

iyi okumalar. yıldızı parlatmayı unutmayın lütfen
BÖLÜM ON DÖRT
Özi Mülkü
İshak, emaneti aldıktan sonra fazla oyalanmadı. Emanet kimsenin bilmesine gerek olmayan başka bir gizli görevdi. İmran’ın getirmek için büyük tehlikelere girdiği emanet Salahdar için başka kapılar açacaktı inşallah.
Zehra Hatun Köşkü’nden çıkarken Emir Hazretleri için köşkün arka tarafına bir araba gelmişti bile. Ancak gece, henüz bitmemişti.
Emir Ali, Zehra Hatun Köşkü’nün ünlü bir köşk olduğunu biliyordu. Özi Mülkü geniş bir araziydi. Şimdiki Baş Vezir ve ailesinin kaldığı kısım hariç kalan kısımlar pek çok amaç için kullanılmaya devam ediyordu aslında. Bir kısmı doğal park niteliğindeydi. Pek çok tarihi eser vardı içinde. Belki Celal Paşa’nın bile arazinin tam olarak nerede başlayıp nerede bittiğinden haberi yoktu. Zaten kullanım alanı olarak pek çoğu saraya aitti. Ancak halk diline Özi Mülkü olarak geçmişti şehrin bu kısmı. Rahmetli babasının bu köşkle ilgili anlattığı bir olay çocukluğundan aklında kalmıştı. Özi sülalesinin ikinci veziri Halil Bekir Özi’nin karısı Zehra Hatun için yaptırılan köşk arazi içerisinde ki en eski köşktü. Bazıları buraya Yeşil Köşk de diyordu. On sene önce yeniden elden geçirilmiş ancak içindeki eşyaların büyük bir kısmı boşaltılmıştı. Köşk artık ziyaret amaçlı gelen konuklar için bazen açılıyordu.
Zehra Hatun ve Halil Bekir Vezir’in aşkları meşhurdu. Zehra Hatun çocuk sahibi olamayan bir kadındı. Bu durum Özi sülalesi içinde hiç hoşnutlukla karşılanmamıştı. Yıllarca ikisini ayırmayı deneyenlere inat iki âşık birbirlerinden vazgeçmemiş, yıllarca sabrettikten sonra Zehra Hatun’a bir erkek evlat nasip olmuştu. Ancak bu erkek evlat fazla yaşamamış ve çocuk yaşta hayatını kaybetmişti. Bu olaydan sonra Zehra Hatun akli dengesini kaybetmiş ve bir daha toplayamamıştı. İstirahate çekilmesi için Halil Bekir ona bu yeşil köşkü yaptırmıştı. Zehra Hatun ellisine varmadan kederinden bu köşkte can vermiş ve daha sonra köşk onun adı ile anılır olmuştu. Halil Bekir ondan başkası ile evlenmemişti. Özi soyu Halil Bekir’in kardeşi Halit Ömer’den devam etmişti.
Emir Ali, dirayetli, güçlü, kuvvetli ancak bir o kadar da maneviyat sahibi bir adamdı. Annesi ile babasının birbirlerine olan sevgilerini ve saygılarını çok iyi hatırlıyordu. Hüma ile karşılaştığı vakit birini sevmenin, ona yoldaş olmanın güzelliği ile de tanışmıştı. Evlilik süreci çok sıkıntılı olsa da Hüma’dan vazgeçmemişti. Çevresi bu evliliğe çok karşı çıkmıştı. Halasının haremde Hüma’yı yok saydığını biliyordu. Ona göre Ali Bey; soyu sopu köklü asil olan bir kızla evlenmeliydi. Hüma ise böyle değildi ancak Ali Bey ondan razıydı. Bu zamana kadar bütün gücü kuvvetiyle onun yanında durmuş, ona destek olmuş, acısına sevincine ortak olmuştu.
Ancak bu seferde bir erkek evlat veremediği için konuşmaya başlamışlardı. Bu durum ona Zehra ile Halil Bekir’i hatırlatıyordu. Bir Beyzade sahibi olmayı o da çok istese de her şeyin bir vakti vardı.
Köşkün salonunda yüksek pencereden karanlık gökyüzünü seyrederken pek çok düşünceye dalıp gitmişti. Arada böyle kaçamaklar yapar saraydan çıkıp kafasını dinlemeye giderdi. Her şeyi, herkesi sorgular; kime ne görev vereceğini, nerede ne iş yapılacağını tahlil eder, düşünür, düşünür, düşünür, en çok da etrafında kimse olmadan sadece ama sadece Ali olmanın keyfini çıkarırdı. Kaçamak yaptığı yerlerden birisi de Zehra Hatun Köşkü idi. Huzur veren yeşil tonu ile insanı çeken bir şeyler vardı bu köşkte.
Omuzlarında ki yük ağırdı. Koca ülke değil tüm İslam âleminin sorumluluğu vardı üzerinde. Elinden geleni yapıyor lakin yine de huzursuz hissediyordu. Vakti geldiğinde Rabbine vereceği hesap ağır olacaktı. Bu yüzden temiz kalmaya çalışıyor ancak siyasetin çirkin yüzü ona oyunlar oynamaya devam ediyordu. En korktuğu şey kendi ailesinden gelecek bir ihanetti. Bu yüzden Paşaoğlu Mehmet’i takibe aldırmıştı. Anne tarafından akrabalarının çoğu görünüşte iyi insanlardı ama Emir yine de herkese karşı tedbirli davranmak zorundaydı.
Ülkesinin baş şehri Salahdar her yıl yabancılar tarafından en çok ziyaret edilen ilk üç şehirden biriydi. Bu da şehirdeki asayiş önlemlerini sürekli arttırıp sağlamlaştırmak için yorucu bir tempoda çalışmayı gerektiriyordu. Diyar-ı Şems ülkenin en önemli âlimlerinden birinin memleketiydi. Derviş Abdullah Veli. Baş vezirinin kayınpederi olan bu zatın sohbetlerine daha önce birkaç kez katılmıştı. Şehir pek çok açıdan önemliydi. Güneş diyarı, toprağı bereketli ve en çok tarihi kalıntının bulunduğu bölge idi. Bu şehir manevi açıdan olduğu kadar maddi açıdan da kıymetliydi.
Ve yüreğini yakan Boğaz bölgesi… Toprakları üç ülke ile de sınırdaş olan, terörün yuvası haline gelmiş bölge dünya uyuşturucu merkezi idi. Boğaz’da ki terör örgütünün görünüşte ki amacı üç ülkenin de askeri birliklerini bölgeden temizlemek ve bağımsız bir Boğaz ülkesi kurmak olsa da bu teröristlerin başındakiler uyuşturucu, kaçakçılık ve fuhuştan kazandıkları paralarla gününü gün ederken, onları yöneten asıl güç; coğrafyada ki bitmez tükenmez karışıklıktan faydalanıp banka hesaplarını doldurmaya devam ediyorlardı.
En büyük hayali bölgenin kontrolünü tamamen ele geçirmekti. Ancak bunun için daha vakit vardı. Emir sabırlıydı. Çok ince çok dikkatli ve temkinli davranıyordu. Ve biliyordu ki eğer her şey düşündüğü gibi giderse bu fetih kendine değil evlatlarına veya evlatlarının evlatlarına nasip olacaktı. O sadece gereken zemini hazırlamaya muvaffak olabilecekti.
“Bey’im,” kulağına dolan sesle düşüncelerinden çıkan Emir, “söyle Yusuf” dedi.
“Vezir kerimesi Aliye Hatun ve İmran Özi; köşke doğru gelmekteler.”
Emir bir an köşkten çıkmayı düşündü lakin sonra Aliye Hatun’a vermeyi düşündüğü göreve uygun olup olmadığını tahlil etmek için iyi bir fırsat olacağına karar verdi.
“emin misin Yusuf Ağa?”
“evet Bey’im”
“tamam, gözünüzü dört açın ben içeride kalmaya devam edeceğim. Kendinizi saklayın.”
Emir Ali, karanlık bir köşeye çekilip mühim bir görev vermeyi düşündüğü hatunun karakterini ve terbiyesini inceleyip son kararını verecekti. Nitekim otuz saniye sonra ikisi içeri girdiler.
“niye öteki yoldan geldiğimizi bir türlü anlayamadım,” diye fısıldadı Aliye Bahar Özi.
“kimseye gözükmeden dışarı çıkmamız lazım dediğin için. Ben de bizi kimse görmeden köşke soktum işte.”
“Yüzbaşı bu kadar gizemli olmana gerek yoktu. Hem benim de kendime göre gizli yollarım vardır yani. Onlardan birini kullanabilirdik.”
“Mavi bir dediğin bir dediğini tutmuyor farkındasın değil mi? Gayet net hatırlıyorum ki Özi Mülkü’ndeki korumalar bizi görmeden buradan sıvışmamız lazım seninle konuşmam gereken çok mühim bir mesele var dedin.”
“ay tamam.” Emir uzaktan genç çifti izlerken, Aliye Bahar konuşmaya devam etti. “Bizi mükemmel sakladın. Yüce Rabbim müstesna beşerden kimse bizim burada olduğumuzu bilmiyordur asker.”
“ne yapsam yaranamıyorum değil mi?” diye sordu İmran bıkkın bir tavırla. Bu sitem üzerine Mavi gülmeye başladı. “Tamam tamam özür dilerim. Sadece seninle uğraşmayı çok seviyorum o kadar.”
İmran yüzünde muzip bir ifade ile ona baksa da bu konu hakkında yorum yapmayarak “neden buraya gelmek istedin sevdam?” diye sordu.
“bilmem burası bana huzur veriyor. O yüzden herhalde.”
“hmmm” İmran kollarını birleştirip yaramaz bir şekilde sırıtarak, “kafamızı dinlemeye geldik yani, baş başa, ” dedi. Emir tam o anda işlerin daha kötüye gitmemesi için ortaya çıkmaya karar verdi ancak beraberinde Aliye Bahar’ın söyledikleri yüzünden bu kararından vazgeçti. Bir şey koklar gibi burnunu kırıştırıp “ abimin buraya gelme ihtimali var mı acaba?” diye sordu kendi kendine düşünür gibi.
“ne?” İmran şimdi tedirgin olmuştu. “niye?”
Mavi ona bakıp gülerek “ne oldu Yüzbaşı endişelendin,” diyerek dalga geçti. Emir ise oldukça eğlenmekteydi.
“yok canım ne alakası var? Hem sen nereden çıkarttın İshak ağabeyi?”
“kokusunu alıyorum,” dedi Mavi kendinden emin bir şekilde. “biraz limon, biraz misk, biraz da kendi kokusu,” sonra biraz daha koklayıp “gerçi bir başka koku daha karışmış gibi ama-” diye ekledi.
“hey maşallah!” dedi İmran kendini tutamayıp. “tanıdığım nice iz sürücülere taş çıkartırsın.”
Emir Hazretleri de etkilenmişti. Mavi tebessümle “annem bana küçükken köpek burunlu derdi,” deyince İmran kısık bir kahkaha attı. Mavi ise anlatmaya devam ediyordu. “Sonra bir gün bu dediğini Abdullah dedem de duyunca anneme öyle bir bakış atmıştı ki annemin bir daha bana köpek burunlu dediğini hiç duymadım.”
“Şeyhim böyle benzetmelerden pek hoşlanmaz,” diye katıldı ona İmran ve tekrar sordu. “Sevdam, buraya niye geldik?”
Bu soru karşısında Mavi’nin tebessümü silindi ve yerine kararlı ve üzgün bir ifade geldi.
“ben, yarın akşam babam ve Kerim amcamı yüzleştirmeye karar verdim.”
“ne?”
“İmran, sülaledeki herkes her şeyi biliyor ama hala susmaya devam ediyoruz. Bir şeyler yapmamız lazım.”
“haklısın ama bir şeyi unutuyorsun.”
“neyi?”
“İshak abimi.”
Mavi kafasını salladı. “Aksine sürekli aklımda, ama böyle bir şeyi ona ben söyleyemem. En doğrusu babamın anlatması, babamın ona olanları anlatması için de önce Kerim amcam ile yüzleşmesi lazım.”
“o zaman bu işten İshak abiyi uzak tutacağız.”
“kesinlikle. Önce babam ve Kerim amcamı halletmeliyiz.”
Mavi etrafına bakıp ışıkları yakma isteği ile doldu taştı fakat kimsenin nazarına takılmamak için pencereden gelen ay ışığı ile yetinmek zorundaydılar.
“çok zor olacak.” dedi İmran. Mavi sırtını duvara yaslayıp “ya hala ikisinin duyguları da tazeyse. Ya daha kötü olursa? Ya halledemezlerse?”
“sakin ol sevdam. Sakin ol,” İmran kollarından tutup nişanlısını teskin etmeye çalıştı. Mavi “hala aklım almıyor,” dedi usulca, “Onca sene nasıl sustular. İnsan hiç mi sormaz? Babam niye susmayı tercih etti. Ya hala o kadını seviyorsa? İmran, ben buna nasıl katlanırım? Anneme bunu nasıl yapar?”
Emir, konuşmaları dinlerken meselenin çok hassas olduğunu anlamıştı elbet ama ne olduğunu bilmiyordu. Çok özel, ailevi bir mesele olmalıydı.
“babamın bunca sene hiç kimseyle evlenmemiş olmasını anlayamamıştım hiç? Meğer sebep buymuş. O kendini cezalandırıyormuş.”
“İki kardeş” dedi Mavi salonda dolanırken. “İki kardeş yıllarca aynı kadını sevmiş. Biri sevdasını kalbine gömmüş. Ötekisi sevilmemenin acısıyla böyle katı, böyle soğuk bir adama dönmüş. Hülya anne hem babamın hem amcamın hem de ağabeyimin hayatını mahvetmiş İmran. Onu affedemiyorum. Nasıl yapar bunu? Nasıl? Hadi babamı geçtim bir anne, öz oğlunu bırakıp nasıl kocasının kardeşine kaçmaya yeltenir?”
“artık bu soruları sormanın bir manası yok Mavi.” İmran karanlıktan rahatsız olan biri değildi ancak bugün evin içinde bilmediği bir şey varmış gibi hissediyordu. Asker hisleri ona; neredeyse birinin onları izlediğini söylemek üzereydi. Yine de kafasını toparlayıp konuya dönmeye çalıştı. “dediğin gibi bizim yapacağımız tek şey onları yüzleştirmek. Gerisini onlar halledecek.”
“haklısın,” İmran’ın güzel yüzüne bakıp “Yarın eve erken gelmeye çalış. Çok zorlu bir akşam olacak,” diye hatırlattı.
“yarın senin saray işin yok mu? Yoksa Safiye Sultan seni yanında istemiyor mu?”
Mavi tebessüm etti. Nişanlısının kendisi için endişelenmesi hoştu. “Sultan’ımız her gün dışarı çıkmıyor. Yarın da sarayda kalacak. Ha arada beni öğle yemeklerine davet ediyorlar. Sanırım sohbetimden hoşlandı.”
“sesinde büyük bir hayranlık duyuyorum Aliye Bahar Özi. Safiye Sultan seni büyüledi mi yoksa?”
“o çok kültürlü ve çok temiz kalpli bir insan. Ve evet, biraz büyülenmiş olabilirim.”
İmran bir kahkaha atıp “imzalı resmini de aldın mı bari?” diye sordu. Mavi ona hafif bir yumruk atıp “gülme!” diye uyardı. “Sen sarayda ki kadınların yaşadığı acıları bilseydin bu kadar gülmezdin.”
“acı?” diye sordu İmran. “Ne acısı?”
“her genç kız bir Sultan olmanın hayalini kurar ama hakikatte Sultan’lar hep acı çeker.”
“Mavi gece vakti seni anlamakta zorlanıyorum açıkçası.”
“Yüzbaşı” Mavi dönüp meydan okurcasına nişanlısına baktı. “dikkatini ver ve anla tamam mı? Sen akıllı bir adamsın.”
“peki tamam? Sendeyim binbaşım.”
“aferin asker. Bak şimdi Hala Sultan’ı ele alalım. Hani şu herkesin çekindiği veya hiç sevmediği Hala Sultan! Ne kadar yalnız bir kadın aslında, herkes ona içten içe kızıyor ama göremiyorlar. Hala Sultan çocukları için endişelenen bir kadın. Tamam, işin içinde siyaset oyunları da var biliyorum kabul. Ama neden insanlar onun aynı zamanda bir anne olduğunu unutuyorlar.”
“sen ciddisin.” İmran şok içinde Mavi’ye bakıyordu. “Babanı makamında bu kadar rahatsız eden ve pek çok soruna yol açan ve kardeşini sırf siyasi çıkarlar uğruna ayyaş, kumarbaz ve kadın düşkünü oğlu ile evlendirmek isteyen bir kadın hakkında böyle mi düşünüyorsun?”
“hayır, elbette onun hakkında pek hoş şeyler hissetmiyorum,” Mavi ister istemez gülümsedi. “ben sadece onu bu noktaya getiren şeyin aslında yine aynı bakış açısı ve aynı anlayış olduğunu düşünüyorum.”
“ve ben anlayamıyorum.”
Mavi elini salladı. “Boş ver. Hem geç oldu. Evde, Ceylan’ı nöbetçi olarak bıraktım ve eğer yokluğum fark edilirse babam bu araziyi başımıza geçirir. Sonra da hıncını alamayıp bizi ta Aziziye sınırına kadar kovalar. Gidelim artık.”
“hayır hayır,” İmran kafasını salladı. “Merak ettim. Biraz daha anlat.”
“gerçekten mi?” dalga geçip geçmediğini karanlıkta anlayamadığı nişanlısı sesini çıkartmayınca “ya da Safiye Sultan,” diye devam etti. “neşeli, güler yüzlü, anlayışlı ama yine de yalnız. Kocası vatan hainliği ile suçlanmış. Kim bilir belki hiç istemeden evlendi yine de kabullendi. Onu kocası bildi. Sonra bir gün onu evlendirenler kocasını aldı elinden. Yine sesini çıkartmadı. Neden biliyor musun? Çünkü Bey kızları da Bey oğulları kadar bu ülkeden bu insanlardan sorumlu. Çünkü bir kadın için her ne kadar kocası, yuvası ve çocukları en önemli şey olsa da bir Sultan için bundan daha önemli olan şey ülkesidir. Ve eğer kocan hainse, o zaman eline bıçağı alıp cezasını sen kesersin. Ülken sağ olsun diye. Sonunda yalnız kalsan bile. Tıpkı Safiye Sultan gibi ve bilmediğimiz nice yalnız ve mutsuz sultan gibi.”
“bütün bunları ne ara düşünüyorsun sen Allah aşkına?” diye sordu İmran hayretle. “Dünyaya olan bakış açına hayran kalmamak elde değil.”
Mavi bu övgü karşısında utandı. Bakışlarını kaçırıp devam etti. “ama beni en çok üzen kişi Hüma Sultan biliyor musun?”
“o da mı yalnız?” diye sordu İmran.
“hayır,” Mavi kafasını salladı. “kesinlikle yalnız değil. Onu çok seven bir kocası ve dünyalar tatlısı bir kızı var.”
“o zaman neden en çok onun için üzülüyorsun?”
“çünkü o çok yorgun bir kadın İmran.”
“nasıl yani?”
Mavi biraz düşünüp konuyu toplamaya çalıştı. Karanlık köşesinden onu dikkatle dinleyen Emir, merakla konuşmasını bekliyordu.
“O, benim hayatımda tanıdığım en azimli insan. Çalışkan. Gerçek anlamda öyle, iş yapmak, hareket halinde olmak onun karakterinin bir parçası. Ama her gün ait olmadığı bir sarayda ait olmadığı bir kimliğe bürünüp sadece ama sadece Emir Hazretleri’ne olan aşkı ve sadakati için ait olmadığı bir hayatı yaşıyor.”
“hadi ama sende mi diğerleri gibi düşünüyorsun?”
“asla! Tabi ki de Hüma Sultan hakkında kötü bir zan beslemiyorum.”
“o zaman niye böyle şeyler söylüyorsun?”
“ben sadece onun mizacını tanımlıyorum. Hüma Hatun, özgür ruhlu bir kadın, onun ruhu sonu olmayan yemyeşil ovalara, engin denizlere, apaçık maviliklere, delicesine esen rüzgârlara, dörtnala koşan atlara ait. Ve o, her geçen gün o sarayın içinde biraz daha hapis, biraz daha yorgun, yaşlanıyor. Bu da beni üzüyor. Keşke diyorum, keşke onun için bir şeyler yapabilsem. Bir anlığına onun tüm sorumluluklarını yüklensem ve özgür bıraksam. Doyasıya bir nefes çekse içine, rahatlasa… sonra yine kaldığı yerden devam eder. Hem de daha güçlü daha sağlam devam eder.”
“ama sen çok mutsuz bir kadından bahsediyorsun,” dedi İmran. Söylediklerini gerçekten dikkatle dinlemişti. İmran; Özi sülalesinde en çok nişanlısının aklına güvenir en çok onun sözünü takip ederdi.
“Mutsuz değil. Kesinlikle mutsuz değil. Eğer bir kadın, yanında sevdiği adam varsa her şeyle mücadele eder.”
“ama yine de yorulur,” dedi İmran. Mavi gülümseyip kafasını salladı. “Asker çabuk kavradın. Bu hayat böyledir işte. Yüce rabbim bu dünyanın yükünü çekmeyi erkeğin, erkeğin yükünü çekmeyi de kadının görevi olarak tayin etmiş.”
“Ama aklıma bir şey takıldı.”
“ne?”
“hani senin en büyük hayalin bir gün o şura masasında bir vezir olarak oturmak ya!”
“eh hayal işte,” dedi Mavi. Herkesin önüne çoktan bir set çektiği hayal!
“ama benimle evlenecek ve ilm-i tarih ile ilgili çalışmalar yapacaksın.”
Mavi kafasını salladı. Aslında çoktan gelecek olan soruyu tahmin etmişti bile. Yine de sesini çıkarmadı.
“sen de yorgun mu olacaksın?” İmran bu soruyu öyle bir ses tonuyla sormuştu ki Mavi yüzünü sevmemek için kendini zor tuttu. “Hayır,” dedi net bir şekilde.
“dedim ya sen yanımda olursan hiçbir şey beni mutsuz etmez. Arada yorulurum belki ama gelir sende dinlenirim.”
“sevdam-“
“İmran, sen benim rehberimsin. Eğer sen olmadan bir yolda yürürsem zaten kaybolurum. Neden böyle düşünüyorsun? Hangimiz kurduğumuz her hayali gerçekleştirebildik ki?”
“bu çok acımasız,” dedi İmran bir anda
“acımasız mı?”
“sen benim için, bizim için hayallerinden vazgeçiyorsun,” İmran bunu kabullenmemişti. Sevdiği kızın elinden tutup “her daim aklına, rehberliğine itimat ettiğim birisin sen, yeteneklisin sevdam,” dedi ve ekledi, “hayallerinin peşinden gitmelisin.”
Mavi sevgiyle gülümseyip yüzünü yana eğdi. “Ne güzel bir adamsın sen,” dedi birden ve ekledi, “ben hayallerimden vazgeçmiş değilim, sadece işleri oluruna bıraktım.”
“öyle olsun.”
“öyle olacak zaten. Hadi artık gidelim. Gerçekten geç oldu.”
İmran kafasını salladı. Nişanlısının elini tutup geldikleri yerden çıktılar. Emir Ali ise bir süre daha karanlıkta kalıp düşündü. Duydukları onu sarsmıştı. Bu zamana kadar yorulduğu vakit gidip karısının omzunda dinlenmişti. Hiç onun da yorulabileceğini düşünmemişti.
Kafasında yeni planlar kurarken onu bekleyen arabaya bindi ve saraya geri döndü. Yarın ülke için ve herkes için yeni başlangıçların sayfası açılacaktı. Emir harekete geçmişti ve bu sefer doğru kişiyi bulduğundan emindi. Aliye’de hem babasının hem de şeyh dedesinin kumaşı vardı.
evet... sizce Emir Hazretleri Mavi'ye nasıl bir görev verecek?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.06k Okunma |
326 Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |