

İYİ OKUMALAR DİLERİM :)
yıldızı parlatmayı unutmayın lütfen.
BÖLÜM DOKUZ
Salahdar
Hazırlanıp evden çıktıktan sonra Hüma Sultan’ın huzuruna çıktılar. Mavi üst üste uykusuz geçirdiği iki geceden sonra yorgundu. Kafasını toplayıp tüm enerjisini bugünü atlatmaya yoğunlaştırmıştı. Bugün bittikten sonra kendi problemleriyle ilgilenmeye devam edecekti. Ancak çok geçmeden yakalandı.
“neyin var senin?”
Mavi boş bakışlarla Hüma Hatun’a bakıp ne dediğini idrak etmeye çalıştı bir an. Sonra kafasını sallayıp “anlayamadım Sultan’ım,” diye cevapladı. Hüma Sultan ağzını açıp konuşacaktı ki içeriye Safiye Sultan girdi. Hüma Sultan hemen ayağa kalktı. Ceylan ve Mavi ise başlarıyla selam verip kenara çekildiler.
“günaydın” dedi Safiye Sultan o kuş cıvıltısı sesiyle.
“günaydın Sultan’ım.”
“ben hazırım” Safiye Sultan kan kırmızısı renginde kadife bir kaftan giyip gümüş rengi bir başlık takmıştı. Başlığının üstüne ise siyah bir şal atmış iki tarafını omuzlarından aşağı sarkıtmıştı. Sadeydi. Ama çok şıktı. Hüma Sultan ise abartılı giyinmeyi severdi. Nitekim bronz işlemeli siyah kaftanının beline kalın gümüş bir kemer takmıştı. Yüksek başlığı ise koyu yeşil renginde idi. Şalı ise beyazdı.
“gidelim o halde.”
İki Sultan kapıdan çıkarken Ceylan ve Mavi de onları takip ettiler. Aslında Hala Sultan’nın da geleceğini düşünüyordu ama ortalıkta yoktu. Kafasından geçenleri merak etmekle birlikte üstüne düşünecek halde değildi. Gerçekten tek isteği bugünün bir an önce bitmesiydi. İlerlerken iki sultanın konuşmalarına kulak misafiri olmaktan kendini alamadı.
“Emir Hazretleri dün akşam sofrada öyle demek istemedi.” dedi Hüma Hatun.
“biliyorum canım.” Safiye Sultan kısık sesle konuşuyordu ama Mavi ve Ceylan konuşulanları duyuyorlardı. “Ali Bey, anneme karşı fazlasıyla sabırlı davrandı Hüma Hatun. Ben zaten farkındayım. Lakin annemi değiştiremem.”
“Hala Sultan’ımız benim laflarıma itimat etmiyor lakin siz annenizle ben de Emir Hazretleri’yle konuşursak arayı ısıtmanın bir yolunu buluruz.”
“deneyeceğim. Umarım annemi inadından vazgeçirmeyi başarabilirim.”
Bu konuşmadan sonra Mavi hiçbir şey duymamış gibi yanlarına gelip “bugün için gitmek istediğiniz özel bir yer var mı Sultan’ım?” diye sordu.
“Önce türbe ziyaretimizi yapalım. Dikenli Meydan’daki hatunları ziyaret edelim. Hallerini soralım. Sultan Tepesi’ne çıkıp deniz manzarası seyretmek istiyorum. En sonda Vezir kubbesine gidip Salahdar’ın meşhur etli böreğinden yiyelim.”
Mavi. Sultan’ın dediklerini kafasıyla onaylayıp yanlarında bekleyen Eşref Birliği askerlerine işaret verdi. Bu bizden önce gidip tedbirinizi alın demekti. Gerçi günler öncesinden sultanın ziyaret edeceği mekânlar belirlenmiş ve gereken hazırlık yapılmıştı lakin şimdi ayrı bir ihtimam gösterilmesi gerekiyordu.
“ne kadar güzel bir gün,” Safiye Sultan güneşe bakıp gülümsedi. Yaşamasını bilen insanlardandı. Hani şu her nefesin kıymetini bilen gün bitsin değil gün yaşasın diyenlerdendi. Gerçekten de hava sonbaharın en güzel havasıydı. Güneş vardı lakin yakmıyordu. Ancak üşütmüyordu da. Etrafta sararmış koca ağaçlar hafif hafif eserken muhteşem bir ses çıkartıyordu. Gelen üç arabadan ortadakine bindiklerinde hemen hareket ettiler.
Yola çıktıklarında Safiye Sultan, Ceylan’a bakıp “çok sessizsin Ceylan gözlü,” dedi tebessümle.
“kusuruma bakmayın Sultan’ım. Sessizliğim sizi üzdü mü yoksa?”
“meraklandırdı diyelim.”
“susuyorum çünkü sizi dinlemek kendimi dinlemekten daha hoş geliyor kulağa”
“ah sen!” dedi Safiye Sultan. “tam annenin kızısın.”
İki kız kardeş birbirlerine bakıp seslerini çıkarmadan önlerine döndüler. Hiçbir şey anlamamışlardı. Safiye Sultan bir kahkaha atınca Mavi nedense rahatsız oldu.
“ne demek istediğinizi anlayamadım Sultan’ım”
“Gülsüm Hatun’a benzemişsin işte. Ne diyeceğini çok iyi biliyorsun. İnsan hiç üç-beş cümle ile karşısındakinin kalbini kazanmayı başarır mı?”
Ceylan tebessüm edip utandı. Mavi ise gülümsemeye çalışıp mide bulantısını unutmayı deniyordu. Sabah zar zor bir dilim ekmek yemişti ve şimdi midesindeki bulantı artmaya başlamıştı. İki gündür uykusuzdu ve dün öğrendiği şeyler gerçekten çok ağırdı. Bir an önce bu meseleyi halletmek istiyordu. Aklına İmran gelince yüreği daha çok yandı. Babasının kim olduğunu bilmiyordu. Annesi kendini öldürmüştü ve kardeşini kaybetmişti. Bunların hiçbirini bilmiyordu. Tek bildiği kimsesiz Hristiyan bir çocuğun evlat edinildiğiydi. Boğaz’dan gelmişti. Boğaz! Orada hayat çok zor olurdu. Peki ya o nasıl dayanmış, nasıl Mavi’nin İmran’ı olmuştu?
Bu düşünceleri kafasından atmak ve ensesinde ki ağrıyı dindirmek için hafifçe boynunu sağa sola doğru oynattı. Ama yine Hüma Hatun’un bakışlarına yakalanmıştı. Gözlerini kaçırıp dışarıya baktı. Altın Göbek’ten dönüp deniz yoluna çıkmışlardı.
“derler ki her kim Sultan Tepesi’ne çıkıp Mavi fenerdeki beyaz lekeyi ilk bakışta görürse kalbinde ki en gizli istek kabul olurmuş.”
“bunu hiç duymamıştım,” dedi Mavi.
“duymadın çünkü ben uydurdum Mavi.” Safiye Sultan ona göz kırpınca şaşırdı. “bakalım gerçekten burada mısın diye saçma sapan bir şey uydurayım dedim.”
Hüma Hatun kıkırdadı. “biraz yorgun gözüküyorsun.”
“uyku tutmadı Sultan’ım. Lakin hiç merak buyurmayınız,” Mavi bu sefer Safiye Sultan’a dönüp “gayet kendimdeyim ve buradayım,” diye devam etti.
Türbeye vardıklarında ziyaret namazı kıldılar ilk önce. Etrafta Eşref Birliği dolanıyor kimseye göz açtırmıyordu. Mavi adı gibi biliyordu ki sivil görünümlü pek çok görevli daha vardı.
Mescitten çıktıklarında türbeye girip Salahdar’ın üç büyük dervişinin mezarlarının başında dua ettiler. İçlerinden Derviş Mehmet Can Veli dedesinin büyük atasıydı. Salahdar ülkesi ilk kurulduğu yıllarda ülkede İslam birliğini sağlama yolunda büyük bir rol oynamış ve şimdi de bütün ülke tarafından saygıyla ve duayla anılan bir âlimdi. Mavi onun mezarına bakarken “büyük dedem,” diye geçirdi içinden. Bir cevap işitmedi ama yüreği huzurla doldu. Sanki şefkatli bir el başını okşayıp ona sabırlı olması gerektiğini fısıldıyordu. Ürperdiğini hissetti ama korkmadı. Niye korkacaktı ki? Her şey yüce yaratanın takdiriydi. “Allah’ım sen bana yardım et. Çok korkuyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ailemdeki bütün yanlış anlaşılmaları çözüp huzura kavuşmak istiyorum. İmran’ın kalbini kırdım. Düzeltmek istiyorum. Çocuk gibi davrandım Allah’ım! Ne olur affet! Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Ya rabbim sen her kulunun duasına hemen cevap verirsin. Yıllardır hem babamı hem abimi hem de amcamı yiyip bitiren bu acıdan kurtar. Ne olur bana bunu yapabilecek güç kuvvet ver. Bana bir yol göster Allah’ım.”
Mavi ellerini yüzüne sürerken gözünden gelen bir damla yaş şehadet parmağına sürüldü. Yutkunup toparladı kendini hemen. Yanında duran Ceylan da dalıp gitmişti. Burası insana huzur veriyordu.
“Allah dualarınızı hayırla kabul etsin hatunlar,” dedi Safiye Sultan. Şimdi herkes durulmuştu. Ömrün gelip geçiciliği ölümün çok yakın oluşu vardı akıllarda. Verilecek bir hesap vardı ortada. Hele ki devlet yanında duruyorsan, yönetimde söz hakkı isen üç kat dört kat daha zordu hesap vermen.
“amin” dediler hep bir ağızdan. Türbeden ayrıldıklarında Dikenli Meydana doğru yola çıktılar. Dikenli Meydan, Salahdar’ın en güzel yerlerinden biriydi. Meşhur bir korusu vardı. Korunun meşhur laleleri her sene festival ile açılır ve binlerce konuk ağırlardı. Ancak şimdi Lale mevsiminde değillerdi. Yine de koru içinde yürüyüş yapmak çeşmelerden akan su sesini dinlemek yerlere düşen sarı yaprakların üzerine basıp çıkan sesleri duymak çok güzeldi. Sonbahar mevsimi tüm güzelliğiyle sergiliyordu kendini yerde ve gökte. Korudan çıkıp hatunlar fabrikasına gittiler. Ayakkabı üretimi yapan bu fabrikada sadece kadınlar çalışıyordu. Genellikle kocalarını kaybetmiş ya da önemli bir kayıp yaşamış ihtiyaç sahibi kadınlar işe alınıyordu. Koskocaman bir fabrikaydı burası. Şehrin ayakkabı ihtiyacının dörtte biri buradan karşılanıyordu.
Tesisin içine girdiklerinde fabrika müdürü ve işçi şefi hatunlar onları karşıladı. Safiye Sultan ve Hüma Sultan çalışan kadınları izlerken bir yandan da müdürden fabrika hakkında bilgi alıyordu. Mavi dolaşırken yüzlerinde hep aynı hüzün olan kadınları inceledi. Kimisi gençti kimisi yaşlı. Zayıf, şişman ya da esmer açık tenli bir sürü kadın. Ama hepsi aynıydı işte. Hepsi o çok çetrefilli yollardan geçip bir kayıpla yüzleşmiş, sonra da ayağa kalkıp devam etmişlerdi.
Öğle yemeği vakti geldiğinde hatunlar makineleri kapatıp yemekhaneye geçtiler. Bugün özel misafirleri olduğunun farkında oldukları için fısıldaşıp duruyorlardı. Safiye Sultan herkesten ayrı yemek yemeyi reddettiği için herhangi bir masaya geçip kadınlarla sohbet ederken bugünün listesinde ne varsa herkesle birlikte ondan yiyordu. Hüma Hatun ise yanındaydı. Mavide başka bir masaya geçip “oturabilir miyim hatunlar?” diye sordu. O tepsi almamıştı. Çünkü yiyecek hali yoktu hala.
“gel kızım gel” dedi yaşlı bir teyze. Mavi oturup gülümsedi. Masada oturan genç bir kız belki de yaşıtı ona bakıp “sen Aliye Bahar Özi’sin değil mi?” diye sordu.
Mavi kafasını salladı. “sen?”
“adım Cevahir.”
“Cevahir. Ne güzel bir isim.”
“teşekkür ederim.”
“işler nasıl gidiyor Cevahir?”
“Allah’a şükür. Karnımız tok keyfimiz yerinde. Allah, Emir Hazretleri’nden razı olsun ne beni ne de babasız kalan bebeğimi ortada bırakmadı.”
“kocanı ne zaman kaybettin?”
“daha yıl olmadı Vezir Kerimesi.” dedi Cevahir. Gözleri dalıp gitmişti.
“Allah sabır versin.” dedi Mavi içtenlikle. Masada oturan herkes o sormadan anlatmaya başladı hikâyelerini, kimisi yaşlı ana babasına bakmak için çalışıyordu kimi yetimlerine kimisi de tek başınaydı. Kimisi çalışamayacak halde olan kocası yerine çalışıyordu. Maalesef bir kısmının eğitim hayatı yarıda kalmıştı. Ama hepsi de çok güçlüydü. Mavi hepsini tek tek ilgiyle dinledi.
“ne kadar güçlüsünüz böyle,” dedi masada anlatılacak bir şey kalmayınca. “hepinize hayran kaldım.”
Bu iltifat karşısında hepsi gülümsedi. Duruşları bile dikleşmişti. Memnun bir tavırla yemeklerini yemeye devam ederken “düğününüz ne zaman Vezir Kerimesi?” diye sordu Cevahir.
“Nisan ayında. İnşallah sizi de beklerim.”
“inşallah”
Fabrikada ki ziyaretleri bittiğinde hepsi farklı alemlere dalıp gitmişti. Hayat zordu. Lakin hepsi aynı gaye ile yaşıyorlardı. Devam etmek.
Sultan Tepesine çıkarken “Sultan’ım,” dedi Mavi. “iyi ki buraya gelmişiz.”
“bence de” Ceylan kafasını salladı. “muhteşemdi.”
Safiye Sultan tebessüm edip “hayat saraydan ya da yaşadığımız korunaklı evlerden ibaret değil kızlar. Dışarısı her zaman çok zordur. Yaşam mücadelesi yorar insanı zaten. Bir de tek başına kalmak. Yalnızlık yorar insanı. Bu yüzden yalnız olmadıklarını hissetmeleri lazım o güzel insanların. Bizim gibi makam mevki sahibi hatunların en büyük vazifesi kol kanat germektir.”
Mavi dikkatle dinleyip kafasını salladı. Safiye Sultan, Akdağ Hanedanının en iyi yürekli sultanlarından biri olmalıydı. Birden onun da yalnız olduğu geldi aklına. Kocası yoktu. Çocuğu yoktu. Annesi zordu kardeşi vardı ama yoktu. Çok üzüldü onun için. Yüreği iyi olanlardandı Safiye Sultan. Bu yüzden sınavı daha ağırdı.
Tepeye çıktılarında deniz havası çarptı hepsini. Yosun kokusunu içine çekti. Tepede bulunan çay evlerinden hemen koca bir semaver geldi. Çaylarını içerken Mavi ince bardağı iki eliyle tutup üstünde tüten dumanını seyrediyordu. Birden gözü tepenin sağında kalan fenere takıldı. Aklına bir muziplik geldi ve gülmesini tutamadı.
“ne oldu Mavi?” diye sordu hemen Hüma Hatun.
“Beyaz lekeyi gördüm”
Hatunlar hep beraber gülerken Mavi günün çok iyi geçtiğini düşündü. Hâlbuki bu sabah evden çıkarken bir an önce bitmesi için dua ediyordu. Sanki yüce rabbi uğraşması gereken aile meselesinden önce kafasını toparlamak için ona bu günü nasip etmişti.
Çaylarını içerken bazen muhabbete dalıyorlar bazen de sessizce denizi seyretmeye devam ediyorlardı. Denizi seyretmek, o engin deryanın maviliğinde kaybolmak hepsine iyi gelmişti.
Safiye Sultan “hadi gidelim artık,” dedi. Tekrar arabaya bindiklerinde Mavi’nin başka bir yere gidecek hali kalmamıştı ama sesini çıkarmadı tabii. Ayarlanan börekçide durduklarında kimse tek kelime etmemişti.
Kendilerine ayrılan bölgeye geçtiklerinde etraf çok önceden Eşref Birliği ile kuşatılmıştı. Masaya oturduklarında hatunlar etraflarında deli divane oldular. Enfes bir masaya benziyordu.
Börekler geldiğinde besmele ile birlikte başladılar. Bir zaman sonra Safiye Sultan konuşmaya başladı.
“seni bugün ablanla birlikte buraya çağırmamın sebebi nedir merak ediyor musun?”
Ceylan bu soru karşısında boğazında ki lokmasını zorlukla yutup kafasını salladı. Gözlerinde endişe vardı. Mavi’ye baktığında ablası ona destek vermek istercesine gözlerini kapatıp açtı.
“annem çok zor bir kadındır,” dedi Sultan. “aklına bir şey koydu mu yapar. En üzüldüğü ve hayal kırıklığına uğradığı nokta ise kardeşim Mehmet’tir.”
Masada çıt çıkmıyordu. Herkes Safiye Sultan’ın konuyu nereye getireceğini merak ediyor ama soru sormaya da cesaret edemiyordu.
“Mehmet küçük yaşta babasını kaybettiği için pek zor bir çocukluk geçirdi. Üstüne bir de annemin onu neredeyse her konuda serbest bırakması da eklenince bugün tanıdığınız ayyaş ve terbiyesiz namlı kardeşim ortaya çıktı.”
“estağfurullah Sultan’ım,” dedi Hüma Hatun hemen. Safiye ise acı bir tebessüm edip kafasını salladı. “yok hatun yok. Ben biliyorum neyin ne olduğunu. Kardeşimi savunacak da değilim. Lakin bu dünyada onu seven iki kişiden biri de benim. Kardeştir. Candır. Ne yapayım?”
Ceylan sesini çıkarmadan başı önünde dinlemeye devam ederken Mavine düşündüğünü merak ediyordu.
“demem o ki Ceylan, annem seni kardeşim için münasip görmüş. Ben de seni çok sevdim. Ailemize senin gibi bir kızın katılması beni pek memnun eder. Lakin dediğim gibi kardeşimin savunulacak hiçbir tarafı yok. O yüzden Ceylan, sen ne karar verirsen ver, anneme karşı ben senin yanındayım. Kimse sana içinde olmak istemediğin bir hayatı zorla dayatamaz. Başta ben olmak üzere ne Hüma Hatun ne de Emir Hazretleri buna izin vermez. Gönlünden ne geçiyorsa düşün taşın ona göre karar ver. Aklında ise bunu bilmenin rahatlığı olsun.”
Son derece rahatlamışa benzeyen Ceylan tebessüm edip kafasını salladı. Bu konuşmadan sonra kalkma vakti gelmişti. Bin bir sevgi gösterisiyle uğurlanan Sultan Alayı yola çıktığında saraya çabuk vardılar. Mavi ve Ceylan, Safiye Sultan’ın elini öpüp harem dairesine doğru yolladılar. Daha sonra da Özi mülküne ait onları bekleyen arabaya binip saraydan çıktılar.
Eve vardıklarını bile fark etmeyen Mavi o denli dalıp gitmişti ki kardeşinin onunla konuşmaya çalışıp sonra da vazgeçtiğini bile duymamıştı. Araba durduğunda gözlerini dikip kaldığı camdan evi görünce yüzünü ovuşturup kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Neredeyse akşam namazı vakti gelmişti.
“abla?” diye sordu Ceylan. Mavi dönüp ona baktı. Bu sefer fark etmişti. Ne var dercesine göz kırpınca Ceylan onun koluna girip “gel biraz yürüyüş yapalım,” deyip onu evden çıkarttı. Pencereden onları izleyen anneleri kaşlarını çatıp neler olup bittiğini çözmeye çalışıyordu.
Mavi ise yürüyüş yoluna çıktıklarında kolunu çekip “ne oluyor be?” diye sordu terslenerek.
“onu sen söyleyeceksin. Bugün ne kadar berbat bir iş çıkarttın farkındasın değil mi? Hüma Hatun bütün gün gözlerini dikip sana baktı. Kaçını fark ettin? Peki ya Safiye Sultan? Kim bilir neler düşünmüştür hakkında. Abla Allah aşkına neler oluyor anlat bana! Kafayı yememi istiyorsun sen herhalde.”
Mavi birden ağlayarak kardeşine sarılıp “özür dilerim,” deyince Ceylan şok içinde kollarını ablasına sarıp onu teselli etmeye çalıştı.
“ben çok kötüyüm Ceylan,” gözyaşları içinde sarsılırken Ceylan onu yol üzerinde ki kütüklerden birine oturtup çeşmeden yüzüne su çarptı. Şalını açıp elbisenin düğümlerini gevşetti. Biraz sakinleşince Ceylan karşısına başka bir kütük çekip oturdu. Beklerken ezanın okunmaya başladığını duydular. İkisi de sessizlik içinde akşam ezanını dinledikten sonra “anlat,” dedi Ceylan.
Mavi acı içinde olan yüreğini açtı kardeşine. Dün amcasından öğrendiği her ne varsa anlattı Ceylan’a. Saklı tutamazdı ya! bu gerçek Mavi’yi ne kadar ilgilendiriyorsa Ceylan’ı ve Arslan’ı da o kadar ilgilendiriyordu. Tabii İmran’ın da bilmesi gerekiyordu. Anlatacakları bittiğinde Ceylan bir iki saniye boyunca boş boş ablasına baktı.
“Hülya anne ve Kerim amcam mı?” diye sordu iyice anlamak istercesine. Mavi usulca kafasını salladı. “o yüzden amcam evi terk etti?”
“hayır! amcam, babam İmran’ı kabul etmediği için evi terk etti.”
“ama sonuç olarak babam Hülya annenin acısını çıkartmak istediği için eniştemi kabul etmemiş.”
“evet,” diye onayladı Mavi.
Ceylan beynini kafatasının içinde tutmak istermişçesine iki eliyle tutup sıktı. Şimdi kıyafetinin yakasını açma sırası ondaydı. Akşam serinliği iki kız kardeşi dinç tutmaya yetiyordu ama gerçekler ikisi içinde çok ağırdı.
“bu yüzden babam Hülya annenin adını bile anmıyor.”
“Ceylan, babam o kadını çok sevmiş. Annemse babamı. Bu nasıl bir iş böyle! Aklım almıyor. Çıldıracak gibi oluyorum. Yüreğim kaç türlü yanıyor ben bile bilmiyorum.”
“nasıl halledeceğiz bu meseleyi?” diye sordu Ceylan. Çoktan baş ağrısı başlamış ve şiddetlenmişti bile. Mavi kafasını salladı.
“peki eniştem?”
“bilmiyorum.”
“İshak ağabeyim!” dedi Ceylan aniden. Aklına dank diye düşüvermişti. Ne çok acı çektiğini idrak edince gözleri doldu. Ceylan kolay kolay ağlamazdı. “ona ne diyeceğiz?”
“bilmiyorum”
“Amcam? O nasıl yaşadı bunca zaman? Aman Allah'ım ikisi de aynı kadını mı sevmiş yani. Onca vakit! Yıllarca babam karısının neden onu sevmediğini düşünüp kendini harap etmiş olmalı. Ah babam!”
“Ceylan, tamam.”
“abla biz onu hep böyle şimdi olduğu gibi soğuk, mesafeli biri olarak düşündük. Ama öyle değilmiş baksana benim babam hayat dolu, âşık bir adammış. O kadın!” dedi Ceylan nefretle. “her şeyi o kadın mahvetmiş!”
Mavi bu yorum karşısında sesini çıkartmadı. Çünkü elinde olmadan o da kızıvermişti Hülya anneye. Yuvasını dağıttığı için, babasını üzdüğü için, ağabeyini yarı yolda bıraktığı için. Peki ya ağabeyi? Her şeyi öğrenince o ne yapacaktı? Bu sorunun cevabı Mavi’yi çok korkutuyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.05k Okunma |
326 Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |