltuğuna fazla gelmişti ama o bunu sorun etmiyordu.
"Ben onların başkanıyım Akça, beni alamazlar. Ama seni aldıklarında bir daha bırakmayacaklar. O çaresizliğini görmek istiyorum." Çetin gibi konuşmuştu. Asil'den beklediğim bir cümle değildi bu.
"Senin benim yanımda olmanı nasıl açıklayacaksın peki?"
"Kaçağı onlardan önce bulacağımı bilecek kadar biliyorlar beni."
"Haini yakaladım diyeceksin yani?" Omuz silkip öylece baktı.
"Buraya gelemediğin zamanları hatırlıyor musun?"
"Armağan benim yüzümden ölmüşken nasıl gelebilirdim buraya?"
"Armağan kurduğumuz bu düzen için öldü Akça. Günün birinde yaptığın yanlıştan pişmanlık duyacaksın. Kurduğumuz her şeyi yıkmaya çalıştığın için pişman olacaksın. O zaman da bizim yanımıza gelmeye mi yüzün tutmayacak?"
"Sizin yanınızda benim yerim yok Asil." Hatta siz kimsiniz ki? Yerine göz dikmiş bir adam, yerini yadırgayan bir başka adam ve onların kuyusunu kazmam için bana yardım etmeye çalışan bir kadın. Siz sahiden siz misiniz ki? demek istesem bile içimden geçirmekle yetinmiştim. Sima'yı öylece satamazdım. Çetin'i geçmişiyle yargılayamazdım. Asil'in ise bir kez daha güvenini kıramazdım.
"Bizim yanımız dediğin şeyi sen kurdun."
"Benim kurduğum şeyde üç kişi yoktu Asil. Altı kişiydik. Bir ölü verdik o altılıdan, bir sürgün verdik. Şimdi siz bir de hain veriyorsunuz. Ağacın yaprakları kopuyor sanmıştık biz ama ben yaprak olmayacağım Asil. Dal olacağım. O ağacı deviren baltanın kökü olacağım ben. Eğer beni kökten yok etmek istersen diye sana haklı sebebp veriyorum. Seni açıkça tehtit ediyorum. "
"Yaprak değildin zaten. Sen hiçbir zaman o ağacın ne dalı oldun ne de yaprağı." Devamı olan bir cümleydi ama sustu. Benim beynim ise onun suskun kelimelerini benim içimde büyük bir yankıyla dile getirdi.
Sen o ağaca ait olmadın.
Onunla daha fazla konuşmak istemiyordum. Bu isteğim hem onun tarafından kabul görmüş sessizliğe bürünmüştü hem de doğa ayak uydurmuş ve dışarıdan araç sesleri yükselerek gelmeye başlamıştı. Kapının önüne sanki benim elimde mühimmat deposu varmış gibi zırhlı ile gelmişlerdi. Bıkkınca ayaklanıp kapıya gittim. Bu kadar erken son bulmamalıydı hiçbir şey.
Olabildiğince direnecektim.
Kapıya gittiğimde Asil omzumdan tutup durdurmuştu. Beni arkama, kendisine doğru döndürmüştü. Bir eli omzumda iken diğer elinde ekranı açık telefonu bana çevirmişti.
"İnan bana her şeyi hesap ederdim ama seni bu kadar gafil avlamak bana bile sürpriz oldu. Sana senin taktiklerin işlemez sanırdım."
Ekranda duran ses kayıt uygulaması sinirlerimi germişti. Onun benden bu sesle ne istediğini anlamıyordum. Daha az önce beni tümden yok et demiştim. Ve elindeki tehditlerimin olduğu ses kaydı beni uzunca bir süre ortadan kaybetmesine yeter de artardı bile. Bu kadar salakça bir oyuna kanmış olamazdım.
"Kedi olalı bir kemirgen ha Asil?"
"Dediklerime uymayıp asilik yaparsan seni bununla içeri tıktırmam çok kolay olur. Bilirsin düzene tehdit affettiğimiz bir şey değil."
Açıkça yumruklanan kapı sesinden sonra beni arkasında bırakmış ve önüme geçip kapıyı açmıştı Asil. Dışarıdaki adamın göremeyi en son beklediği kişi bile değildi Asil. Kapının önündeki kişinin bakan olduğunu biliyordum. Sahiden bunu beklemiyordum. Demek istedikleri zaman o sıcak koltuklarından kalkabiliyorlardı. Selam duruşuna geçtiğinde başkanının arkasında görmüştü beni.
"Efendim, haini almaya gelmiştik biz."
"Kim bu hain?"
"Arkanızda efendim. Lokantayı taşlayan kişi Akçaymış. Evi aramak için ekiplerle geldim. "
Asil kapıyı daha da geniş açmış ve beni yanına doğru çağırmıştı. Ne planlıyordu, ne düşünüyordu anlayamıyordum. Onun intikam planları zehirli oluyordu ve ben o zehirden tatmayı daha sonraya saklamıştım. Sakin ses tonuyla konuşmaya devam etmişti.
"Yani sen başkanının bir hainle oturup konuştuğunu iddia ediyorsun."
"Olur mu efendim? Haberinizin olmadığını biliyor ve sizi bilgilendiriyorum sadece."
"O zaman yanıldığını dile getirmekten büyük keyif alırım saygıdeğer bakanım. Akça eski görevine, bakanlığa geri dönecek. Benim de hainlik yapacak birine bakanlık teklif etmeyecğimi biliyorsunuzdur." Susup adamın bir karşılık vermesini bekledi ama istediği olmayınca Asil devam etti. " Ayrıca bu evin değil önüne yakınına dahi arama ekipleri yaklaşmayacak."
Akça bakanlığa geri dönecek.
Akça gövde gösterisi yaptığı hükümet binasına tekrar bakan olarak girecek.
Bu Asil'den beklemediğim kadar alçakça bir numaraydı ama ben onun sandığı kadar aciz değildim. Başımı dikleştirip o rahatsız oldukları sırıtışımı yüzüme ekledim.
Asil bundan memnun olmuş gibi bir kez benden yana bakıp sonra bakana dönmüştü. Yüzü sinirden kızarmış olan bakan elleriyle birkaç hareket yapıp bahçede bekleyen araçların birkaçının hareket etmesini sağlamıştı. Sonra ise bize bakıp yüzüne yalan bir mahcubiyet kıyafeti giydirmişti.
"Özür dilerim efendim. Bir yanlış anlaşılma olmuş, hemen düzelteceğim." Gözlerini bana çevirdi sonrasında ilerı yaşlı boyu kısa tıknaz adam. "Siz de tekrar aramızda görmekten büyük onur duyacağız Akça hanım."
Yalanın daniskasıydı ama buradaki tek yalancı o değildi. Ona üstten bir bakışla sevgilerimi belli ettim. Bakan da arabasına doğru ilerleyip bindiğinde Asil sırtımda beklettiği elini indirmişti. Bahçedeki araçların her birini yüzündeki ciddiyeti bozmadan beklemişti.
Koca bahçede sadece onun arabası kaldığında ona baktım. Ama bu defa onun kılıcıyla kuşandım. Sakinliğimi bozmadan durdum karşısında.
"Alçak olduğunu biliyordum Asil ama bu kadar alçalacağını düşünmezdim."
Asil'in buzlu duvarları bir anda eriyip aktı ardında saf tertemiz iki boncuk göz bıraktı. Karşımda o koca adam değil de mahallemin başında topuyla oynayıp annelerinden su isteyen çocuklara gülümseyerek bakan ufak çocuk vardı. Onun karşısında annesinden su istemeye utanan o küçük Akça yoktu zaten. Onun görmek istediği bu muydu bundan bile emin değildim ama benim karşıma o halini çıkarmıştı.
Saniyeler içinde buzlar tekrar yükseldi.
"Hangi alçaklığım bu defa sözlerinin hedefi?"
"Bendeki kinini böyle mi soğutacaksın Asil? Beni bir yerin içine koyup gerçekten hainlik yapmamı mı isteyeceksin?"
Ben onların dediğine aksine hiçbir zaman içinde olduğum şeye ihanet etmemiştim. Önce o ortamdan kendimi sonra o ortamı kendimden kurtarmış sonrasında karşısına dikilip işlere çomak sokmuştum.
Ben onca lafın arasında en çok haini duymuştum. En çok da ona gardımı indirmiştim. Çünkü biliyordum. Onlar ne kadar öyle olduğumu iddia etseler de ben hain olmadığımı biliyordum.
Bana ekibimdeki kişiler bile hain derken bir Asil dememişti. Ona bakıp bana hain diyorlar dediğimde "Sen kendini, ben seni biliyorum. Bir daha yakıştırma o lafı kendine." Demişti.
Şimdi ise beni nereden vuracağını biliyordu. Bana hainliği tattırmak istiyordu.
"Zaten hainim dememiş miydin?" Bunları derken dahi dediğine inanmıyordu. İnanmadığı, benim bu lafa kırıldığımı bildiği halde hala ne diye bu soruyu soruyordu anlamıyordum.
"Bakanlığa geri dönmeyeceğim."
"Döneceksin. Dönmezsen ne olacağını biliyorsun."
"Bilmiyorum Asil. Ben dönmezsem senin ne yapacağını bilmiyorum, hatta ben senin ne zaman ne yapacağını tahmin bile edemiyorum. Ne yaparsın? Az önce dediğin gibi hapse mi atarsın?" Gözlerini yere indirdiğinde asıl onun canını yakacak cümlelerimi dilimin ucunda hazırladım. "Yoksa tıpkı Yasemin gibi sürgün mü edersin? Kimseye haber vermeden tüm her şeyimi burada bıraktırıp beni bir anda canımla kanımla uğraştığım topraklarımdan, kimseye haber vermeden sürgün mü edersin?"
Yere indirdiği bakışları deli bir hızla gözlerime tırmandı. İşte bu ona ait olmayan bir hızdı.
Bir dipnot düşünülmeliydi. O hep ağır, sakin ve durgundu. Ama sinirlenince ondan hızlı hareket edeni görmemiştim.
Canını daha da yakmak onu daha da sinirlendirmek istedim. Yasemin'e olan tüm boyun yükümü Asil'e yüklemek istedim.
"Sevdiğim her şeyi ardımda bıraktırıp orada, bilmediğim topraklarda özlemden delirtir misin beni?" Derin derin aldığı nefesler beni daha da perçimliyordu. Cevap vermemesi beni haklı hissettirmiyordu, kaçak dönüşüyormuşum gibi hissediyordum.
"Ya da ölümüne göz yumduğunuz ailemin mezarına gidip iki yalandan çiçek koyup beni daha da dehşete mi düşürürsün? Sahiden ne yaparsın Asil? Canımı yakmak için ne kadar kaçak oynayabilirsin?"
Gözlerimin dolması siniremdendi. Onun gözlerinin akındaki kızarıklık da ondandı. En azından ben öyle düşünüyordum. Onca lafıma sustu ama sonunda ağzını açıp sesini duyurdu bana.
"Ben annenle babanın mezarını o gün mezarlıkta öğrendim akça. Seni bir mezarın başında görünce kim olduğunu merak edip baktığımda öğrendim." Bana doğru bir adım atıp koluma doğru elini kaldırdı ama hemen sonra aklına ne geldiyse elini ateşe değmiş gibi çekip iki adım geri gitti.
"Bu direnişin bu yüzden mi bilmiyorum ama bu ölümün neresinde olduğumu o günden beri düşünüyorum. Ben bilmeden bir şey yapsam gözlerinde bana bakarken bu kadar nefret olmazdı biliyorum. Tanıyorum. Seni de sendeki beni de tanıyordum ben. Ama ben neyi bilerek yaptım bilmiyorum Akça." Açıklama yapmak değildi amacı. O günden beri sanki bunları söylemek için gün saymış gibi hızlı hızlı sıralıyordu cümlelerini.
Ailem hakkındaki yanlışını bilmiyordu, ama Yasemin için ağzını açmıyordu.
Benim mahallemin güzelliğiyle baş döndüren komşu kızı, şimdilerde nerede olduğunu bilmediğim bir yerde çocuğundan millerce uzaklıktaydı.
Barış annesini bilmiyordu.
Barış annesini fotoğrafta tanıyamıyordu dahi. Halbuki babasının fotoğrafını yanında taşıyordu. Asil herkese bir şey borçluydu ama en çok o aileye borçluydu. Barış'a, Yasemin'e hatta Armağan'a.
Armağan'ın canından çok sevdiği karısı yıllardır toprağına dokunamamıştı.
"Asil, ben o bakanlığa gelmeyeceğim."
Asil cebinden bir kâğıt çıkarıp içeri doğru yürüdü. Masanın üzerine katlı kağıdı sarıp bana gösterdi. Alt alta birkaç cümle sıraladığı kağıdın altında benim adım yazılmış ve bir boşluk bırakılmıştı. Buraya zaten bunun için gelmişti. Beni götürmek, bu olanlardan çekip çıkarmak için değil.
"Burayı imzalayıp işi kabul edersin. Eğer yapmazsan gerçekten bu ses kaydını yargıya veririm. Tanık olmaktan da hiç çekinmem. Ülkenin başkanına karşı, eski hainlikle suçlanan bakanın lafı çok da hüküm sürmez. Adalet burada güçlüden yana."
Bu onun utanması gereken bir şeyken bir de bunu koz olarak kullanıyordu. Buranın adaleti güçlüdendi, ama adaletin gücünden değil güçsüzlüğündendi bu. Eğer karşımda bu kadar net bir şekilde durursa daha istediğim hiçbir şeyi yapamadan her şeyde vazgeçirilecektim.
Kağıdın yanına bıraktığı mavi mürekkepli kalemi elime alıp son kez Asil'e baktım. Belki onun mayasında tehdite yer olmadığını anımsar ve dur der diye son kez baktım ama o korkunç bir iştahla avına bakan bir aslan gibi gözlerini gezdiriyordu boş kağıtla elim arasında.
Kağıda imzamı atarken aklımdan geçen tek şey vardı.
Kalenin içini çürütmek için belli ki Sima'ya ihtiyacım yoktu. Ben o kalenin içine madem ki atılıyordum her duvarın temelini ayrı ayrı çürütecektim. Doğru için hainlikle tanışmak gerekiyorsa ben tanışacaktım.
Annem için, babam için, Yasemin, Armağan hatta abim için. Ben bana dayatılanı kendi ayaklarımın altına basamak olarak yerleştirmekten çekinmeyecektim.
Ben imzamı attığımda Asil'in yüzünde beliren rahatlama onu günün birinde artık rahat bırakmam için yalvartacağıma dair kendime söz vermeme sebep oldu.
"Ben seni değil, düzenini hedef aldım Asil. Sen ise benim isyanımı değil beni esir alıyorsun."
"Esaret sonunda nefes vadediyorsa, ben esir almaktan çekinmem Akça." Ne demeye çalıştığını da , onu da ne istediğini de anlamıyordum.
"Sonunda vicdanım rahatlayacaksa ben de yok etmekten çekinmeyeceğim. Benim oyunuma beni düşürdüğüne şaşırdın. Ben o oyunu sana değil, senin için kurmuştum. Benim sayemde sen bir haini ait olduğu yere attın. Şimdi ise sen aynı oyunu bana kurdun. Söylesene buradaki doğru yolun bu yolun sonundaki hainin de ben miyim? Ben o içeri tıktığınla aynı muameleyi mi hak ettim sahiden?"
Küçük düşmüş hissediyordum kendimi. Ne gerek vardı bunu sormaya demek istiyordum ama yapamıyorudm. Beni gerçek katillerle aynı kefeye koyup benim onlara uyguladığım şeyi bana yapması canımı fazla sıkmıştı.
"İkiniz de düzen yıkmaya çalışmıyor musunuz? Ben yapmasam sen bana yapmayacak mıydın bunu? En tenha anımda beni açıkça tehdit etmeyecek miydin?"
"Ben seni böyle bir duruma düşürmezdim. Bana dediklerini kayıt altına alıp seni onlarla vurmazdım." Bu konu net olduğum belki de tek şeydi. Ben onların düzenini yıkacaktım. Onları değil. Ben ekibimden iki fire vermiştim, daha fazlasını kaldıramazdım. Benden uzakta da olsalar iyi olduklarını bilmem yeterliydi. "Çık bu evden."
Bu defa beni zorlamadı ayağa kalktı elindeki telefonu ses kaydı olan ekranı açıkta bırakıp, imzaladığım kağıdı eline aldı ve evden çıktı gitti. Giderken yüzüme de bakmadı, bana bir şey de demedi. Kapıyı sessizce kapattı ve gitti. Ekranı açık telefonu elime aldığımda silmem için bıraktığını düşünmüştüm.
Sesi oynatma tuşuna basana kadar da içimdeki kırgınlık ve sinir birbiriyle yarış halindeydi. Ses açıldığı an onun bugüne ait olmadığını anlamıştım. Yıllar öncesine ait sesler odada dolaşmaya başladı. Altı yıl öncesinden sesler bugün kulağıma fısıldanmıştı.
"Söz ver Akça" Asil'in sesiydi bu.
"Verdim ya işte daha ne diyeyim?"
"Hayır yeniden düzgünce söz ver bana. Bu işlerin hepsi bitecek, sen başkan olacaksın ben de senin sağ kolun olacağım. Hükümette hiçbir yetkim olmayacak ama sende olacak tamam mı?"
"O kadar da değil Asil. Hiçbir yetkim olmayacak da ne demek?"
"İstediğim hükümet ya da saygınlık değil. Sakince yaşamak istiyorum ama sen yine beni hiç tanımıyormuş gibi davranmayacaksın. Bak söz verdin."
"Seni tanımıyormuş gibi davranacağım hiçbir nokta olmaz bundan sonra zaten Asil." Bir süre sessizlik oldu hemen sonra tekrar benim sesim ilişti kulaklarıma. "Tamam. Bakma şöyle. Söz veriyorum."
"Ha şöyle ama bir söz daha istiyorum. Ya da bunu daha sonra isteyeceğim."
"Sen o zamana unutursun."
"Yok unutmam."
Sonra bir anda ses kesilmişti. Bugün değildi, tehditlerim değildi. Sözümü hatırlatmıştı bana. O söz verilirken ne kadar da emindim altımızın da hayatlarının kördüğüm bağlandığına. Bu sözü verirken o zaman uymayacağımı söyleseler deli gibi gülerdim.
İsyan yazılarını yayımlayıp, isimlerimizin yeni yeni anıldığı dönemlerde büyük hakaret yediğim günlerin birinde geçmişti bu konuşma. Onun bunu kayıt altına ladığından haberim dahi yoktu.
Sesi tekrar oynatma tuşuna bastığımda ne Asil'e dediğim lafları düşünüyordum ne de onun beni açıkça kandırıp imzamı aldığını. Sadece o anı hissetmek isyiyordum.
Hepimizin nefes aldığı o zamanı.
Söz verip altında ezilmeyeceğimden emin olduğum o zamanda kalmak istiyordum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |