3. Bölüm

3. BÖLÜM

revedeth
ra_vedere

 

Adım atmanın her zaman cesaret gerektirdiğini, öne doğru olabileceğini, bir adımın bin bir devinimle meydana geleceğini sanıyordum her zaman. Büyük konuştuğum her şeyin başıma gelmesi son yılların alışkanlığı olmuştu bende. Yine bir adım atıyordum ama hem korkuyordum hem de geriye doğru koşarak gitmek istiyordum.

 

Bu binadan son çıktığımda bir sonraki gün geri geleceğimi düşünmüştüm. O gün hem babamın yandığını görmüş hem annemin öldüğünü duymuştum. Ve sonraki gün gitmeyi beklediğim hükümet binasına yıllar sonra döndüğümü duyurmak için bomba patlatarak girmiştim.

 

Şimdi ise tükürdüğümü yalamak için buradaydım.

 

Hükümete yeniden bakan olmaya gelmiştim. Dilsiz şeytanlardan olmaya gönüllüğümü gösterecektim onlara. Binanın içine girdiğim anda beni bekleyen birkaç kişi vardı. Daha adımlarımı merdivene yeni değdirmişken yanıma gelmiş "Akça Hanım, sizi başkanın odasına götürelim." dediler.

 

Beni açıkça bir tehdit olarak görüyordu. Adamları olmadan binada hareketimi kısıtlıyor, ayaklarına kadar çağırıyordu. Asil görmediğim zamanlarda kimliğine yeni sıfatlar eklemişti. Acımasızlık onda yeri olan bir duygu değildi önceleri.

 

Adamlara hiç sesimi çıkarmadım, onlarla yürüdüm başkanlarının odalarına kadar. Odayı çalmadan açtıklarında beklediğimin aksine onun burada olmadığını anlamıştım. Ona ait olan kimsenin olmadığı odaya girdiğimde arkamdakiler de benim peşimden odaya gireceklerdi ama onlardan hızlı davranıp kapıyı yüzlerine kapattım. Kilitlememe gerek yoktu. Ne kadar bana güvenmeseler de hala yerimi ve olduğum konumu biliyorlardı. Burada, bu binanın içinde herkes birbirini pohpohlama derdindeydi.

 

Odada boş boş gezinmemek için Asil'in masasına geçip koltuğuna oturdum. O kocaman kalın kitapları burada da hükmünü sürüyordu. Asil gördüğüm en çok okuyan insan olabilirdi. İsyan döneminde her şey birbirine girmişken dahi onun fırsatını bulduğu her an kitaplarını okuduğunu hala hatırlıyordum. Bundan dolayı belki de o konuşurken dahi noktalama işaretleri kullanıyor gibiydi. Diksiyonu, harf kullanımı hepsini çok iyi yapıyordu.

 

Asil de ne telaffuz hatası oluyordu ne de konuşurken aralarda herhangi bir duraklama. O sanki okuduğu onca kitabı ezberlemiş ve sorduğumuz her soruya o ezberindeki cümlelerden cevap veriyor gibiydi.

 

Asil konuşunca herkesin susmasını istediğim zamanlar çok da uzak bir zaman diliminde değildi.

 

Çok değişmişti her şey, aynı zamanda bir o kadar da değişmemişti.

 

Masanın üzerine öylece bakınmaya devam ederken kapı çalınmadan açıldı. Beklediğim kişi değildi kapıdaki. Sima öylece belirmiş ve içeri girdiği an kapıyı arkasından seslice kapatmıştı. Bana doğru hızlı birkaç adım atsa da durması gereken noktayı bilememiş gibi duraklayıp masanın önündeki sandalyelere oturmuştu.

 

Sarılmak istemişti ama yapamamıştı.

 

Sarılmasını istememiştim bu sebeple hoşuma gitmiş gibiydi bu durum ama bir sıkıntı vardı.

 

Eğer bana sarılsaydı onu itemezdim. Hatta daha da acınası olan noktası muhtemelen bir yerden sonra ona karşılık verirdim.

 

Neyse ki öyle bir duruma düşmeden o durmuştu.

 

"Bakanlığa geri döneceğini düşünmemiştim."

 

"Hakkımdan öylece cayacağımı mı düşünmüştün?" Evet istediğim bu değildi. Bakanlıkta tekrar var olmak istemiyordum ama bunu herkesin bilmesine de gerek yoktu. Hele ki Sima daha iki gün öncesinde bana başka bir arkadaşım dediği adamı satmışken kalkıp da ona güvenemezdim.

 

Ama biliyordum. Eğer Sima 'ya içimden geçen her şeyi tek tek sıralasam bu söylediklerim bizimle birlikte mezara kadar giderdi.

 

Ama güvenemezdim.

 

Eğer ona güvenirsem kaybettiğimi kabullenmek zorunda kalırdım.

 

Bir kere daha güvenimden vurulup, yüzüstü düşemezdim. Yüzleşmekten en korktuğum şeydi yalnızlıktan duyduğum korku.

 

"Hakkın bu kadar az değildi ki göz dikesin?"

 

"Şifreyi bulamadım. Bellekte ne var bilmiyorum hala." Konu değiştirmekti bu, korkmaktı belki muhabbetin gidişatından ama ben zaten hiçbir zaman dünyanın en cesur insanı olmamıştım. Konu değiştirmek benim için en kolay kaçış yöntemiydi.

 

"Aradın mı ki?" Gözlerimin içinde gözlerini gezdirdi. Cevabını bildiği şeyleri sorup duruyordu. "Aramadın, tek bir şifre bile denemedin değil mi Akça?"

 

Denememiştim.

 

Onun alanına tek bir adım atmamıştım ama bunun sebebi eskisi gibi Asil'e duyduğum güvenden değildi. Korkudandı. Karşılaşacağım şeylerin korkusundan. Ona cevap vermedim zaten o da daha fazla üstelemedi ve sessiz kaldı.

 

Masasında gezdirdiğim gözlerimi masanın gözlerine indirdim. Alttaki çekmeceyi çekip sadece yazı dolu kağıtlar görünce kapattım.

 

Üstteki çekmecesini açıp içine bakındığımda çekmeceye öylece koyulmuş bir yüzük dikkatimi çekti. Elime alıp çevirdiğimde dümdüz bir yüzük olmaktan öteye gitmeyen bir şey olduğunu fark ettim. Gri muhtemelen gümüş bir yüzüktü. Bunu neden çekmecesinde tuttuğunu merak etmiştim. Sina'ya elimdekini gösterdiğimde suskunluğunu bozdu.

 

"Vay be sonunda çıkarmış ha o yüzüğü parmağından?"

 

"Ne ki bu?"

 

"Asil takıyordu o yüzüğü. Baya uzun zamandır serçe parmağında hep bu yüzük vardı. Burnuna yaklaştırma çok kokmuş bile olabilir." Şaka bile değildi yaptığı, yüzünde tek kası oynamamıştı ama ortam yumuşatmaya çalışıyordu. Yüzüğü daha fazla tutmayıp geri koydum yerine. Serçe parmağına taktığı bir yüzük dikkatimi hiç çekmemişti. Gerçi döndüğümden beri Asil'in dışıyla ilgili hiçbir şey dikkatimi çekmemişti.

 

Çekmeceyi kapattığımda kapının önünde sesler duyuldu ve kapı bu defa çalınarak açıldı. Boşlukta beliren Asil'le Sima ayağa kalktı. Kalkmayıp aykırı olmak gibi bir iddiam olmadığından ben de onun sandalyesinden kalkıp masanın önüne doğru ilerledim. Asil gözlerini bana çevirip daha sonra kalktığım sandalyeye bakmıştı.

 

Ağır adımlarla yerine geçerken "Seni burada beklemiyordum Sima?" dedi. Sima, Asil oturunca arkasında kalan sandalyeye oturdu.

 

"Yerleştireceğin yeri merak ettim."

 

Asil masada duran benim oynattığım kağıtları eski hizasına sokarken konuştu. "Nereyi isterse orada kalacak."

 

Buradaki gizli özne bendim. Yerleştirileceğim yer dedikleri şey de bana tahsis edeceği evdi. Nereyi istersem orayı vereceğini söylüyordu ama ben sanki burada değilmişim gibi yapıyorlardı bu konuşmaları. Tek tek eşyalarını seçtiğim odanın yabancısı bendim. Asil sonunda başını kaldırıp bana baktığında "Sima ile kalmak istiyorum." dedim.

 

Bunun Sima'yı şaşırtacağını biliyordum ama Asil'in şaşırmamasını hiç beklemiyordum. En azından bana karşı diktiği o duvarlardan bir nebze de olsa şaşkınlığı taşar gibi hissetmiştim.

 

Sadece odanın değil, onun da yabancısı olmuştum.

 

Asil sol elini çenesine götürüp olmayan sakallarında elini gezdirip bir şey düşündü. Bu esnada Sima'nın da benim de dikkatimizi aynı şey çekmişti. Serçe parmağına taktığı gümüş yüzük yerli yerinde duruyordu. Neyin temsiliydi de yedeğini tutacak kadar sadıktı bu halkaya anlamamıştım.

 

"Aynı yüzükten kaç tane var sende?" Sima beni daha fazla merakta bırakmamış ve soruyu sormuştu. Asil o an elini indirip yüzüğe baktı ve Sima'ya döndü tekrardan.

 

"Bir tane var."

 

"Çekmecede de var. Gördüm az önce."

 

Sessizliğimi hiç bozmadan onları dinlemeye devam ediyordum. Asil sağ kaşını kaldırıp "Çekmecemi mi karıştırdın?" diye sordu.

 

Sima ise onayla başını sallayıp "Boş kağıt lazımdı. Oraya baktım ben de." Diye cevap verdiğinde ona baktım. Benim yanımda mıydı, beni av mı yapıyordu anlamakta bu kadar arada kalmasaydım belki bir şeyler daha kolay olurdu.

 

Annem kriz geçirirken onu alelacele başka yere göndertmeseydi, yolda ölümüne sebep olmasaydı belki çok daha farklı olurdu her şey. En azından bir kız kardeşim yanımda olurdu.

 

Suçumu üstlenmesine kalbim böylesi heyecanlanmaz, bedenim yalnızlığa bu denli alışmazdı.

 

Üzerine aldığı suçumu geri üstlenmedim. Madem o suçlu olduğunda hiçbir sonucu olmayacaktı bu benim de işime gelirdi. Eğer benim yaptığımı söyleseydim asilin karşılaşmadığım hangi yüzüyle karşılaşırdım bilmiyordum.

 

Asil, Sima'da bir şeyleri değerlendirir gibi gezdirdiği bakışlarını bana çevirdiğinde boşlukla süsledi. Hızla gözlerini geri çekip "Sima sen hazırlarsın Akça için gereken şeyleri. Şimdi bizi bir yalnız bırak." Sima ayaklanıp kapıya gittiğinde "Bir daha da odamı karıştırma." diye ekledi. O odadan çıktığında Asil bu defa gözlerini kaçırmadan baktı bana.

 

"Neden oturmuyorsun?"

 

Onun oturduğu koltuğu işaret edip "Rahat olana alıştım bile. Misafir koltuğu kesmez artık beni." dedim.

 

"Yine tehdit ha? Hiç şaşırtmıyorsun beni."

 

"Tehdit değil, tasarı. Bir dilek sadece."

 

Çekmecesini açıp az önceki yüzüğü çıkardı ve sol elinin yüzük parmağına geçirdi. İkisi aynı parmak için bile değilken neden yedekmiş gibi davranmıştı ki? Yüzüklerini düzeltti sonrasında ayaklanıp masanın önündeki koltuklara oturdu.

 

"Dengiz varsayalım, otur karşıma."

 

"Eşit olmak istemiyorum seninle."

 

Bacaklarını üst üste attı. "Değiliz zaten. Varsayalım diyorum." Gözlerime kaçırmadan dikti gözlerini. "Farz et ki eşitiz, aynıyız. İdealimiz bir, kaçırdıklarımız, hiç tutamadıklarımız bir. İkimiz de bir şeyeler için zorunda kalmışız gibi düşün."

 

"Düşünmüyorum Asil. Biz eşit değiliz. Eğer eşit olsaydık ben senin bir tehdidine kalkıp da buraya gelmezdim. Sen benim bir isyanıma, beni böylesine esir etmek istemezdin. Ben zorunda kaldım evet ama sen tercih ettin."

 

Kafasını onayla salladı. Eliyle boş koltuğunu gösterip "Buyur o zaman. İstediğin koltuk boşta, oturman için seni bekliyor." dedi

 

"Otursam ne olacak? Dışarıdakiler bilecek mi benim oturduğumu? Sahibi senken o koltuk beni çağırmaz."

 

"Sahibi olmak mı istediğin? Gerçekten soruyorum Akça. Eğer istediğin sadece bu koltuksa..." Devamını getirmedi. Sustu. Hedefimi mi küçümsedi yoksa o koltuğu bırakabileceğini mi ima etti anlayamadım.

 

" Ortada hükümet bırakmamak amacım."

 

"Akça, seni ilgilendiren şeyler yüzünden tüm halkı devletsiz bırakmak mı isteğin?"

 

"Tarlaların olduğu yer halkın değil mi senin? Neden oradakiler hala o zehirli meyveleri, suları tüketiyor?"

 

"İlgileniyorum orayla. Lokantaya saldırdığında haberim oldu oradan."

 

"Nasıl başkansın sen? Daha halkından haberin yok, kadınlar çocuklarına yemek veremiyor zehir vardır diye içlerinde." Sesimi kıstım biraz. Belki o bile duymasın diye yaptım bunu ama cümlemin sonunu da getirdim onu umursamadan. "Biliyor musun sahiden sen başkan olmamalıydın."

 

Yine aynı şey olmuştu. Gözünde yine bir şeyler kırılmış ve bana saflığıyla bakmıştı.

 

"Demiştim sana. Ben beceremem, istediğim bu değil demiştim. Bana bu yükü sırf sen bıraktın diye sırtlanmışken şimdi öylece başkan olmamalıydın mı diyorsun?"

 

"Büyük hayaller kurmuştum o zamanlar."

 

"Herkesi istediği yere koyup beni istediğin yere koyduğun hayallerdi. Ben de kurmuştum Akça. İyi tarafından bak en azından ikimizinki de gerçekleşmedi." Onun hayalini defalarca duymuştuk ondan. Kitapevinde rahatça her şeyden uzak yaşamak istiyordu.

 

Bana mı haksızlık ediyordu, ben mi ona haksızlık etmiştim? Bunun kavgası ne zaman olacaktı da birimizin tüm dayanakları yerle bir olacaktı bilmiyordum.

 

"Ne isteyecektin benden? Ses kaydındaki ikinci isteğin neydi?"

 

"Unuttum. Unutmam sanıyordum ama unuttum Akça. Hakikaten benim hafızam o kadar da iyi değilmiş. Ama o ses kaydını senin de sözüne sadık bir insan olmadığını kabullenmen için getirdim sana."

 

"Sözümü tutacağım ortam mı kalmıştı?"

 

"Güvenseydin biraz Akça. Bize birazcık güvenseydin." Bağırmıyordu. Her zamanki gibiydi sesi. Sakin, dingin, güvenli...

 

Belki de alışkanlık olmuştu bu onda. O kadar alışmıştı ki sinirlenmek istediğinde beceremiyordu bile.

 

"Hanginize güvenecektim Asil? Buradan koştura koştura çıktığımız o gün, benim buraya bir daha gelmeyeceğim o son gün Çetin'e arama geldi. Meydanda yangın var itfaiyeyi hemen göndermeliyiz dendi. Çetin ne dedi biliyor musun?"

 

O gün kızılca kıyamet vardı sanki hükümet binasında. Asil aylardır peşinde koştuğu bir şeyi bulmuş ve sonunda bir şeyleri çözüme kavuşturmuştu. Hiçbirimizin haberi yoktu neyin peşinden koştuğuna dair. Bir Çetin biliyordu bir de o.

 

O gün bizi toparlayıp planladığı şeyleri anlatacaktı ama biz daha onun yanına çıkmamışken Çetin'in telefonu çalmaya başladı. Çetin önce sessize aldı sonra meşgule attı. En sonunda ısrarla çalan telefonu cevapladı.

 

"Ne boyutta yangın?" Sima ile endişeli bir şekilde baktık birbirimize. Sabahtan beri Çetin de Asil de o kadar gergindiler ki dedikleri her şey felaketin habercisiymiş gibi geliyordu. Karşıdan ne duyduysa "Hayır ekipler lazım. Kontrol altına alınabilecek seviyedeyse oradakiler halletsin." demiş ve kapatmıştı karşıdakini dinlemeden.

 

"Ne yangını bu?"

 

"Meydanda ufak bir yangın çıkmış mühim değil. Daha önemli işlerimiz var."

 

Bana verdiği cevap beni o an için tatmin etmişti. Neden etmesindi ki zaten? Çetin'den iyi mi bilecektim yangını?

 

Asil bizim olduğumuz yere geldiğinde Çetin büyük bir gerginlikle onun yanına gitmişti.

 

"Akça senlik bir şey yok şimdilik, Sima sen de hastaneye dönebilirsin. Çetin bir konuyu konuşmamız lazım." Çetin onu onayladığında Sima da çoktan çıkmaya hazırlanmıştı odadan.

 

"Neyi bu kadar gizli saklı yapmaya çalışıyorsun?"

 

"Söyleyeceğim Akça ama vakti değil daha. Bir ben tam anlamıyla anlayayım sana bırakmadan ben kapına gelip anlatacağım sana. Sorgulama şimdi olur mu?" İkna olmadıysam bile onu daha fazla zorlamadan eve gitmek için çıktım yanlarından. Yolun yarısında Sima hastaneye gitmiş ben de tek başıma ilerlemiştim.

 

Evime gidene kadar kafamda yemek fikri çeviriyordum ama sokağıma geldiğimde evimin cayır cayır yandığını gördüm. Annem evde değildi biliyordum, abim zaten o dönemlerde evde çok durmuyordu. Tek düşündüğüm babamın o evde olma ihtimaliydi.

 

Benim babam evde çok durmaz, bu huyu da annemi çok sinirlendirirdi ama şimdi babamın bu huyunun gerçekleşmesi için her şeyimi verebilirdim. Koşa koşa evimin önüne gittiğimde kendi çabalarıyla yangını söndürmeye çalışan insanlar adımı sayıklayıp bir şeyler demeye başlamışlardı ama hiçbir dediklerini anlamıyordum.

 

"Baba." O kadar kısık çıkmıştı ki sesim dediğimi hayal bile etmiş olabilirdim.

 

"Babam evde mi?"

 

Soruma kimse cevap vermedi. Birileri ellerimi tutup beni durdurmaya çalışıyordu. Evin dışındaki turunculuğu can yakan alevler söndüğünde evimizin içinden görünen ateşler kalmıştı. Telefonu elime alıp Çetin'in adını ararken iki defa farklı kişilerin üzerine tıkladığımda sonunda doğru kişiyi aramıştım.

 

Çaldı, çaldı, çaldı sonra sustu telefon.

 

Tekrar aradım.

 

Çaldı, çaldı sonra meşgule atıldı.

 

Sinirliydim, korkuyordum. Tekrar aradım onu.

 

Çaldı ve açıldı telefon.

 

Daha ağzımı açamadan Çetin üstüme bağırıp köpürmeye başlamıştı.

 

"Yeter Akça. İşim var ki açmıyorum şu telefonu." Dedi ve yüzüme kapattı.

 

Çetin, korkuyorum diyemedim. İtfaiyeyi gönder diyemedim. Onların emri neden bir tek sende diyemedim. Babam içeride olabilir diyemedim.

 

Tekrar aradım Çetin'i. Anlar diye düşündüm. Bu kadar zorlamamın bir sebebi olduğunu anlar ve dinler sandım ama telefonu kökten kapatmıştı. Telefon hiç çalmadı.

 

Yanımda dolaşan toprak dolu kovaları evimin içine serpmelerini izleyemedim, yanarına gidip her bir alev parçasının üzerine attım o toprağı. Çok değil birkaç dakika sonra içeriden bir ses geldi.

 

Bir çığlık.

 

Ben babamın çığlığını ilk defa o gün duymuştum. Ben babamın ağladığını da hıçkırığını da ilk defa o gün duymuştum.

 

"Akça, girme bu eve çık kızım." Diye bağırmıştı ama bu benim kulaklarıma beni çıkarın diye gelmişti. Tenine değen her alevde babam çığlık atmıştı. Onun yanına ulaşmama engel iki koca oda dolusu alev vardı. Umursamadan girmek istiyordum ama odaya yaklaştığım an vücuduma sadece yansıyan alevler canımı yakmaya yetiyordu.

 

Benim babam orada yanıyordu ama ben daha ateşe değmeden yanan canımı düşünüyordum.

 

Benim canımdı yanan, babamın kendisi.

 

"Akça, abin kızım. Abinin peşini bırakma." Babam bunu demiş ve bir süre susmuştu. Getirdikleri battaniyeye sarılıp içeri girmeye çalıştım. Bir odayı geçtim. Bir oda daha geçip babamı kurtaracaktım bu cendereden. Onun olduğu odanın eşiğine geldiğimi yanarak dökülen kapıdan anladım. Babamın silüeti yerde uzanmış ayağının üzerine bir şeyler düşmüştü. Üzerindeki şeyler yanıyordu.

 

"Akça, anneni sevdiğimi ona söyle olur mu kızım? Sizi birbirinize emanet ediyorum. Sakın bir ölüm daha yüklenme kendine. Elinden bir şey gelmez kızım."

 

"Konuşma öyle baba. Geliyorum bekle." Dediğim an odadaki televizyon patlamıştı. O an zaten dumandan hiçbir şeyin belli olmadığı oda çocukken bizlere anlatılan cehennemin tasvirine benzemişti.

 

Babam gözlerimin önünde beni geriye doğru savurup yere düşüren ateşin içinde yanmıştı. Yanarken ağlamış mıydı, korkmuş muydu, çekinmiş miydi bilmiyordum.

 

Sadece yok olmuştu.

 

Beni çıkarıp o yangını söndürdüler.

 

Uğraştığım devlet değil, güvendiğim kişiler değil, mahallemin alelade insanları söndürmüşlerdi. Babamı bir battaniyeye sarıp çıkardılar. Benim babam o kadar da ince değildi. Battaniyenin içinde koca bir hiç varmış gibiydi. Küçük bir aralığından gördüğüm siyahlıkla dünyam yıkılmış gibi hissettim.

 

Simsiyahtı.

 

Onu taşırlarken kapının önüne çökmüş otururken telefonum çaldı. Çıkardığımda gördüğüm isimle canım daha da yanmıştı. Şimdi değil birkaç dakika önce araması gerekiyordu. Aradığımda açması gerekiyordu. Telefonu kapattım. Bir daha çaldı telefon. Tekrar kapatacakken farklı bir numara olduğunu gördüm. Açmaya korksam da açtım o telefonu.

 

Annem için aradıklarını biliyordum.

 

O telefonu açmıştım ama bu an geçmişe dönsem o telefonu en yakın yere fırlatır hatta yanan o evden beni çıkarmalarına izin vermezdim.

 

Asil karşımda öylece susarken onun da çetinin dediklerini hatırladığını anladım.

 

"Sen o gün Çetin'i yangın için mi aradın?"

 

"Söndürsün diye aradım. Yanımda olsun diye. Ama belli ki siz yan yana daha önemli bir işteymişsiniz."

 

"Bilmiyordu. Bilse durur muydu öyle Akça. Yanında olurdu Çetin senin."

 

"Ben neyinize güvenecektim sizin. En zor anımda telefonu yüzüme kapattı be o."

 

"Bana güvenseydin Akça. Benim sana güvendiğimin binde biri bana güvenseydin. Beni arasaydın o gün."

 

"Sana güvenen biri de vardı Asil. Sana güvendi şimdi buralara adım attırmıyorsun ona. Barış hem babasının hem annesinin olmadığını sanıyor. O kız çocuğu onu ölü sansın diye gelmedi senin yanına."

 

Asil yine cevap vermedi. Konu Yasemin olduğu her an Asil kaçıp bir yerlere gidiyordu.

 

"Şimdi aşağı gideceğiz ve senin odanı sana vereceğim. Benim yanımda kimse bir laf edemez ama eğer eden olursa haber vermen yeterli."

 

Asil ayağa kalkıp paçalarını eliyle düzeltti ve kapıya doğru gitti. Biz yan yana olduğumuzda korkaklık katsayımız artıyor gibiydi. Onu takip edip odadan çıktım. Aşağı kadar indiğimizde son basamağa inince arkasını dönüp bana baktı sonra derin bir nefes alıp omuzlarını dikleştirdi.

 

Ondan görünce bende omuzlarımı dikleştirip onun arkasından yanına doğru ilerledim. Biraz ilerleyince odaların ve bakanların olduğu yere yaklaştık. Aylar önce bana ait olan odanın kapısında durduğumuzda Asil kapımı açıp bana içeriyi gösterdi. Her şey aynı gibi duruyordu. Asil sesini yükseltip "Akça aramıza geri döndü. Kirli dedikoduları unutup, iftiraları içimizde tutacağız. Buranın içindeki herkes bir aile. Bunu unutmadan ilerleyeceğiz. Bu ailenin kurucularından biri olduğunu unutmadan yaklaşın Akça'ya. Hepinize iyi çalışmalar." dedi ve arkasını dönüp gitti.

 

Kimseyle konuşmadan odaya girip kapıyı kapattığımda odanın tamamı ile aynı olduğunu fark ettim. Masaya geçip oturduğumda her şey cetvelle yerleştirilmiş gibiydi. Sandalyeme oturup sırtımı geriye yasladığımda çekmecemin içinden sarkan kurdeleyi fark ettim ve elimi uzatıp açtım.

 

Bir kağıt rulo yapılmış ve üzerine kurdele bağlanmıştı. Çevirip açtığımda üzerinde yazılanlar tek tek akaya başladı zihnime. Son cümlelere kadar ne okuduğumu anlayamamıştım.

 

"Yangında yanan iki katlı müstakil evin yerine dikilme kararı alınan, içinde daire ve sahibinin isteği üzerine eklenecek olan yapının bulunacağı bina ve içinde bulunduğu arsanın tamamı Akça Argen'e tahsis edilmiştir."

 

Altta ise ne isim yazıyordu ne de unvan. Sadece bir imza vardı. Asil'e ait olduğunu bildiğim imza. Kağıdı ellerimin arasında döndürüp durdum ama sonunda masaya bıraktım. Ayaklanıp buradan çıkmak için toparlandım. Bu kadar iş fazlasıyla yeterdi. Daha çantamı elime almamışken kapı şiddetle vuruldu ve içeri Mert girip ardından kapıyı kapattı.

 

Nefes nefeseydi. Kızarmıştı. Beyaz tenliydi zaten. Bu onun en ufak hareketini bile belli eden bir tendi.

 

"İçeri ne kadar zor alıyorlar burada."

 

"Hoş geldin."

 

"Hoş gelmedim ama şu an hoş oldum." Elinde tuttuğu çiçeği masaya koydu, hediye paketini ise bana uzattı. Kalktığım yere oturduğumda hediye paketini açtım . Karşıma model bir uçak çıkmıştı. Bunu muhtemelen elleriyle yapmıştı, çünkü bu benim kullandığım uçaklardan biriydi.

 

"Sen mi yaptın bunu?"

 

"Sana kendim yapmadığım şeyi getirmem."

 

"Çok teşekkür ederim." Uçağı incelemeye devam ederken o masanın önündeki sandalyeye oturdu. Sandalyeyi bana doğru çevirdi. Masada karşılıklı oturmuş gibiydik. Gözlerimi esir aldı yine.

 

"Gamlı baykuş olmuşuz yine."

 

"Olduğum yere baksana Mert." Elimle odayı gösterdim. O da bir kez gözleriyle taradı odayı sonra geri döndü bana.

 

"Buradan tam çizmelik duruyorsun."

 

"Ne işim var benim burada? Yazıları yayınlayıp halkı ayaklandırmam gerekirken kapana sıkıştırdı beni."

 

"Asil mi yaptı?" Başımı sallayıp onu onayladığımda "Sana hangi kapan dayansın Akça? Yine yap dediklerini. Onların içindeyken yap. Doğrunu en yanlış yerde savun ki kimse olduğun koşullardan konuşmak kolay diyemesin sana?" dedi.

 

"Sen de hain ol diyorsun yani?"

 

"Hain olmak için önce ait olmak gerek Akça. Sen buraya ait değilsin. Ait olacağın haline çevir burayı. Ben sana her türlü desteği sağlayacağım."

 

"Asil ne olacak. Gözü kulağı bende."

 

"Asil bu. Altın çocuğu kırmak benim için ya da herhangi biri için zor ama senin için çocuk oyuncağı. Yolundan cayma. Eğer o senin yolunu buraya çevirdiyse buranın aynı kalmayacağını biliyordur zaten."

 

"Asil sana nasıl davranıyor?"

 

"Konuşmuyoruz. Kitapevini bana devrettiği günden beri öyle denk gelince selamlaşıyoruz sadece."

 

"Başkan olmak istemiyormuş biliyor musun?"

 

"Bunu herkes biliyordu zaten Akça. Babasının yolundan gitmek istemiyordu."

 

"Ben zorlamışım onu. Kalkıp bana sen zorladın demiyor hala üstelik. Bana verdin bu görevi, sen verdiğin için sustum sırtlandım diyor." Yukarıda dediği her şey onun perspektifine yönelmeye zorluyordu beni.

 

Doğru söylüyordu. Ben zorlamıştım onu. İstemiyorum dediği halde tek lütfenime tamam demişti. Ona ne istediğini sormamıştım. O anlatmıştı, dinlememiştim. Babası aklımın ucundan dahi geçmemişti. Ben onun kendini böyle kanıtlayabileceğini düşünmüş ve ona tek seçim hakkı bırakmamıştım.

 

Belki de o hayatı boyunca kendini kanıtlamak zorunda kalmış Asil olmaktan kurtulmak istiyordu.

 

Ben bunu hiç düşünmemiş, yine bencil davranmıştım.

 

"Hayalleri varmış. Seninle belki de o yüzden konuşamıyor. Kitapevinde mutlu huzurlu yaşamak istiyormuş. Üstelik benden söz bile istemiş bunun için."

 

"Pişmansın değil mi?"

 

"Pişmanlık değil bu Mert. Daha garip, daha girift. Ben onun yoluna döşemek için aldığı tüm rayları bambaşka yerlere yerleştirmişim. Asil ise yerleştiren benim diye ses bile çıkarmamış."

 

"Burada isyan çıkarmak istemememin sebebi mi bu? O senin kazıdığın yolda ilerledi sesini çıkarmadan. Şimdi sen de onun çizdiği yolda sesini çıkarmadan gitmeyi borç biliyorsun."

 

"Bilmiyorum. Bizim borçlarımız denk düşerse diye korkuyorum sanırım. Diğerleriyle düşmez biliyorum ama Asil eğer zarar verdiği kadar zarar almışsa, ben bu kadar nefreti boşuna suladıysam içimde diye korkuyorum biraz."

 

"Gittiğin zaman Asil, o alt katta kalan odadan uzunca bir süre çıkmadı. Ne yaptı ne etti orada bilmiyorum ama çıktığında tüm işlerine kaldığı yerden devam etti. Sakinliğinden hiçbir şey kaybetmemişti." daha cümlesini tam bitirmeden odanın kapısı açıldı ve içeriye daha önce hiç görmediğim bir kadın girdi. Turuncu kıvırcık saçları ve cam mavisi gözleriyle oldukça dikkat çekiyordu. " Neyse Akça, gitmem lazım benim. Akşam çizim için bekliyorum, gazeteye gelen mektupları da beraber okuruz. Şu malum köşeden sonra bayağı bir geldi çünkü."

 

Ayağa kalkıp dışarı çıktığında hala odada duran kız bana bakmaya devam ediyordu.

 

"Bir şey mi diyecektin?"

 

"Lokantayı senin taşladığını biliyorum."

 

Gözlerimi devirip önüme döndüğümde büyük bir hızla devam etti konuşmaya. "Lokantanın önünde taşları atarken gördüm seni. O sokağa senin gittiğini, o taşları oradan da topladığını da biliyorum. Annemlerle konuşmuşsun."

 

"İspiyon kısmı burası değil. Bana beni anlatacağına git başkanına şikayet et." Bir de onunla uğraşamazdım. Asil ne yapmayı planlıyorsa yapabilirdi.

 

"Yok, amacım ispiyonlamak ya da şikayet değil. İki defa, bu hükümet kuruldu kurulalı iki defa o sokaklar için girişimde bulunuldu. İlki senin tasarındı, ikincisi de senin taşların. Ben oranın çocuğuyum. O sokaklara kimse gelmez, havasında bile zehir var der uğramazlar bile."

 

"Amacın ne o halde?"

 

"Yanında olmak istiyorum."

 

"Sen ne dediğinin farkında mısın?"

 

"Biliyorum çirkin bir itham gibi duruyor ama senin yanında çalışmak istiyorumdu demek istediğim."

 

"Neyim olarak çalışacaksın ki?"

 

"Yardımcınız."

 

"Bunlar benim karar verebileceğim şeyler değil"

 

"Başkanla mı konuşmam gerekiyor?" Sanki ne desem yapacak gibi duruyordu.

 

"Bilmiyorum, kimle konuşursan konuş." Odadan büyük bir hızla çıktığında bu hızda geri döneceğini biliyordum. Onun peşinden odadan çıktım ve binanın dışına doğru gidip Sima'yı görmek için hastaneye gittim.

 

Yolda ilerledikçe canımın sıkıntısı artıyordu. Hastaneye gidip onun odasına girdiğimde masasında oturmuş bilgisayarın ekranına bakıyordu. Beni görünce ayaklandı ama durdurup yanına gittim.

 

"Anahtarı verebilir misin?"

 

"Benimle kalmak istediğine emin misin?"

 

"Üzerine düşüneceğim bir şey değil bu."

 

Dediğime kırılsa da ses etmeden anahtarı verdi. "Affetmeyecek misin beni?"

 

"Neden af dilediğini biliyor musun Sima?"

 

"Bilmiyorum ama sen bu kadar görmüyorsan ben kesin bir şey yapmışımdır. Sen bana küs kalmazsın başka türlü."

 

"Annem nerede biliyor musun Sima?"

 

Sima şüpheyle bakınıp "Onlarla birlikte gitmediniz mi buradan?" Diye sordu.

 

"Aynen öyle. Annem ve babamla beraber gittik."

 

"Evimize ne oldu peki?"

 

"Siz gittikten sonra yıktılar sanırım o evi. Asil öyle demişti."

 

Ben yalan söylüyordum o bunun farkındaydı. O da yalan söylüyordu ben de bunun farkındaydım. Hala benden saklanan asıl şeyi bilmiyormuş gibi hissediyordum.

 

"Benden bir şeyler saklamayı kestiğin zaman seni affederim Sima." Anahtarı alıp hastaneden çıktım. Ağır adımlarla sokakta ilerlerken arkamdan bağıran kişiyle durdum. Şu sokaktan bir rahatça çıkamamıştım. Arkama baktığımda önce dikkatimi camdaki Asil çekmişti. Bana bakıyordu. Bana seslenen turuncu saçlı kız yanıma koşarak geldi.

 

"Başkan da Çetin Bey de izin verdi. Sizin de izniniz varsa eğer yardımcınız olmayı çok isterim."

 

"Ben neye yardım edeceğini hala anlamadım. Adın neydi bu arada?"

 

"Süheyla. İstediğiniz her şeye yardım ederim. Amacınız ne bana söylemezsiniz tabi ama eğer doğru hissediyorsam diye söylüyorum şimdi diyeceklerimi. Babam eski hükümet üyelerinin tutulduğu koğuşta gardiyanlık yapıyor. Bir isyan planlıyorlarmış. Başkana da söyleyebilirdim tabi ama hem annem hem de Hazar sizin için çok güzel şeyler söyledi." Bir süre susup etrafını kolaçan ettikten sonra sesini kısıp bana yaklaştı. "Üstelik bir önceki olayda direnişi başlatanın siz olduğunu herkes biliyor. Doğru yoldan doğruya ulaşmak isterim."

 

İlk defa, uzun zaman sonra ilk defa birisi yolumu da sonumu da doğru görüyordu. Üstelik eski hükümetin bir isyan planlaması çok da olmayacak bir şey değildi.

 

" Ne isyanı planlanıyormuş?"

 

"Bilmiyorum detaylarını. Sadece dışarıda da kaynakları varmış. Hem ekipman olarak hem de maddiyatta sıkıntı çektirmeyecek kaynaklar hem de."

 

"Asil'e söyledin mi bunu?"

 

"Söyledim. Bu kadar detaylı değil ama kabaca anlattığımda seninle çalışmamın onca da daha mantıklı olacağını söyledi."

 

Başımı kaldırıp cama baktığımda Asil hala bana bakıyordu. Ben ona bir süre bakınca cebindeki telefonu çıkarıp bir şeyler yazdı. Sonrasında telefonu havaya kaldırıp bana gösterdi. Kendi telefonumu elime aldığımda onun mesaj attığını gördüm.

 

İşte isyan, işte meydan. Önce ayaklananı durdur, sonra benim ayaklarıma göz dik Akça.

 

Yolun bu yolda yolumdur.

 

Hiçbir şüphen olmasın.

 

Ona tekrar baktığımda hala bana bakıyordu.

 

Ellerimi ekranda gezdirdim ve ona yazdım.

 

Sonu baban olsa bile mi?

 

Okudu ve kaşlarını bile çatmadan bana cevap yazdı.

 

Sonu kim olursa.

 

"Kanıtın var mı? Sana inanmamı sağlayacak herhangi bir şey?"

 

Süheyla heyecanla başını sallayıp telefonundan bir video açtı. Ufak bir boşluktan çekilmişti video. Hükümetin eski bakanlarından olan birkaç kişi aralarında konuşuyorlardı. Sesleri net olmasa da Süheyla'yı haklı çıkarmaya yetecek türdendi. Planladıkları şeylerden bahsediyorlar arada yeni hükümete birkaç çirkin küfür ediyorlardı.

 

Başımı kaldırıp cama baktığımda perdeyi kapatmıştı. Hala orada mı emin değildim ama cama doğru serçe parmağımı kaldırıp gösterdim. Süheyla yaptığıma anlam veremediyse de bu bizim aramızda söz verdiğimin kanıtı olacaktı.

 

Birkaç saniye elimi serçe parmağı havada şekilde tuttuktan sonra indirdim. Tam o esnada perde açılmadı ama perdenin önüne bir el geldi. Sadece elini görebiliyordum. Yüzük takılı olan serçe parmağını havaya kaldırıp bana gösterdi.

 

O da söz vermişti.

 

Ben içlerine rahatça sızabilmek için, aynı anda iki taraftan da kurtulabilmek için söz vermiştim. O da beni buraya daha da bağımlı yapıp, ondan gizli olabilecek her hareketimi durdurmak için.

 

İki eski dost, iki çirkin düşmandık. Birbirimizi en ufak bir boşlukta yüzüstü düşürmek için bir süre yan yana durmaya söz vermiştik.

 

İçimde çırpınan ufak yuvayı göz ardı edip Süheyla'ya döndüm.

 

"Yarın sekizde burada olacağım. Benim odamda ol. Yardımcımı her an yanımda görmezsem despot bir insana dönüşürüm." Gülerek onayladı ve arkasını dönüp koşarak binanın içine girdi. Ben ise onun arkasından bir süre baktıktan sonra arkamı dönüp Sima'nın evine doğru yürümeye başladım.

 

Yol boyunca sıkıcı düşüncelerimden uzak durmak adına ufak ufak mırıldansam da işin sonu hep benim beynimin bin bir düşünceyi kovaladığı noktaya düşüyordum. Eve gidip hazırlanıp sonra Mert'in yanına gitmek istiyordum. Bugün ona düzgünce teşekkür edememiştim. Bana yaptığı jesti ondan bana yapan olmamıştı. Ben ise ona Asil'in bana akıttığı zehri akıtmıştım.

 

Bugün hem beni çizmeliydi hem de düzgünce konuşmalıydık.

 

O bu koca şehirde yalnızdı. Ailesiyle ilgili kimsenin bildiği bir şey yoktu. Hatta Mert'in bu ülkenin vatandaşı olduğu bile meçhuldü. Ufacık bir çocukken üç dört yaşlarında gezinirken sokakta birdenbire görülmüş Mert. Saçma sapan bir kıyafetle ortada paytak paytak yürüyormuş.

 

Ailesi uzunca bir süre aransa da hiçbir iz çıkmamış ve Mert önce devlete, sonra da bir aileye verilmiş ama kısa süre sonra ailesi onu tekrar yurda bırakıp başka bir yere taşınmış. Bunları Mert'ten değil kendi ailemden dinlemiştim. Bu olaylar yaşandığında oldukça küçük hiçbir şey umurunda olmayan bir çocuktum.

 

Yıllar sonra Mert'le tanıştığımızda o hiçbir şey dememişti ama annem onu gördüğünde, ismini duyduğunda tanımıştı. Öylece anlatmıştı her şeyi bana.

 

Mert biraz büyüyünce yurttaki diğer çocuklara resim dersi vermeye başlamıştı., yurdun duvarlarına çizim yapmıştı. Hala o yurdun kapısında onun çizdiği hayvanların izleri duruyordu. İsteyen çocukların, resimlerini çiziyordu.

 

Bir yurdun yetimi, bir yurt dolusu öksüze yetmişti.

 

Sima'nın evinin önüne geldiğimde anahtarı çıkarıp yuvasına yerleştirdim. Zilde yazan Sima isminde parmağımı gezdirdim. Bu ev onun tek kaldığı evdi. Benim de bir evim vardı ama şimdi ne haldeydi bilmiyordum.

 

Gerçi benim hangi evim yerli yerinde durmuştu da ben en yenisini dert ediniyordum ki?

 

Eve girip çantamı masaya bıraktım, ellerimi yıkayıp boynuma da su gezdirdikten sonra ayakkabılarımı Sima'nın ayakkabılarından biriyle değiştirip evden geri çıktım. Anahtarı da kapının yanındaki boş kutunun içine atıp dışarı çıktım. Sokaklar bana ait gelmiyordu öncesi gibi. Halbuki bu sokağın iki alt tarafında bir zamanlar yaşıyordum, neşeyle o sokakları geçiyordum.

 

Kitapevine kadar çok da bir şeyleri düşünmemeye çalışarak ilerlemeye çalışıyordum. Bir gün ölürsem düşüncelerimin hızına yetişememekten olacaktı. Bunu çok derinden hissediyordum.

 

Benim düşüncelerim sanki ellenmiş, ayaklanmış gibi koşa koşa ilerliyordu her yere.

 

Bugün görmeyi en beklediğim kişi Çetin'di. Asil'in yanından kolay kolay ayrılmazdı ama bugün onu hiç görmemiştim. Son görüşümün üzerinden çok geçmemişti ama o günden beri ne Barış'ı görmüştüm ne de Suna teyzeyi.

 

Suna teyzeyi uzunca bir süre görmeyeceğime de emindim. O, Asil'e kızgındı aramızdan sadece. Bizim hiçbir şeyden haberimiz yok sanıyordu. Belki de sahiden sadece benim haberim vardı bilmiyordum. Emin olamıyordum. Ama Yasemin'in kaderinde sadece Asil'in parmağı var sanan Suna teyze beni de en az onu çıkardığı kadar gözden çıkaracaktı artık.

 

Kitapevinin önüne geldiğimde kapısı hafif aralıktı. Alt kattaki odalar atlayıp hemen Mert'in yanına çıktım. Mert üzerindeki ince kazağın yakasını ağzına götürmüş ayaklarını masasına uzatmış elindeki kağıda bakıyordu.

 

Geldiğimi hemen fark etti ama ayağa kalkmadan benim onun yanına gitmemi bekledi.

 

"Kendimi çizdirmeye geldim efendim." Masasına doğru ilerlerken kurduğum cümleyi duyunca kaşını kaldırıp ayaklarını masadan indirdi.

 

"Demek sonunda o kutlu çizime ulaşabileceğim."

 

"Bu kadar kendini yükselttiğin için çok kötü olacak biliyorsun değil mi?"

 

Elini havaya kaldırıp bana gösterdi. "Bende bu elleri, sende o yüz olduğu sürece kötü bir şey çıkamaz ortaya."

 

Ben oturmuştum ama o ayaklanıp odanın köşesine yerleştirdiği şövalesini alıp odanın ortasına getirdi. Kahverengi botlarında bir gözünü gezdirdi ama çok da düşünmeden gri kirli önlüğünü almakla yetindi. Önlüğü başından geçirdikten hemen sonra sırtında bağladı ve boyalarını koyduğu çekmecenin başına gitti.

 

Bu kadar hızlı başlamasını beklemiyordum.

 

"Hemen başlayacak mısın?"

 

O an kilitlenmiş gibi olduğu işten sıyrılıp bana baktı. "Bir an heyecanlandım. Oturmak mı istersin öncesinde?"

 

"Yok fark etmez bana. Nasıl istiyorsan öyle yapalım." Aslında bu kadar odaklanması gerilmeme sebep olmuştu ama onun hevesini kırmaya gerek yoktu. Tüm ekipmanlarını hazırlayınca oturduğum sandalyenin başına gelip beni uyarmadan üstüme eğildi ve şövaleye doğru çevirdi.

 

"Böyle daha iyi durursun."

 

"Nasıl kolayına gelecekse." Sesim fazla kısık çıkmıştı. Başımın üstünde duruyordu hemen. Sonunda birkaç adım gerilediğinde rahatça nefes vermiştim. O şövaleye tuvalini yerleştirdi ve fırçalarını eline aldı.

 

Onu ilk defa işini yaparken görmüyordum ama ilk defa bu kadar odaklanmış görüyordum.

 

"Ben olmadan da çizebilirdin gayet beni. Değil mi?"

 

Konuştuğum anda gözlerime çevirdi tuvaldeki gözlerini. "Gözlerini böyle bakarken çizemezdim. Buradan gittiğin an sanki o büyü kayboluyor gibi. Aklımda tutamıyorum. Yoksa ben de bu kadar beklemezdim."

 

"Nasıl durmama gerekiyor?"

 

"Her zaman nasılsan öyle. Fazladan bir şey yapmana gerek yok." Sessiz kalmam konusunda kendime bir ihtar çektikten sonra Mert'in odaklanmış yüzüne baktım.

 

Saçları oldukça açık bir kahveydi, gözleri laciverte yakındı. Yüzü çok da kemikli bir yüz değildi. Yüzünün aksine fırça tuttuğu elleri kemikten geçilmiyordu. Sadece boş durduğu anda bile o elleri bin bir damar ve kemikle kuşanmış gibi duruyordu. Kirpikleri uzundu ama sarılığından dolayı çok da fark edilmiyordu. Gözünün hemen sağında bir beni vardı.

 

Son kirpiği o beni işaret eder gibi kıvrılıyordu.

 

Saçları düz değildi ama dalgalı demek için de şahit lazımdı. Boyu uzundu. Ne kadardı bilmiyordum ama uzundu. Ara ara ban bakıp hemen önüne dönen gözleri onun hakkında çok bir şey anlatmıyordu.

 

Bazı insanların yüzlerine bakıp birçok hikaye düşünürdünüz ama Mert öyle değildi. Mert'in yüzüne baktığımda hiç kullanılmamış, eskimemiş bir parça gibi duruyordu. Tek bir anı biriktirmemiş her hayattan sıyrılarak geçmiş, kendi hayatında her şeyi sıyırmış gibiydi.

 

Belki onun numarası da buydu.

 

Hiçbir şey göstermeyen yüzü, aslında her şeyi haykırıyordu. Haykırışı görecek güçte gözler bende yoktu. İnsanların anlatamadıkları şeyleri dinlemeyi çok severdim, bana güvensinler, sığınsınlar, çözümü bende bulsunlar isterdim hep.

 

Belki de bir şeyleri anlatmasını en çok istediğim kişiydi Mert. İnsan susamazdı, elbet patlar birine taşardı. Onun taşıp durulduğu kişiyi bilmiyordum, var mıydı ondan bile emin değildim ama o kişi olmak isterdim.

 

Ben bazen çok korkunç biri olabiliyordum. Hiçbir yere sığmayıp, herkese yetme isteğim belki bencilliğimdendi, belki narsistliğimden. Bilmiyordum.

 

Mert, sessizliği içinde tüm diyeceklerini önündeki tuvale işliyordu. Nakış nakış işlediği bendim ama onun dediklerini duyan o tuvaldekiydi.

 

Bir an için ona değil bana konuşmasını istemiştim ama daha fazla o ve onun işi arasına girmek istemedim.

 

"Gözlerin buğulandı." Dediği şeyi duyunca gözlerimi sertçe ovup ona baktım. Bana merakla bakıyordu. Mert Asil gibi değildi. Duygularını, düşündüklerini söylemekten çekinmez, anlaşılmaktan korkmazdı. Onun zayıf yanı çözülmek olmamıştı hiçbir zaman.

 

Belki de bu yüzden o hiç kimsenin çözmeye çalıştığı kişi olmamıştı.

 

Mutluysa gülmekten çekinmez, kahkahasını susturmazdı. Ağlamak istediğinde duygusal bir rol alır sahnesine çıkar herkesin önünde ağlardı. Kızdığı zaman cümlelerini manşetlere basmaktan hiç çekinmez, alacağı tepkileri hiç umursamazdı. Sevmiyorsa dile getirir, seviyorsa gizlemezdi.

 

"Ben insanım, bu da her hissettiğimi yaşayabileceğim tek şansım. Bir gün öleceğim ve ardımda hiç hissetmediğim şeyler kalma ihtimali ne kadar korkunç olurdu." Bu sözler onun kaleminde, onu anlatmak için çekmişti.

 

Hepimiz insandık evet ama sadece o yaşamanın hakkını veriyor gibiydi. Benim için hayat güzel, yaşamaya değerdi. Onun için ise o yaşadığı için hayat güzeldi.

 

Farklıydık işte. Bir noktada o kadar farklıydık ki bu beni korkak onu cesur yapıyordu bilinenin aksine. Meraklı bakışları hala gözlerimdeydi. Ne diye buğulanmıştı gözlerim anlayamamıştım.

 

Düşünmek hep sonumu getirir diye bekliyordum ama bu aralar düşünmemek daha iyi bir seçenek gibi duruyordu bana.

 

"Ne düşünüyorsun?" Bacaklarımı kucağım çekip ona dikkatimi verdim.

 

"derdin içine mi gömülü yoksa dertsiz misin diye düşünüyordum." Sessizce dudaklarımdan dökülen şeyle bana bakmayı sürdürdü ve arkasındaki iskemleye oturdu.

 

"Dert ne ki Akça?"

 

"Bilmem."

 

"Sen nesin? Dertsiz mi yoksa korkak mı?"

 

"Hani cesur hanımefendi diyordun geçen gün bana. Ne oldu da korkak oldum şimdi?"

 

"Senin cesaretin dışarıya Akça. Dert yaşanmadıkça çözülmez, içine atıp büyüttüğün her şey çürütür seni zamanla." Öylesine kurmuyordu bu cümleleri. Bir yerden bana vurmasını bekliyordu.

 

"Sen yaşıyor musun derdini?"

 

Aldığı nefesi o kadar güçlü ve derindi ki ukalalarıma kadar tırmanmıştı. "Keşke yaşayabilsem Akça. Ama dert sahibi olmak için insan sahibi olmak lazım. Benim insanım yok ki dert sahibi olayım."

 

Buydu işte kıskandığım. Dertsizliği değil, açık oluşu. Özlemini dile getirişi, eksikliğinden kaçmayışı. Bu ne bende olan bir şeydi ne de çevremde gördüğüm.

 

Bir onda vardı, bir o vardı böylesi.

 

"Yıllardır buradasın, hiç mi yok kimse?"

 

"Yıllardır buradaysam ne olacak Akça, ben buranın mıyım? Bura beni kabullenemedi. Hep bir yerlere sığamadım ben."

 

"Nereden geldiğini araştırdın mı hiç?"

 

Yüzünde hiçbir hüzün yoktu. Bu onun normaliydi, yılların alışkanlığı, senelerin terk edilişiydi.

 

"Yok. Buraya bırakıldığım zamanı bile hatırlamıyorum. En eski anılarım o yurtta işte. Sanki o taş duvarlardan doğmuşum gibi."

 

"Eksiklik hissetmedin mi hiç?" Bu sorunun cevabı belki de benim yolum olacaktı. Çaresiz duran sorumun çaresi olma gibi bir derdi yoktu.

 

"Tatmadığın şeyi hissedemezsin Akça. Ben öz ailemi hiç merak etmedim. Hatta en başta o yurtta olmak benim için bir sorun değildi. diyorum ya başlangıcım orasıydı, başka bir ihtimal olmamıştı hiç gözümde." Bir an bakışları tuvale değdi. Sonra çatlak çatlak duran dudağını yalayıp bana baktı.

 

"Ama bir gün yurda evlat edinmek isteyenler geldi. Beni seçtiler. Onların yanına gidene kadar her çocuğun anne babasının olduğu gibi bir gerçek yoktu bende. Dışarıdakiler anne babaya sahipti evet. Ama yurttakilerin yoktu. Onlar gibisi varsa bizim gibiler de vardı diye düşünüyordum." sustu. Gözleri tekrar kaçtı benden. Bu onda fark ettiğim yeni şeylerden biriydi. Onun gözleri kolay kolay kaçmazdı. Toparlayıp kafasında bir şeyleri tekrar baktı gözlerime.

 

"Beni evlat edindiklerinde anladım bir şeyleri. Aslında benim de bir anne babam olduğunu, o taş duvarlardan doğmadığımı o zaman fark ettim. Beni almasalar bunu hiç fark etmeyecektim. Buraya kadar sıkıntı yok aslında ama eğer tekrar o yurda bırakıp şehri terk etmeselerdi ben anne baba eksikliği diye bir şeyi hiç tatmayacaktım, tekrar bir sıcaklık aramaya çalışmayacaktım."

 

"Neden bıraktılar tekrar oraya seni?"

 

"Bilmiyorum." Çok toktu sesi. Bu onun merak ettiği bir şey değil gibiydi. Sahiden bilmiyor ve merak da etmiyordu. Sonuç belliydi, değişmeyecekti.

 

"Hiç istemedin mi?"

 

"Neyi?"

 

"Aileni."

 

Yerinden kalkıp benim karşımdaki koltuğa oturdu. Hafifçe ona doğru döndüm.

 

"Ben istemedim. Yok ki bende böyle bir kavram Akça. Gerçekten bir şeyleri bilmeyince özlemini hissetmiyorsun. Yatıştırmak ya da acındırmak değil bu. Gerçekler. Ama belli ki sen istiyorsun." susup öne eğildi. Bacaklarımı çektiğim ellerimden üstte duranı tuttu ve kendine çekti. Iki elinin arasına aldı yumruk yaptığım elimi. Sertti elleri. Ondan beklediğim yumuşaklığın aksine ellerinin bazı nasırları elimin üst yüzeyine çarpıyordu.

 

"Ailen şehri neden terk etti?"

 

Ne hissedeceğimi bir an bilemedim. Sanki tüm hislerimin komutlarını ben veriyormuşum da bunda eksik kalmışım gibi hissetmiştim. Hareketsiz kalan elimi hızla geri çekip ona baktım. Nasıl bakıyordum ya da o ne görüyordu bende bilmiyordum ama bir süre sonra onun da gözlerinde bir merak peyda oldu. Baktı, baktı sonra çözüldü.

 

"Ailen, şehri terk mi etti Akça?" o kadar kısık sesle sormuştu ki bunu cevabı sanki onda dizli olan bütün hassas parçaların sağlam bir zemine yerleşmesini sağlayacaktı.

 

"Sen bunu nereden çıkardın ki?"

 

"Siz gittiğiniz zaman, ya da sen gittiğin zaman bilmiyorum. Evinizde yangın çıktı. Sonra yıkıldı o ev ve sizin şehri terk ettiğiniz söylendi. Bir daha oradaki kimseden haber alamadı kimse. Sen geri dönene kadar da merak konusu olmaktan sıyrıldı bu konu."

 

Asil her zaman beni şaşırtmayı başarabilecek olan tek kişi olduğunu her defasında bana hatırlatıyordu. Şehri terk etmiş gibi göstermişti bizi. Bunu onun yaptığını biliyordum. Hiçbirinin gücü yetmezdi buna. Ne Çetin'in ne bakanların ne de Sima'nın.

 

Bunu yapmaya onun da duruşu izin vermez diye düşünürdüm ama ailemin öldüğü toprakları kökünden atıp, onları burayı terk eden birkaç korkak gibi göstermişti. Sabah çekmecemde duran tapunun varlığı da yeni yeni canımı yakmaya başlıyordu. Tüm anılarımız bir anda yok olmuştu. O ev yanmıştı, üstelik içinde bir nefes varken olmuştu bu ama Asil sanki biz bir korkak gibi bu şehri terk ettiğimizde yanmış gibi göstermişti.

 

Uzaktayken belki halk, benim uğruna canımı ortaya attığım o halk konuşur demiştim ama belki benim halkım benim ardımdan oh bile çekmişti.

 

Ev saydığım yurtta o kadar evsiz hissediyordum ki kendimi duygularımı gizlemek her zamankinden zor olmuştu. Geriye attım yine her şeyi. Susacaktım. Öyle susacaktım ki bir gün bu şehir benim sessizliğimden kavrulacaktı.

 

"Terk edilen bir yer yok."

 

Bıraktı beni, gözlerimde gezdirdiği her bakışını çekip tekrar üzerime saldı. "Sen istedin değil mi?"

 

"Neyi?"

 

"Aileni. Ben tatmadım da istemedim ama sen tatmışken, onunla var olmuşken bir anda onlarsızlıkla sınanmak istemiyorsun değil mi?"

 

"Bazen senin hiçbir şey bilmediğini, bazen de her şeyi bildiğini düşünüyorum Mert."

 

"Ben bilmem Akça. Ben öyle çok şey bilmem, gördüğümü bilirim bir tek. Sen böylesi açık bir kitap gibi duruyorken önümde ben kör davranamam."

 

Bana açık kitap gibi demişti. Bana herkes sırlarında boğulacaksın derken o açık kitap demişti. Yine aynı şey oluyordu. Ya çok bildiğinden bana böyle diyordu ya da hakkımda hiçbir şey bilmediğinden.

 

Benim ben bildiklerim bana kördü. Acı çekiyordum bazen önlerinde. Bunu dile getiremesem de onlar görürler sanıyordum ama bakmıyorlardı bile. Ha bire bir tehdit vardı onlardan bana gelip de benim göğüslediğim.

 

Mert kimdi ki?

 

Mert neredeydi de şimdi hayatımın eksik yerlerini dolduran kısma yerleştirmiştim onu?

 

"Bir safta tek başımayım diye mi bu inceliğin?"

 

"Çok kişiyken de yanına yaklaşıp seni dinginleştirmek isterdim ama yanın hep doluydu."

 

Diyecek bir şeyim yoktu o noktada. O da bunu anlayıp ayağa kalktı ve tekrar tuvaline odaklandı. Öylece bekledim bitirmesini. Konuşmadım, mırıltılarına anlam kılıfı geçirmedim, vardım ve yoktum. Bir yerden sonra Mert de farkına varıp sustu. Ama bırakmadı o fırçayı, durmadan çizdi, boyadı. Benden zevk almıyordu şu an ama çizdiği ben onu çok memnun etmiş olmalıydı çünkü yüzünde bir gülüş vardı. Ona ait olduğu gayet belli olan bir gülüş.

 

Dalıp gittiğim bir anda onun tuvalinin üzerini örtmesiyle bilincim yerine geldi.

 

"Bitti mi?"

 

"Önemli kısmı bitti. Önemsiz yerler de benim tamamlamama kalmış artık. Sen artık ufaktan uza buradan. Benim tek işim olmanı isterdim ama koca şehir benden yazı bekliyor bilirsin."

 

"Kovuluyorum yani şu an?" Ayaklanıp çantamı takarken kurduğum cümleyle bana cevap verdi. "Yok sen beni kovmuştun zaten, ben de davetine icabet ettim."

 

Laf dokundurmasına sesimi çıkartmadan toparladığım eşyalarımla hızlıca arkamı dönüp odadan çıktım. Bir görüşürüz bekliyor muydu emin değildim ama ben artık o laftan da sonrasının meçhullüğünden de çok sıkılmıştım. Sırtımdaki bakışlarını da hissetmiştim ama görüşürüz demektense yarın ya da herhangi başka gün sırtımdaki bakışlarını gözlerimde görmek daha iyi hissettirecekti beni.

 

Ağır ağır indiğim merdivenlerin sonu sokağa çıktığında Sima'nın evine kadar aynı yavaşlıkla ilerledim. Sima'nın mutfağının camı yanarken onu her zamanki gibi işten döner dönmez yemek yapmaya giriştiğini anlamıştım. Anlamamda bir sıkıntı yoktu da kapının önünde gördüğüm tanıdık arabanın neden burada olduğunu anlamakta zorlanıyordum.

 

Arabanın yanına kadar gidip kapısını açtım ve ön koltuğa oturdum. Kapıyı sertçe kapattığımda ön camdan yukarıdaki evin mutfağına bakan yüz bana dönmüştü. Son gördüğümden beri hiçbir şey değişmemişti yüzünde. Bana olan siniri biraz saklanmış gibiydi sadece.

 

"Ev mi dikizliyorsun yoksa sahibini mi bekliyorsun?"

 

"Sen neden buradasın?"

 

"Hadi ama çetin soruya soruyla cevap verilmez. Ahlak kurallarında altı çizili olanlardan bu."

 

"Göremedim bugün seni. Bu kadar çabuk mu sıkıldın?"

 

"Beni beklemediğini biliyorum Çetin kıvırma istersen."

 

Yüzüne sinirini yerleştirip ön cama bakmaya döndü. Aklımda yeşeren şeyler bir anda şaşırtmıştı beni.

 

"Hala mı Çetin?"

 

"Neyden bahsediyorsun?"

 

"Sima'yı hala seviyorsun değil mi, ondan bekliyorsun burada?"

 

"Kes sesini." Kahkahamı kontrol edemedim. Aslında dürüst olmak gerekirse sadece gülümsemekle yetinebilirdim ama abartıp onun sinirini kamçılamak istedim.

 

"Hala açılmadın mı ona? Lafa gelince senin cesaretin ha? Gerçi kendine efendi belirlediğinden beri sen korkak herifin teki oldun Çetin."

 

"Açılacağım bir şey yok Akça."

 

"Doğru, sen de olanın onda karşılığı yok çünkü." Dediğim ona ne hissettirdi bilmiyordum ama onun canının alev ateş olmasını istiyordum. Dediğimden ben bile emin değildim. Onun karşılığı var mıydı Sima'da bilemiyordum. Çetin ben gitmeden birkaç ay önce onun kelimeleriyle bir derde düşmüştü.

 

Dert sima değildi dediğine göre. Dert kendisiydi, çare gördüğü Sima idi. Sima bunu duysa güler miydi, sevinir miydi? Sima'nın gözünden Çetin'e hiç bakmamıştım ki daha önce. Dinamiğimizin sessizce bizi ayakta tutan kişisiydi Sima. Çetin ise bizim görünen yüzümüzdü. Halk, büyük kuvvetle çetin sayesinde bizi kolayca kabullenmişti. Bizim aksimize Çetin düzgün olandı çünkü. Başarılı, azimli, dili sivri, ideali yüksek olandı.

 

Ne benim gibi habire taşkınlığıyla gündeme geliyordu ne Asil gibi ağzında altın kaşıkla doğmuştu ne Sima gibi görünmez olandı ne Yasemin gibi işkolikti ne de Armağan gibi başına buyruktu.

 

Çetin'di işte. Düzgün plan ne varsa oydu. Asil kadar mükemmel görülmüyordu zaten bu onu halktan, insan yapıyordu. Çünkü Asil kurma oyuncaktı, altın çocuktu. Çetin ise madenden çıkarılıp kendi kendini işleyendi.

 

Bir küpün iki karşıt duvarıydı onlar. Açılmadığı sürece birbirini göremeyecek olan iki duvar. Ama gel gör ki görünen duvar, görünmeyeni görmüştü. Onu göstermek değildi amacı ona görünmekti. Herkesin onu görmesi değil, görünmez olanın onu görmesiydi isteği. Sima görünmezliğe de körlüğe de böylesi alışmışken Çetin boşa mı kürek çekiyordu yoksa ittirdiği sular Sima'da birikiyor muydu emin olamıyordum.

 

Yüzü düşmemişti dediğime, belki de bu onun kabullendiği şeydi. Ama durgundu işte. Olmasını istemediği şeyi kabullenmeye çalışıyordu.

 

"Biliyorum."

 

"Yalnızlık senin kaderin gibi Çeto. Yalnız kalmaya mahkumsun işte alış artık buna."

 

"Sen çok mu kalabalıksın? Ardında koca ekip bırakıp sokak köpeği gibi kimsesiz kaldın sen. Beni yalnızlıktan vurma Akça, sen benden daha yalnızsın."

 

İkimiz de çok ağır konuşmuyormuşuz gibi hem sakindik hem de sessiz.

 

"Ben tercih ediyorum bunu Çetin, sen ise durmadan içine düşüyorsun."

 

Profilinden gördüğüm sadece bir tarafı kıvrılmış dudağıydı. Gülmüştü. O gülünce ben de gülümsedim. Kırılmıyordum aksine bu konuşmayı onunla yapmam gerekiyormuş gibiydi.

 

"Güldürme akça. Sen yalnız kalmaktan korkacak kadar bencil bir kadınsın."

 

"Korkmak bencillik mi Çeto?"

 

"Yok korkma değil bencilce olan. Sen yalnız kalmamak için herkesi yalnızlıkla sınayacak kadar küçük düşebilirsin. Bu işte bencillik."

 

"Bana yargılar dizene bak. Tüm idealini öylece satmış bir herif için fazla iddialı değil mi sence de lafların?"

 

"Ben mi idealimi sattım? İdeal dediğim düzene çalışan benim Akça, bundan kaçan korkak sensin."

 

"Kaçtığım şey eğer senin idealinse biz aynı sınıfta boşuna kafa patlatmışız."

 

Bu defa gülmesini açığa çıkarıp bana döndü. "Biz değil ben kafa patlattım Akça. Sen ise oradan buradan bir şeyler bulup bir iki toplayıp geçtin o sınıfları."

 

"Aynı yerin mezunu değil miyiz işin sonunda çetin. Hatta ben bakanlıktan istifa ederken sen köpeklik yapmıyor muydun efendisinin uşağı?"

 

"Sen istifa ettiğini mi sanıyorsun akça? Görevden ihraç edildin be sen."

 

Sessiz kaldım bir süre. O da bakışlarını tekrar ön cama çevirip mutfağa baktı.

 

"Her gün, yorgun argın gelip yemek yapıyor böyle. Barış'ı almadan önce ona götürüyordu durmadan."

 

"Sen de sapık gibi buradan izliyorsun öyle mi?"

 

"Yoruldum biliyor musun akça? Sen yorulmadın mı artık?"

 

"Neyden?"

 

"Bunca uğraştan. Bazen keşke okulun teklifini kabul edip bu ülkeden çıkıp gitseydim diyorum."

 

"Kardeşin ne olacaktı?"

 

"Yaşadığını sanmak ve öldürüldüğünü bilmek arasında fark var Akça."

 

Doğru söylüyordu. Ölümü bilmek ve yok saymak farklı şeylerdi.

 

"Konuşmayacak mısın Sima ile hiç? Hep böyle uzaktan bakacak mısın?"

 

"O beni uzaktan iyi görüyor Akça. Yanına gittiğim anda ben de Asil de onun gözünde senin gidişinin sebebi oluyoruz. Ellerimizde kan varmış gibi bakıyor bize. Usulden yanımızda duruyor yoksa olduğumuz yerde nefes bile almak istemiyor biliyor musun?" Gözlerini bana çevirdi. Yorgundu hakikaten. "Sen giderken sadece benden kardeşimi almadın Akça. Olabileceğim ihtimalleri de aldın. Döndüğünde düzelir sandım ama senin dönüşün benim ihtimallerimi hayallerimde bile imkansız kıldı."

 

"Kolayına gelir böylesi tabi Çeto. Senin sebep olduğun şeylerden beni sorumlu tutman senin kolayına gelir tabi. Ne de olsa artık korkaklığı kimlik belirledin sen."

 

"Keşke, keşke korkak olsaydım Akça. Belki bir şeyleri daha kolay kabullenirdim."

 

"Bir gün korkaklığın gider de Sima için cesaretin gelirse önünü kes olur mu Çetin. Çünkü dediğin kadar değerliysem sahiden Sima'da ben seni sevmemesi için elimden geleni yapacağım. Hatta acımasız tarafıma denk gelirsen senden nefret etmesi için elimden geleni ardım koymayacağım." Arabadan sakince inerken onun bıkkınca nefesini bıraktığını duydum.

 

Sima benim lafımla ondan nefret edecek değildi elbette ama Çetin'in de bir sevgiden kopup gitmesi benim içimi belki soğuturdu. Merdivenleri çıkarken koridorda yükselen müzik sesi ile bir an eskiye kaydı aklım. Benim odamdan çıkmadığım, Sima'nın bize yemek hazırladığı sürekli bu şarkıları açıp dans ettiği günlere kaydı ama silkelenip kendime geldim.

 

Ne o eski günlerdeydik ne de artık ortak bir davamız vardı.

 

Kapıyı çaldığımda duymayacağını düşünerek zile bastım. Zilde yazan Sima ve Akça yazısı beni bir an duraklattı. Eve gelir gelmez bunu düzeltmiş olmazdı. Beni bu kadar istekle bekleyemezdi. Beni eskiyi hatırlatarak cezalandıramazdı. Kapı açılınca derince nefes alıp toparladım kendimi.

 

"Hoş geldin. Elini yıka da gel yemek hazır."

 

"Aç değilim afiyet olsun sana." Kapıyı kapatıp ceketimi astığımda düşmüş yüzünü bana çevirdi.

 

"Beraber yiyelim işte. Yemesen de otur masada benimle."

 

Hayır demek istiyordum ama tuttum kendimi. Mutfağa geçip oradaki muslukta elimi yıkadım ve masaya oturdum. Sima heyecanla masaya yerleştirdiği tabaklara yemekleri dökmeye başladı. O ilk defa benimle beraber bir masaya oturduğunda ailesi var gibi hissetmişti. Bu şimdi olmasa da en azından önceleri her hatırladığımda içimi yakan bir duyguydu.

 

"Evi biliyorsun zaten. Uçtaki oda güneş alıyor orada kalırsın sen."

 

"Çetinlerle konuşmuyor musun?"

 

Beklemediği için bir an baktı bana ama sonra çorbasına geri döndü. "Eskisi gibi değil hiçbir şey. Sen yoksun en basitinden."

 

"Benim yüzümden mi uzaksın onlardan."

 

"Senin yüzünden falan değil Akça. Zaten onlarla senin sayende yakınlaşmıştım. Sen bir anda hepimize gard alınca ben kendimden de uzaklaştım."

 

"Mantıklı değil Sima. Bana bu kadar bel bağlaman hiç mantıklı geliyor mu sana?"

 

"Bel bağladığımdan değil. Sen de benim için herkesi karşına almadın mı zamanında. Benim için ceza aldın sen. Seni nezarete attıkları gün ben söz verdim kendime. Sen ne kadar benim için çabaladıysan ben de senin için o kadar çabalarım Akça."

 

Bir an onun gerçekten hiçbir şeye karışmamış olmasını diledim. Gerçekten bu işin sonunda en azından onun hakkında haksız çıkayım ve tekrar eskisi gibi olalım istedim.

 

"Nereye kadar tavırlı kalacaksın onlara?"

 

"Tavırlı değilim ki. Her zamanki gibiyiz işte. Ben onlara hiç öyle yakın olmadım. Armağan ve Yaseminle yakındım ben. Armağan öldü, Yasemin sürgün oldu, sen de gittin işte. Asil ve çetin yan yana durduğum iki insan işte. Sır paylaşıyoruz sonra toprağa gömüp duruyoruz."

 

" Yasemin'i özlüyor musun sen de?"

 

"Barış'a her baktığımda koca yumru oturuyor boğazıma Akça. Asil bunu nasıl hissetmiyor anlamıyorum. Çetin de bilmiyor sebebini biliyor musun? Asil ona danışmadan hiçbir şey yapmayan adam Çetin'e bile sormadan vermiş böyle bir kararı. Şafak vakti, baskın vermiş evine. Omuz omuza durduğumuz kadını evinde kıstırıp sürmüş ülkeden."

 

"Ne yapıyordur acaba şu an?"

 

"Burada olsa senin böyle yapmana izin vermezdi."

 

"Burada olsa bir şeyler zaten böyle olmazdı ki Sima."

 

Sima gözünden akan yaşı silip camdan dışarı bakındı. Gözleri kesişmiyordu ama en azından aynı camda kavuşmuştu Çetin'in Sima ile bakışları. Düşündüğüme gülüp parmaklarımı sıktım. Sessizleşmiş ortama bir anda telefonumun sesi düşünce ceketimin cebinden almak için ayağa kalktım. Yanına gidene kadar bir mesaj daha geldi. Elime alıp ekrandan baktığımda bilmediğim ve ezberimde de olmayan bir numaraydı.

 

Açıp baktığımda yazan şeyler sinirlerimin yükselmesine sebep oldu.

 

Saflar yeri değişse de aynı kişilerle süslendi demek.

 

Bu defa sizi sizle sınayacağım Akça.

 

Her nefes alışında ikincisini alabileceğinden şüphe et.

 

Çünkü bu defa bakanlık koltuğunda biz değil siz varsınız.

 

Amaç o koltuklar olunca insanın nasıl gözü dönüyor en iyi sen bilirsin.

 

Bağları gevşemiş olsa da zincir hala zincirdir. Bir düğümü çıkardığında dağılmaya mahkum bir zincir.

 

Bölüm : 10.12.2024 00:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...