

herkese kocaman merhaba
lafı uzatmaya gerek yok
hepinize iyi okumalar :)
GİRİŞ
16 YIL ÖNCE
Trabzon
Yufka mıdır yufka mıdır benim bakışım dünyaya,
- ki acılarıyla başlatırım insanları*
(İsmet Özel/ Kan Kalesi)
Üniversitede fakülteler yavaş yavaş insanla dolmaya başlamıştı. Herkes yaz tatilini bitirip okula geri dönüyordu. Şehrin üstüne biten yaz mevsiminin rehaveti çökmüştü. Çay ve fındık hasadı için İstanbul’dan gelenler geri dönmüş, şehir öz nüfusuyla kalmıştı.
Eylül ayının son haftasındalardı. Güz mevsimi; ağaçları sarı, turuncu ve kırmızının en güzel tonlarına boyamış, yeşili ve mavisiyle ünlü olan Karadeniz bambaşka bir havaya bürünmüştü. 25 yaşındaki genç adam caddede yürürken pek çok bakışın üzerine kaydığının farkındaydı. İsmail yakışıklı ve sert çehreli bir yüze sahipti. Açık kestane rengi gür saçlarını her zaman kendi haline bırakırdı. Kirli sakalı sert çehresini biraz daha vurgular, etrafında saçlarıyla aynı renkte harelerin olduğu koyu yeşil gözleri çatık kaşlarının ardında gölgelenirdi. Kaslı vücut yapısı, uzun boyuyla birleşince kızların ilgisini de sürekli üzerinde hissederdi.
Fakülteye girdiğinde büroya gidip onu bekleyen ekibine selam verdi. Ekibin şefi Engin Bey, İsmail’i görünce “nerede kaldın ulan sen!” diye söylendi. İsmail elini özür diler gibi kaldırıp “şefim,” dedi “köy yolunda iki araç takıştı da onu bekledim.”
“neyse tamam, hadi başlayalım.”
Böylece beş kişilik ekip arşivlerin dijital ortama aktarılması için çalışmaya başladı. Daha doğrusu yazılım sisteminde ortaya çıkan bir hatayı düzeltmek için buradalardı. Yazılım mühendisi olan İsmail bu işi hatır için kabul etmişti. Yoksa o, mezun olmadan önce babasının yurt dışında büyük işlere imza atmış eski tanıdıkları tarafından kapılmıştı bile. Başarılı bir mühendisti İsmail. İşlerinin çoğunu bilgisayar üzerinden hallettiği için İstanbul’daki ofise çok fazla uğramazdı bile.
Yoğun bir mesainin ardından işleri bittiğinde İsmail, diğer arkadaşlarına veda edip fakültenin bahçesine attı kendini. Saat henüz öğleden sonra üçtü. Banklardan birine oturup kendi kafasını dinledi. İşini seviyordu ama bazen çok yorucu olabiliyordu. Bir an sonra burnuna bir koku geldiğinde gözlerini açıp etrafına baktı. Yanına yaklaşmış elinde iki tane karton bardak tutan kızın yüzünde parlak bir gülümseme vardı.
“Aygül,” dedi İsmail tebessüm edip. Aygül, genç adamın yanına oturup “sana çay, bana da kahve,” dedi.
İsmail bardağı alıp “teşekkür ederim,” dedi ve ekledi “hızır gibi yetiştin.”
“çok mu yoruyorlar seni?” diye sordu Aygül. 21 yaşındaki genç kız burada makine mühendisliği okuyordu. Babası Cemal amca, kendi babasının çocukluk arkadaşıydı hem de uzaktan da olsa aralarında bir akrabalık bağı vardı.
Aygül, kumral güzeli gencecik bir kızdı. Evin tek çocuğu olmasına rağmen şımarık sayılmazdı.
“biraz yoruldum,” diye kabul etti İsmail. Çaydan bir yudum alıp yüzünü buruşturunca Aygül kıkırdayıp “semaverde demlenen çaylara benzemiyor tabi,” diye karşılık verdi.
“ha buna çay diyorlarsa kafayı yemişler!” dedi İsmail parlayarak. O çabuk öfkelenir hemen de sönerdi. Bunu bilen Aygül “makine işi bu kadar oluyor işte,” diye karşılık verdi.
İsmail bir an kabalık ettiğini düşünüp “yani sen düşünüp getirmişsin sağ ol, ona bir şey dediğim yok ha,” diye ekledi hemen.
Aygül yine güldü. Kahvesinden bir yudum alıp “ben seni biliyorum, sen de beni,” dedi usulca. İsmail bu cevaba nasıl bir karşılık vereceğini bilemediği için tebessüm etmekle yetindi.
“İlyas nasıl?” diye sordu Aygül sessizlik uzamasın diye.
“iyi aslanım,” diye cevap verdi İsmail. Hemen yüzü gülmüş, gözleri parlamıştı, “haftaya dönecek inşallah.”
“çok şükür,” dedi Aygül içtenlikle “Elife teyze ile birlikte biz de elimiz bağrımızda bekledik onun dönüşünü.”
İsmail içine düşen ateşi hüzünlü bir tebessümle saklayıp başını salladı usulca. Doğuda askerliğini yapmaya devam eden kardeşi bundan iki ay önce çıktığı bir görevde pek çok şehit verip, kendisi de şehadetin kıyısından dönmüştü. O günden beri kardeşinin iyi olmadığını biliyordu İsmail. Dayanamayıp yanına gitmiş biraz da olsa yüzünü görüp geri gelmişti. İlyas’ın gözlerinde bir şeyler ölmüştü. Acemilikte tanıştığı devresi Sait de aynıydı. Üstelik o askerdeyken annesi ile babasını da kaybetmişti. Onları birbirine emanet edip Trabzon’a döndüğünden beri aklı da kalbi de kardeşinde kalmıştı.
“hayırlısıyla az kaldı,” diyebildi İsmail. Aygül ona dikkatle bakıyordu. Gözlerindeki endişenin farkındaydı.
“İlyas benim çocukluk arkadaşım biliyorsun,” dedi yumuşak bir tavırla “ben de onu kardeşim gibi severim. Allah’ın izniyle sağ salim bize geri dönecek inşallah.”
“inşallah Aygül,” dedi İsmail gülümsemeye çalışıp. O sırada bir başka genç kız çekinerek yanlarına yaklaştı ve “Aygül,” dedi “ders başlayacak hadi gidelim.”
“tamam geliyorum,” dedi Aygül. Kahvesinin bardağını yanda duran çöp kutusuna attı. O sırada arkadaşı gözünü dikmiş ona bakıyordu. İsmail, kızın usulca kendisini işaret ettiğini gördü ve içten içe güldü.
“İsmail abi,” dedi Aygül gözlerini devirmemek için kendini tutup “arkadaşım Sare ile tanıştırayım seni.”
“merhaba bacım,” dedi İsmail genç kıza doğru düzgün bakmadan. O böyle şeylere alışkındı. Kendisini beğeni ile süzen bakışlara, aracılarla gönderilen tekliflere alışkındı ama İsmail’in kalbi boştu. Ayrıca o aşk meşk işlerinden anlamazdı. Anlayan kişi İlyas’tı. O yanık sesiyle konuşmaya başladı mı bütün gözler ona döner, kulaklar dikkat kesilirdi. İsmail dümdüz bir adamdı işte. Ama bu kendisine yönelik ilgiden hoşlanmadığı anlamına gelmiyordu elbette. Kim beğenilmekten hoşlanmazdı ki! İsmail de kim olduğunun ve nasıl göründüğünün farkındaydı. Üstünde bunun özgüvenini de çok iyi taşıyordu.
“merhaba,” dedi Sare hayal kırıklığını saklamadan, “neyse ben içeri giriyorum sen de gelirsin.
Kaçar gibi gittiğinde Aygül peşinden bakıp “senin yüzünden kaç tane kız teselli ettiğimi hatırlamıyorum,” dedi yarı sitemli yarı da eğlenir bir ses tonuyla.
“ne yapayım kızım,” dedi İsmail utanmadan sırıtıp “Allah beni böyle yaratmış.”
“he İsmail abi he,” dedi Aygül ayaklanırken ama keyfi de yerine gelmiş gibiydi. “Elife teyzeye selam söyle.”
“aleyküm selam.”
Aygül, Sare’nin peşinden fakülteye girerken İsmail de kalktı ve arabasına binip köy yoluna çıktı. Nihayetinde üç katlı üçgen çatılı ahşap kaplamalı köy evinin olduğu bahçeye girip arabayı park etmeyi başardığında Sinan evden fırlayıp koşarak abisinin yanına gitti. İsmail arabadan inip kardeşini kucakladı.
“kıvırcığım,” dedi İsmail şefkatle “beni mi bekliyordun?”
“evet,” altı yaşındaki Sinan başını sallarken saçları da onunla birlikte sağa sola hareket edip duruyordu. İri parlak kahve gözlerinde heyecan vardı.
“anam ne pişirdi bugün?” dedi İsmail, kardeşi kucağında kapıya doğru yürürken. Sinan sır verir gibi “çorba, tavuk-pilav,” diye fısıldadı.
“ayran da var mı?”
“cacık var!”
“o da olur.”
İçeri girdiğinde Sinan, kucağından atlayıp mutfağa koştu. İsmail de üstünü çıkarıp portmantoya astı. Salona göz atıp mutfağa geçti.
“geldin mi oğlum,” dedi Elife Hanım, “hoş geldin.”
“hoş buldum anacığım”
“baban camiye gitmişti gelir şimdi, sen çok açsan-“
“bekleyelim,” dedi İsmail “ayrı gayrı yemek olmaz.”
Sonra odasına çıkıp üstünü değiştirdi. İlyas’ın boş yatağına bakıp iç çekti. Kardeşi için dua edip banyoya gitti. Tekrar aşağıya indiğinde babası da gelmişti. Annesi sofrayı hazırlarken İsmail de ona yardım etti.
Yemekten sonra İstanbul’dan Oğuz ile Nesli aradı. Önce Yusuf Bey sonra da Elife Hanımla konuştuktan sonra telefonu İsmail aldı. Okulları açıldığı için onlar anneanneleriyle birlikte İstanbul’a dönmüştü ama Sinan anne ve babasıyla birlikte burada kalmıştı. Elife Hanım oğlunu görmeden geri dönmek istememişti. İlyas ise İstanbul yerine Trabzon’da kalıp bir süre kafasını dinlemek istediğini belirtince İsmail de işlerini ona göre ayarlamıştı. Kardeşini yalnız bırakmaya niyeti yoktu.
“abi!” dedi Oğuz telefondan doğru “senin bu kardeşin benim beynimi yiyip duruyor.”
“hiçte bile!” diyen Nesli’nin narin ince sesi çınladı salonda. İsmail güldü. Kardeşleri onun canından birer parçaydı. İlyas hariç hepsiyle arasında epeyce bir yaş farkı olduğu için abiden ziyade baba gibi sevip kollardı onları.
“ne oldu abisinin?” diye sordu İsmail. Oğuz’un ergenlikle birlikte değişen ses tonu bir yükselip bir alçalıyordu artık.
“vizyona yeni bir film girmiş. Gidelim diye tutturdu ama ben istemiyorum. Bir şey söyle ne olur. Peşimi bıraksın.”
“yazıklar olsun,” diye sitem etti Nesli “ben seninle oturup iki saat sırf sen seviyorsun diye inşaat belgeseli izliyorum ama!”
“hadi oradan be!” diye itiraz etti Oğuz “sen benden daha çok seviyorsun o belgeselleri!”
“oğlum yalnız bırakmasana lan bacımı, git işte ne olacak!” dedi İsmail. Kucağında Sinan vardı. Hareketli bir çocuk olduğu için yerinde duramazdı çoğu zaman.
“ya abi!” dedi Oğuz isyankar bir ergen gibi “filmde aşk meşk işleri var.”
“hee!” dedi İsmail anladığını belli eder gibi “Nesli sen kız arkadaşlarınla gitsene filme.”
“sana da yazıklar olsun abi!” dedi Nesli.
“ya kızım-“
“tamam hiçbir şey söylemiyorum ben size,” dedi Neslihan ve ekledi “ama İlyas abim olsaydı benimle gelirdi.”
“bak şimdi!”
“ya tamam geleceğim ya!” dedi Oğuz sonunda “yeter düş yakamdan.”
“söz ver!” dedi Nesli hemen.
“söz!”
“anlaştık.”
İstediğini alan Neslihan sevinçli bir tonda “abim,” dedi “sizi çok özledik, İlyas abimi ikna etsen de birlikte İstanbul’a dönseniz bir an önce.”
“dur bakalım Nesli,” dedi İsmail “önce bir gelsin de.”
“gelecek tabi,” dedi Nesli aksini kabul etmez bir tavırla “Allah’ın izniyle sağ salim dönecek benim abim.”
“amin,” dedi Oğuz.
“siz dua edin abiciğim,” dedi İsmail iç çekip “hadi gidip ödevinizi falan yapın. Anneannemi de üzmeyin.”
“üzmüyoruz zaten,” dedi Nesli “hepinizi çok öpüyoruz abiciğim. Allah’a emanet olun.”
“siz de.”
İsmail telefonu kapattığında Sinan kucağında bir şekilde bağdaş kurmayı başarmış, elindeki oyuncak motosikleti inceliyordu. Uykusu gelmeye başlamıştı. İsmail sesini çıkartmadan kardeşinin uykuya dalmasını bekledi. Sinan bir süre sonra başını abisinin göğsüne yaslayıp motorla oynamaya devam etti. Sonunda gözleri kapanırken motor da koltuğun üstüne düştü.
Elife Hanım salona girdiğinde oğullarının halini gördü. Yumuşak bir tebessümle “sana ayrı düşkün bu çocuk,” dedi usulca. İsmail, en küçük kardeşinin saçlarını okşayıp sarıldı.
“ben de ona,” dedi sevgiyle. Yavaşça kalkıp “ben şu haytayı yatırıp geliyorum,” diye fısıldadı. Elife hanım başını salladı.
İsmail ahşap merdivenleri çıkıp kardeşini yatağa yatırdı. Üstünü güzelce örttükten sonra bir süre masum çocuk yüzüne baktı. Kapıyı usulca kapatıp salona geri indiğinde annesi ile babası çay içiyorlardı. Bugünkü iğrenç sıvıdan sonra hakiki çaya hasret kalan İsmail hemen kendine de bir bardak doldurup tekli koltuğa oturdu.
“İsmail,” dedi babası “İlyas döndükten sonra onu Ali Kemal’in yanında işe başlatmayı düşünüyorum. Sen ne diyorsun?”
“iyi düşünmüşsün baba,” dedi İsmail “hem bizim emektarı da başıboş bırakmamış oluruz.”
“iyi madem,” dedi Yusuf Bey. Evlatları arasında bir tek en büyük oğluna akıl danışırdı. Çayından bir yudum alıp gözlerinde özlemle “hayırlısıyla bir geri dönsün de aslanım, onunla da oturup şöyle en güzelinden bir çay içelim.”
“inşallah,” dedi Elife Hanım. İsmail askerliğini Isparta’da yapmıştı. Onu da hasretle beklemişti ama İlyas olabilecek en sıkıntılı bölgelerden birine gitmişti. O gittiğinden beri Elife Hanım hep tetikteydi. Bir kulağı telefonda, bir gözü yoldaydı.
“geçende Cemal’le konuştum. Aygül de mezun olduktan sonra Ali Kemal’in çırağı olarak başlayacakmış.”
“Aygül akıllı kız,” dedi İsmail “Ali Kemal amca iyi düşünmüş.”
“hem akıllı hem güzel,” dedi Elife Hanım “çok da saygılı.”
“bugün fakültede karşılaştık,” dedi İsmail annesinin sesindeki imayı duymazdan gelip “size çok selamı var.”
“aleykümselam,” dedi annesi yüzünde memnun bir gülümseme. İsmail çayını tazeledikten sonra “ben biraz dışarı çıkıyorum,” dedi.
“üstüne bir şey al,” dedi Elife Hanım hemen “dışarısı soğuk.”
“tamam anacığım.”
İsmail, portmantodan kalın bir hırka alıp üstüne geçirdi. Fermuarı çekip ayakkabılarını giydi. Eline bir el feneri alıp dışarı çıktı. Çayını bırakmamıştı elbette. Gökyüzü açıktı. Yıldızlara bakıp yürümeye devam etti.
Yazın cıvıl cıvıl olan mahalle artık epeyce ıssızlaşmıştı. Yola çıkıp yürümeye devam etti. Meydan dedikleri mahallenin toplanma noktası olan yerde elektrik direğinin turuncu ışığı parlıyordu ama geri kalan kısımlar karanlıktı.
İsmail karanlıkta yavaşça yürüyüp çayını yudumlarken tepelerden kurt uluması yükseldi. Hilal şeklinde parlayan ayın önünü bulutlar kapattığında köy karanlığa büründü sanki.
Evden epeyce uzaklaştığını fark eden İsmail tam dönecekti ki köy yolunun patikaya dönen kısmında otların arasında bir hışırtı duyar gibi oldu. Aklına gelen ilk şey köye kurt ya da domuz indiğiydi. Aksi gibi eline sopa gibi bir şey de almamıştı. Hiç ses çıkartmadan yürümeye devam etti ama sonra incecik bir feryat yükseldi.
“kim var orada?” diye seslendi İsmail. Tam sesin geldiği yüksek otların olduğu yere doğru bir adım atmıştı ki “yaklaşma!” diyen sesle donup kaldı.
“sen kimsin?” diye sordu İsmail ve ekledi “yardıma ihtiyacın var mı?”
“düştüm,” dedi ince ama soğuk gelen kız sesi “dereye düştüm.”
“iyi misin?” İsmail yine yanına gelmek için hamle yaptı ama kızın sesi onu engelledi.
“yanıma gelme,” dedi kız “kıyafetlerim ıslandı, yırtıldı. Gelme işte.”
“anladım,” dedi İsmail otlara arkasını dönüp “yaralandın mı?”
“yok,” dedi kız “ama bileğim fena sızlıyor.”
“yürüyebilir misin?”
“yürürüm. Teyzemin evi biraz yukarıda. Patika yol daha kısa diye oradan gideyim dedim ama yol çok karanlık.”
İsmail hemen elindeki feneri kaldırıp “bende fener var,” dedi, “gel al,”
Kızın köy yoluna çıktığını adımlarının sesinden anlayan İsmail yavaş ve temkinli adımlarla ona doğru geldiğini hissedebiliyordu. Feneri arkaya doğru uzatıp hiç kıpırdamadan bekledi. Sonunda buz tutmuş bir dokunuş hissetti avucunun içinde. Kız usulca feneri alıp geri gitti.
“eve gitmen ne kadar sürer?” diye sordu İsmail.
“bilmem bu bilekle belki on dakika, niye sordun?”
“on dakika boyunca burada bekleyeceğim,” dedi İsmail “bir şey olursa bağır ben hemen gelirim.”
Kız bir an durakladı. Sonra az öncekinden daha farklı daha sıcak bir tonda “teşekkür ederim,” dedi sadece. Işığı yakıp patika yoldan çıkmaya başladı. İsmail bir dakika sonra patika yola döndüğünde kız gitmişti.
“adını niye sormadım ki,” dedi kendi kendine, “bu saatte ne işi varmış ki dere kenarında, çarpılmaktan da korkmuyor.”
İsmail söylendiğini fark ettiğinde susup kaşlarını çattı. Niye kıza bu kadar sinirlenmişti ki! Kimse kimdi işte. Söz verdiği gibi on dakika bekledi. Sonra garanti olsun diye bir on dakika daha patika yolun orada oyalandıktan sonra evine geri döndü.
Annesi ona bakıp “nerede kaldın oğlum?” dedi merakla. İsmail ağzını açtı ama kızın çaresiz halini ifşa etmek istemediği için “Hikmet amca ile sohbet ettik biraz,” dedi.
“iyi tamam,” dedi annesi “baban yattı, ben de gidiyorum. Hadi sen de çok oyalanma.”
“iyi geceler anne,” dedi İsmail. Odasına çıkıp yatağına yattı. Bir süre kızın ince ama soğuk sesi yankılanıp durdu zihninde. Farkında olmadan buz tutmuş dokunuşunu hissettiği avucunu sıkmıştı. Yatakta dönüp durdu gece boyu. Bir şey onu çok huzursuz etmişti ama ne olduğunu bilmiyordu.
BÖLÜM
Bir güvercin uçurup
kıtalar arasından çağırdın beni*
(Nurullah Genç /Rüveyda)
Ertesi gün fakülteye gittiğinde hava biraz daha soğumuş gibiydi. Kotunun üstüne siyah boğazlı bir kazak giyip içi kürklü deri ceketini giymiş, annesi zorla boynuna bir atkı dolamıştı. Elleri cebinde büroya girip çalışma arkadaşlarıyla selamlaştı.
“Engin Şef nerede?” diye sordu İsmail.
“bilmiyorum henüz gelmedi,” dedi Altan. O da bilgisayar mühendisiydi. İsmail kendi programını açıp işe başladı. On dakika sonra Engin şef geldi.
“kolay gelsin arkadaşlar,” dedi tebessümle. Sonra İsmail’e döndü “dekan seninle görüşmek istiyor İsmail, bir yanına uğra.”
“hayırdır inşallah?”
“hayır hayır!” diye karşılık verdi Engin Şef. İsmail başını sallayıp bürodan çıktı ve dekanın odasına gitti. Kapının önüne geldiğinde tıklatıp içeri girdi.
Deri sandalyesinde oturan kadın gülümseyip “gel İsmail,” dedi. İsmail başıyla selam verip masanın önündeki sandalyelerden birine oturdu.
“beni çağırmışsın dekanım,”
“senden bir ricada daha bulunacaktım,” dedi kadın.
“dinliyorum,”
“bizim fakültede bir konferans hazırlığı var. Savunma Sanayisinde yaşanan son gelişmeler ve atılan adımlar üzerine bir program hazırlıyorlar. Senin de geçen sene askeri araçların uzaktan kontrolü için hazırlanan yazılım programına katkıların bizim camiada epeyce meşhur.”
“estağfurullah,” dedi İsmail hemen “ben çok kalabalık bir ekibin parçasıydım sadece.”
“tamam, tamam,” dedi kadın gülerek “övülmekten hoşlanmazsın bilirim. Şimdi sen bizim çocuklara biraz yardımcı ol İsmail. Elbette gizliliği koruyarak yapılan çalışmaları, proje aşamasında olanları anlat. Geleceğin mühendislerine parlak bir örneksin sen. Senin etrafında ışığa çekilen pervaneler gibi toplanacaklardır.”
“elimden ne gelirse yaparım dekanım,” dedi İsmail hemen “savunma sanayisi böyle parlak gençlerin çalışmalarıyla çok daha gelişecektir inşallah.”
“inşallah İsmail,” kadın bir an dalıp gider gibi oldu, “bizim zamanımızda şimdiki imkanlar yoktu ama gavurun gelişmiş teknolojisi vardı. Ne yiğitler şehit oldu o acımasız dağlarda.”
İsmail’in aklına hemen kardeşi geldi. İlyas’ı da o dağlarda hainlerle çarpışıyordu. “Allah’ın izniyle biz de kendimize ait mühimmatları yapmaya başladık artık. Bundan sonra o itlerin merhametine kalmayacak yiğitlerimiz.”
“sadece savunma alanında değil her alanda canla başla bu vatanı kendi canıymış gibi sevip, çalışacak gençlerimiz olduğu müddetçe sırtımız yere gelmez inşallah. Senin gibi, kardeşin gibi.”
İsmail boğazında bir yumru başını sallayıp ayağa kalktı. Dekan hanım “bizim öğrencilerin konferans salonunda toplantıları var bugün. Başlarında da Yaşar Hoca var. Zaten sizin işiniz bugün biter diye tahmin ediyorum. Çıkışta oraya bir uğrarsın. Yaşar sana programı anlatır.”
“tamam hocam,”
İsmail, dekanın odasından çıkıp büroya geri döndü. Birkaç saat boyunca durmadan çalıştılar. Sonunda işi hallettiklerinde Altan “oh be!” dedi “bitti sonunda!”
“elinize sağlık arkadaşlar,” dedi Engin Şef “alnımızın akıyla bunu da hallettik.”
İsmail saatine bakıp “ben gidiyorum,” dedi ve ekledi, “Allah’a emanet.”
“sen de”
İsmail bürodan çıkıp konferans salonuna doğru yürürken uzun koridorda bir gülümseme duydu. Adımları yavaşlarken dikkat kesildi ama ses kendini tekrarlamadı. Dün akşamki kızın sesine benzetmişti ama koridor kalabalık olduğu için arkasına dönüp ikinci kez bakamadı. Yola devam ettiğinde yine aklında o kız vardı. Soğuk dokunuşunu hissettiği avcunu sıkıp “saçmalama İsmail,” dedi kendi kendine “unut gitsin.”
Konferans salonuna girdiğinde onu yüksek gürültü karşıladı. On beş kişilik bir öğrenci grubu hararetli bir şekilde tartışıyordu. Siyah renk platformlu sahnenin üstüne çıkmış öğrenciler epeyce kalabalık gözüküyordu. Arka arkaya dizilmiş izleyici sandalyeleri ise mavi renkliydi. Salonun amfiyi andıran bir havası vardı
“yahu bunun nesi garip olacakmış?” dedi içlerinden biri “maket hazırlamak zaten zor bir şey.”
“elbette zor ama inşaat mühendisliği okuyan da benim bırak ona ben karar vereyim.”
İsmail salonda ilerleyip Yaşar Hoca olduğunu tahmin ettiği kişinin yanına gitti. Tahta bir sandalyeye oturmuş öğrencilerin tartışmasını yüzünde hoşnut bir gülümseme ile dinliyordu. İsmail onun yanındaki boş sandalyeye oturduğunda dönüp ona baktı.
“İsmail sen misin?” diye sordu adam. Genç adam başını salladı.
“hoş geldin İsmail,” dedi Yaşar Hoca “gördün mü? gençler ateş gibi.”
“fark ettim hocam,”
“şimdi seni soru yağmuruna tutacaklar hazırlıklı ol.”
İsmail gülümsedi, “en ufak bir katkım olursa ne mutlu bana.”
Tam o sırada İsmail’in arkasındaki kapı açıldı ve içeri iki öğrenci daha girdi. İsmail’in yanından geçip giderlerken birinin Aygül olduğunu fark etti. Diğeri ise- İsmail kızı tam olarak gördüğünde bakışlarını ondan ayırması tahmin ettiğinden uzun sürdü.
Kuzgun karası düz gür saçları sırtında salınan genç kızın teni ay gibi parlıyordu. Sanki kız, İsmail’in bakışlarını hissetmiş gibi dönüp ona baktı. Koyu kahve avcı gözlerinin etrafı kıvrık siyah kirpiklerle çevriliydi. Zarif ince yüzünde kiraz gibi parlayan dudaklarında mesafeli bir tebessüm vardı.
“evet!” dedi Yaşar Hoca sesini yükseltip “herkes geldiğine göre sessizlik rica ediyorum.”
Öğrenciler sahnenin üzerinden inip sandalyelere yerleşirken İsmail de kendini toparlayıp kafasını çevirdi. Yaşar Hoca ile birlikte sahneye çıktığında bütün bakışlar onun üzerindeydi. Bir kızın Aygül’ün kulağına kıkırdayarak bir şeyler söylediğini gördü. Aygül ona ters bir bakış atmakla yetindi. Öte yandan İsmail’in bakmamak için kendini zor tuttuğu ama sürekli kaçamak bakışlar attığı kız tüm dikkatini Yaşar Hoca’ya vermiş gibi gözüküyordu. Üzerinde krem rengi ince bir kazak vardı. Uzun boynuna gül kurusu ipek bir şal dolamıştı.
“biliyorum hepiniz bu konferans için heyecanlısınız çünkü sunumlarınızı ve projelerinizi dinlemek için çok önemli misafirler gelecek.”
“hocam mezun olmadan bir iş teklifi bile alabiliriz,” dedi genç delikanlılardan biri. Yaşar Hoca ile İsmail birbirlerine bakıp gülümsediler.
“doğru Rıfat,” dedi adam onaylayıp “senin dediğin gibi mezun olmadan iş teklifi alıp çok başarılı işlere imza atmış yazılım mühendisi bir meslektaşım var bugün aramızda.”
Şimdi bütün bakışlar İsmail’e dönmüştü. İsmail’in bakışları ise- hayır bakmayacaktı. Ona bakmayacaktı.
“kendisi geçen sene Savunma Bakanlığı bünyesinde gerçekleştirilen çok mühim bir projede uzaktan kontrol yazılımını başarıyla tamamlayan ekibin bir üyesiydi.”
Salonda beğeni dolu fısıltılar yükselirken Yaşar Hoca “şimdi size yapılan çalışmaları anlatıp fikir sahibi olmanız için birkaç örnek gösterecek,” diye devam etti, “evet İsmail sahne senin.”
Yaşar Hoca da öğrencilerin arasına kaynayıp otururken İsmail sahnede duran beyaz tahtayı çekip “yüzünüzdeki heyecanı ve hevesi görmek çok güzel,” dedi gururla. Aygül ile göz göze geldiklerinde ona göz kırptı. Aygül gülümseyip el salladı. Birkaç kız Aygül’e imrenerek baktı. Bir tek o- adını bile bilmediği o kız yerinde hiç kıpırdamadan, ifadesiz bir suratla İsmail’e bakıyordu.
“geçen sene çok özel bir projede yer aldığım doğru. Ülkem için, milletim için, Mehmetçik için çok başarılı çalışmalar yapıldı. Yapılmaya da devam ediyor. Benim çalıştığım birim tank top kulesi ve tank topunun uzaktan kontrol edilmesi yani insansız şekilde kullanılması için bir proje geliştirdi. Aylarca süren çalışmalar, deneyler neticesinde müspet sonuçlar elde edilse de elbette proje hala daha gelişmeye ve ilerlemeye açık.”
“bu kadar mütevazi olma İsmail,” dedi Yaşar Hoca.
İsmail mahcup bir gülümseme ile karşılık verdi. Öğrencilerden biri elini kaldırıp “bizimle birkaç kodlama örneği paylaşabilir misiniz?” diye sordu.
“birkaç örnek gösterebilirim,” dedi İsmail. Beyaz tahtanın etrafında kalem göremeyince Yaşar Hoca “İsmail’e bir kalem verin,” dedi hemen. İsmail o sırada ne yazacağını düşündüğü için bir daha arkasını dönmedi. Sadece elini uzatıp yanına yaklaşan öğrencinin kalemi vermesini bekledi.
Tam o anda avucunun içinde aynı tanıdık dokunuşu hissettiğinde irkilmiş gibi dönüp gelen kişiye baktı. Oydu. Adını bile bilmediği ama bakışlarını alamadığı o kız. Kız mavi rengindeki fosforlu kalemi İsmail’in avucunun içine bırakıp elini çekerken ilk kez göz göze geldiler. İsmail’in kalbi sıkışır gibi oldu. Bu dün akşamki kızla aynı kişi olabilir miydi?
“teşekkür ederim,” diyebildi sonunda kendini toparlayıp. Onun da bir şey demesini bekledi. Sesini duymak kafasındaki şüpheden kurtulmak istiyordu ama kız tebessüm etmekle yetindi. Geri dönerken onu izleyen İsmail sağ ayağının üstüne basarken belli belirsiz topalladığını görünce emin oldu. Oydu. Dün akşam dereye düşüp bileğini sakatladığını söylemişti. O dokunuşu tanımıştı İsmail. Avucunda karıncalanan his aynıydı.
İsmail boğazını temizleyip önündeki işe odaklanmaya çalıştı. Kalemi açıp tahtaya yazmaya başladı ve toplantı bitene kadar başka bir şeye odaklanmadı.
Nihayetinde işi bittiğinde Yaşar Hoca ona teşekkür edip sahneye kendisi çıktı. İsmail ise sahneden inip öğrencilerin dağınık bir şekilde oturduğu sıralara geçti. İstemsizce kızın yanına gittiğinin farkındaydı. İkinci kez göz göze geldiklerinde hiç düşünmeden yanındaki boş sandalyeyi indirip oturdu.
İkisi de sahneye bakıyordu. İsmail dirseğini tahta kolçağa dayayıp “sen,” diye fısıldadı “daha iyi misin?”
Kız, kendisini tanıdığını anlayınca hafifçe başını ona çevirdi. İsmail ona bakmamak için kendini zor tuttu.
“iyiyim,” diye fısıldadı kız. İnce sesi İsmail’in teninde dolandı. Oydu. Dünkü kızdı.
“akşamın bir vakti derede ne işin vardı?”
“sana ne!” diyen kızın sesinin tonu biraz yükselmişti.
“benim başıma bela olacaktın az kalsın,” diye terslendi İsmail hemen.
“ne alakası var?” diye sordu kız “sen gelmeseydin de ben hallederdim.”
“zor hallederdin ama!”
İsmail’in sesindeki inat, kızın sesindeki inatla yarışırdı. Nitekim kız ‘ya sabır’ der gibi derin bir nefes alıp verdi.
“yaptığın yardımı başıma kakmaya mı geldin?” diye sordu kız. İsmail kızın yan profiline baktı. Bir an ne diyeceğini unutur gibi oldu.
“nasıl olduğunu sormak istedim,” dedi İsmail. Kız ona dönüp baktığında üçüncü kez göz göze geldiler. İsmail onun gözlerinin içine baktığında bir girdabın içine düşüyormuş gibi hissetti.
“iyiyim,” dedi kız yine. Ama sesi yumuşamıştı, “biraz bileğim ağrıyor o kadar.”
“geçmiş olsun,”
“teşekkür ederim.”
Kız, bakışlarını kaçırıp önüne dönerken İsmail ona bakmaya devam etti. Kız ise ona baktığının farkındaydı. Hızlanan nefes alış verişleri heyecanını ele veren tek izdi. Sonunda dayanamayıp tekrar İsmail’e baktığında “ne var?” diye sordu. Akça teninde yanakları pembeleşmişti. İsmail o pembeliklere bakıp “adın ne senin?” diye sordu.
Genç kız bir an bekledi. Sanki adını söyleyip söylememek arasında kalmış gibiydi. Sonra dudakları aralandı ve “Ayşe,” dedi usulca. İsmail’in yüzüne bir tebessüm oturdu, “Ayşe,” diye tekrar etti.
“evet.”
“bizim köyden misin Ayşe?”
“hayır,” dedi genç kız “teyzemle eniştemi ziyaret etmiştim sadece.
“tanıdıksın o zaman.”
“sayılmaz.”
İsmail daha çok soru sormak istiyordu ama yanındaki kızı rahatsız etmekten çekindiği için susmaya karar verdi. Yanında oturmak ona keyif veriyordu sanki. Konuşulanlara odaklanmaya çalıştı ama yapamadı. Adını yeni öğrendiği bu kız bütün dikkatini dağıtıyordu. Üstelik hiçbir şey yapmıyordu bile. Yanında oturmak yetmişti.
Eziyet gibi geçip giden dakikalardan sonra Yaşar Hoca toplantıyı sona erdirdi. Öğrenciler ayaklanıp toparlanırken Ayşe de hemen kalkıp kot ceketini giydi üstüne. Boğazını sıkmış gibi boynundaki ipek şalı çıkarttı. Çantasına koyacakken yanlarına Aygül geldi.
“İsmail abi,” dedi sitemle “konferansa katılacağını bana neden söylemedin?”
“ben de bugün öğrendim Aygül,”
Genç kız ikna olmamış gibi adama baktıktan sonra dikkatini Ayşe’ye çevirdi. Ayşe ona gülümseyip “ben gidiyorum,” dedi.
“beni de bekle,” diye itiraz etti Aygül. İsmail kaşlarını çatıp onları dinlerken dayanamayıp “siz sınıf arkadaşı mısınız?” diye sordu.
“yok,” dedi Aygül “Ayşe abla yüksek lisans yapıyor burada, görüp görebileceğin en başarılı inşaat mühendislerinden biridir.”
“öyle mi?” dedi İsmail kıza bakıp. Demek yaşı Aygül’den büyüktü. Ayşe onun bakışlarına karşılık verip “öyle,” dedi aksini kabul etmeyen bir tonda “yakında tezimi savunup İstanbul’a döneceğim inşallah.”
“başarılar dilerim,” dedi İsmail içtenlikle. Kız bir an onun gözlerine takılıp kaldı. Ağzını açtı ama bir şey diyemedi. Başıyla karşılık verebildi.
“siz birbirinizin kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu Aygül biraz çekinerek. İsmail ona sorar gibi bakınca Aygül tebessüm edip “yani ben her zaman barıştan yanayımdır, “ dedi ve ekledi, “Bu yüzden ikinizi böyle yan yana görünce hoşuma gitti.”
“ne diyorsun kızım sen?” dedi İsmail biraz sinirlenerek.
“işte sen Kaya sülalesindensin, Ayşe abla da Bozçelik-“ diye başladı Aygül ama ikisinin suratlarındaki ifadenin değiştiğini görünce sustu.
İsmail ve Ayşe birbirlerinin suratına baktıklarında ikisi de birbirlerinin kim olduğunu bilmediğini anlamıştı.
Aygül ortamdaki gerginliğin elle tutulur hale geldiğinin farkındaydı. Pot kırdığını anlamış bunun mahcubiyetiyle bir İsmail’e bir de Ayşe’ye bakıp duruyordu.
“ben gidiyorum,” dedi Ayşe yine. Ama bu kez sesi o kadar soğuktu ki İsmail yine buz tuttuğunu hissetti. Çenesini kaldırıp ister istemez meydan okudu. Kız da misliyle karşılık verdi.
Ayşe giderken Aygül arkasından bakıp “İsmail abi,” dedi “ben densizlik ettim galiba.”
“yok kızım,” dedi İsmail boğuk bir sesle. Bütün keyfi kaçıp gitmişti, “söylemekle iyi yaptın.”
Bozçelik sülalesi ile kendi sülalesi arasında eskilere dayanan bir toprak kavgası vardı. İki aile birbirlerinden hoşlanmazdı ama İsmail’in düşündüğü şey bu değildi. Yıllar evvel babası bu aile yüzünden çok acı bir kaybın yasını tutmak zorunda kalmıştı. O gün bugündür bu iki aile yan yana gelmez birbirleri ile iş yapmaz, kız alıp vermezdi.
İsmail, kendini toparlamaya çalışırken Aygül de “bekle eşyalarımı alıp geliyorum,” dedi, “birlikte çıkalım.”
“tamam,” dedi İsmail.
Aygül giderken İsmail’in gözü sandalyenin tepesinde kalan ipek şala takıldı. Unutmuştu. İkinci kez düşünmeden gül kurusu şalı alıp cebine sakladı. Yaptığı şeyin akılla açıklanır bir tarafı yoktu. Sadece kendine karşı koyamamıştı.
Aygül geldiğinde cebinde taşıdığı ipek şalın ağırlığını hissederek salondan çıktı. Aygül bir şeyler anlatıp kafasını dağıtmaya çalışıyordu ama İsmail odaklanamıyordu.
“ben buradan gidiyorum,” dedi Aygül sonunda terste kalan yolu gösterip. İsmail “istersen seni eve bırakayım,” diye teklifte bulundu.
“yok,” dedi Aygül “biraz yürümek istiyorum. Kafam şişti.”
“alışveriş yapacağım desene şuna,” diye takıldı İsmail ona. Aygül utangaç bir gülümseme ile karşılık verdi.
“hadi dikkat et kendine,”
“sen de”
İkisi ayrılıp kendi yollarına giderken İsmail canının sıkıntısından bir an nereye gideceğini şaşırdı. Bir an bir kızın gözlerinin içine bakıp kaybolacak gibi hissetmiş, sonrasında o kızın gözlerinin içinde kaybolmanın yasak olduğunu öğrenmişti. Yürürken yağmur başladığının farkında bile değildi. Arabasını park ettiği sokağa girdiğinde köşede bileğini tutarak kaldırıma çökmüş kişiyi görünce kalbi sıkışır gibi oldu. Hiç düşünmeden yanına gidip eğildiğinde Ayşe acı ile bileğini tutarken başını kaldırıp ona baktı.
“sen,” dedi şaşkınlıkla “beni mi takip ediyorsun?”
“saçmalama,” diye terslendi İsmail, “arabam bu sokakta.” Sonra dayanamayıp “iyi misin, düştün mü?” diye sordu.
“ayının teki bana çarpıp yere düşürdü. Zaten bileğim çok acıyordu üstüne tuz biber oldu.”
Kızın sesindeki öfke duyduğu acıdan dolayıydı. İsmail “hastaneye gidelim hadi,” dedi. Ayşe başını salladı “gerek yok,”
Başlangıçta çiseleyen yağmur hafif hafif hızlanmaya başlamıştı. İsmail duygularıyla hareket eden bir adamdı. Bu yüzden kızın bir şey demesine izin vermeden onu kollarından tutup ayağa kaldırdı. Sırt çantasını omzuna atıp tek kolunu omzuna attı. Ayşe dehşet içinde ona bakarken “hastaneye gidiyoruz,” dedi itiraz kabul etmeyen bir tonda. Ayşe zıplayarak adamın yürüyüşüne yetişmeye çalışırken “gerek yok dedim be adam,” diye çıkıştı, “sen beni taksi durağına bırak-“
“bana bak paçi!” dedi İsmail saçları ıslandığı için alnına yapışmaya başlamıştı. Ayşe onun bu haline bakıp bir an acısını unutup gülmek istedi. İsmail ise ateşli bir şekilde konuşmaya devam ediyordu, “sen bir inatsan ben on inadım. Benimle zıtlaşma.”
“paçi senin bacına derler,” diye karşı çıktı Ayşe “ben 24 yaşımdayım.”
“iyi,” dedi İsmail “seneye benim yaşıma gelirsin. Boyun da bana erişir.”
“bana bak!” dedi Ayşe terslenerek “benimle düzgün konuş.”
“düzgün konuşmazsam ne olur?” diye sordu İsmail daha da hiddetlenerek. Ayşe kendini çekip adama döndü. Yağan yağmurun damlaları ikisinin de yüzünden akıp kıyafetlerini ıslatıyordu. Ayşe zorlukla da olsa sakat bileğinin üzerine basıp “bana yardım ediyorsun diye ağzına geleni söyleyemezsin Kayagillerin İsmail!”
“istediğim gibi konuşurum Bozçelik Zafer’in kızı!” dedi İsmail hakaret eder gibi. Ayşe öfkeyle onu itmeye çalıştı ama İsmail, onun ince bilekleri daha göğsüne dokunmadan yakalayıp “yavaş gel!” diye uyardı. Yüzleri bir anda birbirine o kadar yaklaşmıştı ki öfkeleri geldiği gibi söndü. Ama içlerinde bambaşka bir yangın başlamıştı. İsmail’in gözleri kızın gözlerine mıhlanmıştı sanki. Yutkunup bakışlarını yüzünde gezdirdi. Islanan saçlarından bir tutam yüzüne yapışmıştı. Kiraz rengi dudakları hafifçe titriyor, avcı gözlerini çevreleyen kara kıvrık kirpikleri aklını dağıtıyordu.
Ayşe onun hareket eden adem elmasından gözlerini zorla ayırıp bir başka imtihan olan kestane hareli koyu yeşil gözlerine baktı tekrar.
İkisinin de göğsü hızla inip kalkıyordu. Ayşe zorlukla ellerini çekip “ben giderim,” dedi kısık bir sesle. Kaçıp gitmeliydi bu adamın yanından. Aklı siren çalarak kaçması gerektiğini söylüyordu.
Topallayarak bir adım geriledi. Ama İsmail ani bir hamle ile onu kucaklayıp omzunun üstüne attı. Ayşe’nin boğazından yükselen çığlık şiddetli yağmur yüzünden boğuldu.
“ne yapıyorsun manyak herif?”
“seni hastaneye götürüyorum,” dedi İsmail. Tek hamlede omzuna attığı kız birkaç kere sırtına vurmuştu ama sonra vazgeçmişti. İyi diye düşündü benim inadımla yarışamayacağını anladı demek ki!
Sonunda arabasına gidip kapıyı açtı ve Ayşe’yi yolcu koltuğuna oturtup kapıyı kapattı. Hemen şoför koltuğuna geçip kapıyı kapattı. Isıtıcıyı açıp kökledi.
“bizi bir arada görürlerse-“ diye başladı Ayşe ama İsmail ona bakıp “görürlerse görsünler,” dedi korkusuzca. Ayşe ona bakakaldı. Adamın korkusuzluğu onu korkuttu.
“bak diyeceğimi bir dinle.”
“Ayşe-“ diye başladı İsmail ama kızın boğazından yükselen şaşkınlık nidası susmasına sebep oldu. Adı dudaklarından öylece çıkıvermişti. Bu ismi bekliyormuş gibi sahiplenmişti hemen.
“Ayşe,” diye tekrar etti kendine engel olamayıp “korkma!”
“demesi kolay,” diye mırıldandı Ayşe. Çantasını kucağında sıkıca tutarken önüne dönüp “bir eczanenin önünde dur,” dedi usulca “sana söyleyeceğim merhemi al. O iyi gelecektir. Hastaneye gitmeye gerek yok.”
“emin misin?” diye sordu İsmail. Ayşe başını salladı.
Yola çıkıp nispeten uzakta kalan bir eczaneye sürdü. Hızlıca içeri girip Ayşe’nin söylediği merhemi aldı. Arabaya geri döndüğünde merhemi uzatıp “al bakalım,” dedi.
“sağ ol,” Ayşe merhemi alırken “borcum ne kadar?” diye sordu. İsmail ona ters bir bakış atıp “tövbe, tövbe,” diye söylendi.
“İsmail,” dedi Ayşe “borcum ne kadar?”
Ama o an adam İsmail’den sonrasını duymamıştı. Keşke diye geçirdi içinden keşke adımı bir kere daha söylese.
“hangi yurtta kalıyorsun?” diye sordu yola çıkarken. Ayşe ona bakıp “ilçedeki özel kız yurdunda kalıyorum,” diye cevap verdi. İsmail başını sallayıp tekrar yola çıktı.
“bileğin nasıl? Acısı dindi mi?”
“biraz daha iyi,” dedi Ayşe sızlamasını duymazlıktan gelip. O an eli boynuna gitti ve “tüh ya!” dedi kendi kendine.
“ne oldu?”
“şalımı salonda unuttum!”
İsmail cebinde duran şalın varlığını hissederek “kim olduğumu öğrenince gözünün önü karardı,” dedi biraz hin bir tavırla “Kendini unutmadığına şaşırdım.”
“bak yine başladın,” dedi Ayşe “sen de bana tiksinerek baktın sanki.”
İsmail ona bakıp “hayır,” diye itiraz etti “şaşırdım sadece. Çünkü sizin sülaleden biri bizim köye uğramaz.”
“doğru,” diye kabul etti Ayşe “ama teyzem sizin köye gelin gitmiş yıllar evvel.”
“kim senin teyzen?” diye sordu İsmail.
“Kızılca Mahallesi’nden Hatice.”
“Hatice teyze mi?” diye sordu İsmail emin olmak için “Hasan amcanın karısı Hatice?”
“evet.”
“ama onlar,” dedi İsmail “epeyce yukarıda oturuyorlar. Sen o yolu tek başına mı çıktın dün akşam?”
“ne sandın?” dedi Ayşe dudağının kenarında belli belirsiz bir tebessümle. İsmail hayretle “tek başına hiç korkmadan?”
“ben kolayına korkmam,”
“onu anladım,” dedi İsmail “ama tek bir şeyi anlamadım.”
“ne?”
“akşamın bir vakti dere kenarında ne işin vardı?”
Ayşe bu kez utanmıştı. Bakışlarını kaçırıp “sana ne!” dedi aksileşerek. İsmail “anlat da!” diye çıkıştı. Ayşe pes edip “Hasan eniştemin kümesinden kaçan tavukları kovalıyordum. Farkında olmadan dereye inmişim,” dedi tek nefeste. İsmail onu tavukları kovalarken düşününce kendini tutamayıp gülmeye başladı. Ayşe ona çatık kaşlarla bakıp “gülme,” diye uyardı onu. İsmail kendini toplamaya çalışsa da pek başarılı olamadı.
“eniştem hayvanlarını çok sever,” diye açıklamaya çalıştı kendini “hiç çocukları olmadığı için hayvanları evlatları yerine koyarlar. Kaçan tavukların peşinden o yüzden gittim.”
Bu masum ve şefkat dolu açıklama İsmail’in kalbinde yine onu sıkıştıran bir his bırakırken “anladım tamam,” dedi usulca ve ekledi “babanın senin bizim köye gelmene izin verdiğini bilmiyordum.”
Ayşe’nin bakışları değişirken gözlerinden suçlu bir karanlık geçip gitti. Camdan dışarı bakıp “vermiyor,” dedi nitekim “ama ben teyzemi ziyarete gidiyorum ara sıra. Çünkü teyzem hasta. Tüm işleri kendi başına halledemiyor. Malum evlatları da olmadı hiç.”
İsmail garip bir gururla kıza baktı. Bütün hisleri ona bu kızın iyi bir kalbi olduğunu söylüyordu. O zaman soyadının, kimin kızı olduğunun bir önemi var mıydı?
Sanki aklından geçenlerin aynısı Ayşe’nin de aklından geçiyormuş gibi başını çevirip adama baktı. Konuşmadılar ama bir şey vardı. İkisinin de farkında olduğu bir şey.
İsmail yola odaklanıp sürmeye devam etti. Yurdun önünde durduğunda Ayşe kapıyı açtı ama İsmail “bekle,” dedi, “kapıya kadar-“
“olmaz,” dedi Ayşe hemen. İsmail durunca Ayşe ona bakıp “İsmail,” dedi usulca “çok teşekkür ederim ama-“
“anladım”
Ayşe arabadan inip bir ayağının üzerine yükünü verdi ve ona arkasını dönüp yurdun girişine doğru yürümeye başladı. O gidene kadar bekleyen İsmail kızın içeri girmeden önce dönüp ona bakmasını bekledi. Ayşe kartını güvenliğe gösterdi. Güvenlik onun için kapıyı açtı. Genç kız içeri girmeden evvel eşikte durakladı.
“hadi,” dedi İsmail “hadi dön bir bak!”
Ayşe dönüp ona baktığında İsmail gülümsedi. Ayşe hemen önüne dönüp içeri girdi ve kapı kapandı. İsmail cebinde ipek şalın ağırlığıyla köye dönmek üzere yola çıktı.
.
.
.
nasıl başladı sizce
beklediğiniz gibi miydi?
lütfen minik yıldızı parlatmayı unutmayın :)
Allah'a emanet olun
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 24.43k Okunma |
2.61k Oy |
0 Takip |
105 Bölümlü Kitap |