4. Bölüm

4. BÖLÜM

revedeth
ra_vedere

Belki düşünmektense önyargılarımın varlığı benim için daha spesifik bir ölüm sebebi olabilirdi. Hep önyargılarım sayesinde insanların hakkında çok rahat fikir sahibi olduğumu sanırdım ama işin aslı ben insanları tanımaya bile korkan, bundan kaçmak için yargılara sığınan biriydim. Korkaklık sandığımdan fazla bütünleşmişti benimle.

 

Telefonumdaki dün gelen mesajlara eğilmiş dakikalardır bakıyordu Asil. Arada bir çenesinde gezdiriyordu elini hemen sonra saçlarını geriye kaydırıp bıkkınca bir nefes bırakıyordu. Ne hissettiğini anlayamıyordum. Dün gece o mesajlara cevap vermemiştim, sabaha kadar cevap vermek için karıncalanan ellerimi engellemiştim ama gün doğar doğmaz hükümet binasına koşup Asil'in yanına gelmiştim.

 

"Sizi sizinle sınayacağım fazla iddialı bir cümle değil mi?" Hala telefona bakıyordu. Sanki o ekrana bakarken nerede olduğunu bilmediğimiz adamın düşüncelerini çözebilecekmiş gibiydi. Sözde bana soru sormuştu ama cevap istemediğinin farkındaydım.

 

"Ne yapabilirler?" Onlar gibi düşünebileceğimi bildiği için bana saf merakla soruyordu bunu. Biz birkaç sene onların yerindeydik çünkü. Ben bu mesajları bana atan kişinin karakterine bürünmüştüm o zamanlar.

 

"Ne yapabileceklerini geç Asil, kim bu?"

 

Asil bana baktı ama gözlerinde çoğu zaman gördüğüm o kendinden eminlik yoktu. "Bilmiyorum Akça hapiste olanlardan olamaz sıkı tutuyorlar orada onları. Dışarıdakilerden de emin değilim. İçeride olduğunu bilmesem babam derdim sanırım."

 

"Baban ne zaman çıkacak dışarı?"

 

"Diğerlerinin aksine babam sadece bakan kimliğiyle suçlu değildi Akça biliyorsun. Öldürdüğü insanlar var onun. Kolay kolay çıkamaz dışarı."

 

"Hala o insanların ailelerine yardım ediyor musun?"

 

"Babamın tüm gelirlerini onlara bağışladım." Dümdüz gelen ses tonu canını yeterince sıkamadığımı düşündürüyordu bana.

 

"Yayınevi de babanın değil mi?" Aslında gerçekten meraktan sormuştum bunu ama Asil ona kinaye yaptığımı düşünmüştü.

 

"Onu da verdim ya. Babam Mert'i de yaralamıştı. Orası da onun hakkı işte."

 

Yayınevi babasından aldığı paralarla kurulan bir yerdi evet ama Asil için orası çok fazla anlam taşıyordu. Orayı açtıktan sonra onu bir daha mahallede kolay kolay görememiştim. Bazen hiç eve gelmezdi bazen de yolu bizim yollarımıza düşmezdi.

 

Ama bin bir özeni, isteği şimdi onda değildi. Mert de oraya gözü gibi bakıyordu evet. Ama başkasına ait gözdü orası. Asıl sahibi tam karşımda çatık kaşlarıyla hala ekrana bakıyordu.

 

Uykusuzdu, gözlerinin altı morarmıştı, zayıflamıştı. Çenesinde duran beni sanki daha siyahlaşmıştı. Alnını ovuşturup yüzünü buruşturdu. "Başın mı ağrıyor?"

 

"Ne zaman ağrımadı ki?" Oldu olası başı ağrıyor gibiydi onun. Başım hep bir ağrı içinde sadece bazen dayanılmaz bir hal alıyor diyordu önceleri. Onun baş ağrıları bizden biri gibi olmuştu o zamanlar. O geldiğinde yüksek sesten kaçınır, fazla haraketli şeyleri ortadan kaldırırdık.

 

"varlığını böyle hissettiriyor demek ki sana asil."

 

Dediğim şeye gülümsedi. "Benim varlığını hissetmek istediğim her şey hep böyle canımı mı acıtacak?"

 

"Düzgün davransan bu denli acıtmazdı canını."

 

Gözlerime bakındı. Konu başı mıydı emin değildim. En azından bende konu iki anlamla bütünleşmişti.

 

"Bizi hala eskisi gibi yakın sanan birisi olmalı mesajları gönderen. Benim canımı sizinle acıtabileceğini düşünüyor."

 

"Üzülmez misin? Şu an içeri biri girip Sima öldü dese üzülmez misin Akça?"

 

Durup ciddi ciddi düşünmek isterdim ama buna gerek olmadığını da biliyordum. Şu an içeri girip onlardan birinin acı çektiğini söyleseler, en az onlar kadar acı çekerdim. Nasıl çekmeyebilirdim ki? Evet onların bana kötülüğü dokunmuştu. Hem de çok dokunmuştu ama bir zamanlar ben onlarlaydım. Onlar benimdi.

 

İnsan bir zamanlar kendi bildiği şeyden ne kadar kopabilirdi ki?

 

Benim davam bundandı işte. Kendi bildiğimden tamamen kopamazdım, bu yüzden onların nefretiyle bütünleşip onları yok etmek istiyordum. Kinim de anca böyle soğurdu, ailem de anca böyle rahat yatabilirlerdi o toprağın altında.

 

"Biraz garip hissederim sonra hayatıma devam ederim. Öyle derdinizle dertlendiğim zamanlar eskide kaldı Asil." Gülerek söylemiştim bunu. Sanki gerçekten bir şeyleri atlatmış gibi, dediklerim doğruymuş gibi söylemiştim. Asil inanmış mıydı bilmiyordum. İnanmasını istiyordum ama onu anlamak beni zorluyordu artık. Öylece bakıp önüne döndürmüştü gözlerini.

 

"Ne yapacağız şimdi?" Telefonumu sonunda kapatıp bana geri vermişti. Düşündüğü bir şeyler elbette ki vardı ama neden dile öncelikle onun getirmediğini anlayamamıştım.

 

"Senin kafanda yok mu hiçbir şey?"

 

"Var ama senin kafandakiler daha önemli Akça." durdu, nefeslendi. "Onlar olmasa sen bunları yapacaktın sonuçta. Ne yapabilecekler önce onu kestirmek istiyorum."

 

Yine o konumdaydım. Düzen düşmanı. Dediklerine içimde bir noktanın kırıldığını biliyordum ama orayı alelacele susturup gülümsedim.

 

"Onlarla birim senin gözünde öyle mi?"

 

"Senin beyanlarını sana hatırlatıyorum sadece Akça. Benim gözümde onlarla bir olsan karşımda böyle rahat olabilir miydin?"

 

Önceleri, daha hükümeti biz devralmamışken ama halkın bizi desteklediği zamanlarda, eski bakanlardan bir kısım bizimle görüşmek istemişti. Hepimiz ortak kararla Asil'i göndermiştik ama o görüşmenin sonunda Asil hiçbir şeyi kabul etmemiş ve ettirmemiş bir halde geri dönmüştü. O zamanlar bizim için sıfıra sıfır kazançlı bir durumdu. Eksiye düşmediğimiz sürece biz kazanıyorduk.

 

Sonra tekrar bir görüşme istenene kadar Asil hiçbir şey anlatmamıştı ilk görüşmeyle ilgili. Tekrar görüşmeyi yine eski bakanlar istemişti ama tek şartları vardı. Görüşmeye Asil gitmeyecekti. Aramızda kimin gideceğini tartışmaya başladık. Çetin fazla sinirliydi, orada bir kaos çıkarıp bir kavgaya girişmesi muhtemeldi. Sima kolay manipüle olurdu. Armağan ise bu konularla o kadar ilgilenmiyordu ki. O sadece ayaklanma kısmında vardı. İsyan çıkarır, ortalığı karıştırır gövde gösterisi yapar gerektiği yerde en önde çatışırdı. İş masadaki anlaşmalara gelince o kenara çekilir ve fırsat tanırdı.

 

Yasemin ise bence göndermemiz gereken kişiydi ama grup onaylamamıştı bunu. Yasemin oradaki herkesle bir münakaşaya girmişti gazeteciyken, onların altında defalarca ezilmişti. Bundan dolayı onun yeterince adil olabileceğine inanmamışlardı. Halbuki asıl adaletsiz olması gereken noktadaydı o. Onun adaletsizliği asıl adillik olurdu.

 

İşin sonunda o tartışmadan çıkan isim ben oldum. Yasemin'e bakamdan çıkmıştım o gün spor salonundan. Görüşmeye gitmek istediğini bildiğim ama oy çokluğunda benim çıkmamdan dolayı utanç duyarak çıkmıştım evden. Halbuki o gün Yasemin'e o veren tek kişi de bendim. Ama Yasemin'in kırgın ve küskün gözlerinden de en çok ben nasiplenmiştim.

 

Belki de o an sesimi çıkarıp hayır Yasemin gitsin demeliydim. Belki ancak böyle şu an vicdanım rahat olurdu.

 

O gün görüşmeler başladığında neden Asil'i istemediklerini anlamıştım. Çünkü Asil aslında sıfıra sıfır bir durumda kalkmamıştı bu masadan. Onun görüşmesinden sonra meclisten dört bakan istifa etmişti. İçlerinden çatlatmayı nasıl yaptıysa başarmıştı.

 

Adamlar onun adını kısık sesle söylüyorlardı sanki duyup bir yerden çıkıp gelecekmiş gibi. O an onların bir de Çetin'i görmelerini, asıl siniri tatmalarını istemiştim. O görüşmeden çıkıp spor salonuna giderken onların hiçbir şeyini kabul etmemiş bizim isteklerimizin nerdeyse yarısını kabul ettirmiştim.

 

Spor salonunda hepsi beni tebrik etmişti ama asıl sorumlunun kolona yaslanıp gülümseyerek bize bakan Asil olduğunu kimse öğrenememişti.

 

Ne ben dile getirmiştim ne de o konusunu açmamıştı. Eğer beni onlarla aynı kefeye koysaydı bu masada böyle rahatça oturamazdım. Doğru söylüyordu ama dedikleri bir noktada yine de kırıcılığından ödün vermiyordu.

 

"Aynı kefeye koyman değil de beni düşman bellemen beni gururlandırırdı Asil."

 

Küçümseyici bir bakış kapladı yüzünü. "Ben seni hiçbir zaman o konuma layık görmem Akça. Sen benim düşmanım olamazsın."

 

"Öyle pişman olacaksın ki Asil beni bu kadar kolay alt edebileceğini sandığın için. Bu güvendiğin şeylerin en altında seni bırakacağım."

 

"Planlarını böylesi açık konuşmak senin karakterinde çok yoktu. Bir şeyler olmuş sana görmediğim zamanlarda."

 

Çok şey oldu demek istedim ama yine sustum. O artık benim dediklerimi duyacak kişi değildi.

 

"Açık da konuşsam üstü kapalı da konuşsam sonucun değişmeyeceğini biliyorum. En azından zevk aldığım şekilde yapmayı tercih ediyorum."

 

"Sima'nın peşine koruma takacağım. Aramızda en açık hedef o."

 

"Çetin'e de haber ver. O kolay kolay hedef olmaz ama bir şeyler dönüğünü bilsin en azından. Hatta Sima'ya da söyle."

 

"Barış'ı saklamamız lazım."

 

O an aklıma gelmişti Barış. Tam o anda beni en çok onunla acıtabileceklerini fark etmiştim. Hızlıca başımı salladım. Onu saklamalıydık. "Asil, bak cidden soruyorum bunu. Bir şeyler yapamazlar değil mi? bana yapsalar neyse atlatırım, siz de size yapılanı atlatırsınız. Ama Barış'a bir şey olursa ben Armağanla Yasemin'e nasıl sözümü tutamadım derim?"

 

Önce birkaç saniye gözlerime baktı. "Ben bize yapılanı atlatırım ama seni bir daha böyle bir borca sokmam Akça. Barışa bir şey olmayacak. Bize de olmayacak. Ben senin kadar net ayıramıyorum hala biz ve sen diye ama sana da bir şey olmayacak." Onun bizi, benim onlarıydık. "Atlatmaya çalışacağın hiçbir şey olmayacak. Şu musibetten kurtulalım sonrasına da bir şekilde bakacağız."

 

"Gördün mü hiç Barış'ı?"

 

"Suna abla bana göstermiyor. Bir kere Çetinlere gittim ben gittiğim an o üst kata çıkıp kapıları kilitledi. Evlerinde esir etmenin lüzumu yok. Bir daha da gitmedim oraya. Sana da tavırlınmış diye duydum. Bir şey mi söyledin ona?"

 

"Ortada bir yalan vardı, onu düzelttim."

 

"Sen yalan söylemekle doğruyu saklamanın farkını hiçbir zaman anlayamadın zaten Akça. Şaşırmıyorum artık sana."

 

"Bazen sana hayret ediyorum Asil. Acaba sen bizden hangi doğruları yalan olmadığını farz ederek sakladın?" Cümlemi bitirdiğim an gözünden koca bir boşluk geçti. Bir şeyleri saklamıştı belli ki sahiden. Ama artık geçmişti. Sakladığı zamanın insanı değildik artık.

 

"Mert'i suçluyor musun?"

 

Bu konuda en rahat olduğum yer Asil'in yanıydı. Konudan konuya atlardım ben çoğu zaman. Bazen daha en başta konuşup kapanan giden konuya cevap verirdim. Bazıları bunu yadırgardı ama Asil çok çabuk adapte olup benim akışımda kıvrılırdı, set olmazdı.

 

"Ne için suçlayacağım ki Mert'i?"

 

"O zaman o da uğraştı ama şimdi tüm hükümetten uzak. Senin yerinde, evinde tüm gün kendi istekleriyle uğraşıyor. Kimse suçlamıyor onu, haklılık ya da haksızlık davası güdülmüyor. Mutlu işte. Senin istediğin noktada o koca bir paragraf diziyor. Üzülüyor musun bundan dolayı."

 

Ciddi ciddi düşündü bir süre. Neleri tarttı neleri attı sıralayacağı cümlelerden bilmiyorum ama bir süre tartıştı kafasında kendisiyle.

 

"Kıskanmıyorum sanırım. Üzgün gibi de değilim çok aslında. O benim evimde olsa ne olacak ben başka yerde ev yapamaz mıyım? Ev içindekiler varsa ev olur, yoksa koca boşluk." Gözlerime baktı. Anlayabildiğimi görmek istiyordu. "Evlerimi herkes alabilir. Diktiğim yaptığım her evi alabilirler. Mühim olan ev sahibi. O alınmasın yeterli. İstemediğim yerdeyim evet ama istediğim yer de artık istemediğim konumda. Bir gün belki ama şu an hayır kıskanmıyorum onu."

 

"Uzun bir açıklama beklemiyordum."

 

"Akça." Adımı sanki bir ihtiyaçmış gibi söylediğinde ona baktım. Ne diyeceğini merak etmiştim ama o an kapı çalınıp gir komutu alınmadan içeri turuncu kıvırcık saçlarıyla Süheyla girmişti. Üzerine geçirdiği gömleğin yakası içte kalmıştı. Nefes nefeseydi.

 

"Günaydın başkanım." Asil'e verilen selamdan sonra bana mahcupça bakıp hızlı hızlı konuşmaya başladı. "İlk günden geciktiğim için çok özür dilerim bakanım. Normalde hiç fazla uyumam ama heyecanlanınca böyle çok uyuyorum." Benimle paylaştığı bu gerekli bilgiler için ona gülümsedim. Heyecanlı ve azimli olması iyi bir şeydi. Geç kalması da beni hiç ilgilendirmiyordu. Sonuçta işin sonunda maaşını benden değil başkan dediği adamdan alacaktı.

 

Ama onun mahcubiyeti başkanına değil banaydı.

 

"Sorun değil. Bir dahakine dikkat edersin Süheyla." Cümlem soğuktu ama yüzümün gülüşünü görünce rahatladı. Derince bir nefes aldı ben ayaklanırken. "Bizim de konuşmamız bitmişti zaten. Çıkıyorum ben artık." Dedim Asil'e. Ona olduğunu anlaması için belki sonun başkanım diye eklemem gerekiyordu ama ekleyemedim. Ona başkanım deyip otoritesine boyun eğmek istemiyordum. Asil diyerek de otoritesini kabullenmiş insanların önünde onu küçük görmek istemiyordum.

 

Dediği şey bitmemişti ama sakince başını sallayıp odadan çıkmamızı bekledi. Odanın çıkışına ilerleyip kapıyı arkamızdan kapattığımda Süheyla'ya dönüp hızlıca içe katlanmış yakasını düzelttim. Ne yaptığıma bakınırken ona doğru eğildim. "Mahcubiyet iyidir ama fazlasını burada olabildiğince kullanma. Bana da bakanım falan deme sakın bir daha. Nefret ederim bundan. Akça diyebilirsin."

 

"Emin misiniz?"

 

"Siz olabilecek kadar bir nüfuzum yok Süheyla emin olabilirsin. Burada dümdüz Akçayım ben. Bu koca binadaki herkesin burun kıvırdığı kişi. Senin için de fazlası olmama gerek yok."

 

Süheyla beni anlamak ister gibi bakındı, hemen sonrasında bir teselli furyası sardı onu. Bir şeyler diyecekti ama frenledi kendini. Sonra gülümsedi. Öndeki iki dişi diğerlerinden büyüktü. Tam bir tavşan dişti Süheyla. Gözlerinin altından burnunun ucuna kadar dağılmış çilleri vardı. Biraz solgun görünüyordu, sanki her an hastaymış gibi bir solgunluk. Ama güldüğü anda tüm solgunluğu geçiyordu. O da bundan kurtulmak ister gibi daima gülmeye çalışıyordu. Ya da sahiden o bu dünyada fazla neşeli olanlardandı. Diyeceklerini geriye gönderdikten sonra tekrar o gülüşünü serdi gözlerimin önüne.

 

"Burada arkandan konuşanlar çok evet. Ama hepsinin bahsettiği bir an var. Buranın sizin için ilk açıldığı, içeri korkak adımlarla giren bir grubun en önünde cesur adımlarla yürüyen iki kadını hala herkes imrenerek anlatıyor. Biriyle tanışamadım ama senin bu kadar terk edişine rağmen hala nasıl bu kadar sevildiğini şimdi daha da iyi anlıyorum ben Akça. Senin büyün de bu sanırım. Sen, sen olmakla o kadar meşgulsün ki insanların seni koymaya çalıştığı kalıpları görmüyorsun bile. Görmediğinden, girmiyorsun da o kalıplara."

 

Gülüp kabul ettim dediklerini sadece. Sen daha cesursun demek kolayıma gelirdi ama bilmiyordum. O benden daha cesur muydu emin değildim ama olmasını istiyordum. Göz ardı ettiğimiz sokaklardan çıkan bir çocuğun bizi cesaretiyle ezip geçmesi beni çokça tatmin ederdi.

 

"İşimiz var Süheyla, övgü vakti değil şimdi."

 

Aşağıda bana ait olan odaya doğru ilerlerken o da cebine katlayıp yerleştirdiği kağıtları açmaya çalışıyordu.

 

"Geçen gün bahsettiğim olayla ilgili birkaç haberim var Akça. Eski bakanların hepsi nasıl olduğu anlaşılmayan bir şekilde aynı koğuşlara yerleştirilmiş. Öncesinde bu böyle değilmiş. Çoğu ayrı ayrı koğuşlardaymış ama bir gün babamlara emir gelince hemen aynı koğuşa alınmışlar. Ve işledikleri suçlarda cinayet olmayanlar yavaş yavaş çıkarılmaya başlanmış. Her çıktıkları duruşmada bir af çıkıyormuş onlara. Nasıl olduğunu anlamadım ama babam bu tür şeylerle çok karşılaşmadığını söyledi." Heyecanlı heyecanlı anlatmaya devam ederken odamın kapısını açmış onu da içeri almıştım. Onu masanın önündeki koltuklara yöneltmiş kendim de koltuğuma geçmiştim.

 

Düzelttiği kağıtlardan birini bana verdi. "Bu babamın koğuş temizlenirken bulduğu bir kağıtmış. Temizlik görevlileri çöpe atacakmış ama babam şüphelenip almış bu kağıdı. Benim de hükümet binasında çalışmaya başladığımı öğrenince bana verdi. Başkana ulaştırmamı istiyordu ama sanki siz daha iyi bir seçeneksiniz bu konuda."

 

Aldığım kağıda bakarken onun kafasındaki soru işaretlerini silmek istedim. "Bu konuda Asil karşımızda bir yerde değil Süheyla. Bana anlattığın her şeyi ona da anlatacağım. Sen de rahatlıkla onunla konuşabilirsin. Çekineceğin nokta o değil. En azından şimdilik."

 

Koca kağıt anlamadığım bir ton şekille doluydu. Geometrik şekiller donatılmış bir sayfaydı. Sayfanın başında iki hafta öncesininim sayfanın sonunda ise bir ay sonrasının tarihi vardı. Bu yeni bir toplanma için mi yoksa asıl plan için mi atılmıştı emin olamıyordum. Beynimin arkalarında gezinen diğer bir düşünce ise bunun bir yem olduğuydu ama karşımdaki kızın böyle bir şeyde piyon olacak bir duruşu yok gibiydi.

 

Kağıtta en tepeye bir üçgen çizilmişti. Cetvelle çizilmiş gibi keskin kenarları belli olan bir çeşitkenardı bu. Altında dört tane eşkenar olduğunu içine yazdıkları atmış sayısıyla belli eden üçgenler vardı. Onun altında beşgen ve dikdörtgenler vardı. Sayfanın en ortasında ise koca bir kare vardı. Karenin içine ise kale yazılmıştı. Harf hatası mıydı kelime oyunu muydu bilmiyordum. Bazı üçgenler birbirine bağlanmış bazıları daire içine alınmıştı ama hepsinin ortak bir noktası vardı. Hepsinin sivri olan kısımları, köşeleri ortadaki kareye çarpıyordu.

 

"Ne yaptıklarını anlayamadım ben Akça ama sen anlarsın belki."

 

Anlamış mıydım emin değildim ama birkaç seçenek kafamda dolanmaya başlamıştı bile.

 

"Bu kadar şifreli konuştuklarını düşünmemiştim."

 

"Sadece o da değil ki Akça, babam bazen onların bahçe izinlerinde farklı bir lisanda konuştuklarını söyledi. Bu ona tanıdık gelen bir dil değilmiş. Yani babama göre farklı bir dil uydurmuş olabilirler, tabi aslında var olan bir dili de tamamı öğrenmiş olabilir. Babam öyle çok dil bilen bir adam değil." Dizinde kırışıklığını açmaya çalıştığı diğer kağıdı da bana uzattı.

 

"Bu da en garibi. Eski savunma bakanının yazdığı bir mektup. Kime ulaştırmaya çalıştığını bilmiyorum. Müdüre söylemiş sadece ama müdür herhangi bir mektup ulaştırmayacağını söyleyip buruşturup atmış. Babam o koğuşun sorumlusu olduğu için yanlarındaymış. Müdür çıkınca çöpten almış bu kağıdı."

 

"Garip ne var ki bunda. Hem mektubu neden ulaştırmamışlar, mahkumların böyle bir hakları var."

 

Kağıdı aldığımda kastettiği garipliği anlamıştım. Sayfanın tamamı şekillerle yazılmıştı. Arada ünlemler vardı. Bunun noktalama amaçlı mı yoksa harf ya da kelime temsili mi olduğunu anlamamıştım. Sayfanın tamamı yazılıydı. Bunca gizem ne içindi ve neydi?

 

Eski savunma bakanı oğluyla bir kere iletişim kurma çabası içine girmemişken kime öylesi uzun bir mektup yazma işine girmişti?

 

Asil'in babasıyla iletişime geçmediğini ama babasının birkaç kere onu görüşmeye çağırdığını biliyordum ama bu çok başlarda olan bir durumdu. Zamanla Asil reddetmeyi babası da çağırmayı bırakmıştı. Şimdi ne hissediyordu ne düşünüyordu bilmiyordum. Sıkıntılı bir nefes bırakıp kağıttan kaldırdım başımı.

 

"Her şey çok düzgünmüş gibi bir de bu çıktı başımıza. Kim çözecek şimdi bunları?"

 

"Aranızda bu konuda iyi olduğu söylenen birisi vardı diye duymuştum."

 

Vardı. Armağan vardı, her şeyde en kolaya kaçıp kafasını hiçbir şeye boş yere yormak istemeyen bir adamdı Armağan. Ama konu şifrelere ya da böyle gizli saklı şeylere gelince bir deha kesiliyordu başımıza. O kadar kolay yapıyordu bunu ilk başlarda ben de bunu kolayca yapabileceğimi sanıyordum bu yüzden.

 

"Armağan, iyiydi bu konuda. Ama artık istese de çözemez." Süheyla dilini ısırıp gözlerini ayakkabılarına çevirdi. İlk defa dilini bu kadar bariz ısıran birini görmüştüm.

 

"Armağan, sahiden o şekilde mi öldü?"

 

"Ne şekilde?"

 

"Bıçakla göğüs kafesinin üstü yırtılmış demişlerdi."

 

İnsanların bahsederken dahi gözlerini kaçırıp, korktuğu şeyleri armağan gözümüzün önünde yaşamıştı. Görmemiştik. Eğer silahla vurulduğu an fark etseydik yanına gider ve hıncını almak isteyen birinin armağanın göğsünü kestiğini görmezdik engel olurduk. Hatta önüne atlar yarasını almaya çalışırdık.

 

Belki Armağan da yaşardı böylece.

 

O an eski başkana gövde gösterisi yapmaya çalışmasaydım Armağan'a en yakın kişi bendim. Ve onu rahatça kurtarabilirdim. Arkasını kollayabilirdim. Ama ben eski başkanı alt etmeyi yeğlemiştim.

 

O zaman bunu dediğim için Asil ve Sima çok kızmıştı bana . Ben Armağan'a ne değen kurşundum ne kesen bıçak. Ama ikisini tutan eli de ben dest kelmiş gibi hissetmiştim aylarca.

 

"Önce vuruldu. Ama göğsü kesilirken hisleri varmış. Hissetmiş hepsini."

 

"Bizim oralarda bir efsane gibi yayıldı bu Akça. O zamana kadar herkes sizden bahsediyordu ama o olaydan sonra Armağan bir kahraman gibi yayıldı benim büyüdüğüm sokaklara." Durakladı, dediklerinden ya da diyeceklerinden emin olduktan sonra devam etti. "Bunca senedir oraya bir şey yapılmadığı halde kimsenin sesini çıkarmaması da bundan. Bir sürü kişi can verdi. Bizimkiler, benim sokağımdakiler vefa borcu bildiler bunu."

 

Gülümsedim. Mutlu olmuştum. Armağan bizden gitmişti ama koca ülkeye kahraman diye yayılmıştı. Bir kimsesiz gibi yitip gitmemişti. Annesi de babası da uğruna can verdiği toprağı da halkı da onu kahraman bellemişti. Oğlu ona hayrandı. Karısı da...

 

"Bu kağıtlar bende kalsın ama bir kopyasını çek hemen. Asil'e götür sonra. Onun da haberi olsun. Üstelik senin çabanı da görsün."

 

Süheyla kağıtları odamın köşesinde duran makineye koyup kopyalarını çıkarttı ve orijinalleri bana bırakıp kopyaları eline alarak kapıdan çıkıp gitti. Ardından bir süre bakınsam da elimde kağıtlar zihnimin yer yerinde dolanmaya devam ediyordu.

 

Bu kağıtları kimin çözebileceğini bilmiyordum ama kimin en azından fikir yürütebileceğini biliyordum. Ama onun yanına gidersem sadece bu konuda iş birliği içinde olduğum adamın tepkisini ne derece alırdım emin değildim.

 

Kağıtları çevire çevire dururken her seferinde başka bir şekil dikkatimi çekiyordu. En sonunda kafamın üst kısmının yanmaya başladığını hissedecekken oflayıp kafamı masanın üstüne yerleştirdim.

 

Kapımın önünden gelen yavaş ayak sesleri sadece Asil'in habercisi olabilirdi. Kapım iki defa tıklandı ama sesimi çıkarmadım. Kafamı kaldırmadan onun girmesini bekledim. İçeri oldukça temkinli bir yavaşlıkla girdikten sonra tekrar arkasından kapattı kapıyı.

 

"Akça." Kısık bir seslenmeydi bu. Uyanıksam ses edeyim, uyuyorsam uyandırmamak içindi. Sesimi çıkarmak istemeyip, uyuduğumu sansın ve gitsin istemiştim ama onunla böylesi oyunlar için bile vakit geçirmek istemiyordum.

 

Başımı kaldırmadım ama cevap verdim ona.

 

"Uyanığım ama kafam patlamak üzere."

 

Başta sesini çıkarmadı ama bir anda elini kafamın tepe kısmına yerleştirdi. Elleri soğuk ya da sıcak değildi. Zaten onun amacı da ısısını değiştirmek değil birazcık ovmak olmalıydı ki parmakları tepemde yavaş yavaş gezindi.

 

"Şu şifreler değil mi?"

 

Başımı anında kaldırıp onun elimden uzaklaştım. Havada asılı kalan elini sakince indirdi ve karşımdaki koltuğa oturdu.

 

"Anlayabildin mi bir şeyler?"

 

"Çözemedim ama babamın yazdığı ile diğer yazılı olan kağıt aynı sembollerle yazılmamış."

 

Dediği iki kağıdı önüme çektiğimde hangi farklılığı görmüştü anlamamıştım. Birebir aynı semboller gibi duruyordu bunlar.

 

"Nereden anladın onu?"

 

"Babamın yazdıkları sembolden ziyade çizim tarzıyla ilgili. Baksana aynı üçgenden beş altı farklı şekilde yazmış ve hepsi düzenli devam ediyor. Çok ufak farklılıkları var ama fark edince bariz belli oluyor."

 

Doğru söylüyordu ama bu şans eseri de olmuş olabilirdi. Diğer kağıtta hepsi cetvelle çizilmiş gibiydi.

 

"Bunu çözebilecek biri var biliyorsun değil mi?"

 

Kağıtlara bakıp başını salladı. "Mert, değil mi?"

 

"Bence gerçekten denemeliyiz."

 

"Senin için sorun teşkil etmiyorsa benim için de sorun değil."

 

"Onunla bir araya gelmekten çekinmeyeceksin değil mi Asil?"

 

"Düşündüğümden daha fazla bir araya gelecek gibiyiz. Ben çocuklara söylerim. Çetin ve Sima da bir bakarlar bu metinlere."

 

"Baban, bu işin bir yerinde çıkacak."

 

"Hala burayı satacak ilk kişinin ben olduğumu düşünüyorsun."

 

"O zaman durduğun yer doğruydu Asil. Sen haklı olduğun için duruşunu bozmadın. Ama şimdi yanlış yerdesin. Hatta yanlış sensin"

 

Şaşırarak baktı bana. Gözlerinde saniyelik beliren parıltıları söndürdü hemen. "Sen gerçekten önyargılarınla bir kale inşa edip o kalenin dışına hiç çıkmayacak kadar korkak birisin Akça. Bu yüzden kaybedeceksin sen. Benim aksime bu yolun sonunda kaybeden de pişman olan da hatta af dilemeye yüzü tutmayacak olan da sen olacaksın." Sustu bir süre. Kağıtları yuvarladı elinde. Sonra bana baktı. "Um ki ben o zaman hala ben olayım Akça."

 

Bu kadar sakin konuşmasının karşılığında bende sinirler geriliyor, kanım kaynıyordu.

 

"Asıl sen, bilinmezliğine bin bir kılıf giydirip kendini her şeyden soyutladın diye oldu tüm bunlar. Derdi tek çekmek için girdiğin bunca çabanın sonunda parçalandık görmüyor musun? Neyin gizi bu Asil? Neden Yasemin yok burada, neden Sima bakanlıkta değil de hastanede, neden Çetin, sana en karşı olanımız sana kulluk yapıyor? Tüm bunca nedenesin cevabı sende ama bunun ceremesini çeken biziz."

 

Sırtını arkasına yaslamış hala rahatça bakıyordu bana. Yorgunluğu o kadar bariz belliydi ki, uzun zaman sonra perdelerini çekip rahat kalmıştı karşımda. Yorgundu, ölüm yorgunu gibiydi.

 

"Altında ezildiğim onca şey sizinle paylaşmak için değil Akça. Sen sanıyor musun ki bunca sır açığa çıktığında siz rahatlayacaksınız?"

 

"En azından bileceğim Asil. Ben bilinmezlik içinde yüzüyorum farkında değil misin? Bak biz bunu çözemediğimiz için her an buraya geliyoruz." Anlık yutkunuşumla bölünene sesimi toparladım. "Asil bari bana neden ailemin öldüğünü gizlediğini söyle. Asil benim annem, babam bu topraklarda öldü. Neden hain gösterdin onları? benim abim aylardır ortalıkta yok. Neden Asil? bana, aileme ne diye bu kadar kin besledin bari bunu söyle bana. Sonra haksızsam yemin ederim af dilemeye yüzüm tutacak. Affedilince defolup gideceğim bu topraklardan. Bir daha esamem okunmayacak."

 

"Gitmesi gereken sen olsaydın gönderirdim Akça. Burada olmaması gereken kimse burada değil. Ailenin de yaşaması gereken şey buydu. Hakkettikleri noktadalar. "

 

Ayağa kalktım. Ona doğru giderken masama çarptım ama acısın sonra hissedecektim. Onun yakasından tutup ayağa kaldırmaya çalıştım. Normalde kaldıramazdım biliyordum ama o kalktı ayağa.

 

"Defol bu odadan. Bu yüzsüzlüğünle hangi yere sığarsın bilmiyorum ama benim olduğum hiçbir yurtta senin bu nefesinin karşılığı yok Asil."

 

"Akça."

 

"Defol."

 

"Akça" Hala bana bir şeyler anlatma derdindeydi. Ona ne hissetmem gerektiğini kestiremiyordum. Kendimden de nefret etmeye başlayacaktım yakında. Korktuğum buydu.

 

"Bu odadan çık git." Kapıya kadar ittirdim onun gücü çekilmiş bedenini. Kapının dibine geldiğimizde birden kolumu tutup indirdi ve beni duvara yasladı. İki kolunun arasında hapsedince ona kafa atmamak için kendimce neden sıralama derdine girişmiştim.

 

"Akça, beni dinle."

 

"Senin neyini dinleyeceğim ben?"

 

"Hapishanedekilerin dışarıdaki elinin kim olduğunu bilmiyorsun değil mi? Belki de gerçekten artık taşlarımı biraz biraz dökmeliyim ha ne dersin? Belki de canın yanmasın diye, kendime eziyet ettiğim şeylerden kurtulmalıyım?"

 

"Böyle konuşarak kendini haklı çıkaracağını mı sanıyorsun?"

 

Hala yüzü yüzümün önündeydi. Yakındı bana. Kahve gözlerinin bu kızıllığını görmeyeli aylar olmuştu.

 

"Abin. Bu planın dışarıdaki destekçisi abin Akça."

 

Dediği şey sanki saniye saniye uzayarak benim kulaklarıma ulaşmıştı. Bu korkmayı geç aklıma bile gelmeyen bir olasılıktı. Benim abim aylardır yoktu ortalıkta. Ben başına bir şey geldiğini düşünürken onun böyle bir şey yapma ihtimali yoktu.

 

"İftiralarını kendine sakla." Sesim o kadar kısılmıştı ki ben zar zor duymuştum kendimi.

 

"Nerede diye merak edip duruyordun. Ben söyleyeyim sana Akça. Evini yakıp kaçtı o. kendi yaşadığı, babasının içinde olduğu evi yakıp kaçtı. Kundakladı." bana bunları sıralarken hala emin değildi söylemesi gerektiğinden. Gözlerimin kızardığını hissediyordum. O da gözlerimde gezdiriyordu gözlerini. Birbirimize bakıyor ama birbirimizi görmüyorduk.

 

"Yapmadı. Yapmaz böyle bir şeyi abim. Kim babasını yakar Asil, nasıl inanacağımı düşünürsün sana?"

 

"Babasının karşısında olan her çocuk babasını yakar Akça. Tanıdığıyım bu duygunun."

 

Aramızda duran onun tuttuğu elim aşağı kaymıştı o da elimi bırakıp omuzlarımı tuttu.

 

"Yakaladım. Onu kaçmadan, kaçamadan yakaladım Akça. Sana getirmek, yüzleştirmek istedim ama sen ortalıkta yoktun. Ben kaçmaya çalışan abini sana getirmek isterken sen kaçmıştın. Sadece memleket de değildi terk ettiğin üstelik ben de terk ettiklerin arasındaydım."

 

"Ne yaptın abime?"

 

"Sürgün yedi."

 

Dudaklarımdan kaçan kahkahayı tutamamıştım. "Alışkanlığın mı bu senin? Abim nerede Asil?"

 

"Bilmiyorum, nasıl oldu bilmiyorum ama ülkeye geri girmiş. Kimlik kaydı falan yok. Akça lütfen bana önyargılarını bırakıp bak bir. Nasılım görmüyor musun? İnan demiyorum, güven de demiyorum tamam ama lütfen bir kere gardını indirip bak şuraya. Abin hangi gün bizim meclisimizi destekleyen bir şey, tek bir şey yaptı Akça?"

 

"Kes sesini." Dediğimi duyduğu an alnını alnıma değdirdi. Gözlerini kapattı. Sinirli mi üzgün mü kırgın mı anlamıyordum. Bu defa onun anlaşılmazlığından değil benim karmaşamdan dolayıydı bu.

 

"Akça, bir kere. Sadece bir kere öncesi gibi ol bana karşı." Sesindeki bir şey içimi yaktı ama onu dinlemedim daha fazla. Göğsünden itip kapıyı açtım. Önce açtığım kapıya sonra kızarmış gözlerime baktı. Eli yüzüğüne gitti, bir iki sarmaladı parmak uçları yüzüğü sonra daha fazla zorlamadan çıktı kapıdan.

 

Ne olmuştu da bir anda her şey birbirine girmişti anlamamıştım. Dediği onca şey, abim...

 

Abim böyle bir şey yapmazdı. Evet benim abim benimle aynı görüşte olmazdı çoğu zaman, babamla annemle tartışır onları kırar geçerdi ama sonrasında gelir pişmanlıkla özrünü dilerdi. Babamla kamp yapmayı çok severdi. Annemin hazırladığı yemekler için heyecanlanırdı. Evet benden çok haz etmezdi belki ama bunun sebebi ona gelen ilgiyi böldüğüm içindi. Bunu anneme söylerken yakalamıştım onu.

 

Benim asi tavrım yüzünden onun payına düşen ilgi de bana gelmişti. Ne olursa olsun ne yapmış olursa olsun abim evimizi, yuvamızı yakmazdı.

 

Asil yalan atmazdı derdim bugüne kadar ama bu konuda haksızdı. Abim böyle bir şey yapamazdı. Babamın çığlıklarına kulaklarını kapamazdı.

 

Abim o alevlere girmezdi onun için ama o çığlıklara sebep de olmazdı.

 

Asil'in kötülüğü olmazdı önceleri ama artık onun kötülüğü altında her bir kanadım kırılıyordu. Hala açık duran kapıdan sinirle çıkıp üst katta duran çetinin odasının kapısına gittim. Kapıyı çalma gibi bir huyum yoktu. Sertçe açtığım kapıyla çetin elindeki bardağı masaya bırakıp sinirle bana bakmıştı.

 

Gözlerimin kızarıklığını görünce aceleyle yanıma gelmişti.

 

Acele, hız Çetin'di.

 

Yavaşlık sakinlik Asil.

 

"Neyin var senin?" Cevabımı beklemeden odanın içine çekip kapıyı kapattı arkamdan.

 

"Abim böyle bir şey yapmadı değil mi?"

 

Çetin dediğim şeyle şaşkınlığını hiç de saklamadan bana baktı. Gülümsedi önce sessizce sonra kahkaha attı.

 

"Sonunda bizim altın çocuk yüreğinin o kadar da geniş olamayacağını anladı demek?"

 

"Yalan atıyor Çetin. Abim böyle bir şey yapmaz."

 

Çetin koltuğuna oturup etrafında döndü. "Senin o alçak abin, her şeyi yapar Akça. Birimizin kötülüğünü görmek için beşimizi de parçalara ayırırdı o manyak. Senin abin diye hiçbir uyuzluğuna ses etmemiştim ama senin abin iğrenç herifin teki."

 

"Evimiz yakmaz Çetin. Bizim evimiz, onun doğduğu ev. Büyüdüğümüz yer."

 

"Bunu mu dedi Asil? O çocuk ilk tanıştığımız andan beri o kadar sırrı tek başına yükleniyor ki her seferinde şaşırıp kalıyorum."

 

"Başka diyecekleri de mi vardı?"

 

"Ben efendimin köpeğiyim Akça. Onun demediğini demem, dediğini inkar etmem. Kuçu kuşçular böyle yapar değil mi?"

 

"Çetin, abim o benim."

 

"Seni hiçbir zaman sevmeyen abin." Bundan nefret ediyordum işte. Ben hiçbir yerde abim beni sevmez demezdim. Hatta sanki çok iyi bir ilişkimiz varmış gibi yansıtırdım ama abim bunun aksini o kadar güzel kanıtlardı ki herkes onun beni sevmediğini rahatça yüzüme vurabilirdi.

 

Belki ondan bu zamana kadar sadece bu yüzden nefret etmiştim.

 

"Yine de abim."

 

"Polyannacılığı kes Akça. Yaktı o evi, ardına bakmadan kaçtı sonra. Onu yakalamak için her şeyi seferber etti Asil. Yakaladık ve onun da cezasını asil verdi. Çünkü ceza vermesi için getirdiği kadın ortalıkta yoktu."

 

Çökmüş omuzlarımı bu defa dikleştirmek için çabalamadım. Odadan çıkmak için kapıya gittiğimde arkamdan konuştu çetin.

 

"Sen iyi bir kardeşsin Akça." Cevap bile vermeden çıktım dışarı. Ben iyi bir kardeş miydim?

 

Abimin sürgüne gitmiş olması mı, yoksa kaçak olması mı yoksa abimin babamın ölümüne sebep olup göz yumması mı beni bu denli karmaşaya sürüklüyordu emin değildim. Odama doğru giderken kafamın içinde babamdan duyduğum son sözler çınladı.

 

"Akça, abin kızım. Abinin peşini bırakma." Ben bunu o zaman abinin peşi sıra git, birbiriniz sahip çıkın diye algılamıştım. Abimi bulup onların haksız olduklarını kanıtlamak istiyordum.

 

Benim babam, katilini büyütmüş olmazdı.

 

Odaya vardığımda yüzüme sertçe bir su çarpıp kendimi toparladım.

 

"Ağlamak yok Akça, sen her şeyi göze alarak çıktın bu yola. Abini onulup doğruyu öğreneceksin. Eğer tüm bunlar doğruysa onu da bu yolda ezip geçeceksin." Aynada gözlerime bakarak sıraladığım cümleler ne kadar dirayetli olmamı sağlayacaktı benim bilmiyordum. İç tuvaletten çıkıp çantamı ve kağıtları aldım. Önce odadan sonra da binadan çıktım.

 

Kapıda bekleyen arabaya binip bir çiçekçiye doğru ilerlemesini istedim. Kısa sürede araba durunca ben inip çiçekçiye girdim. Hangi çiçek ne anlamıyordum ama annemin sevdiğini söylediği turuncu çiçeği ve onun yanında duran pembe çiçeği elime almıştım. Kasanın yanına vardığımda arka taraftan elinde eldiven olan bir adam çıkageldi.

 

Babamın sevdiği çiçeği bilmediğim için kendime kızma dürtüsü oluşmuştu içimde ama durdurdum onu.

 

Babamın iki çocuğu vardı, biri onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu, diğeri de onun katili olmakla suçlanıyordu.

 

Ağlamamak için sıkıyordum kendimi, bu konuda başarılıydım da ama tam göğsümün üstü ateş düşmüş gibi alev ateş yanıyordu. Onu gizlemeyi de durdurmayı da beceremiyordum.

 

"Bu iki çiçeği ve bir de yasemin alacaktım. O da saksıda olsun."

 

Adam onaylayıp camın önünde duran beyaz çiçeği alıp yanıma geldi. Bu bildiğim nadir çiçeklerdendi. Armağan bulduğu her boş toprağa yasemin diktiği için bu hepimizin bozulmaz ezberiydi.

 

Adamın söylediği parayı ödedikten sonra dışarı çıkıp arpaya bindim tekrar. "Mezarlığa gidelim." Adam dediğim şeyle bu defa daha hızlı sürmeye başladı. Çok düşünmek istemediğimden camdan bakıp gördüğüm her kırmızı arabayı saymaya başladım. On beş tane olursa iyi bir şey olacaktı.

 

Bir, iki, üç.

 

Pembe çiçek babamın mezarı içindi.

 

Dört, beş

 

Turuncu olan annem içindi.

 

altı

 

Annem en çok turuncu rengini severdi.

 

Yedi, sekiz

 

Babam en çok pembeyi sevmezdi. Ama ikisi yan yana çok güzel ve parlak görünmüşlerdi.

 

Dokuz,

 

Babam da olsa kendi sevdiğini değil annemin sevdiğini alır, kendisi inin de ona yakışanı alırdı.

 

On, on bir, on iki.

 

Acaba Armağan sahiden de en çok yasemin çiçeğini mi seviyordu yoksa bu karısı için yaptığı güzel bir jest miydi?

 

On üç

 

Babam da en çok yeşil rengini severdi. Ona da o renk bir şey alabilirdim ama babam hem babam bana darılmazdı ki en sevdiği çiçeği bilmiyorum diye. Ben çiçeklerden anlamazdım çok.

 

On dört.

 

Düşüncelerimi susturup tüm odağımı cama çevirmiştim. On beş olmalıydı. Tüm odağıma rağmen mezarlığa yaklaşınca arabalar kesilmişti. Ağır adımlarla çiçeklerimi toparlayıp arabadan indim. Arkamdan bakan adama gitmesini söyleyip mezarlığa girdim. Yolumun üstünde ilk babamla annemin mezarı vardı.

 

Biraz utanarak gittim yanlarına. Sessizliği korudum. Belki duymazlarsa hissetmezlerdi beni. Annemin ayak ucuna oturduğumda bunun acımasızlığını düşünüp durdurdum kendimi hemen.

 

"Anne ben geldim. Bak sana pembe pembe çiçekler aldım. Adını sormayı da unuttum orada. Ama pembe işte, seversin sen. Gelmiyordum ne zamandır ama sen yalnız kalmamış gibisin." mezarın üzerinde duran birkaç çiçek buradan kimin geçtiğini belli ediyordu. Bugün tüm çiçeklerimi talan eden adamın aslında ben hariç geçtiği yerler çiçekleniyordu.

 

Benden sonra kaç defa gelmişti buraya emin olamıyordum ama üç çiçek annemin mezarında dört de babamın mezarında vardı.

 

Ağlamamak için dudaklarımı ısırdım. "Anne o benden daha düşünceli gibi durabilir ama ben iyi bir evladım değil mi? Yani bazen gelemiyorum buraya ama kızmıyorsun değil mi bana?"

 

Alamadığım her cevapta parmaklarımla eşelediğim toprağın içine saksısından çıkardığım çiçeği yerleştirip etrafını sıkıştırdım. Yavaşça babamın mezarının başına geçtim. Onun toprağı sanki daha acı bir kahveydi.

 

"Baba, senden de özür dilerim." Titreyen sesimi engelleyemiyordum.

 

"Ben ne istediğin renkte ne de istediğin çiçekten alabildim. İlkini istemedim, ikinciyi de bilmiyordum baba. Ben kötü bir çocuk gibi senin hakkında hiçbir şey bilmiyormuş gibi hissediyorum baba. Ama senin çocukların kötülük yapmaz değil mi baba?"

 

Şu an deli gibi cevap almak istiyordum. Yapmaz kızım desin istiyordum. Ama benim payıma koca sessizlik düşüyordu her seferinde. Eşelediğim toprağın içine de babam için aldığım çiçeği yerleştirdim. Onun da etrafını sıkıştırtıp baktım bir süre anne babamın yerine.

 

"Baba, biliyorum karışıklığımı hissediyorsun ama çözüp geleceğim yanına. Söz veriyorum sana en ince ayrıntısına kadar da anlatacağım."

 

Bir süre sessizce oturup baktım onlara sadece. Mert'in yanına uğramamam gerekiyordu o yayınevinden çıkmadan. Ayağa kalkıp armağanın mezarının başına gittim. Onunla konuşmak istemiyordum. Armağan'la konuşmaya yüzüm hiçbir zamana tutmuyordu. Mezarının üstü de beyaz çiçeklerle dopdoluydu. Saksıdaki yasemini başına yerleştirdim sakince.

 

Ellerim titriyordu.

 

"Armağan, ben geldim."

 

"Gelmesini beklediğin kişi hariç herkes geliyor yanına değil mi? Armağan ben özür dilerim. Nasıl bir yanlışın içinde doğru olmaya çalıştığımı bile bilmiyorum. Yasemin nerede bilmiyorum ama söz veriyorum sana. Getireceğim onu. Birini daha var olan birine duyduğu özlemden delirmesine izin vermeyeceğim."

 

Armağan'ın başında çok kalmamıştım. Toprağını son kez sıkıp ayaklandım.

 

Burada sadece on dakika geçirmiştim ama bu kadar kalmayı bile planlamıyordum. Burası bana gerçekleri hatırlatıyordu. Oradalardı işte. Canımdan can bildiklerim o toprakların altındalardı.

 

Mezarlığın çıkışına doğru ilerlerken içeri giren bir arabayı gördüm. Ben ilerlemeye devam ederken araba durmuş ve içinden iki buket çiçekle Asil inmişti. Beni görünce ceketsiz görmeye alışık olmadığım omuzları gerilmiş uzun bacakları duraksamıştı. Yanından sessizce geçip gitmek istemiştim. O da tüm şaşkınlığına rağmen buna izin verdi.

 

Benim yanıma kadar sessizce geldi, yanımda duraksasa da hiçbir şey demeden ilerledi. Ben çıkış kapısından çıkarken. O arkasına bakmadan ilerlerken ben ona doğru döndüm. Çökmüş omuzları benim omuzlarımı dikleştirmemem sebep oldu. Yanından geçtiğim kırmızı arabayla istemsiz mırıldanmıştım.

 

On beş.

 

On beşinci kırmızı araba az önce ayaklarıma kadar gelmişti. İyiliğini istemediğim, kötülüğü için çabaladığım adam getirmişti. Telefonumu çıkarıp Mert'i aradım mezarlıktan uzaklaşırken. Telefon kısa bir tur çaldıktan hemen sonra açıldı.

 

"Efendim?"

 

"Yayınevinde misin? Yanına geleceğim de."

 

"Yok. Dışarıdayım ama geçerim hemen yayınevine sorun değil."

 

"Neredesin?"

 

"Parkın oradayım. Büyük parkın orada."

 

"Tamam yakınım oraya zaten. Müsaitsen on dakikaya falan gelirim yanına."

 

"Müsaittim tabi. Hatta gelip alayım seni istersen."

 

Ayağımdaki toprağa batmaktan bir hal olmuş babetlerime göz attığımda bunun çok da kötü bir seçenek olmadığını düşündüm.

 

"Mezarlığın oradayım." Gel demeye dilim varmıyordu. Birilerinden yardım istemek sanki dünyanın en köktü şeyiymiş gibi büyümüştüm hep. Herkesin benden yardım istemesini isteyecek kadar bencil, kimseden yardım isteyemeyecek kadar korkaktım. Mert gel demesem de gel dediğimi anladı telefonun ucundan.

 

"Hemen geliyorum." Telefonu yüzüme kapatıp beni sessizlikle baş başa bıraktı. Arkama dönüp o mezarların yanına gitmek ve Asil'i dinlemek istiyordum. Ben doğruluğundan emin olamadığım şeyler yüzünden bile ne babamla ne Armağanla rahatça konuşabiliyordum. O nasıl oluyordu da düzenli buraya gelip onunla konuşabiliyordu anlamıyordum.

 

Utanmıyordu, gerilmiyordu. Dakikalarca başında duruyor hatta konuşup, dertleşiyordu. Armağan yaşasaydı onun dertlerinin sebebi Asil olacaktı. Ama o bunu umursamıyordu bile. Armağan hepimizle yakındı. Asil'le benim sayemde tanışmışlardı ama tanıştıkları ilk andan itibaren iyi anlaşmışlardı.

 

Armağan, Çetin'le de iyi anlaşırdı. Zaten Çetin ve Asil sadece Armağan'ın yanında tartışmadan durabilirlerdi. Onların tartışması gölgeyle dövüşmek gibiydi. Çetin ağzına geleni söyler Asil de sadece dinlerdi. Bazen bir anlık boşluğuna denk gelirse açıklama yapardı.

 

Çetin için Asil uğraşmadan kazanandı. Asil içinse Çetin daimi galipti. Ona karşı girdiği her şeyi kaybedeceğini söylediğini bile hatırlıyordum. O üçü beklediğimden çok daha iyi anlaşıyorlardı.

 

Başımı geriye çevirmemek için uğraşırken önümde duran arabayla ona baktım. Mert arabayı durdurmuş ve kendi tarafından inip benim yanıma gelmişti.

 

"İyisin değil mi?" gözleriyle tüm yüzümü taradı. İyi olduğuma kanaat getirince beni dinelemeye ihtiyaç bile duymadan arabanın kapısını açtı bana.

 

Benimse dikkatim daha farklı bir yerdeydi. Kapısını açtığı arabanın rengi kırmızıydı. "On altı."

 

"Anlamadım?"

 

Asil'in geri dönmesi ihtimaline karşın arabaya bindim ve onun kendi tarafına geçmesini bekledim. Mert binip kemerini takarken hala bana bakıyordu. Neyim olduğunu anlamaya çalışıyordu.

 

Biraz daha erken çıkmalıydım oradan ya da Mert daha erken gelmeliydi buraya. On beşinci araba bu olmalıydı, diğeri değil.

 

"Senin araban olduğunu bilmiyordum."

 

"Yayınevini alırken bunu da aldım."

 

"Kırmızı popüler herhalde artık."

 

"Çok sevmem ben kırmızı arabayı da bunu Asil almıştı. Yayınevinin aracı işte. Orayı devrederken bunu da devretmişti. Kırmızı araba takıntısı onda var bir tek."

 

Sevmediğini belli eden yüz ifadesini görünce ön camdan ileriyi izlemeye başladım. Meclisteki arabalar dışında Asil'in arabaları her zaman kırmızı olmuştu. Bu bilginin bilinç altımdaki varlığı mı bende kırmızı arabanın şans getirdiğini inanmaya itiyordu emin olamıyordum.

 

Benim iyilerim artık kötü olma yolundaydı.

 

"Omzun nasıl oldu o kurşundan sonra?"

 

"Bir omuzun değeri bu kadar eder mi sorusunun daha kibar hali herhalde bu?" Gülerek sorduğu soruyla utandım. Aslında öyleydi. Asil'in kurduğu her şey bir omuz uğruna gitmiş olmazdı. Ama bunu düşünmek bile onu ne kadar kırabilirdi diye hesap etmek istemiyordum. Borçlu çıkardım. Sessizliğime karşılık tekrar o konuştu.

 

"Bazen kolumu komple kullanamıyorum ama sadece gergin olduğum zamanlarda oluyor bu. Çok sorun teşkil etmiyor yani."

 

"Asil'in her şeyi bu kadar çabuk bırakması normal mi sence?"

 

"Bence Asil'de kendisinin bile bilmediği bir ego var Akça. Bana bunca şeyi verdi, babasından kaldığını, babası beni vurduğu için tüm bunları verdiğini söyledi. Ya da Çetin'in sert sözlerine hiçbir şey demedi, onu danışmanı yaptı, onsuz adım atmadı. Sima'ya başhekimlik verdi. Bunların hepsi onun çok iyi olduğunu gösteren şeyler ama o iyiliğiyle insanları ezmeyi seviyor sadece."

 

Etrafımdaki herkesin fazla dürüst olduğu bir gündü bugün. Ve ben bundan çok hoşlanmamıştım.

 

"İyilik ezer mi karşısındakini?"

 

"Karşındaki iyiliği normali edinmemişse altında boğulur kalır Akça."

 

"Boğuldun mu sen?"

 

Gülümseyip baktı kısık çıkan sesimden sonra.

 

"Boğulmadım. Ben iyiliği ya da kötülüğe borçlanmak ne bilmiyorum Akça. Borç yok benim literatürümde. Bir ben varım, bir de olmasını istediğim şeyler. Bugün gelip geri istesin her şeyi benden. Hiç düşünememe bile gerek yok veririm her şeyi. Zaten o da bunu biliyor. Ondan karşılaşmak istemiyor benimle."

 

"Nasıl?"

 

"İsterse veririm istediğini. Ama o istemez. İstediği şeyleri almaktan korkuyor çünkü. Korkusuyla yüzleşmemek için gelmiyor yanıma. Babasının boynuna bindirdiği yükten kurtarıyorum ben onu. O da kendi isteğini göz ardı edip kafasının ya da vicdanının rahatlığını tercih ediyor."

 

Çantamdaki kağıtları çıkardım Mert arabayı durduğunda. Az önce bahsettiği parkın önünde durmuştuk.

 

"Neden buradaydın?"

 

"Bilmem. Sen neden mezarlıktaydın?"

 

"Bilmem." Beni yüreğim oraya götürmüştü. Belli ki onu da yüreği buraya getirmişti. Sorgulamadım.

 

"Bu kağıtları çözebilir misin?" Elimdeki kağıtları eline alıp baktı. Yüzünü buruşturduğunda bir şeyleri çözmeye çalışıyor gibiydi.

 

"Kriptolog mu sanıyorsun sen beni?"

 

"Biraz andırıyor gibisin."

 

Yani şak diye anlayamam ama eğer gizli bir belge falan değilse birkaç gün inceleyebilirim."

 

"Orijinal onlar. Bu haliyle veremem ama fotoğrafını çekebilirsin. Çözersen büyük şey başarmış olursun Mert."

 

"Büyük şeyler başarma gibi bir isteğim yok. Sen istediğin için bakacağım sadece."

 

"Sağ ol."

 

"Tabloyu bitirdim bu arada."

 

"Çok çabuk bitirmedin mi?"

 

"Dün sen gittikten sonra ellerim hala boya yapmak istiyor gibiydi. Ben de onları tutsak etmedim. Aktı gitti bir kez başlayınca."

 

"Memnun kaldın mı bari?"

 

Ellerini gösterip "Bunlar yeterince memnundu." dedi. Elleri kıvrım kıvrımdı. Eklemleri bariz belliydi.

 

"Sanatçıyı memnun edemedik yani, sadece aracı memnun."

 

"Sanatçının öyle bir vasfı mı varmış Akça?" dalga geçer gibi söylediği şeye karşı burun kıvırdım. O kendine ne vasıfları yakıştırıyordu anlamıyordum ki? Mertle konuşmak biraz zordu. Daha doğrusu anlaşarak konuşmaktı zor olan. İkimiz de bambaşka şeylerden bahsederek saatlerce konuşabilirdik ama anlaşarak konuşsak brik yerde tıkanır, o tıkanıklığı açmak için uğraşmazdık.

 

"Hala neden böyle olduğunu söylemedin?"

 

"Böyle bir soru sormadın bile bana Mert."

 

"Sordum, ama görmedin. Gözlerin daha farklı şeyleri arıyor gibi şu an. Bakıp görmüyorsun önünü."

 

"Beklemediğim bir şeyler öğrendim bugün."

 

"Sorsam söyler misin?"

 

"Hayır."

 

Mert zaten tahmin ettiği cevabı duyunca sadece güldü.

 

"Ben küçükken parkaları çok severdim."

 

"O zamanda mı kaldı bu sevgi?"

 

"Yok, sadece artık eskisi gibi seviyor değilim. Herhangi bir nefretim de yok. Ama burada yaşıtım çocuklarla saatlerce oynamaktan çok zevk alırdım." Aklına bir anda bir şey gelmiş gibi parmaklarını şıklatıp bana baktı. "Hatta Çetin'le burada tanışmıştık biz."

 

"Sen Çetin'le çocukluktan mı tanışıyordun?"

 

"Bilmiyor muydun bunu. Çocukken o parka sürekli kardeşini getirirdi. Bir süre sonra oyun arkadaşı olmuştuk ama sonra ben evlatlık verilince görüşemedik bir daha. Yıllar sonra karşı karşıya gelince de hiçbir şey anlam kazanmadı tabi. Asille de bu parkta karşılaşmışlığımız var. Vakur bir herif ama. Bizimle oynamazdı, şu koca çınarın altında kitap okurdu sürekli. Her hafta değişirdi elindeki kitap. Çetin uyuz olurdu hatta ona bu yüzden. Ama hiç tanışmadık onunla."

 

"Çetinle aynı okulda okuduk. Uyuz olduğu kişinin aynısıydı o zamanlar. Sadece ders çalışırdı. Bölüm birincimizdi bizim."

 

"Çetin bence hep birinci olmak için çabalayan birisi. Nasıl oldu da Asil'in yardımcılığını kabul etti anlayamadım. O zaman da şimdi de hala anlam veremiyorum buna."

 

"Çok çirkin şeyler yazmıştın Mert."

 

"Sadece düşüncelerimi yazmıştım."

 

"Asil için önce altın kaşık, şimdi altın taht diye koca manşet atmıştın. Çetin'i hiç yermemeni sebebi bu muydu senin? Çocukluktan kalma bir vefa duygusu?"

 

"Sen bile inanmıyorsun buna Akça. Çetin'in gömülecek bir tarafı yoktu. Hepinizden daha fazla uğraştı o. en küçük anından itibaren hep bir savaş içindeydi. Onun yönetimi daha farklı olurdu."

 

"Belki de öyle olurdu. Gideyim ben artık Mert. Sen çek fotoğrafları, bir şeyler bulursan ararsın bin."

 

Mert başını sallayıp telefonuyla kağıtları çekti. Kağıtlara baktığı an beyni hızla çakışmaya başlıyor gibiydi.

 

"Bırakayım seni evine."

 

"Ben giderim kendi başıma."

 

"Gidersin zaten ama rica ediyorum. Bırakayım seni, karardı hava iyice."

 

Havaya baktığımda kararmakla uzaktan yakından ilgisi yoktu ama tamam dedim ona. "Sima'nın evine gideceğiz."

 

"Eski dostlar yine bir arada demek." Arabayı çalıştırırken söylediği şey çıkan gürültüde kayboldu gitti.

 

Sima dosttan fazlaydı bana. Ama bunun şu an hiçbir önemi yoktu. Mert sessizce arabayı sürerken camdan dışarıyı izlemeye devam ettim. Koca koca bulutlar yer değiştiriyordu. Sima'nın evinin sokağına gelince araba yavaşladı. Mert'e bakıp teşekkür ettim ve arabadan inip onun gitmesini bekledim. Bana binayı işaret edince önce benim gitmemi beklediğini fark edip binanın içine girdim. Ben merdivene ilerlerken arabanın çalışma sesi geldi. Yavaş yavaş yukarı çıktım ve üzerinde isimlerimizin yazdığı zile bastım.

 

Kapı açılmayınca tekrar bastım. Bu defa içeriden bir kapı sesi geldi ve birkaç saniye içinde kapı açıldı. Sima eşikte belirdi. Onun yanından sessizce geçip ceketimi astım vestiyere. Sima odama geçecekken bileğimden tutup kendine çevirdi. Gözlerimin içine bakıp, emin olamayınca daha da yaklaştı.

 

"Ağladın mı sen?"

 

"Hayır." Yalan değildi. Ağlamamıştım.

 

"Neyin var senin?"

 

"Hiçbir şey Sima, dinlenmek istiyorum sadece."

 

"Kendini mi kandırıyorsun beni mi? Besbelli kötüsün işte neyin var söyle?"

 

"Niye hiçbir şey eskiyle aynı değil Sima?" Fısıldamıştım resmen ama duymuştu beni. Eve gelir gelmez yaptığı dağını topuzu, eskiden yüzünden tebessümün eksik olmadığı yüzüne ait olan karamsar ifade ile karşımdaydı. O da bunu özlüyor, merak ediyordu.

 

Biz ne olmuştu da böyle olmuştuk?

 

"Bilmiyorum Akça."

 

Sessiz kaldığımız sürenin sonunda tuttuğu bileğimi bırakmadan peşinde sürükleyip oturma odasın götürdü beni. Koltuğa oturunca üzerimize yanımızda duran battaniyeyi örttü. Ben gelmeden önce burada uzanıyor olmalıydı.

 

"Film izleyelim mi?"

 

"Olur." Bir an da olsa kısa da sürse eski olmak istemiştim. Eskisi gibi. Sima kabul etmemi beklemiyor gibi bir an panikleyip hızlıca televizyondan bir film açmıştı. Normalde onun filmleri mısırsız olmazdı ama sanki vazgeçmemden korkuyor gibi inanılmaz hızlı davranıyordu.

 

İlkini beraber izlediğimiz bir animasyon serisinin devam filmini açınca ekrana kilitledim bakışlarımı. Onun bana baktığını bazen gözlerini kaçırdığını hissediyordum. O da kötüydü.

 

"Bir şey mi oldu hastanede?"

 

"Evet."

 

Sormamı bekler gibi anında cevap vermişti soruma. Film akmaya devam ediyordu ama Sima'ya baktım. Asık yüzü televizyondaydı hala. arada yanaklarını şişirip şişirip ofluyordu. Bu onun hakkında spesifik olan özelliklerinden biriydi.

 

"Ne oldu?"

 

"Çetin geldi hastaneye." Sesindeki yorgunluk ona sarılma isteğimi artırıyordu.

 

"Ne dedi?"

 

"Aynı şey." Dizlerinin üstünde beklettiği elleriyle oynuyordu. "Her defasında koca bir sessizlik veriyor bana." Çetin'in bu yönüyle tanışan tek kişiydi Sima. Bu yüzden onu anlayamıyordum.

 

"Sessizliğini duy o zaman Sima. Belki de bunu istiyor?"

 

"Ben sen değilim Akça. Sessizlikten mana çıkaramam. Konuşsun istiyorum benimle. Sessizliğini değil sesini paylaşmak istiyorum."

 

"Seviyor seni. Nasıl dile getireceğini bilmiyor ama seviyor."

 

"Biliyorum Akça. Başından beri biliyorum" Daha ben bu şehri terk etmeden önce Sima ile mutfakta o yemek yaparken ben de masada oturup onu izlerken konuştuğumuz konuların başı Çetin'di hep. Çetin ve Sima'da uyandırdıkları, Çetin'in ve onun anlaşılmayan yönü, Çetin ve Sima. Bunlar o zamanlar benim konuşmayı en sevdiğim konuydu. İki yakın arkadaşımın aptal aşık gibi takılması şimdilerde sinirimi bozsa da o zaman çok yakından bir romantik komedi izliyormuşum hissi veriyordu.

 

Çetin'e Sima'nın onun hislerini bildiğini söylememe gerek yoktu ama Sima'nın bunu bilmeye tabi ki hakkı vardı. Sima, Çetin'e karşı bir şeyler hissettiğini ve ondan emin olmadığını söylediği ilk an ona Çetin'in hislerini söylemiştim.

 

Sima ipleri eline alıp konuşurdu belki ama Çetin onun yanında sahiden çok garip davranıyordu. Sima ile tek kaldıkları an çetin tüm sessizlik hakkını kullanıyordu. Sima ise bundan gerçekten hoşlanmıyordu.

 

"Sen konuş Sima o zaman."

 

"Sessiz kalmak yerine bir konuşsa benimle ben zaten konuşurum Akça."

 

"Ben ne seni ne onu anlıyorum Sima."

 

"Ben çok anlıyorum sanki."

 

"Dün kapının önündeydi."

 

Bir an heyecanla bana baktı. "Dün söyleseydin ya."

 

"Ne yapacaktın sanki söyleseydim?"

 

"Hiç, sessizce beklerdim." Kinayeli cümlesinin sonunda telefonum çalınca oflayıp ayaklandım. Şu ceketi çıkarırken cebinden telefonumu çıkarmayı huy edinmeliydim bir an önce. Telefonumu alıp ekranına baktığımda numarayı tanımayınca cevaplama tuşuna basıp kulağıma dayadım.

 

"Alo"

 

"Akça." tanıdık gelen sesle başımdan aşağı kaynar suların döküldüğünü hissetmiştim. "Akça benim, Yasemin."

Bölüm : 10.12.2024 20:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...